Muhterem Okuyucularımız;
Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç Allah-u Teâlâ'yı tanımak, yalnız O'nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmektir.
Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Asıl dost Allah'tır." (Şûrâ: 9)
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
En güzel dost, seni yoktan var eden, nimetlerle donatan en güzel şekilde terbiye edip sonra suret veren, namütenahi rızıklarla merzuk eden ve bütün kâinatı sana musahhar kılan, bu kadar lütuf ve ihsan içinde bulunduran Hazret-i Allah'tır. O senin en yakînin ve en güzel refikindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde müminlerin kimlerle dost olması gerektiğini beyan buyurmaktadır:
"Sizin dostunuz ancak Allah'tır. O'nun Peygamber'idir." (Mâide: 55)
Resulullah Aleyhisselâm ise Rahmeten lil-âlemindir. Hazret-i Allah onu âlemlere hayat bahşetmek için yaratmıştır. Ondan daha güzel dost olur mu?
"Ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir." (Mâide: 55)
Allah'a, Peygamber'e ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür. Kâfirlerle dostluk kurmak müminlere yakışmaz.
Bu Âyet-i kerime'de dost olarak sadece Allah-u Teâlâ, O'na tâbi olarak Resulullah Aleyhisselâm, Allah'a ve Resul'üne tâbi olarak da Allah'ın emirlerine boyun eğen müminler beyan edilmiştir.
•
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu Zât'ına çeker. Aklını kullanan bu sevgili kullar üç yoldan Hakk'a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü açarak, onları marifet nuruna ulaştırmış Rızâ-i Bâri'sine kavuşturmuş.
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Buradan da anlaşılıyor ki bunlar, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin kendisi için yarattığı hususi has kullarıdır. Sevmiş seçmiş, kendisine çekmiş.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruyor:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî)
•
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekamülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi'den kovulur.
Kitabullah'ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
•
Bu ay içerisinde başlayacak olan mübarek "Üç aylar"ınızı ve idrak edilecek olan "Regaib Kandili"nizi tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan âlem-i İslâm'a hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç O'nu tanımak, yalnız O'nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmektir. Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Asıl dost Allah'tır." (Şûrâ: 9)
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ sevmesinin bir neticesi olarak onları en güzel sevaplarla mükâfatlandırır.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın sevgisini kazanacakları yolları takip ederler, hoşnutluğunu kaybettirecek yollardan uzak dururlar. Emirlerine sarılırlar, yasaklarından son derece sakınırlar. O'nun râzı olmasını her şeyden üstün tutarlar.
Sevgilerinde samimidirler. Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu ve yardımını kazananlar, başkalarını dost edinmezler. Onlar Allah'ı anarak yaşar, Allah'ı anarak ölür ve Allah'ı anarak Allah'a ulaşırlar.
Hazret-i Allah'ın biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah sevgisine vâsıta olduğu için O'nu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur. Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır.
Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellîleridir.
Allah-u Teâlâ, insanı yoktan var etti. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi. Onu kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Öyle bir Allah-u Teâlâ ki, dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor, hâcetler arttıkça in'am ve ikramı da artıyor.
İyilik ve güzellikleri bitmez, tükenmez...
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın nimetini birer birer saymaya kalkışsanız, (icmâlen bile) sayamazsınız." (Nahl: 18)
Kalpler kendisine iyilikte bulunanlara karşı içten bir muhabbetle meyleder. Bu onun fıtratında gizli olan bir özelliktir. İnsan iyiliğini gördüğü kimseleri sevmek durumundadır.
O'nu tanıyan kimse, bütün iyiliklerin bütün güzelliklerin O'nun ve O'ndan olduğunu çok iyi bilir. O'nu bilen O'nu çok sever. Muhabbet, marifetin meyvesidir, marifetten sonra gelir. Marifet zayıf olursa muhabbet de zayıf olur.
Marifetullah, tasavvufun en yüksek mertebesidir.
Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç O'nu tanımak, yalnız O'nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmektir.
Dostluğu kazanılmaya ve sevilmeye en lâyık olan mutlak varlık O'dur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Asıl dost Allah'tır." (Şûrâ: 9)
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah-u Teâlâ sevmesinin bir neticesi olarak onları en güzel sevaplarla mükâfatlandırır. Onlar Allah-u Teâlâ'nın sevgisini kazanacakları yolları takip ederler, hoşnutluğunu kaybettirecek yollardan uzak dururlar. Emirlerine sarılırlar, yasaklarından son derece sakınırlar. O'nun râzı olmasını her şeyden üstün tutarlar. Sevgilerinde samimidirler.
Bu Âyet-i Kerime'de "Muhabbet Murakabası"na işaret vardır. Tasavvuf yolundaki sâlikler, bu murakabada bu Âyet-i kerime'nin tecellîsine mazhardırlar ve Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlıdırlar.
"Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'nun Peygamber'idir ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.
Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 55-56)
En güzel dost, insanı yoktan var eden, nimetlerle donatan en güzel şekilde terbiye edip sonra suret veren, nâmütenâhi rızıklarla merzuk eden ve bütün kâinatı insana musahhar kılan, bu kadar lütuf ve ihsan içinde bulunduran Allah-u Teâlâ'dır. O, insanın en yakîni ve en güzel refikidir.
Resulullah Aleyhisselâm ise "Rahmeten lil-âlemin"dir, Allah-u Teâlâ onu âlemlere hayat bahşetmek için yaratmıştır. Ondan daha güzel dost olur mu?
Allah'a, Peygamber'e ve müminlere dost olmak, bu dostluğun dışındakileri terketmekle mümkündür. Kâfirlerle dostluk kurmak müminlere yakışmaz.
Bu Âyet-i kerime'de dost olarak sadece Allah-u Teâlâ, O'na tâbi olarak Resulullah Aleyhisselâm, Allah'a ve Resul'üne tâbi olarak da Allah'ın emirlerine boyun eğen müminler beyan edilmiştir.
"Zâlimler birbirlerinin dostlarıdırlar. Takvâ sahiplerinin dostu ise Allah'tır." (Câsiye: 19)
"Allah düşmanlarınızı sizden çok daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter." (Nisâ: 45)
Onlara aldanmayın, Allah onlara karşı size zafer verecek ve yardım edecektir. Onların hile ve tuzaklarının size zararlı olmasına imkân vermeyecektir.
Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu ve yardımını kazananlar, başkalarını dost edinmezler. Onlar Allah'ı anarak yaşar, Allah'ı anarak ölür ve Allah'ı anarak Allah'a ulaşırlar.
Bir insan, hayatının idamesi için ilk önce kendisini, malını, mülkünü, çoluk çocuğunu sever. Bunun yanında iyi işleri, iyiliğin her türlüsünü ve iyi insanları, güzel bir gülü, güzel akarsuları, yeşillikleri de sever. İnsan ruhu güzel surette halk olunduğu için, daima güzele meyleder. Bütün güzellikler, O'nun güzelliğinin tecellîleridir.
Hadis-i şerif'te:
"Allah güzeldir, güzeli ve güzelliği sever." buyuruluyor. (Müslim)
En sonra ise her şeyden fazla Hazret-i Allah'ı sever. O'na kavuşmak için canını da malını, mülkünü de fedâ etmeye hazırdır.
Bu sevginin yüceliğini ve inceliğini her insan kavrayamaz. O'ndan başkasını ve başka şeyleri seven kimse, O'nu tanımayan, Allah sevgisinin hakikatine vakıf olmayan kimsedir.
Allah için olmayan, Allah sevgisine vesile olmayan bütün muhabbetler Allah'tan uzaktır ve bâtıldır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah'tan gayrısını O'na emsâl tutarlar ve onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a sevgileri ise çok daha kuvvetlidir." (Bakara: 165)
"Endâd", kişilerin Allah-u Teâlâ'ya isyan olan yerde itaat ettikleri liderleridir. Allah'a yaklaşmaya çalıştıkları gibi onlara yaklaşmaya çalışırlar.
İster lider ister put olsun, ya da para-pul, mal-mülk, makam-mevki olsun, nefsin arzuları olsun, bu gibi insanın kalbini Allah'ı unutturacak derecede meşgul eden Allah'tan başka her şey bu ilâhî beyanın içine girer.
Peşlerinden sürüklendikleri liderlerini âdeta Allah'ı seviyormuşcasına severler ve onlara saygıda bulunurlar. Allah'a beslenmesi gereken sevgiyi onlar için beslerler. Allah'a isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Hakk'tan gayrı olan sevgileri Allah sevgisinin üstünde tutmak, akla gelebilecek bütün kötülüklerin başıdır. Onlara taparcasına bağlananlar ve onları Allah'ı sever gibi sevenler için artık kurtuluş ümidi yoktur. Çünkü basiretleri körelmiş, ruhları ölmüş, canlı cenaze gibi olmuşlardır.
Müminler öyle kimselerdir ki, hiçbir kimseyi hiçbir şeyi Allah-u Teâlâ'yı sevdikleri kadar sevmezler. Başkalarını sevmeleri de yine O'nun rızâsı ve izni iledir.
"Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendisine yuva yapan örümceğin misali gibidir. Halbûki eğer bilseler, evlerin en çürüğü en dayanıksızı ömrümcek yuvasıdır." (Ankebût: 41)
Mevlâ'nın muhabbetiyle hallenen kulların gayeleri ev değil, evin sahibidir. Onlar için O'nun sevgisinden daha değerli ve daha üstün bir şey yoktur. Bir kul için bundan daha büyük bir lütuf ve ikram düşünülemez.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretlerimiz:
"Allah sevgisine mazhar olan bir kimseyi, bu sevgi dünyaya dalmaktan, insanlara karışıp onlarla ömür tüketmekten muhafaza eder." buyurmuşlar.
Allah-u Teâlâ'ya muhabbet, O'ndan başka her şeyden yüz çevirip bütün varlığı ile tamamen O'na yönelmek, O'nun ahlâkı ile ahlâklanmak, O'nu her şeye tercih ederek sımsıkı sarılmak demektir.
Hazret-i Allah da bu kullarını tercih eder. Onları dost edinir, dünya saadetine, âhiret selâmetine ulaştırır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın boyası (ile boyanın)!" (Bakara: 138)
İman en güzel Allah boyasıdır. Her kim Allah boyası ile boyanırsa, o kimse gerçek bir hidayete ermiş, doğru yolu bulmuş demektir. Boya kumaşın içine işleyip onu renklendirdiği gibi, iman da bir kalbe girdiğinde, küfür pisliğinden temizler ve o vücudu nurlandırır.
