Muhterem Okuyucularımız;
Rahman sûre-i şerif'i; Allah-u Teâlâ'nın kulları hakkında hem dünyaya hem de ahirete âit enfüsî ve âfâki nice nice nimetler ihsan buyurmuş olduğunu bildiriyor. Bu nimetlerin kadrini ve kıymetini bilip, bu nimetleri bahşeden Hâlik-ı kerim'e ibadet ve taatta bulunmanın lüzumuna işaret ediyor.
Bu sûre-i şerif, insanlarla birlikte irade sahibi bir diğer varlık olan cinlere de hitap eden tek sûredir.
Nimetlerin en büyüğü olan Kur'an-ı kerim'den söze başlayarak, insanlara bahşedilen nimetler, anlama ve anlatma kabiliyeti mevzu edilmektedir.
Kâinat nizamının adalet üzere inşa edildiği, Allah-u Teâlâ'nın izniyle devam ettiği ve O'na tâbi olduğu, bu hususta hiç kimsenin müdahalesinin bahis mevzuu olmadığı; güneş, ay ve yıldızlar, ağaçlar dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği belirtilmektedir.
İnsanlarla cinlerin yaratılışından, denizlerin özelliklerinden ve faydalarından, denizlerin dalgalarını yararak hareket eden büyük gemilerin insanların emrine verilmesinde Allah-u Teâlâ'nın kudretini gösteren apaçık deliller olduğundan bahsedilmektedir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 13)
Âyet-i kerime'si otuz bir yerde tekrarlanmakta; Allah-u Teâlâ'nın uçsuz bucaksız nimetlerini takdir edemeyip, onları yalanlamaya, inkâr ederek nankörlükte bulunmaya cüret edenlerin ne kadar câhilce hareket ettiklerini gözler önüne sermektedir.
İnsanlara ve cinlere hitap edilerek, kâinattaki her şeyin fâni olduğu, ancak Allah-u Teâlâ'nın zâtının bundan müstesnâ bulunduğu gerçeği beşeriyete duyurulmaktadır.
Gerek insanlara gerekse cinlere Allah-u Teâlâ'nın yakında hesap soracağı, hiç kimsenin bu muhasebeden kaçamayacağı ve kurtulamayacağı, suçluların kıyamet günündeki kötü âkıbetleri bildirilmektedir.
İnsanlara ve cinlere verilecek olan mükâfattan bahsedilmekte, bu mükâfâtın kendilerine dünyada Allah korkusu içinde ömür sürdükleri için verileceği hatırlatılmaktadır.
Kıyametin korkunç halleri açıklanmakta, suçlu bedbahtların durumu ve o zor günde karşılaşacakları korku ve sıkıntılar anlatılmaktadır.
Ahiret gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı, zira her şeyin yazılıp tespit edildiğinin ortaya konulacağı haber verilmektedir.
Daha sonra takvâ sahiplerine verilen nimet sahnesi geniş bir şekilde gözler önüne serilmekte, cennetteki yüksek nimetlerden misaller verilmektedir.
Bu mübarek sûre-i şerif, kullarına verdiği engin nimet ve ikramdan dolayı Allah-u Teâlâ'ya tâzim ve övgü ile sona ermektedir.
Tamamı Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celîle; Esmâ-i hüsnâ'dan olan "Rahman" ism-i şerif'i ile başladığı için "Rahman" kelimesi bu sûre-i şerif'e isim olmuştur. Bu isim, sûre-i şerif'in muhtevâsı ile de alâkalıdır. Zira sûre-i şerif'in içerisinde, baştan sona kadar Allah-u Teâlâ'nın engin rahmeti ve rahmet-i ilâhî'nin görüntüleri anılmıştır.
Bu sûre-i şerif'e ayrıca "Kur'an'ın gelini" mânâsına gelen "Arûsü'l-Kur'an" ismi de verilmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman sûresi'dir." (Beyhakî)
Hazret-i Câbir -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût ettiler, ortalığı bir sessizlik kapladı.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel karşılık verdiler.
Şöyle ki: 'Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?' Âyet'ini her okuyuşumda onlar: 'Ey Rabb'imiz! Biz senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz. Bütün hamdler sanadır.' diyorlardı." (Tirmizî: 3287)
Rahman sûre-i şerif'i, Kur'an-ı kerim'i öğreten Rahman ismiyle başlamış, "Celâl" ve "İkram" sahibi Allah'ın isminin çok mübarek olduğu belirtilerek sona ermiştir.
Kur'an-ı kerim'in nuru ile nurlanan, hidayeti ile hidayete eren, dünyasını ahiretine göre düzenleyen kullarının arasına dahil etmesini Cenâb-ı Erhamerrâhimîn Hazretleri'nden niyaz eyleriz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman sûresi'dir." (Beyhakî)
Hazret-i Câbir -radiyallahu anh- der ki: "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût ettiler, ortalığı bir sessizlik kapladı. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel karşılık verdiler. Şöyle ki: 'Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?' Âyet'ini her okuyuşumda onlar: 'Ey Rabb'imiz! Biz senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz. Bütün hamdler sanadır.' diyorlardı." (Tirmizî: 3287)
Tamamı Mekke-i mükerreme döneminde nâzil olan bu mübarek sûre-i celîle; yetmiş sekiz Âyet-i kerime, üç yüz elli bir kelime, bin altı yüz otuz altı harften teşekkül etmiştir.
Esmâ-i hüsnâ'dan olan "Rahman" ism-i şerif'i ile başladığı için "Rahman" kelimesi bu sûre-i şerif'e isim olmuştur. Bu isim, sûre-i şerif'in muhtevâsı ile de alâkalıdır. Zira sûre-i şerif'in içerisinde, baştan sona kadar Allah-u Teâlâ'nın engin rahmeti ve rahmet-i ilâhî'nin görüntüleri anılmıştır.
Bu sûre-i şerif'e ayrıca "Kur'an'ın gelini" mânâsına gelen "Arûsü'l-Kur'an" ismi de verilmiştir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her şeyin bir gelini (süsü) vardır. Kur'an'ın gelini de Rahman sûresi'dir." (Beyhakî)
Hazret-i Câbir -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün ashâb'ının yanlarına çıktı ve onlara Rahman sûresi'ni başından sonuna kadar okudu. Hepsi de sükût ettiler, ortalığı bir sessizlik kapladı.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ben bu sûreyi cinlere de okudum, onlar sizden daha güzel karşılık verdiler.
Şöyle ki: 'Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?' Âyet'ini her okuyuşumda onlar: 'Ey Rabb'imiz! Biz senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz. Bütün hamdler sanadır.' diyorlardı." (Tirmizî: 3287)
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı bir gün kendi aralarında, Kureyşliler'in hiçbir zaman Kur'an-ı kerim'i dinlememiş olduklarını ve dolayısıyla bir defa bile olsa onlara Kur'an-ı kerim'i açıktan dinletecek olan şahsın kim olacağı hususunda konuşuyorlardı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-: "Bu işi ben yaparım." deyince, arkadaşları: "Sana eziyet etmelerinden endişe ediyoruz. Bu işi yapacak öyle bir kimse olmalı ki, kabilesi güçlü kuvvetli olsun. Zira Kureyşliler kendisine bir zarar vermeye kalkıştıklarında kabilesi onu savunmuş olur." dediler.
Abdullah -radiyallahu anh- ise: "Siz bana bu işi yapmam için izin verin, beni Rabb'im korur." dedi.
Ertesi sabah Harem-i şerif'e gitti. Kureyşliler'in ileri gelenleri sohbet ediyorlardı. Hiç kimseden çekinmeyerek Makam-ı İbrahim'de Rahman sûre-i şerif'ini yüksek sesle okumaya başladı. Müşrikler önce onun ne okuduğunu anlayamadılar ve fakat bu okunanların Resulullah Aleyhisselâm'a inen Âyet-i kerime'ler olduğunu farkedince, hemen üzerine saldırdılar. Yüzüne gözüne vurmaya başladılar. Fakat Abdullah -radiyallahu anh- buna rağmen gücü yettiğince okumaya devam etti. Sonunda da oldukça hırpalanmış bir halde arkadaşlarının yanına döndü. Onu bu halde görünce:
"İşte biz de bundan korkuyorduk." dediler.
O ise şöyle karşılık verdi:
"Allah düşmanlarını karşımda bugünkü kadar zavallı görmedim. Eğer isterseniz yarın yine gidebilirim."
Fakat arkadaşları ona: "Bu kadar yeter. Onlar dinlemek istemedikleri halde sen onlara dinlettin." dediler.
Bu mübarek sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ'nın kulları hakkında hem dünyaya hem de ahirete âit enfüsî ve âfâki nice nice nimetler ihsan buyurmuş olduğunu bildiriyor. Bu nimetlerin kadrini ve kıymetini bilip, bu nimetleri bahşeden Hâlik-ı kerim'e ibadet ve taatta bulunmanın lüzumuna işaret ediyor.
Bu sûre-i şerif, insanlarla birlikte irade sahibi bir diğer varlık olan cinlere de hitap eden tek sûredir.
Nimetlerin en büyüğü olan Kur'an-ı kerim'den söze başlayarak, insanlara bahşedilen nimetler, anlama ve anlatma kabiliyeti mevzu edilmektedir.
Kâinat nizamının adalet üzere inşa edildiği, Allah-u Teâlâ'nın izniyle devam ettiği ve O'na tâbi olduğu, bu hususta hiç kimsenin müdahalesinin bahis mevzuu olmadığı; güneş, ay ve yıldızlar, ağaçlar dahil her şeyin belli bir hesaba göre düzenlendiği belirtilmektedir.
İnsanlarla cinlerin yaratılışından, denizlerin özelliklerinden ve faydalarından, denizlerin dalgalarını yararak hareket eden büyük gemilerin insanların emrine verilmesinde Allah-u Teâlâ'nın kudretini gösteren apaçık deliller olduğundan bahsedilmektedir.
Otuz bir yerde aynı Âyet-i kerime tekrarlanmakta; Allah-u Teâlâ'nın uçsuz bucaksız nimetlerini takdir edemeyip, onları yalanlamaya, inkâr ederek nankörlükte bulunmaya cüret edenlerin ne kadar câhilce hareket ettiklerini gözler önüne sermektedir.
İnsanlara ve cinlere hitap edilerek, kâinattaki her şeyin fâni olduğu, ancak Allah-u Teâlâ'nın zâtının bundan müstesnâ bulunduğu gerçeği beşeriyete duyurulmaktadır.
Gerek insanlara gerekse cinlere Allah-u Teâlâ'nın yakında hesap soracağı, hiç kimsenin bu muhasebeden kaçamayacağı ve kurtulamayacağı, suçluların kıyamet günündeki kötü âkıbetleri bildirilmektedir.