Bu boya ile boyanmış olan hakiki müminler Allah-u Teâlâ'dan başka ilâh tanımazlar. Rabb'lerinin gösterdiği nurlu yoldan sapmazlar. Emir ve yasaklarına hakkıyla uyarlar. Amel-i sâlih başta olmak üzere bütün kulluk görevlerini seve seve yerine getirirler.
"Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir?" (Bakara: 138)
O öyle bir Allah'tır ki; bütün güzelliklerin, bütün iyiliklerin, bütün lütuf ve ikramların asıl kaynağı O'dur. Gerçek hidayet O'nun hidayetidir. Her iş O'nun dilemesi ile meydana gelir. Müminleri istikamete, iyiye ve güzele sevkeder, ebediyen solmayan iman ve hidayet boyası ile nurlandırır.
Allah-u Teâlâ'nın boyasından başka boyalarla boyanmak ve boyamak isteyen kimseler ise; hem kendilerini hem de başkalarını yoldan çıkarmış ve sapıklığın tâ ortasına düşmüş olurlar.
"Allah'a sarılın, O sizin Mevlâ'nızdır." (Hacc: 78)
"Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân: 101)
"Allah'a iman edip de sımsıkı sarılanları, Allah kendi katından bir rahmetin ve lütf-u inâyetin içine sokacak, onları kendisine varan doğru bir yola eriştirecektir." (Nisâ: 175)
"Hayır. Kim ihsan mertebesine yükselerek, özünü tamamen Allah'a teslim ederse, onun mükâfâtı Rabb'inin katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara: 112)
Muhabbet davasında bulunmak, seviyorum demek kolaydır. Lâkin Allah'a karşı muhabbeti olan insanlarda şu yedi alâmetin bulunması gerekir:
1- Ölümden nefret etmemek, ölüm için hazırlıklı bulunmak. Çünkü seven sevdiğine ancak ölümle kavuşur.
2- Hazret-i Allah'ın sevdiğini kendi sevdiklerine tercih etmek. Allah'ı seven, dünyada neyi severse Allah o şeyi sevdiği için sever. Yaratandan ötürü yaratılan her şeyi hoş görür.
3- Cenâb-ı Hakk'ı daima kalbinde bulundurmak. Kendini zorlamaksızın gece gündüz zikrullahla meşgul olmak. Zira bir şeyi çok seven, onu hiç dilinden düşürmez.
Zikrullah Allah'a olan sevgiyi tahrik eder. Sonsuz bir şevk verir.
4- O'nun emir ve nehiylerini bildiren Kur'an-ı kerim'e tazim etmek; en sevdiği biricik Habib'i -sallallahu aleyhi ve sellem-ini, Enbiyâ ve Evliyâsını, dostlarını sevmek... Daha doğrusu O'nunla ilgisi olan her şeyi sevmek.
5- İnsanlardan uzleti, yalnızlığı ve tenhayı seçmek. Bir an evvel akşam olmasını, Rabb'isi ile kalmasını istemek.
6- İbadetleri zevk ve şevk ile yapmak. Muhabbet ehline hiçbir ibadet ağır gelmez. Çünkü ibadet lezzeti gibi hiçbir lezzet yoktur, nerede kaldı ki ağır gelsin...
7- Hakk dostlarını dost edindiği gibi, O'nun düşmanlarını da düşman bilmek. Zira kişi sevdiği ile beraber haşrolur.
Allah için sevgi, Allah için buğz, imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük bir âmildir.
Hazret-i Allah'ın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem- Allah sevgisine vâsıta olduğu için O'nu seven Allah'ı sevmiş olur. Dostun dostları da dosttur.
Bütün sevgiler Allah sevgisi ile bütünleşince kemâle erer. Çünkü Muhabbetullah bütün sevgilerin kaynağıdır. Sevgiye vesile olabilecek bütün sıfatlar, O'nun Cemâl sıfatının tecellîleridir.
"Gül denir her güle amma, gül-i zibâ başka.
Aşk denir her aşka amma, Allah aşkı başka."
Şu halde bir müminin evvelâ bizzat Hazret-i Allah'ı, sonra biricik Habib-i Ekrem'ini, -sallallahu aleyhi ve sellem- bilcümle Peygamberân-ı İzâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı'nı, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Efendilerimiz'in hepsini, onları gören Tâbiîn Hazerâtı'nı, ulemâ, fukaha ve sulehâyı hubb-i fillah ile sevmesi ve saygı göstermesi gerekmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, birisini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Kalp birdir. Eğer o kalpte Hazret-i Allah'ın tecelliyâtı husule gelmişse, Hakk'tan gayrı bir şey bulunmaz. Ve fakat mâsivâ o kalbe girmişse Allah-u Teâlâ o kalpte bulunmaz.
Farz-ı muhal bir cami işgal edilmiş, orasını pazar yerine çevirmiş, suretlerle de doldurmuş ve sen de burada namaz kılmak mecburiyetindesin.
Âyet-i kerime'sinde:
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar." (Ankebut: 45)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, neden namaz bizi her türlü kötülükten alıkoymuyor? Çünkü kalbimiz nefis tarafından işgal edilmiş, orayı pazar yerine çevirmiş. Böyle bir yerde ne derece huzur ile namaz kılınır?
Ve bu kalp artık hastadır, gerçekten Hakk'tan hakikattan gafildir. Çünkü kalp nazargâh-ı ilâhîdir. Pazar yerine çevrilmiş bu kalbin boşalması ve temizlenmesi lâzım. Bu da nefisle yapılacak ciddi bir mücadele ile kaimdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zikrullah kalplerin şifasıdır." (Münâvi)
Yani sizin kalbiniz hastadır, marazlıdır, bunun şifası Hazret-i Allah'ın zikrini kalbe yerleştirmektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)
Her şeyden evvel kalbi bu pazar yerinden, bu suretlerden kurtarıp, tahliye edip temizleyen, kalbini Hazret-i Allah'ın zikriyle fikriyle nûrlandıran ve kalb-i selim olan bir kimse şu ilâhi iltifata mazhar olur:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar... Meğer ki Allah'a tamamen salim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuarâ: 88-89)
İşte bunlar kurtulmuşlardır.
"Kalp sarayını eyle pâk
Şayet gele Sultan sana."
Allah ve Peygamber sevgisinin bütün sevgilerin üzerinde tutulması gerekir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz alış-verişler, hoşunuza gitmekte olan meskenler, size Allah'tan ve O'nun Peygamber'inden, Allah yolunda cihaddan daha sevgili iseler, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirip doğru yola iletmez." (Tevbe: 24)
Bu Âyet-i kerime Allah ve Resul'ünün sevgisine aykırı düşen, ilâhî emirlerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü sevgi ve muhabbetten uzak durmayı emir buyurmaktadır.
Yaratan Hazret-i Allah'a, ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden iman etmek ve ona teslim olmak şarttır.
Zira bu Âyet-i kerime Allah ve Resul'ünü canından çok sevmedikçe, çoluk çocuğundan daha üstün tutmadıkça, malından daha çok tercih etmedikçe gerçekten iman etmiş olunamayacağına dair açık bir ferman-ı ilâhidir.
Herkes bu aynada kendisine baksın, iman derecesini öğrensin, nerede olduğunu bilsin.
İnsanların içlerinde rahatça yaşamak için edindikleri evler-barklar, âileler, hısım akrabalar, mallar-mülkler, kendi aralarında kaynaşmaya sebep olmaktadır. Savaşların ise insanları bunlardan ayıran acı tarafları vardır. Savaş insanları sevgili babalarından, analarından, eşlerinden, çocuklarından ayırır. Kıymetli mallarından eder, ticaretlerini bozar. Bunun içindir ki savaş sevilecek şeylerden olmadığı gibi, sebepsiz yere savaş çıkarmak hoş bir şey değildir. Cihadı unutarak dünyaya dalmak ve aldanmak da çok tehlikelidir.
Bunlara sevgi göstermek, İslâm'ı yaşamaya ve Allah yolunda hizmete vesile olduğu müddetçe güzel şeylerdir. Fakat bütün bunlar İslâm'a ve Allah yolundaki hizmetlere ters düşüp engel oldukları zaman insanlar için tamamen belâ ve musibettir.
Bunları Allah'tan, Peygamber'den, din ve vatan uğruna cihaddan daha çok sevenler zulüm ve haksızlıklara sebebiyet verirler. Her türlü aşağılığa rıza gösterirler. Can ve mal, eş ve evlât kaygısıyla her türlü zillete boyun eğerler. Cihadı terkedenler itaatten çıkmış, vazifesini yapmamış, kendi mukadderatını kendisi ihlâl etmiş olacağından her türlü zillete ve cezaya müstehak olurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." (Bakara: 216)
Savaş hem ölmeye, hem öldürmeye, hem de mal kaybına sebep olduğu için insanlara güç gelir. İstenmese bile savaşa girildiği ve Allah yolunda savaşıldığı zaman, kazanılacak olan zaferin, savaştan önce duyulan bütün korkuları unutturacak derecede büyük önemi vardır. Savaşta milletin varlığını muhafaza ve müdafaa olduğu gibi, şehidlik ve gazilik ecri ve mükâfatı vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde hakiki müminlerin vasıflarını beyan buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'de Hazret-i Allah'a ve Resul'üne gerçek mânâda gönül verenlerin onlara düşman olanlarla sevgi bağını kurduğunun görülmeyeceği beyan buyuruluyor.
Bu durumda kendi çocuğunun, kızının, gelininin, Allah ve Resul'ünün emir ve yasaklarına muhalefet ettiğini gördüğün halde bunlara muhabbet edecek olursan otomatik olarak bu hududun dışına çıkmış olursun.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin."
Bu Âyet-i kerime mucibince bölücü imam veya onlara tâbi olanlarla, münâfık lider, önder veya onlara tâbi olanlara sevgi beslememek; âmirin, memurun veyahut en yakının da olsa, muhabbet etmemek gerekir.
İman ve muhabbet ancak ve ancak Allah ve Resulü'ne ve onun yolunda bulunanlara olmalıdır.
Binaenaleyh gerçek iman sahipleri Hazret-i Allah ve O'nun Resul'ünü tercih edenlerdir. Hazret-i Allah ve Resul'ünün düşmanlarıyla dostluk ihdas edenlerin ise imandan mahrum olduklarını kesinlikle bilin.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, hak ile bâtılı kesin olarak ayırmıştır.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla haşır-neşir olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime'sinde ihtar buyurmuştur:
"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete erdirmez." (Mâide: 51)
Emr-i ilâhi böyle iken yahudi ve hıristiyanları dost edinenler bu Âyet-i kerime'yi inkâr etmektedirler. Bu inkârın, bu küfrün kaynağı nedir? Bunu hangi kaynaktan alıyorlar? Bu Âyet-i kerime'ye göre bu küfür değil midir? Çünkü Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse o onlardandır." buyurduğu halde, "Bunlar bizim dostumuzdur." dediler, bu Âyet-i kerime'yi inkâr ettiler ve küfürlerini ilân ettiler. Onlardan olunca onlar da küfür ehli olmuş olmuyor mu?
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?" buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar. Allah-u Teâlâ'nın haklarındaki hükmü ise küfürdür. Her ne kadar küfür diyarına kaçtı ise de, küfür diyarında küfrünü icra ediyor. Türemeleri de arzularını tatbik ediyor.
Halbuki; onlar İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüzyıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekamülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi'den kovulur.
Kitabullah'ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
Halbuki Allah-u Teâlâ onlar hakkında:
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." buyuruyor. (Bakara: 120)
Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
İslâm tarihinde bunun birçok canlı örnekleri vardır. Şöyle ki:
Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşında babası Cerrah'ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı As bin Hişam'ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın akrabalarını katletmişlerdi. Mus'ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşında kardeşi Ubeyd'i öldürmüştü.
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah'a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah'ı severse, O'nun düşmanlarına düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O'nun düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde müminlerin kimlerle dost olması gerektiğini beyan buyurmaktadır:
"Sizin dostunuz ancak Allah'tır." (Mâide: 55)
En güzel dost, seni yoktan var eden, nimetlerle donatan en güzel şekilde terbiye edip sonra suret veren, namütenahi rızıklarla merzuk eden ve bütün kâinatı sana musahhar kılan, bu kadar lütuf ve ihsan içinde bulunduran Hazret-i Allah'tır. O senin en yakînin ve en güzel refikindir.
"O'nun Peygamber'idir." (Mâide: 55)
Resulullah Aleyhisselâm ise Rahmeten lil-âlemindir. Hazret-i Allah onu âlemlere hayat bahşetmek için yaratmıştır. Ondan daha güzel dost olur mu?
Ama sen bu kadar ihsan ve ikram sahibi olan Hazret-i Allah ve Resul'ünü bırakırsan, nefsine taparsan, şeytana uyarsan artık senin Hazret-i Allah ve Resul'ü ile ne ilgin kalır? Yaptığın ibadetin ne hükmü olur?
"Ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir." (Mâide: 55)
Camiden çıkar bankaya gider, camiden çıkar parti binasına gider, camiden çıkar futbol sahasına gider, camiden çıkar denize gider, camiden çıkar meyhaneye gider, camiden çıkar kahvehaneye gider. Eğer bunlar gerçekten namaz kılan hakiki iman sahibi kimseler olsalardı, kıldıkları namaz onları her kötülükten alıkoyardı.
Bu necip milleti bu hale düşüren, bir taraftan haram lokma, diğer taraftan halkı ifsad eden ifsatçı âlimler ve kötü âmirlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e tâbi olmak, yolunda bulunmak, onu malından da hatta canından da fazla sevmek; hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir. İnsanı Allah sevgisine mazhar eder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i imran: 31)
Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ'nın ümmet-i Muhammed'e Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olmaları ve bağlılık göstermeleri için emir ve fermanı bulunmaktadır.
Bu ilâhi fermana uyarak teslimiyet ve bağlılık gösterenler, bu suretle Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hoşnutluğunu elde etmiş olurlar.
Hazret-i Allah ve Resul'ünün hoşnutluğunu kazanabilmek, sevgisine mazhar olmak en büyük saâdet değil midir?
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzab: 6)
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de kâmil imandan mahrumdurlar, imanları surette kalmıştır.
Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Ben her mümine kendisinden daha evlâyım." (Müslim)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcudat oluşudur. İnsanın mânevi hayat bulmasına yegane sebep onun rahmeten lil-âlemin olmasıdır. O Hazret-i Allah'a ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
"Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz." (Buharî)
Herkes Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i sevdiğini iddiâ edebilir. Gerçekte ise peygamber sevgisi kesin olarak itaat etme ve hiçbir surette muhalefet etmemekle gerçekleşir.
"Şu üç haslet kimde bulunursa imanın tadını tatmıştır: Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini herkesten ve her şeyden fazla sevmek. Sevdiğini ancak Allah için sevmek. İman ettikten sonra, ateşe atılmaktan nefret eder gibi küfre dönmekten nefret etmek." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 16)
Bu nokta çok incedir. Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah'ı sevmek laf işi değildir. Sevdiğini Allah için sevmek şarttır.
Senin oğlun var, kızın var, gelinin var, liderin var, önderin var. Ve sen iman etmiş görünüyorsun!
Ama sevgiyi onlara bağlamışsın.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Kimin kalbinde muhabbet-i Mevlâ varsa o kalbe masiva girmez. Kimin kalbinde masiva varsa oraya muhabbet-i Mevlâ girmez. Bunun kesinlikle böyle olduğunu bilmek lazımdır.
Hadis-i şerif bu kadar açık iken bir de bizim hareketlerimize bakın! Bu Âyet-i kerime bir berzahtır, bir aynadır. Herkes kendi durumunu buradan ölçsün.
Hadis-i şerif'te geçen ateşe atılmak, küfre düşmek mânâsınadır. İşte herkes kendi ateşini ve küfrünü bu Âyet-i kerime ile ayırabilir.
Hakikaten Hazret-i Allah ve Resulullah'ı mı seviyor?
Sevdiklerini Allah için mi seviyor?
Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği şeylerden kaçınıp, onu cehenneme götürecek yollardan nefret mi ediyor?
Bunlar kişiye bir ölçüdür. Bugün bu ayna herkese lazımdır, zira herkes kendini bu aynada görsün.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Beni seven cennette benimle beraber olur." (Tirmizî)
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden tutmuştu. "Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin." diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
"Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!" diye soran bir zâta "O gün için ne hazırladın?" buyurdular. O da "Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah'ı ve O'nun Peygamber'ini çok severim." dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
"Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin."
Hadis-i şerif'i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki; "Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1495)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Resul-i zişan -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ'yı sevmiş olur. Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk'ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikata varır.
O Allah-u Teâlâ'nın "Mahbub"u olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de "Mahbubiyet" derecesine ulaşır. Çünkü bir kimse sevdiği bir kimsenin ahlakını başkasında gördüğü zaman onu da sever.
"Muhammed'den muhabbet oldu hâsıl.
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl?"
Her şey sevgi ile kaimdir.
Bu mevzu üçü ulviyattan üçü süfliyattan olmak üzere altı noktada toplanır:
1- Cezbe ile, Hazret-i Allah'ın kalbe ilham etmesi ile, ruhuna aşk ve sevgi vermesi ile.
2- Nefsanî, şeytâni, cismânî.
Hazret-i Allah'a ulaştıran çeşitli vasıtalar vardır. Ahmed Rufâi -kuddise sırruh-, Mevlânâ -kuddise sırruh ve Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri gibi zâtlar aşk ve muhabbet ile vuslata ermişlerdir. Aslında her veliye verilmiş, fakat bu gibi zâtlarda daha açık tezahür etmiştir.
Aşk; öyle bir hâlâttır ki ifadeye sığmaz.
"Noktası bir kitaptır aşkın,
Zerresi âfitaptır aşkın."
Aşk ateştir. Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri bir anda yakar atar. Bütün sıfatları ve dilekleri kül eder.
Aşk; öyle bir güneştir ki, kendisini yakar, etrafını ziyâlandırır.
Aşk; güneşin karşısında karın eridiği gibi erir, deryaya düşen yağmur damlası gibi yok olur.
Aşk; lezzettir.
Aşk; hakikat erbabının güç kaynağıdır.
Muhabbet suyu ile sulanan bir ağaç çabuk meyve verir, ayrılık ateşi ile sararmaz. Buradaki ağaçtan murad, tekâmüle meyil ve istidadı olan insandır.
Aşk ateşinin kavurucu yakıcılığı olmasaydı, vuslatın doyumsuz lezzeti bilinemezdi. Unutulmamalıdır ki, altını saf haline getiren de ateştir.
Elem ve mihnet aşkın lezzetidir. Aşkı tercih eden kimsenin elem ve mihnetlere alışması lâzımdır. Sevilen sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevilen her ne kadar ezâ, cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık, bunları hoş görmelidir.
"Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir."
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmaktır. Gam ve kederden kurtulup rahatlamayı arzu edenler, ölümü tercih etmelidirler. Sevenin rahatı rahatsızlıkta gizlidir.
Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kâim.
Manen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetsiz yapılan işlerde hayır yoktur.
Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, mahbûb-u hakiki ile olmaktan ve O'na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.
"Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves,
Aşka ulaş, gayrı yerden gönül kes."
Cenâb-ı Hakk'ın bir kulunu mânen cezbedip kendi muhabbetine çekmesi ve yaklaştırması demektir.
Bazı kimselerin hilkatinde toprak unsuru galip olduğu için füyûzata tahammül eder. Tabiî hallerinde bir değişiklik husule gelmez. Hilkatinde ateş unsuru galip olanlar ise bu ilâhi füyûzata tahammül edemeyip cezbe ile bağırırlar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri vecde gelenleri Kelâm-ı kadim'inde överek şöyle buyurmuştur:
"O müminler ki, Allah zikredildiği zaman KALPLERİ TİTRER, âyetleri okununca imanları artar, onlar ancak Allah'a tevekkül ederler." (Enfâl: 2)
"Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir. Kalpleri Allah'ı zikretmeye kaskatı olan kimselere ise yazıklar olsun. Onlar apaçık dalâlet içindedirler." (Zümer: 22)
İnsan kendisi gibi bir beşere âşık oluyor da kendisinden geçiyor, ya mahlûkatı bırakıp da muhabbetini Halik-i Azimüşan'a hasreden kimselerin hali nasıl olur?
Onlar Mevlâ'ya yönelmişlerdir, gelip geçici fâni lezzetlerden zevk almazlar. Mâsivâdan yüz çevirdikleri için, Mevlâ da kalplerine kendi muhabbetini yerleştirmiştir. Bu muhabbet neticesinde kendilerini dahi unutacak ve kendilerinden geçecek derecede ilâhi bir istiğrak haline bürünürler. Bu cezbe haline vecd denir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lekrinde:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denktir." buyuruyorlar. (Keşf'ül-Hafâ)
İnsanların ve cinlerin ameli kendi çalışıp kazanmasıyladır. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ölçüsüzdür. Kulun ameli ile mukayese bile edilemez. Bu ihsanını da bir bahane ve bir vesile ile verir.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk bir kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse kendi kendine Hakk'a tekarrüb edemez.