İnsanlara ve cinlere verilecek olan mükâfattan bahsedilmekte, bu mükâfâtın kendilerine dünyada Allah korkusu içinde ömür sürdükleri için verileceği hatırlatılmaktadır.
Kıyametin korkunç halleri açıklanmakta, suçlu bedbahtların durumu ve o zor günde karşılaşacakları korku ve sıkıntılar anlatılmaktadır.
Ahiret gününde kimseden niçin günah işlediğinin sorulmayacağı, zira her şeyin yazılıp tespit edildiğinin ortaya konulacağı haber verilmektedir.
Cehennemliklerin uğratılacakları azap safhaların-dan birisinden söz edilmekte, böylece inkârcılar tehdit edilmektedir.
Daha sonra takvâ sahiplerine verilen nimet sahnesi geniş bir şekilde gözler önüne serilmekte, cennetteki yüksek nimetlerden misaller verilmektedir.
Bu mübarek sûre-i şerif, kullarına verdiği engin nimet ve ikramdan dolayı Allah-u Teâlâ'ya tâzim ve övgü ile sona ermektedir.
Allah-u Teâlâ, yarattıklarına olan engin rahmetini ve lütfunu haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Rahman olan Allah." (Rahman: 1)
Kâinat bütünüyle "Rahman" ism-i şerif'inden tecellî eden, rahmeti şümulüne girmiştir. O'nun rahmetinin eserleri zâhirdir, apaçık görülmektedir. En kâmil mânâda, rahmet ancak O'na mahsustur.
"Rahman" ism-i şerif'i Allah-u Teâlâ'nın bütün sıfatlarını içine almakta, böylece her türlü nimetler de O'na nispet edilmektedir.
"Kur'an'ı öğretti." (Rahman: 2)
"Rahman" olan Allah-u Teâlâ, insanlara rahmeti-nin bir diğer tecellisi olarak Kur'an-ı kerim'i indirip öğretme lütfunda bulunmuştur.
Çünkü Kur'an-ı kerim rütbe itibariyle Allah-u Teâlâ'nın vahyinin en büyüğü, mevki itibariyle en üst derecede olanıdır. Semâvî kitapların zirvesidir. Dünyevî ve uhrevî saâdetin vesilesidir.
Kur'an-ı kerim'in öğretilmesi, onun okunmasının yerine getirilmesidir. Bu da insanlara onun telâffuzunun kolaylaştırılması ile mümkündür.
Rivayete göre müşrikler:
"Ona bir insan öğretiyor." demişlerdi. (Nahl: 103)
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onları reddederek:
"Rahman olan Allah Kur'an'ı öğretti." buyurdu. (Rahman: 1-2)
Kur'an-ı kerim'de her şeye dair ilim indirilmiş ise de, insanların ilimleri onun tamamını kavrayacak durumda değildir.
Kur'an-ı kerim öğretiminin en mühim nimet olduğu ifade edildikten sonra, kime ve nasıl öğretildiği hususunu beyan etmek için şöyle buyuruluyor:
"İnsanı yarattı." (Rahman: 3)
Allah-u Teâlâ dünya ve ahireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır. Çünkü Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
İnsan kâinatın hülâsası; arzın ve melekûtun, ceberut ve lâhutun özü ve mânâsıdır. Zira mufassal olarak yaratılmış ne ki varsa, hülâsa olarak insanda mevcuttur.
"Ona beyanı (açıklamayı) öğretti." (Rahman: 4)
Beyan, insanın içindeki duyguları ifade etmesi, açığa çıkarmasıdır. İlmin elde edilmesi ve Kur'an-ı kerim öğretimi nimeti de bununla meydana gelir.
Âdem Aleyhisselâm yaratıldıktan sonra, kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilmediklerini bilmiştir. Peygamberlerin tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerinin de onlardan istifade edebilmeleri hep beyan sayesinde olmuştur.
Güneş ve ay, bir tür hesabın işaretidirler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Güneşi ve ay'ı da hesap için bir ölçü kılmıştır." (En'am: 96)
Gündüzün alâmeti olan güneş ile gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır, zamanın hesabı onların hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları, mevsimlerin vaktini, meyvelerin bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tespit edebilmektedirler.
Canlılar güneşin yeryüzünden belli mesafede tutulması sebebiyle varlıklarını sürdürebilmektedirler. Eğer güneş ölçüsüz hareket etseydi, yeryüzüne az da olsa yaklaşsa veya uzaklaşsa idi, hayatın idamesine imkân olmazdı.
"Güneş de ay da bir hesap ile (yürümekte)dir." (Rahman: 5)
Gökyüzündeki milyarlarca yıldızdan bir tanesi de güneştir. Büyüklüğü ve kitlesi diğer yıldızlardan küçük olduğu halde, diğer yıldızlara göre dünyaya yakın olmasından dolayı görünüşü daha büyük ve parlak gözükmektedir.
Dünyaya olan uzaklığı 149,5 milyon km. olup, ışığı 8 dakika 20 saniyede dünyaya ulaşır.
Ay ise dünyaya ortalama 384 bin km.'dir. Bu uzaklık dünyaya en yakın olduğu zaman 350 bin km. ve dünyadan en uzak olduğu zaman da 409 bin km. olmak üzere yılın muhtelif günlerinde değişiklik gösterir.
Dünyadan elli defa küçük olan ay, saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya güneşin etrafında dönerken, ay da onu takip eder, dünyanın etrafında dönerken kendi etrafında da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir.