Ruh süvari, nefis ise merkep mesabesindedir. Ruh terakki eder yükselirse, nefsi de çeker götürür. Nefis ruhu çekecek olursa, hem kendini hem de süvarisini helâka götürür.
Vecd, ruhâni ve cismâni olmak üzere iki kısımdır:
Cismâni vecd nefsanidir. Kişi görsünler diye, cezbeye kapılmış desinler diye kendi ihtiyari ile vecde gelir. Bunun hiçbir kıymeti olmadığı gibi, mânevi hazzı da yoktur. Riyâ kokusu olduğu için çok tehlikelidir.
Ruhâni vecd ise Rahmâni'dir ve çok kıymetlidir. Külfetsiz olarak kalbe gelir.
Kur'an-ı kerim okurken veya okunurken, zikir yapılırken, kaside söylenirken, mânevi bir sohbet esnasında ruh galip gelerek Mevlâ'ya akar ve Hazret-i Allah'ın tecellîyatı ile karşılaşınca irade elden gider. Ruhâni vecd husule gelir.
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar." Âyet-i kerime'sinde bu mana vardır. (Zümer: 18)
Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurdukları gibi; kişi o zaman ya mest halindedir sevinç içindedir veya mahzundur, müsteessirdir, gayr-i ihtiyari ağlar.
Bazan aygın, bazan da tam baygındır, iğne batırsan haberi olmaz, tâ ki kendine gelinceye kadar.
Vecd hâli, irfan sahiplerinin kalplerini tahrik eder, âşıkların gıdası, Hakk yolcularının güç kaynağıdır.
İyi insan iyiyi sever, iyi işleri işitmek ister; kötü kimse de kötülerle olmak, kötü şeyleri işitmek ister, onda hayır yoktur, mizâcı da bozuktur.
Bir zâtın eline, içinde bazı sözler ve notlar bulunan küçük bir defter geçmiş. Okuduktan sonra, o sözlerin sahibine karşı gönlünde derin bir sevgi uyanmış. İsmini cismini bilmediği halde kendisini bulmak ve eteğine yapışmak istemiş.
Bir gece rüyâsında bakmış ki nurani bir zât, bir dergâhın şadırvanında abdest alıyor. Sırtında da beyaz bir kaftan var, altın yaldızla baştan başa Âyet'ül-Kürsi işlenmiş. Yanına yaklaştığında kaftanı çıkarıp ona vermiş. Onun altından, çok güzel yine Âyet'ül-Kürsi yazılı yeşil bir kaftan daha çıkmış. Onu da çıkarıp vermiş. Abdest aldıktan sonra; "Bunlardan birini sana vereceğim, hangisini almak istersin?" diye sormuş. "Efendim biri birinden güzel..." demiş. O da tutmuş, yeşilini ona giydirmiş. Beyazını kendisi giymiş ve buyurmuş ki:
"Hani bir zaman eline bir not defteri geçmişti. İşte ben o sözlerin sahibi Yusuf Hamedâni'yim. Onları sevmekle beni kendine çekmiş oldun. Bizim yolumuz muhabbet yoludur."
Uyandıktan sonra muhabbeti daha da artmış, ilk işi o kafileyi bulmak olmuş.
Üftâde -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sevenler buldu anları,
Hakk'a erişti canları." buyuruyorlar.
Bu bakımdan Hakk'ın dostlarını sevmek lâzım. Ki bu muhabbet sebebi ile bakarsın bir gün dostunu buldurur. O da ona kılavuzluk edip kendi dostuna götürür ve Hakk'a kavuşturur...
"Aşk ehli gitti, muhabbet şehri boş kaldı deme!
Cihan Şems-i Tebrizî güneşiyle dolu, isteklisi nerede?"
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Seni kendim için seçtim." (Tâhâ: 41)
Buradan da anlaşılıyor ki bunlar, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin kendisi için yarattığı hususi has kullarıdır. Sevmiş seçmiş, kendisine çekmiş.
Bütün esrâr buradan geliyor.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var?
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Hadis-i kudsî'sinde ise şöyle buyurur:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu kullar Allah-u Teâlâ'ya nasıl yaklaştılar?
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben de koşarak gelirim." (Buhârî ve Müslim)
Allah-u Teâlâ bu kulları kendisi için seçmiştir. Allah-u Teâlâ'ya yaklaşan bu kullar sevgi ile yaklaşmışlardır.
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Maide: 54)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim Allah için olursa Allah da onun için olur." buyuruyor.
Allah-u Teâlâ bunlara âşık olmuş; onları sevdiği gibi, bu kullar da Allah-u Teâlâ'ya âşıktır. Allah'tan başka hiçbir arzuları yaşamaz.
"Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar." (Bakara: 105)
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf: 56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saadetine eriştirmiştir.
"Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.
Bu makama gelenler huzur-u ilâhi'ye alınır. Yüzünün maskesini, vücud elbisesini atar, hiç olur. Aklı da vücudu da kül olur. Var olan husule gelir. Kudsî ruh baki kalır.
Sevgi, muhabbet işi bu, çalışma işi değil yani. O zamanında koymuş ama güna gün perdeyi açıyor öyle meydana çıkıyor.
Bütün bu iyilikler O'ndan geldi ama birisine koydu. Ama o birisi maske oldu. Bütün o güzellikler O'nun ve O koydu. Ama o maskeye koydu. O maskeye O'ndan itibar oluyor.
İnsan-ı kâmil niçin bu kadar sevilir? Veya niçin bu kadar uğraşılır? Onda bir "Dûr-i Yekta" var. Dost ona onun için aşık, düşman ona onun için düşman.
O sevmiş koymuş. "Ben sevdim, koydum siz de itibar edin!" diyor. "Alırsınız!" diyor. Şu halde seven alabiliyor, sevmeyen alamıyor.
Şeyh Muhammed Es'ad Erbili -kuddise sırruh- Hazretlerimiz buyuruyorlar ki:
"Tarikat-ı âliye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evradın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samimi muhabbetin de büyük tesiri bulunduğu erbabına malum ve âşikârdır. Meşâyih-ı kiram'dan bazısı 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nâil olmak için mürşid-i kâmilin nûrlu nazarlarını da feyz ve terakki vesilesi kabul etmişlerdir." (30. Mektup)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Meârif-i Ledüniyye" isimli eserinde geçen bir beyanında; kalbi bozuk olanların bu zâta teveccüh etseler dahi hiçbir şey alamayacaklarını, hatta bu gibi kimselere gelen feyizlerin kendileri için daha zararlı bir hâle dönüşeceğini beyan buyurmuştur:
"Kutb-u irşad ile bütün insanlara iman ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhut safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir." ("Meârif-i Ledüniyye"; 35. Mârifet)
Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı ilâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir. O öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Şayet; "Bu beşer sözü" derseniz, beşerde kalır aldanırsınız. Bir söz ki ahkâma uygun, o söz Hakk'tan gelmiştir, onu tutarsan kurtulursun.
"Hakk'tır onun özü, Hakk'tan gelir onun sözü."
Bunun içindir ki ona muhalefet eden kimse Hakk'a muhalefet etmiş olur.
Yalnız ona beşer nazarı ile bakmamak lâzım. Allah-u Teâlâ'nın nuru, nazarı ile bakmak lâzım. Beşer nazarı ile baktığın zaman nefis seni düşürür, helâk eder.
İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Allah'ı isteyenleri ve sevenleri, evlâdından daha çok sever." buyuruyorlar.
Fakat yönelmeyenlere hiç iltifat edilmez, kim olursa olsun.
En gizli noktada bu. Seven alabiliyor, itimat ediyor. Rabb'im buraya koymuş, alayım. O zaman ne oluyor? O'nun lütuf tecelliyatına mazhar oluyorsun, çeşmeyi açıyorsun, nasibin kadar kanıyorsun.
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz "Sizin satın alacağınız bellidir, ben size onu satarım." buyurmuştur. Yani, siz ancak muhabbet ve teslimiyetiniz nispetinde râbıta yapar feyz alabilirsiniz. Ben de size ancak o nasibiniz kadarını veririm. Çeşme akıyor, amma sen testini tutmuyorsun ki dolsun...
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbat" adlı eserinin "260. Mektub"unda Hâtem-i veli'den bahsederken şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse Allah-u Teâlâ'nın zikrine müteveccih olur da; inkâr ettiği için değil de o zâtı tanımadığı için bu zâta hiç teveccüh etmezse, yine ondan feyz alır. Fakat birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci anlatılanın istifadesinden daha fazla olur."
Güneş her meyveyi olgunlaştırır. Bazı meyveler var ki güneşi görmediği halde, güneş onu da olgunlaştırır. Fakat bu olgunlaşmadan o meyvelerin haberi olmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nuru âlemleri ihâta etmiştir. O nur onda olduğu için, o da "Sirâc-ı münîr" olduğu için, onun nuru da âlemleri ihâta ediyor.
"Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatinden mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur ve feyiz yolunu kapatır. O şânı büyük kutup onun istifade etmemesi için teveccüh etmemiş olsa bile, onun zararını istememiş olsa bile, hidayete kavuşamaz. Onda irşad ve hidayetin ancak sureti vardır, hepsi o kadar, faydası çok azdır."
Allah-u Teâlâ onu sevmiş, seçmiş, öne koymuş. Sen ise sevmiyorsun, onu sevmediğin için O da seni sevmiyor. Bu durumda bu gibi kimselere buğzeder ve yolunu keser. Niçin? Allah-u Teâlâ sevip seçmiş, o ise seçmemiştir. Allah-u Teâlâ da onu seçmez.
Meselâ bir dâvâcı dâvâsından vazgeçse bile, bazı durumlarda hâkim suçluya yine de cezâ veriyor. Bu ise ilâhî bir hükümdür. O dilediği gibi yürütür, mahlûk bir kukla mesabesindedir.
Hazret-i Allah bunu çok gözetler. Bu müminin mihengidir.
"Amma o zâta, o kutb-u irşâda inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nûruna kavuşurlar."
Allah-u Teâlâ'nın sevdiğini o da sevdiği için, o sevgi onun Hakk'a tekarrüb etmesine vesile olur.
"Bu Tarikat-ı âliye'ye sülûk etmek, girip ilerlemek, kendisine uyulan şeyhe karşı muhabbet râbıtası iledir. O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur."
Bu yolda her ne kadar şeyhin sülûkü ile yol alınıyorsa da, Allah-u Teâlâ kendisi bizzat cezbe ile onu çekmiş, kendisi terbiye etmiştir.
Muhabbet bir sermayedir. Bütün iş o muhabbette. Bu muhabbeti de Hazret-i Allah verir. Bu muhabbetle alışveriş olur, terakkiyatta bu muhabbet sayesinde olur. Muhabbet vermezse terakkiyat mümkün değildir.
Muhabbet var mı? Tamam. Kaynak tutmuş.
Fakat illâ muhabbet. Muhabbetsiz hiçbir şey olmuyor.
Yolumuzun büyüklerinden Âlâeddin Attar -kuddise sırruh- Hazretleri buyurururlar ki:
"Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'ni ilk tanıdığım sıralardaydı. Sevgileri içimde o kadar yer etti ki, irade ve karar diye bir şey kalmadı. Sohbetlerinden bir an olsun ayrılmak istemiyordum. Bu istiğrak içinde iken bir gün bana döndüler ve 'Bu muhabbet sizden mi bizden mi?' diye sordular. Ben de dedim ki; 'Siz Sultanımız himmet ediyorsunuz, ben de sizi seviyorum.' Yani; 'Muhabbet bendedir.' demeye getirdim. 'Peki evlâdım, bir saat kadar dışarıda dolaş, hakikati anlarsın.' dediler. Dediklerini yaptım. Bir de ne göreyim? Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri'ne karşı içimdeki muhabbetten hiçbir şey kalmamış. Avdet ettiğimde tebessümle 'Gördün mü oğlum! Muhabbet kimden geliyormuş? Sevilenden bir şey gelmedikçe, seven sevemez.' buyurdular."
Demek ki iş sermayede, sermayeyi de onlar verecekler ki olsun.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "260. Mektub"unda devamla şöyle buyurmaktadır:
"Onun nazarı kalp hastalıklarına şifadır, teveccühü mânevi hastalıkları giderir.
Böyle kemâl sahibi bir zât zamanının imamı, asrının halifesidir."
O, o zamanın mânen imamıdır, o asrın da halifesidir.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu Zât'ına çeker. Aklını kullanan bu sevgili kullar üç yoldan Hakk'a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü açarak, onları marifet nuruna ulaştırmış Rızâ-i Bâri'sine kavuşturmuş.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir, bunu bilin. Çünkü bir kulun Hakk'a ulaşması, Hakk'ın o kulunu kendi tarafına çekmesi ile mümkündür. Hiçbir kimse kendi kendiliğiyle Hakk'a ulaşamaz.
Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası, Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz. Hakk'tan geldiği için Hakk'a ulaştırır.
Mahviyyet de öyle bir lütfu ihsandır ki Hazret-i Allah'a kavuşturur, zira bunlar kime verilmişse, Halik ile mahluk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları, dilekleri kül eder.
Aşk ateştir, aşk lezzettir, Hakk'a ulaşmak için güç kaynağıdır.
Mevlânâ Câmi-kuddise sırruh-Hazretleri buyurur ki; "Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vaz geçme, zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür."
Aşık olanın elem ve mihnete alışması lazımdır. Çünkü sevilen, sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevdiği kulunun kalbini başka bir yere çevirmesini istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık bunları hoş karşılamalıdır.
"Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir."
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O'na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.
Bunlar akıl yolu ile Hakk'a varan hakikat yolcularıdır. 'İnsan-ı kâmil'in makamıdır. O Hakk'a varmış ve Hakk'ta kül olmuştur. Bunlara "Hakk'a varmış." denir. Kelime-i Tevhid'in sırrına mazhar olmuştur. O zamana kadar kendisinin de kâinatın da yokluğunu düşünüp, Allah-u Teâla'nın varlığını tesbih ederken; bu makama geldiğinde, kendisinin de kâinatın da hakikatını görür. Meğer hep O imiş. Başka bir şey yok.
Müminlerin kalp gözlerini açarak, onları marifetin nuru ile Rızâ-i Bâri'sine eriştiren Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun.
Allah-u Teâlâ tecelli edince, her şey helâk olucudur. Zât-ı ilâhi'nin nurları tecelli edince, beşeri vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Bu öyle bir tecelliyattır ki kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun varlığından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman artık Hakk vardır. Ne kendisi ne de aklı kalır. O var, başka bir şey yok.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor
"Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar." (Râd: 39)
Bu halden sonra kudsi ruh bâki kalır. Hazret-i Allah'ın nuru ile nazar eder. O'na bakar, O'ndan bakar, O'nunla bakar.
Demek ki Allah-u Teâlâ bir kula neler bahşediyormuş. Bir kula yapıyor bunu, bir lütf-u ihsan olarak.
"Onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır. İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir." (Fâtır: 32)
"Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncülerdir. Onlar Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve Naim cennetlerindedirler." (Vâkıa: 10-11-12)
"Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık." (Fâtır: 32)
•
Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri'nin bir duasını arzedelim. Buyururlar ki :
"Allah'ım! Âşıkların, Sâdıkların, Nebilerin, Nebilerin sultanı olan Habib-i Ekrem'in -sallallahu aleyhi ve sellem- yüzü suyu hürmetine; lütuf muhabbetini, tecelliyatını ve zâtına varma devletini ihsan buyur."
Bakınız burada aşk en geride kaldı.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar. İşte itaatkârlara yapılan ihsan Allah'tandır. Her şeyi bilici olarak Allah yeter." (Nisâ: 69-70)
Burada peygamberlerden ve sâdıklardan sonra şehidler geliyor. Aşk ile ölen de şehiddir. Aşk burada üçüncü duruma düştü. Ondan sonra sâlihler geliyor.
Muhabbet:
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Peygamber müstesnâ olduğu halde Ebubekir herkesten efdaldir." (C. Sağir)
Bir gün bir zat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelir ve der ki "Yâ Resulellah! Senin arkadaşın Ebu Bekir her gün evinde ciğer pişiriyor, kokusu geliyor, komşuluk hakkını bize vermiyor." Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-i çağırır ona durumu sorar. O da buyurdu ki "Ya Resulellah! Bizim evimizde ciğer pişmez. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'ya muhabbetimden ciğerlerim kavruluyor, onlar onun kokusunu duysa gerek."
Hadis-i şerif'leri arzetmeye devam ediyoruz.
"Nebi ve Resul Peygamberler müstesnâ oldukları halde Ebu Bekir ve Ömer cennette bulunan bilcümle kâmillerin seyyididirler." (Tirmizi)
"İmam-ı Osman Hazretleri, ümmetimden haya ve cömertlik ile vasıflananların birincisidir." (İbn-i Mâce)
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'in yalnız kölelerinden 2400 neferini fisebilillah azad buyurduğu mervîdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Kim zorluk karşısında kalan askeri techiz ederse ona cennet var!" buyurduğunda, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz o askerleri techiz etti. Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Rûme kuyusunu kazana cennet var!" buyurduğunda, Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz bu kuyuyu kazdırmıştı. (Buharî)
Diğer bir fazileti ise şöyle:
Büyük bir kıtlıkta develerini gönderir, Medine-i Münevvere'ye buğday getirtir. Halk satın almak ister, fakat her sorana "Sizden fazla veren var!" der. Nihayet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e şikayet ederler. Niçin böyle yaptığını sorduğunda buyurur ki "Yâ Resulellah! Onlar bana az kâr veriyorlar, Allah-u Teâlâ bana çok veriyor. Bunun için buğdayları da develeri de tasadduk ettim."
Diğer Hadis-i şerif'lerde işe şöyle buyuruluyor:
"İmam-ı Ali Hazretleri'nin fazilet ve menkıbelerini zikreylemek, yahut hakkında radiyallahu anh söylemek ibadettir." (C. Sağir)
"İmam-ı Ali'nin mubarek yüzüne bakmak ibadet makamına kaimdir."
Demek ki evvelâ mahviyet, sonra muhabbet-i Mevlâ, sonra aşk. Aşk da bazı velilere verilmiştir.
Mahviyyet:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Fakirliğimle övünürüm." (Keşfül-Hafâ)
Fakat buradaki fakirlik, sizin anladığınız mânâda; parası olmayan, elbisesi olmayan fakir demek değildir. "Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim Sahib'imindir. Hiçbir şeye de sahip değilim. Fakirliğimle de iftihar ederim." demektir.
Biz Allah-u Teâlâ'nın nimetlerini benimsediğimiz için bu ihsân-ı ilâhiyi bilmiyoruz. Farz-ı muhal ki, ruhu çektiği zaman neyin kalır?
Hiç. Mühim olan aldığı zaman bunları bilmek değil, almadan bilmek, vereni tanımak. İşte en üstünü budur. "Fakirliğimle övünürüm."
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde "Cennet-i alâya ilk giren ben olacağım, fakirlerle beraber." buyururlar.
Bunlar "Elfakr-u fahrî" sırrına mazhar olanlardır.
Diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cennete ilk gireceklerin yüzleri ayın ondördü gibi olacaktır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1342)
"Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1343)
"Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi girecek, öyle ki sondakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf halinde girecekler) Yüzleri ayın ondördü gibi olacaktır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1344)
Bunlar kimlerdir? Bunlar "Nur'unun nuru, kehribarın tozu, Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilleridir."
Hadis-i şerif'te geçen "Sondakiler girmeden öndekilerin girmemesi" ne demektir?
Allah-u Teâlâ bunlara şefaat izni vermiştir. Bu şefaat derece derecedir.
Onlara bahşedilen bu şefaat sayesinde en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecek.
İşte bu, bu zümredir.
Nur'unun nuru, kehribarın tozu o nur'un vekâletini taşıdığı için; Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği şefaati, vekillerine de lütfetmiştir. O vekiller de, onları kurtarmadıkça kendilerinin girmeyeceklerini yine Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ifşâ ediyor.
•
Veliler üç kısma ayrılır:
1. Kimisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Sehm-i Velâyet'ine vâristir.
2. Kimisi Sehm-i Nübüvvetine vâristir.
3. Kimisi de hem Sehm-i Nübüvvet'inden hem de Sehm-i Velâyet'inden nasip almıştır.
Bu velayet, Resulullah Aleyhisselâm'dan beri kıyamete kadar devam eder.
Allah-u Teâlâ kimine aşk vermiştir, kimine muhabbet, kimini de "El fakru fahrî" sırrına mazhar etmiştir.
Burayı dikkatle takip edersiniz "El fakru fahrî" izah edildiği gibi, "Men arefe"nin sırrı da kendiliğinden hasıl olmuş oluyor.
Allah'ım! Ruhundan ruhumu lütfettin, beden binasını da yarattın, mülkünde de bulunduruyorsun, nâmütenahi nimetlerle de merzuk ediyorsun. Bu ihsan ettiğin nimetlerin bir zerresini dahi idrakten vallahi âcizim. Zaten kendim de bir zerreyim.