Ay kendisi ısı ve ışık kaynağı değildir, ancak güneşten aldığı ışıkla ısınır. Ay yüzeyinin atmosferi olmaması ve yüzeyinin de iyi bir yansıtıcı olmaması dolayısıyle; güneşten aldığı ısının yüzde 93'ünü yutar, geriye kalan yüzde 7'sini yansıtır.
"İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (En'am: 96)
Bu nizam ve intizam olmamış olsaydı, yeryüzünde bu tarz bir hayat görülmezdi.
Güneşin doğuşundaki ve batışındaki sonsuz hikmetleri bir düşün!
Eğer güneş olmasaydı, dünya karanlık olurdu. Bu karanlık dünyada insanlar birbirleriyle anlaşamaz, işlerini göremezlerdi. Aynı zamanda hayati ihtiyaçları için çalışmazlardı. Güneş ışığı olmasa gözlerden istifade edilmez, renkler görülmezdi.
Güneşin hareketi olmasaydı, devamlı gündüz olacağından insanlar durup dinlenmez, gündüzden faydalanmak için devamlı çalışırlardı.
Geceleyin çalışmaya mecbur olduğumuz zamanlarda ay ışığından faydalanırız. Ayın ışığı mutedildir. İnsanların geceleyin rahatça çalışmaları ve yorgun düşmemeleri için ısısı ve ışığı azdır.
Bir düşün! Allah-u Teâlâ geceyi istirahat zamanı, gündüzü de maişet zamanı olarak tayin etti.
Güneşi her gün doğudan doğduruyor, tâ batıya kadar hiçbir boşluk bırakmadan ısısını ve ışınlarını her yere ve her canlıya ulaştırıyor. Güneşin bu nimetlerinden doğu ile batı arasında hiçbir yer ve hiçbir canlı mahrum bırakılmıyor, her şey ölçülü olarak istifade ediyor.
Bir bak! Mevsimlerin meydana gelmesi için güneşin eksenini nasıl eğik tuttu?
Mevsimler sayesinde insanlar, hayvanlar ve bitkiler muhtaç oldukları yaşama zeminini bulurlar.
Kış mevsiminde ağaç ve bitkilerdeki ısı azalır, bu suretle ağaç ve bitkilerin tomurcukları husule gelir. Hava sıcaklığının düşmesiyle bulutlar ve yağmur meydana gelir.
İlkbaharda tomurcuklar harekete geçer. İzn-i ilâhî ile bitkiler doğar, ağaçlar çiçek açar.
Yazın havalar ısınır, meyveler olgunlaşır, hasat yapılır.
Sonbaharda hava ılır, geceler uzamaya başlar.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın Ulûhiyet'ini ve Samediyet'ini açıkça gözler önüne serer. Her şey, her an O'na muhtaçtır, O'nun hayat vermesiyle hayat bulmakta, varlıklarını devam ettirmektedirler.
Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı, ışık, dolayısıyle hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı.
Güneş kendi sistemindeki gezegenlerin merkezidir. Bu gezegenler güneş etrafında yörünge çizerler. Bu gezegenleri ayakta tutan da güneştir.
Güneşle, güneşin etrafındaki yörüngelerin üzerinde dolaşan gezegenler ve bu gezegenlere bağlı uyduların hep birlikte meydana getirdiği uyarlı ve hareketli topluluğa güneş sistemi adı verilmektedir.
Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın çevresinde döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde dönmüş olur. Ayın dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge dünyanın, güneş etrafındaki yörüngesi gibi, bir elips biçimindedir.
Allah-u Teâlâ güneşin ve ayın; kudretinin kemâline, saltanatının büyüklüğüne işaret eden alâmetler olduğunu Âyet–i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Gökte burçlar yaratan, orada ışık saçan güneşi ve nurlu ay'ı vâreden Allah, yüceler yücesidir." (Furkan: 61)
Güneş bu burçlarda gezinir, dünyaya ışık saçar. Geceleri yeryüzünü aydınlatan parlak ay da bu burçlarda yer almaktadır.
Kaynağı kendinden değil de başka bir cisimden alıp yansıttığı için aya nûr denilmiştir.
"Güneşi ışık, ayı nûr yapan O'dur." (Yunus: 5)
Allah-u Teâlâ güneşten çıkan şualara "Işık", ayın şualarına da "Nur" adını vermiştir.
Ayın nuru, güneşin ışığının bir yansımasıdır. Güneşin ışığı aslından, ayın nûru ise güneştendir.
"(Göğe) ışık saçan bir kandil astık." (Nebe: 13)
Allah-u Teâlâ'nın güneşi yegâne enerji kaynağı olarak yaratması sebebiyledir ki, bütün yeryüzündekiler için parlar ve onları ısıtır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde güneş üzerine, onun sürekli aydınlığına ve ardından gelen aya yemin etmiştir.
"Andolsun güneşe ve aydınlığına, ardından gelmekte olan aya!" (Şems: 1-2)
Güneşten dünyaya doğru yayılan bir çok faydalar bulunabilmekle beraber, bunlar içinde en belli olan ısı ve ışıktır.
"Andolsun toplu hale geldiği (dolunay olduğu) zaman aya!" (İnşikak: 18)
Ayın gerek kamerî ayın ilk yarısında, gerekse sonunda güneşin batmasına tâbi olarak "Bedir" ve "Hilâl" şeklinde görünmesi güneş sisteminin emsalsiz bir düzene ve şaşmayan hesaba göre hareket ettiğinin başlıca delillerinden biridir.
•
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor.