Gani olan Allah'ım! Yeri-göğü, güneşi-ayı, rüzgârı, yağmuru, geceyi-gündüzü, yerdekileri ve göktekileri musahhar ettin, her şeyi bize hizmet ettiriyorsun. Nimetlerine garkettin. Hâlik olan, Râzık olan Allah! Sana sonsuz şükürler olsun! Nurundan nurunu yarattın, onunla âlemleri donattın. Zâtına zâtınla şükürler olsun!
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır, mürşid-i kâmil bir paçavradır. Allah-u Teâlâ bir kimsenin gönlünü silmeyi murad ederse, o paçavrayı kullanır, onunla kişinin gönlünü siler. Asıl budur, bu işin hakikati budur.
Yani; Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır, mürşid-i kâmil ise bir paçavradan ibarettir. Amma bunlar Hakk'ın paçavrasıdır.
Hakk'ın destek verdiği kullar Fenâfillah'a vardırılmış olan mürşid-i kâmillerdir. Onlar şöyle derler.
Buradaki mahviyeti size anlatabilmek için Şeyh Esad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in bir beyitini arzedeceğim:
"Ne ilm-ü marifet verdin, ne de câh-ı menkabet yâ Rabb!
Bihamdillâh ki bir zerre medâr-ı iftihârım yok.
Benî nev-i beşer resminde ancak bir heyulâ var."
Paçavra olan gerçek mürşid-i kâmiller işte bunlardır. İşte râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatına çevir." (Buhârî)
Demek ki bu iş O'nun kalbini çevirmesine bağlı. Şu halde bizim O'na ne kadar muhtaç olduğumuz ve nasıl sığınmamız gerektiğini anlamış olduk. Daha doğrusu ağızdan çıkan sözler ve hareketlerimiz Hakk ile olacak. Hakk ile nasıl olur? O'na sığınmakla, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilmekle olur. Ben yaparım, ben ederim demek yanlıştır. Bunlar nefis putuna ait işlerdir, bu benlikler nefse aittir.
Yolumuzun büyüğü Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz; "Bizi fazilet kapısından iki şeyle aldılar; mahviyet ve niyaz..." buyururlar.
Mahviyet buradan doğuyor. Hiç olan bir şeyin varlık taslaması çok yersizdir. Her şeyin O'nun olduğunu bilmek, her şeyi O'ndan istemek, O'na yalvarmak. Muhtaçlığını halen izhar etmek ise niyazdır.
Herkes makam-rütbe üzerine çok duruyorsa da biz fenâ üzerine çok eğilmeye çalışıyoruz. Çünkü ne varsa orada var. En güzel şey, en parlak makam, en yüksek rütbe Efendilerimiz'in yürüdüğü yolda yürümek ve Fenâfillâh'a ermektir.
Bir insan Hazret-i Allah'a çok samimi olacak, Hazret-i Allah'tan çok korkacak ve Hazret-i Allah'ı çok sevecek. Ama bunlar da icraat ile belli olacak.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." (Enfâl: 64)
Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Ama çoluk çocuğa bağladığın zaman, o bağ çözülüyor. Bu üç kelimede çok mühim iş var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif çok incedir.
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!"
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; "Şu işi yapsaydım!" yahut "Şunu yapayım!" demez. Ya ne der? "Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!" der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
"Nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!"
Niçin? Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır. Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Muhabbet çok güzel bir bağdır. Hangi muhabbet? Gaye, menfaat, maksat olmayan bir muhabbet.
"Fakat siz dünya hayatını ahirete tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha süreklidir." (A'lâ: 16-17)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (Deylemî)
Neden? Seni dünya mı yarattı, dünya mı donattı, dünya mı seni besliyor? Allah-u Teâlâ yoktan var etti, nimetlere gark etti, merzuk etti, hayat verdi, sıhhat verdi. Şimdi bu Yaratıcı'yı bir insan unutup da değersiz şeye taparsa değersiz olur. Değer verirse değer bulur. Herkes kendisine bu aynada iyi baksın. Yapacağı işi ona göre yapsın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşler, salma ve güzel atlar, sağmal hayvanlar ve ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici birer menfaatıdır.
Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır." (Âl-i imrân: 14)
Su geminin içine girerse batar. Altında olursa gemiyi yüzdürür. Dünya muhabbeti kalbe girdi mi batırır. Dünya geçici bir sahnedir. İmtihanını vereceksin ve seni çekecek, hepsi bu kadar. Onun için O'nunla olmak hayattır, O'nsuz olmak vefattır.
En büyük sevgi Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a ve sonra Vekil'inedir.
Hazret-i Allah'a edep gerekiyor. Resulullah'a edep gerekiyor. Hazret-i Kur'an'a edep gerekiyor. Kitabullah'a olan edep ahkâm-ı İlâhi'ye riayet etmektir. Resulullah Aleyhisselâm'a olan edep hem Sünnet-i seniyye'sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir. Mürşid-i kâmil'deki edep ise Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz zordur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenen ve sonrada bırakıp giden yolcu gibiyim." (Tirmizî)
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Bugün üstte, yarın alttayız. Ama mühim olan ebediyât. İman-ı kâmille göçtükten sonra, ebedî saadete erdikten sonra hayat başlar.
Nasıl ki insan, sinemadayken ışıklar yandığı zaman heyecandan utanırsa, ya hayalâthaneden hakikate geçtiği zaman durumu ne olur? Acaba ne yaptım, ömrümü nerelerde geçirdim, nereye gideceğim diye düşündüğü zaman artık hesabını nasıl yapması lâzım.
Ben dünyayı bir gün olarak biliyorum. Niçin? Yarın yaşayacağını biliyor musun? Şu halde mühim olan bugün...
Ama bu inceden inceye bir hesap. Bu hesabın yapılması için Hazret-i Allah'ın emirlerine itaat, nehiylerinden ictinap etmek, daima Hazret-i Allah'a yönelik işlerle meşgul olmak lâzım. Bir taraftan da mütemadiyen el kârda, gönül yarda gerek.
El çalışacak dünya için, kalp çalışacak Allah için.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruyor. (Yusuf: 53)
Niçin? Çünkü nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, kişi bilse de bilmese de çeker götürür.
Beşerin nefsi aslında daima fenâlık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Onun tabiatında şehvete, günaha, her türlü kötülüğe meyil vardır. Nefis kendi gücünü ve emrindeki silâhlarını o yönde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa sürüklenir.
"Ancak Rabb'imin merhamet edip koruduğu hariç." (Yusuf: 53)
Allah-u Teâlâ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, Rahmânî kuvvet nefsânî kuvvete galip gelir, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Böylece nefis ilâhî emre uyar, kendi emrini terkeder, kötülükten uzak kalır.
"Şüphesiz ki Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir." (Yusuf: 53)
Birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u Teâlâ kendi mağfiretiyle örter ve önler, onların fiiliyata çıkmasını engeller, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.
Böyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin çektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lâzım gelen tâlim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gücüyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya çalışır.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderhadır. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bu hayvanî sıfatlar insanda mevcut olduğu zaman o insan hiçbir zaman insan olamaz. İnsan-ı kâmil hiç olamaz.
Nefis vücuda hakimiyet kesbettiği zaman o hükmünü yürütmek ister, kişiyi tanımaz, tanımamak ister, "Benim!" diyor çünkü. Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne karşı gelen bir mahlûk. Düşmanların en büyüğü.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Bundan ötürü zaten insanda hayvani sıfat doğuyor. Bu hayvani sıfatın arzularına bir insan meylettiği zaman o arzuları hangi hâl ve hareket üzerinde ise o hayvanın sıfatını almış oluyor.
Binaenaleyh insanın içinde hükmeden odur. Ne hükmedecek? Hayvani sıfatı hangi icraat üzerindeyse o icraat üzerinde yapmak ister. O kişiyi o icraat ile hemhâl etmek ister. Tabi Hazret-i Allah'a uygun değildir. Emirlerine uygun değildir. Fakat o dinlemez "Benim dediğim olsun!" der ve hayvani sıfatı hangi sıfatta ise o sıfatla icraat yapar.
İnsan; hayvanî sıfatlardan kurtulup insanî sıfatı takınması, Yaratan'ını bilmesi, bulması için gönderilmiştir. Kim ki bunları yaparsa Hakk'ın kulu olur. Kim ki bunları inkâr ederse şeytanın kulu olur ve şeytanla beraber cehennemde olur.
Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde yaratılış sebebimizi şöyle beyan ediyor:
"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zâriyat: 56)
Fakir bu Âyet-i kerime'ye mânâ verirken, bilinmeyen Hazret-i Allah'a ibadet edilmez deriz. Bilmen lâzım. Fakat nasıl bileceğiz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (K. Hafâ)
Kendini bilirsen Yaratan'ını bilirsin, amma sen kendini bilmezsen Yaratan'ını hiç bilemezsin. O'nu bilen, O'nunla ibadet eder, O'nun has kulu olur.
Şu halde Allah-u Teâlâ'ya sevilmek mi hayırlı, şeytana yaranmak mı hayırlı? Bu durumu Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî'de bizzat haber veriyor:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
İnsan olabilmek için insanın çok tekâmül etmesi lâzım. Bu da merhale merhale oluyor. Bu mevzu Gerçek Mürşid Hazret-i Allah'tır kitabında şöyle izah edildi:
Şöyle ki:
Zahiri ulemâ yazı yazar, yazar, yazar ooo "Ben en büyük âlimim!" der.
Zâhirî ilim sahipleri satırdan aldığı bütün ilimleri kara tahtasına nakşeder. Onları okudukça kendisini görür. Bir türlü "Ben âlimim!" demekten kendisini alamaz. Tarikat-ı âliye'nin zâhirî kısmında kalan bir kimse ise birçok şeyler seyreder ve "Ben görüyorum." der.
Birisi "Ben âlimim!" der, câhil olduğunu bilmez.
Hakikata geçince hiçbir şey bilmediğini öğrenir. Bir de bakar ki "Eyvah! Meğer ben hiçbir şey bilmiyormuşum, halbuki her şeyi bildiğimi zannediyordum." der. Çünkü kalbin kilidi açılmamıştı, onun bütün nakşı kalp kapısında idi. Onu gördükçe "Ben biliyorum, ben biliyorum!" deyip duruyordu.
Kapıdan içeriye alınınca da "Ben ne kadar cahilmişim!" der.
Hani sen az evvel "Âlimim!" diyordun. Ne kadar cahilmişim. Bu ayrı bir merhale. Sonra daha içeriye aldıkları zaman mârifetullah'a geçer, hiç olduğunu anlarsın. Hani sen vardın. Ha meğer O varmış. Ben O'nu tanımıyordum da kendimi zannediyordum. Nefis putuna tapıyordum. Hayvani sıfatla yürüyordum ve kendimi ben var ediyordum. Meğer var O imiş. Ne kadar büyük merhaleler var. Aşmak kolay değil.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyor ki:
"Şeriat, tarikat yoldur varana,
Hakikat, marifet andan içeri."