"Görmez misiniz, Allah yedi göğü birbiriyle ahenkdar olarak nasıl yaratmıştır?" (Nuh: 15)
Öyle harikulâde bir surette vücuda getirmiştir ki, hiç birinde bir eksiklik ve düzensizlik bulunmaz.
"Onların içinde ay'ı bir nur yapmış, güneşin de ışık saçmasını sağlamıştır." (Nuh: 16)
Ay ile geceleri yeryüzü aydınlanmakta, güneş ile de gecelerin karanlıkları kaybolmakta ve ziyalar içinde kalmaktadır.
"Yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O'dur." (Yunus: 5)
Ay batıdan doğuya doğru dünyanın çevresinde döner. Bundan dolayı da durumu sürekli olarak değişir. İlk göründüğünde küçüktür. Sonra nûru ve kitlesi artar ve nihayet dolunay halinde tamamlanır. Daha sonra tekrar küçülmeye başlar ve ayın sonunda ilk haline döner.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ay için de konak yerleri tayin etmişizdir. Nihayet o eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner." (Yâsin: 39)
Ay, güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. O bir gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür.
"Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider. İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir." (Yâsin: 38)
Kör bir tabiatın eseri değildir.
Sadece güneş değil, bütün yıldız ve gezegenler bir yöne doğru akıp gitmektedirler.
Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki:
"Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir." (Yâsin: 40)
Çünkü bu ışık saçan yıldızlardan her birisinin kendi için tayin edilmiş bir alanı vardır. Güneşin aydınlatma zamanı gündüzdür, ayın aydınlatma zamanı ise gecedir.
"Her birisi bir yörüngede yüzerler." (Yâsin: 40 - Enbiyâ: 33)
Vazifeleri o kadar güzel ve düzenli bir şekilde dağıtılmıştır ki, biri diğerine çarpmaz.
"Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır." (Yunus: 5)
Hiçbir şey boş yere yaratılmış değildir.
"Biz göğü, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları bâtıl olarak yaratmadık." (Sa'd: 27)
Bu gerçek, gözlere çarpıp durmaktadır. Güneş ile ayın doğuşu ve batışı hergün tekrarlandığı için, alışkanlık icabı insanlar tesirini hissedememektedirler.
"O, bilen insanlar için âyetlerini birer birer açıklar." (Yunus: 5)
Tafsilâtlı olarak bildirir. Anlamaya kabiliyetli olan kimseler bu deliller üzerinde dikkatlice düşünecek olurlarsa, onlardan istifade edebilirler.
"Âyetlerini birer birer açıklar. Tâ ki, Rabb'inize kavuşacağınıza kesin bilgi edinesiniz." (Ra'd: 2)
Yakînen bilesiniz ki, bir gün olup o yıldızlar gibi sizin de eceliniz gelecek, bugünkü hareketiniz sona erecek, yaptıklarınızın cezasını çekmek üzere ister istemez Rabb'inizin huzuruna çıkarılacaksınız.
Ay, güneş ve diğer gezegenler, Allah-u Teâlâ'nın ezelî ilminde belli olan bir zamana kadar dönmeye devam edeceklerdir.
"Güneşi ve ay'ı musahhar kılmıştır. Bunların her biri, muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir." (Ra'd: 2 - Lokman: 29 - Fâtır: 13 - Zümer: 5)
Gökyüzündeki cisimlerden her biri, kendine mahsus bir program ve düzen içinde kendi yörüngesinde, yolunu şaşırmadan belli bir hedefe doğru yol alıp gidiyor.
"Âdetleri üzere seyreden güneşi ve ay'ı size musahhar kılmıştır." (İbrahim: 33)
Herbirinin belli olan eceli gelince o hareket duracaktır.
"İşte Rabb'iniz olan Allah budur. Hükümranlık O'nundur." (Fâtır: 13)
Bütün mükevvenat O'nun hakimiyeti ve mülkiyeti altında bulunmaktadır.
"Dikkat et! O Aziz'dir, çok bağışlayandır." (Zümer: 5)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün güneşin battığı bir sırada Ebu Zerr -radiyallahu anh-e "Güneş nereye gider bilir misin?' diye sordu.
"Allah ve Resul'ü bilir." demesi üzerine şöyle buyurdu:
"Güneş gider, arşın altında secde eder ve tekrar doğmak için izin ister, izin verilir. Bir gün gelip secde edip izin ister, fakat secdesi kabul edilmeyip izin verilmez. Ona 'Geldiğin yere git, battığın yerden doğ!' denilir. O da battığı yerden doğar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321)
Bu hadise kıyametin kopmasının bir bakıma başlangıcı olacaktır.
Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ'yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.
Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ'nın vahdaniyetine, kudret ve azametine delâlet ve şehâdette bulunur dururlar.
Bir kısmı kendi iradesiyle Allah-u Teâlâ'yı tesbih ve tenzih etmek suretiyle ibadet eder, bir kısmı ise yaratıldığı gayeye bağlı kalıp lisan-ı hal ile Allah-u Teâlâ'yı her türlü noksan sıfatlardan tenzih eder.
"Bitkiler ve ağaçlar secde ederler." (Rahman: 6)
Yaratılışları itibariyle Allah-u Teâlâ'nın iradesi ne ise ona tâbi olarak boyun eğerler. Onları böyle muhtelif şekillerde ve hassalarda olarak dünya sahasına gelmeleri, ilâhî iradeye bağlanmalarının bir neticesidir.
Allah-u Teâlâ'nın yeryüzünde kudretinin yüceliğini gösteren bitki örtüsü apaçık bir mucizedir ve bu mucize her an yeryüzünde tekrarlanıp durmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirmişizdir." (Şuarâ: 7)
Bitkiler dişi ve erkek olmak üzere çift yaratılmışlardır. Dişileri ilkaha muhtaçtır. Aynı hayvanlarda olduğu gibi bitkilerde de birleşme vardır. Bu dişilik ve erkeklik bazen ayrı bazen de bir bitkide olmakta, aşılama işi böcek ve rüzgârla sağlanmaktadır. Bu ise her cins bitkinin aslının korunması ve yaratılmasının tamamlanması içindir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Görmediler mi, Allah yaratmaya nasıl başlıyor? Sonra onu nasıl iâde ediyor?" (Ankebut: 19)
Meyveler bir süre yaşar, sonra yok olurlar. Allah-u Teâlâ onları mevsimi gelince tekrar canlandırır. Diğer canlı varlıklar da böyledir.
"Şüphesiz ki bu Allah'a göre pek kolaydır." (Ankebut: 19)
Bazı bitkiler hücrelerini çoğaltarak büyür, olgunlaşınca tohum vererek kendine benzeyen yeni bir bitki meydana getirir.
Bitki mi yaptı bunu? Hayır! Ona o emri vermiş, o da o emir üzerine hayatını idame ettiriyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Tohum ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır.
İşte Allah budur!" (En'am: 95)
Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur, yaratıcı ve yoktan var edicidir.
"O halde nasıl çevriliyorsunuz?" (En'am: 95)
O'ndan başkalarına merbudiyet isnad ederek tapınıyorsunuz.
Bazı çiçekli bitkilerde ise erkek ve dişi üreme nüveleri vardır. Çiçekler bitkinin üreme organlarıdır, üreme çiçek vasıtası ile olur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bütün meyvelerden yeryüzünde ikişer çiftler yaratan O'dur." (Ra'd: 3)
Her ne kadar insanların bir kısmı farkına varamasalar bile, yeryüzündeki bütün bitkilerin kendine göre bir faydası vardır. Bütün o hassaları koyan kudret O'dur.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki bunlarda (kudretimize) birer nişâne vardır. Yine de onların çoğu iman etmezler." (Şuarâ: 8)
Allah-u Teâlâ'nın ezeli ilminde onların çoğunun bu mucizelerden ibret almayacakları ve iman etmeyecekleri malumdur. Bu apaçık delillere rağmen onların çoğu inkârlarına devam edeceklerdir.
"Şüphesiz ki Rabb'in Azîz'dir, engin merhamet sahibidir." (Şuarâ: 9)
İnsanları aciz bırakan delil ve alâmetleri göstermeye kadîr ve güçlüdür. Kâfirlerden intikam alışında Azîz'dir.
Kendisine isyan edenlere ceza vermeyi çabuklaştırmayan, erteleyip mühlet tanıyan ve yaratıklarına merhametli olan Rahîm'dir.
•
Kış mevsimine doğru bitkilerden çoğunun kuruyup çöp haline gelmesi, onların kendilerine mahsus ölümleridir. Geriye ya tohumları ya da kökleri kalır. Bütün bir kış toprak altında bir bakıma kabir safhası geçirirler. Bahar gelip hava, su, toprak ısınınca ve yağmurlar yağmaya başlayınca yepyeni bir hayat başlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler." (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar başgösterir.
Allah-u Teâlâ ekinleri yaratmakla mahlukatına olan lütfunu belirttikten sonra, meyvelerden ve onların çeşitlerinden söz etmektedir:
"Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri ve üzüm bağları yarattık, içinden pınarlar fışkırttık." (Yâsin: 34)
Toprağın mahsulünden yemek için o pınarlara ihtiyaç vardır.
Toprak aynı toprak, su aynı su, hava aynı hava, iklim aynı iklim olduğu halde; bütün meyvelerin renkleri ayrı, tadları farklı, gıdaları ve vitaminleri değişik değişiktir.
"Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler.
Hâlâ şükretmiyorlar mı?" (Yâsin: 35)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın onlara rahmetinden başka bir şey değildir.
O bağlara bakmaları, sulamaları ve çapa gibi işlerinde çalışmaları gerekirse de, o mahsuller onların yapısı değil, ilâhi birer lütuf eseridir.
Bunun içindir ki bu nimetleri kendilerine ihsan buyuran Hâlik-ı kerim'e arz-ı şükranda bulunmaları gerekir.
"Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah'ın şanı ne yücedir." (Yâsin: 36)
Renkleri, tatları ve şekilleri farklı bütün sınıfları yaratan Allah-u Teâlâ noksan sıfatlardan münezzehtir.
Âyet-i kerime'de uçsuz bucaksız gökyüzüne işaret edilmekte, kâinatın azamet ve güzelliği karşısında insanlar uyarılarak düşünmeye dâvet olunmaktadır:
"Gökyüzünü Allah yükseltti." (Rahman: 7)
Göğün bina edilmesi, düzenlenip dengede tutulması, hem bir plânın hem de bir plânlayıcının varlığını ve azametini göstermektedir.
Allah-u Teâlâ göğü sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu öyle bir yapıdır ki, cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler, hepsi de birbirleriyle ahenkli durumdadır.
"Ve mizanı (ölçüyü) O koydu." (Rahman: 7)
Nitekim yaratıldığı günden bu yana, kâinatın ayakta durması, bu gerçeğe şâhitlik etmektedir.