Allah'ım bizi iyilerden etsin. İyilik deyince zaten büyük iyilik Hazret-i Allah'tan gelir. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime sık sık tekrarlanır, fakat bu Âyet-i kerime'nin iç tarafına vakıf değiliz. Vakıf olmak için ne yapmak lâzım? Nefsi tezkiye, ruhu talim, terbiye etmemiz gerekir. İyilikler Allah'a ait olduğu için Hazret-i Allah'a çok sığınmamız lâzım.
"Âlem Hazret-i Allah'ı bilir, âlim nefsini bilir, yazar da cebini bilir." Bütün bunlar bu sırların içindedir.
Âlim kapıda yazı yazar. Yazdıkça, yazdıkça, yazdıkça kendinin bir allâme olduğunu görür. Her şey meydanda. Kendi nefsi içerden âlim değil de allâme olduğunu söyler, fakat Allah-u Teâlâ bir kimseyi kendisine yaklaştırmayı murat ettiyse, içten içe sayfa değişir ve orada onu kapıdan içeri alır.
Tarikât-ı âliyede seyr-i sülûk esnasında birçok tecelliyatlar husûle gelir ki kişi her şeyi bildiğini zanneder. O esrâr-ı İlâhi'yi nefisle seyrettiği için her şeyi bildiğini sanır. Vaktâki Tarikât-ı âliye tahsili tekâmül edip, hakikat tahsili başlayınca, hiçbir şeyi bilmediğini öğrenir. Mârifetullah'a alındığında da hiç olduğunu görür ve bilir. Burada Hakk'a vasıl olur, Hakk'ın göstermesi ile hakikati görür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
Nefsin tezkiyesi, ruhun talim ve terbiyesi ile insan, insan olur. Sonra insan-ı kâmil olur, sonra fenâ olur; lâfla değil...
İşte icraatı yapan o nefistir, sıfat-ı hayvanî ile yürüyor, Allah'ım şerrinden korusun.
Tarikât-ı âliye'ye intisap etmekten murad nefsin tezkiyesi, ruhun tekâmüliyeti ve o hayvanî sıfatları bir bir izale etmektir.
Kalp hastadır. Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)
Çünkü hastadır, marazlıdır. Bu marazlı kalple ahirete gidersek hayvan olarak sıfat-ı hayvanî ile gideriz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz." buyuruyorlar.
Hangi sıfatla öldüysen öyle haşrolunursun. Çok açık bir şey.
Nefsin hoşlanmadığı şeyi yap da hoşlandığı şeyden kaçın. Yani nefsinin sevdiğini yapma, sevmediğini yap. Ruhun hoşlandığı şeyi yaparsan kurtuluşa vesiledir.
Nefsi size şöyle tarif etmiştik:
"Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından Allah'ıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah'ıma sığınırım. Çünkü onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabb'im kurtarır."
İmran bin Husayn -radiyallahu anhümâ-dan rivâyete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı talim buyurmuştur:
"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." (Tirmizî)
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ'dan gelir. Kişi helâl lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya çıkmaya başlar. Tarikat-ı âliye merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler. Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini esir alır.
Ruh iyiliğe meyyaldir, nefis kötülüğe meyyaldir. Hangisi beslenirse o iktidara geçer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Biz size iki kalp vermedik ki, birini Hazret-i Allah'ın muhabbetine vereceksiniz, diğerini masivaya.
O bir kalbe eğer muhabbet-i Mevlâ dolarsa masiva sakıt olur. Fakat masiva dolarsa muhabbet-i İlâhi olmaz. Bunun için ihvana ders esnasında sonradan lâfza-i celâl verilişinin hikmeti budur. Lâfza-i celâl'de hararetli bir nur vardır. Bir taraftan nefsi kalpten çıkarmakla diğer taraftan masivayı çıkarmakla meşguldür. Bunun için "Allah! Allah! Allah!" derken o muhabbet-i İlâhi ile beraber tevhid köklerini kalbe ekmeye, serpmeye diğer taraftan masiva ile nefsin arzularını yakmaya gayret eder. Bunu çok yad eden, yad ede, ede, ede Hakk ile olur, kalbine O'nun muhabbeti dolar. O'nunla olduğu zaman hayattadır, O'nsuz olduğu zaman vefattadır.
Allah'ım hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhi'sinde bulundurduğu kullardan etsin. Zât'ına has bir kul, yani O'nun beğendiği gibi bir kul, Habib'ine ümmet etsin, rızâ yolunda çalışmayı ve cihadı nasip etsin.
Afiyet-i ebedî; nefsi öldürmek, ruha hayat vermek demektir. Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazreti Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevla'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
"Allah'tan geldi, Allah'a gitti."
"Her insan ölümü tadacaktır." (Âl-i imrân: 185)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki: "Ölüm ne güzeldir. Mahlûkunu Halik'ına yaklaştıran bir vasıtadır."
Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor? Nefis galip ve yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
"Kim Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır."(Hadîd: 11)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar'dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca: "Yâ Resulellah! Elini bana göster." dedi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın elinden tutarak:
"Bahçemi Rabb'ime borç olarak veriyorum." buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek: "Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb'ime borç verdim." dedi.
Âilesi ise sevincini belirterek:
"Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!" cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor." (İbn-i Kesir)
Bakınız burada ağaçtan hurma verdi, ama oradaki hurmalar yakuttan, elmastan, inciden onu bekliyor. Ve tasavvur buyurun o elmastan, inciden olan hurmanın tadı, lezzeti nasıldır? Fakat insan hâlâ dünyadan kopacağım, gideceğim korkusuyla, endişesiyle titriyor. Fakat hakikaten insan Mevlâ'sıyla hallenirse, onu O koydu. "Benim Sahibim beni ne zaman alacak?" diye "Dön!" emrini beklerse O'na yönelmiş olur. Kuş çıktığı zaman kafesi nereye koyarsan koy. Fakat insan bir kafes olduğunu bir türlü idrak edemiyor ve kendisine bir varlık veriyor, bu varlıkta Var'ı bulmasına mani oluyor.
Ruh nefisten sıyrılırsa, Mevlâ'sı ile hemhal olursa, o şimdiden oraya aittir, oranın malıdır. Teslimiyet ne kadar güzel değil mi? Şimdiden oraya yönelmiş, Mevlâ'sı ile hallenmiş, Mevlâ'sının onu ne zaman çekeceğini bekliyor. Çektiği zaman, zaten o hazırdı. Rabb'inin "Gel!" demesini bekliyordu; "Gel!" deyince gidiverdi, uçtu.
Bu uçmayı şöyle anlatalım:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaşlarda bazı şehitler için şöyle buyurdular:
"Görüyorum, Firdevs cennetinde o daldan o dala uçuyorlar."
Ruhları kuş halinde uçuyor. Artık oranın köşkleri, sarayları, bahçeleri onlara ait oluyor. Ne kadar güzel bir hayat! Gel de teslim ol işte.
Afiyet-i ebedi çok güzel bir şeydir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi lütfundan, ulviyetinden ruh bahşetmiş.
İlâhi bir lütuf, rahmet, merhamet olarak ruhu halk etmiş ve insana kendi ruhundan ruh vermiş. Bir de sufliyattan olarak nefsi halk etmiş. O da buharı zülmânîdir. Toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil; o da bir ruh. Birisi ulvî ve birisi de suflî. Onlara yerler tayin etmiş. Eğer ulvî ruh Allah-u Teâlâ'nın ikazını, irşadını, lütfunu unutmazsa tekâmül eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk ondan "Kâl-u belâ"da söz aldı.
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurdu. (A'râf: 172)
Bu sözü unutmayan bir ruh şöyledir: Şayet annesi-babası Hakk yolunda ise onu Hakk yoluna çekmek ister. Annesinde babasında bir şey yoksa güzel arkadaş ve güzel bir hocadan Allah yolunu öğrenir. Her zaman söyleriz; "Çocuk üç yerden alır; ana kucağı, eğitim, muhit." Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk ezelden lütuf etmişse onun ruhuna besleyici nasihatler ihsan buyurur. O ruh tekâmül ede, ede, ede öyle bir hale gelir ki bazı meleklerden de üstün olur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce)
İşte bu ulvî ruhun bu hale gelişi süflî olan nefse galebe çalışındandır. Fakat bunlar çok nadirdir. Nefis vücudu işgal ederse, ruhu esir alırsa, hükümsüz hale getirirse artık o hangi hayvani sıfatla mütenasip ise o sıfatın icraatını yapar.
Allah'ım hayırlı afiyet ihsan buyursun. Hayırlı afiyet, ahiret ebediyesinin de sağlanmasına vesile olur. Hayırlı afiyet, maddi ve mânevi olduğu için kuşun iki kanadı gibidir. Dünyada saadete, ahirette selâmete vesile olur, yeter ki insan Hakk ile olsun, halk ile olmasın. Yani insan fırtınaya kapılmamalı, halka da uymamalıdır. Allah bize yeter.
Hayat-ı ebedî demek; ölümsüz bir hayat demektir. Birinci ruh alınıyor amma ikincisi kabirde, onlar için ölüm yok.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bu da ancak Hazret-i Allah'ın kudsî ruh ile desteklediği kullarıdır. Birinci ruh gidiyor amma ikinci ruh kalıyor. O alınan ruh da cennet-i âla'ya gidiyor. Onun için bu da ancak ve ancak Hazret-i Allah'ın dilediğine dilediği kadar vermesiyle olur. Yoksa bir insanla bir çöp arasında hiç fark yoktur.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Vücut her daim ihtimal vermedi. Niçin? Makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
Fakat nefis galebe çalarsa ona artık hayat-ı ebedî değil de hayat-ı zulmanî var. Dünyada hayvani icraatlarını yapar, ölür ve ruh hangi sıfatta öldüyse o sıfata bürünür.