Bu Âyet-i kerime'de gök cisimleri arasında itme ve çekme kuvvetleri bulunduğu, göklere denge kanunu konulduğu belirtilmektedir.
Yer ile gök arasını ayırdıktan sonra bütün kâinatın mizanını da O koydu.
Güneş kendi mihverinde döner, ay kendi mihverinde yüzer, yıldızların her birisi kendilerine tahsis edilen yollarla yürürler. Bunların hepsi bir ölçü, mizan ve intizam dairesindedir.
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur, tesadüf diye hiçbir şey yoktur.
•
Allah-u Teâlâ göklerin ve yerin yaratıcısının Zât-ı Akdes'i olduğunu, kendisinden başka ilâh bulunmadığını bir Âyet-i kerime'sinde ferman buyurmaktadır:
"De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" (Ra'd: 16)
Gökleri ve yeri yaratan ve onların işlerini idare eden kimdir? Hayatınızı idame ettiren şeyleri, rızıklarınızı size kim sağlıyor?
Böyle bir soruya verilebilecek tek cevap:
"De ki Allah'tır!" (Ra'd: 16)
Göklerin ve yerin bir Rabb'inin olduğu ve her şeyin O'nun hükümranlığı altında bulunduğu, O'nun emriyle hareket ettikleri ve musahhar kılındıkları gayet açıktır. O'ndan başka Rabbül-âlemin yoktur.
Hep O, hep O'ndan.
"O, göklerin yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'idir. O Rahman'dır." (Nebe: 37)
Vasıfları bu olan, hikmeti gereğince her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.
"Eğer inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabb'idir." (Duhan: 7)
İnsanların O'nu bırakarak tapındıkları şeyler aslâ ilâh olamazlar.
"Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve tardedilmiş olarak kalırsın." (İsrâ: 22)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tebliğ vazifesini yaptığı ilk yıllarda Mekke-i mükerreme ve çevresindeki müşriklere "Göklerin ve yerin yaratıcısı kimdir?" diye sorulduğunda "Allah!" derlerdi. Buna rağmen Allah-u Teâlâ'dan istenecek şeyleri putlardan, yıldızlardan ve bazı canlı yaratıklardan isterlerdi. Bunun içindir ki onlara hem putperest, hem de müşrik denilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette: 'Onları güçlü olan ve her şeyi bilen Allah yarattı.' derler." (Zuhruf: 9)
Bunu itiraf ettikleri halde, cehalet ve beyinsizlikleri yüzünden, O'nunla birlikte başkasına ibadet ettiler.
"De ki: Siz onu bırakıp da kendilerine bir fayda ve zararı olmayan dostlar mı edindiniz?" (Ra'd: 16)
Size fayda vermek şöyle dursun, onlar kendi kendilerine de fayda ve zarar veremezler.
Ancak ve ancak, âlemlerin Rabb'i olan Allah izin verir, takdir ederse fayda hasıl olur ve zarar önlenir.
Nasıl ki putlar kendi kendilerine tesir etmek gücünden mahrum ve yoksun iseler, Azamet-i ilâhî karşısında bütün varlıklar aynı durumdadırlar.
"Andolsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ay'ı musahhar kılan kimdir?' diye sorsan, 'Allah'tır!' derler.
O halde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?" (Ankebut: 61)
Her şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, ulûhiyete gelince nasıl O'ndan dönüp şirke sapıyorlar?
"Andolsun ki onlara: 'Gökten su indirip de onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?' diye sorsan, şüphesiz ki: 'Allah!' diyecekler.
De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur.' Onların çoğu aklını kullanmazlar." (Ankebut: 63)
Zira Allah-u Teâlâ'nın, yaratan ve rızık veren olduğunu söylüyorlar da, başkasına ibadet ediyorlar.
"De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir?" (Ra'd: 16)
Burada körden maksat, kalp gözü kör olan kâfirdir. Görenden maksat; Hakk ile hakikati görüp kabul eden, Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyetini tasdik eden muvahhid mümindir.
Küfür ve şirk kat kat karanlıktır. Önü de karanlık sonu da karanlıktır. Delili ve isnadı yoktur. Mârifetullah ise nûrdur, aydınlıktır. İnsanlar o nûr ile Allah-u Teâlâ'yı bilirler ve bulurlar.
"Yoksa Allah'a, O'nun gibi yaratan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler?" (Ra'd: 16)
Böyle bir şey imkân dahilinde midir ki, sapıklıklarının mazereti budur denilebilsin?
Durum böyle değildir. Hiçbir şey O'na benzemez. O'nun dengi, veziri, yardımcısı yoktur. O bütün bunlardan münezzehtir.
"De ki: Allah'tır her şeyi yaratan." (Ra'd: 16)
O'ndan başka yaratıcı yoktur, yaratmada hiç bir ortağı da yoktur. Şey denilebilen ne varsa hepsini yaratan O'dur.
"O Vâhid'dir, Kahhar'dır." (Ra'd: 16)
Yaratıcılıkta, ulûhiyette, rubûbiyette eşi ve benzeri olmayan, bütün yaratılmışları hükmü altına alan ve onların mukadderatlarını kudretiyle elinde tutan bir Rab'dir.
O ki, zâlimlerin zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumalarını, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur. Ölçü ve tartıyı tam tutmak, doğru terazi ile tartmak farzdır.
"Sakın tartıda haksızlık etmeyin." (Rahman: 8)
Allah-u Teâlâ ölçüyü; insanların ölçüsüzlük yapmamaları, adaleti çiğneyip haddi aşmamaları için koymuştur.