İnsan bir şey yapar, fakat yaptığının ne olduğunu bilmez. O ise sıfatının icraatını yapar. Yapa yapa o sıfatla ahirete çıkar.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran. Bir de sıfat-ı hayvanî var ki, insanı hayvanın elli derece aşağısına düşürür. Hayvanın derecesinde kalmıyor. O insan olarak yaratılmıştı, insanlığını bıraktı hayvanlığını ele aldığı için hayvanlığın elli derece aşağısına düştü. Çünkü diğeri hayvan olarak yaratılmıştı ve mesuliyeti ona göreydi. Ama insan olarak yaratılıp hayvan sıfatına girdiği için bu kadar aşağıya düşüyor. İnsan şimdi sahnede hiç farkında değil. Her sözü zaptediliyor. Her hareketinin fotoğrafı çekiliyor. Üstelik toprak üzerinde bulunuyoruz. Her yaptığımız işten toprağın haberi var. Onun için Zilzâl sûre-i şerif'inde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 4-5)
Bu sefer toprak herkese ne yaptığını kendisine haber verecek. Toprak dediğin zaten bir perdedir. Allah-u Teâlâ ona hali vermiş, toprak olmuş. Yarın onu insan gibi konuşturacak, her yapılan işleri haber verecek. Fakat biz bundan tamamen gafiliz. İşte bir gün olacak bu perde kalkacak, hakikatler ortaya çıkacak. Nedamet çok olacak, fakat faydası hiç olmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duâlarında şöyle buyuruyorlar:
"Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan, nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır."
Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan başka kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması, sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ'ya sığınması gerekir. İşte nefisle mücadele budur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer duâlarında şöyle buyurmaktadırlar:
"Ey Allah'ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri geri alma." (Bezzâr)
Fakir der ki:
"Allah'ım gözümü açıp kapayıncaya kadar nefsime, şeytana ve şeytanlaşmış insanlara bırakma, beni koru."
Hep öyle duâ ederim. "Koru koru!" derim.
Nefis işini yapar, o zâlimdir. İnsan farkında değildir. Hep o hükmünü yürütmek istiyor, halbuki hep boş, hep boş...
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Dünya, önünde yüzük kaşı kadar küçülür. Dünya onu bağlayamaz, ahiret ona sınır çizemez." ("Fethu'r-Rabbânî"; 5. Meclis)
O Hakk'tan gayri hiçbir şeye kıymet vermez. Dünyaya hiç değer vermez, hiç iltifat etmez. Niçin? O olduğu için. O'nu bulduğu için, O'nu gördüğü için. O'nun yarattıklarına değer vermez, meşru çalışmalarla meşgul olur, amma değer vermez. Onun yanında hepsi yüzük. Dünya da yaratılmış, ahiret de. Bunlarda kalan bunlardadır. Fakat Hakk'ta olanın yaratılışı ayrıdır, onları kendisi için yaratmıştır.
O Hakk ile hemhâl, Hakk ile meşgul, halk ile değil. Hakk O'nunla meşgul, onu O kullanıyor, O yürütüyor, onun iradesi yok.
Dünyaya rağbet etmediği gibi ahirete de iltifatı yoktur, onun işi Hakk iledir. Dünyayı da O yarattı, ahireti de O yarattı, onlar yaratılandır. O Yaratan'ı her şeyden üstün tutar. Var olanı bilir, başka var tanımaz.
Bu ne demektir. Ondan geçeli çok olmuş, hükümsüz bir şey olduğunu bilmiş. Hüküm ve hakikatin Hakk'ta ve hakikatte olduğunu anlamış, manasına geliyor. Onun için; "Dünya onun yanında bir yüzük kaşı kadardır" diyor. Onun için illâ o zâlim nefsi, ıslah etmeye, insan olmaya, sonra insan-ı kâmil olmaya gayret edeceğiz.
En evvelki merhale insan olmak.
İnsan olmak için de bütün sıfat-ı hayvanîyeden çıkmak lâzım.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:
"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar. Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."
Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;
"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)
Zavallı insan bir hayalâthane dünya için ebediyatını kaybediyor.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Tûli emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...
Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:
"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.
Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)
Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.
Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
'Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.'" (Müslim: 2296)
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)
Ek ki biçebilesin.
"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)
Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihat yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.
Bir misâl verelim:
İpekli bir çarşafı diken üzerine atsan çektiğin zaman parçalanır. Bir insan da dünyaya muhabbet ederse onun gönlü ruhu alınırken parçalanır.
Fakat bir insan Hakk'tan gayrısından ayrılırsa, kesilirse, dünyaya karşı muhabbeti olmazsa sâlih kullardan olur. Allah-u Teâlâ yaratıyor, yaşatıyor. Ama yaratılanlar Allah değil. Yaratılanlar kalpten çıkarılırsa, kalpte Yaratan olursa ve Yaratan kulunu kendisine çekerse o kul O'nun gelini olmuş olur. İşte Hazret-i Allah'ın has kulları bunlar olmuş oluyor. Yani Hazret-i Allah'ın gelinleri nedir? Ne dünyaya, ne çoluk-çocuğa, ne mala, hiçbir şeye gönül vermemiş. Cennet-i alâ'da da yaşama arzusu kalmamış. Beni Allah-u Teâlâ yarattı, ben O'na varacağım deyince Hazret-i Allah'ın gelini oluyor ve yaptığı işleri de Allah için yapar. O ahiret sermayesi için çalışır. Rabb'im çalıştırdığı kullarından etsin.
Hazret-i Allah'a aşık olan Hazret-i Allah'ın gelinidir, Allah'a kaçar. Artık Allah'a kaçan bir kimsenin Allah'tan gayrı muhabbete takıldığı bir yer olmaz. Hakk'tan geldik Hakk'a döneceğiz. Bize Allah gerek.
O'nunla ol, O'nunla yaşa. Dünyada iken O'nunla yaşa ki, O dilerse seni ikinci cennetine de alır. Ne kadar güzeldir o gönül cenneti. O'nunla mısın, gönül cennetindesin elhamdülillâh. Mal, mülk, evlât sevgisi... Hayır! O sana yeter. Çünkü en sevdiğin yarın düşman kesilebilir amma O hep dost...
Mühim olan ahiret. Siz niyet-i halisaya bakın.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onların Allah yolunda harcadıkları az ve çok her şey, yürüdükleri her yol, mutlaka hesaplarına yazılır. Ki Allah onları, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın." (Tevbe: 121)
Binaenaleyh Allah yoluna atılan adımın adımı değil santimi hesap edilip Allah-u Teâlâ'nın ücretini verdiği beyan ediliyor. Bu neye benzer? Avukat parayı peşin alır, davaya girer. Zaten parayı peşin almış. Burada Allah yolunda adım attığı anda Cenâb-ı Hakk mükâfâtı veriyor. Ondan daha büyük mükâfât mı olur?
Bir zât-ı muhterem sabah namazından sonra yatmış, rüyâ görüyor. Rüyâ'da Cennet-i âla'ya giriyor. Çok güzel köşkler görüyor. Köşklerin kimin olduğunu soruyor; "Filân kişinindi, ama elinden alındı." deniyor. Başka başka köşkler soruyor, hep aynı cevabı alıyor, "Filân kişinindi elinden alındı." "Niçin?" diyor. "O, muhabbetini çocuğa verdiği için." deniyor. O zaman çok üzülüyor. Çünkü iki yaşında bir çocuğu var. Muhabbetini ona vermiş. "İstemem bu çocuğu." diyor. O anda hanım uyandırıyor ve "Efendi, efendi çocuk damdan düştü ve öldü." diyor. O da "İstemem!" demişti.
Onun için sevilen bir şey engel oluyor. Çocuk insanı Hakk'ın sevgisinden mahrum ettiği gibi birçok kötü işlerini hoş görürsün de Cenâb-ı Hakk seni hoş görmez. Onun için sevilmeye lâyık olan Yaratıcı'dır, yaratılmışlar değil. Ve bu gidenler hayır olarak gidiyor.
Yine bir adamın bir kız çocuğu olmuş. Adam bu kız çocuğuna çok muhabbetli olmuş. Kız çocuğu iki yaşına gelince ölmüş. Adamın aklı fikri hep o kız çocuğundaymış. Gece gündüz hep o kızı düşünmüş. Adam bir gün demiş ki: "Bu benim yaptığım iş değil, hata. Bunu bana Hazret-i Allah vermişti ve O aldı. Benim buna sahip çıkmam, ah vah etmem yanlıştı."
Bunu böyle kabul etmiş ve yatmış. O akşam bir rüyâ görmüş: Büyük bir ejderha bir adamı kovalamış. O da kaçmış, kaçmış ve nurani bir zâta rastlamış. "Aman! Beni bu ejderhadan kurtar!" demiş. "Biz kurtaramayız, ama daha ileri git!" demiş bu nurani zât. İkincisine gelmiş, o da kurtaramamış. Derken üçüncüsü gelmiş, o da kurtaramamış. Bir medet ararken bir ev göstermişler. Adam köşke doğru giderken köşkün çocukların şefaat makamı olduğunu görmüş. Buranın reisi demiş ki:
"Bu adamın şefaatçisi var mı?"
"İki yaşında bir çocuğu var!" denmiş.
Çocuğu köşkten çıkarmışlar. Çocuk babasına koşarken ejderhaya dur emri vermişler. Köşk orada, ejderha burada kalmış, onlar da ortada buluşmuşlar. Çocuk demiş ki:
"Baba Allah senden râzı olsun. Sen benim için ah vah ederken kollarım hep bağlıydı. Dün akşam sen beni Allah'ıma emanet ettin ellerimi ve kollarımı çözdüler. Ve ben şimdi rahatım." Ona Âyet-i kerime okumuş ve nasihat etmiş.
"Aman kızım! Sen daha iki yaşındasın, neler öğrenmişsin! Bu ejderha da nedir?" demiş.
"O ejderha senin kötü amelindir."
"Peki! Ben yolda üç zât gördüm beni kurtaramadılar."
"Onlar da senin amelindir, ama zayıf tuttuğun için seni kurtaramadılar."
Adam uyanmış, aklı başına gelmiş, yaptığına da pişman olmuş ve yola düşmüş.
Hazret-i Allah'ı bilememiş ve O'ndan olduğunu anlayamamış. Halbuki Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
"Dirilten de öldüren de O'dur. Siz O'na döndürülüp götürüleceksiniz." (Yunus: 56)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Her hareketimizin fotoğrafı çekiliyor, her sözümüz zaptediliyor, düşündüklerimiz kayda geçiyor. Nefes alırken ne düşünüyordun, verirken ne düşünüyordun?
Binaenaleyh sahne üzerindeyiz. Hareketlerimiz her yönden izleniyor. Umera ile oturursan kibrin artar. Ulemâ ile oturursan bilgin artar. Sâlih kimselerle oturursan ihlâsın artar. Dünya ehliyle oturursan dünyaya hırsın artar. Fâsıklarla oturursan fıskın artar. Kadınlarla oturursan şehvetin artar. Çocuklarla oturursan boşuna vakit geçirmiş olursun.
Ve fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği kulunu hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhi'sine alırsa o kurtulur.