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
Ticari hayatta aynı zamanda kul hakkı da bahis mevzuudur. Bu ise şirkten sonra günahların en ağırı, ödenmediği takdirde affedilmeyenidir.
"Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın." (Rahman: 9)
Çünkü kâinatın nizam ve intizamı, adalet ve dengeye dayanır.
Bu Âyet-i kerime ölçü ve tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet günü kendisi ile terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret vardır.
Yeryüzünün canlıların yaşamasına uygun bir şekilde düzenlenmesi ve döşenmsi, güzel güzel bitkilerin yetişmesi, hiç şüphesiz ki ilâhî bir plâna göre olmaktadır.
"Yeryüzünü canlılar için o hazırladı." (Rahman: 10)
Yerin bu şekilde aşağıya kurulması, üzerinde bulunan yaratıkların menfaati içindir. Ki, orada yerleşip Allah-u Teâlâ'nın orada yarattıklarından faydalansınlar.
Kâinat içinde her mahlûk için elverişli şartları sağlayan ve onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
•
Âdem Aleyhisselâm'dan bu güne kadar gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzü, bundan sonra da kıyamete kadar bu vazifesini yapmaya devam edecektir.
Yeryüzünde bir çok değişikler olmakta, kevnî mucizeler gözler önünde parlayıp durmaktadır:
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bizim yeryüzüne gelip, onun uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?" (Ra'd: 41)
Ayaklarının altına serdiğimiz yeri aynı durumda bırakıyor muyuz? Üzerinde yaşadıkları, etrafından kudretimizle sarıp daraltmıyor muyuz? Çeşitli yeryüzü hadiseleri ile onu aşındırıp parçalamıyor muyuz?
Gökyüzü de onun tavanı olarak bina edilmiş ve onu yeryüzünü muhafaza etme vazifesi verilmiştir.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"Yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?" (Ğâşiye: 20)
Nasıl yayılıp döşenmiş? Bunu böyle yayıp serenler insanlar değildir. İnsanlar olmazdan önce de yeryüzü yaygındı.
"Biz yeryüzünü bir döşek yapmadık mı?" (Nebe: 6)
İnsanlar hep bu döşekte doğmuşlar ve bu döşekte hayatlarını sürdürmektedirler.
"Biz yeryüzünü diriler ve ölüler için toplanma yeri yapmadık mı?" (Mürselât: 25-26)
Yeryüzü insanların annesi gibidir. Canlılar onun üstünde, ölüler ise toprağın altında kabirlerde otururlar.
"Yeri de döşedik. Biz ne güzel döşeyiciyiz." (Zâriyat: 48)
Her türlü nimetlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik ki, bir zamana kadar durup dünyadan nasiplerinizi alasınız.
Her türlü nimetlerle döşenmiş olduğu gibi, ileride daha güzel nimetlerle bezeyecek kuvvet ve kudret de mevcuttur.
"Yeri geniş yapan O'dur." (Ra'd: 3)
Yeryüzünü enine boyuna uzatıp sündürmesi, ona bir hacim verip genişletmesi, orada yaşayanlar açısından büyük bir nimettir.
"Yeri döşeyip yaydık." (Hicr: 19)
Onun üzerinde insanın yaşayabilmesi için gereği kadarıyla genişlettik.
"Yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik." (Hicr: 19)
Bu ölçüde ne fazlalık ne de eksiklik mevzubahistir. Hiçbir bitki çeşidi diğer çeşitlere karışmaz.
•
Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel bir plân ve programın mahsulüdür.
Dünya kendi mihveri etrafında döner. Dönüş hızı ekvatorda 27 km. kutuplarda 10 km. kadardır. Bir dönüşü 23 saat 56 dakika 4.095 saniyede tamamlar. Buna "Gün" denir. Günde 40 bin km.lik yol alır.
Dünya güneşin etrafında döner. Dönüş hızı saatte 110 bin km.dir. Bir devrini 365 gün 6 saat 9 dakika 5 saniyede tamamlar. Buna "Yıl" denir. Dünya güneşin etrafında dönerken tam yuvarlak değil de elips biçiminde bir yörünge takip eder. Bunun sonucu olarak yeryüzünün muhtelif noktalarında gece ile gündüz uzunluğu değişir ve mevsimler meydana gelir.
Dünya ayrıca bütün güneş sistemiyle birlikte de hareket eder. Güneş sistemi diğer yıldızların da hareketine uyarak gitmektedir. Bu hareketin hızı ise saatte 72 bin km.dir.
Âyet-i kerime'de:
"Kesin olarak inananlar için yeryüzünde açık deliller vardır." buyuruluyor. (Zâriyat: 20)
Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana getirmektedir. Kendi mihveri etrafında bir dönüşünü 24 saatte değil de, daha az veya daha fazla bir zamanda tamamlasaydı, gece ve gündüz durumları bu günkü gibi düzenli ve dengeli olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi mevsimler meydana gelmezdi.
Bütün bunlar bir tesadüf olmayıp kadir-i mutlak olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin akıllara hayranlık ve durgunluk veren kudretinin eseridir.
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın. Allah'ın yaratmaya nasıl başladığına bir bakın! İşte Allah, ahiret hayatını da (aynı şekilde) yaratacaktır. Gerçekten Allah'ın herşeye gücü yeter." (Ankebut: 20)
Allah-u Teâlâ dünyayı içindekilerle beraber insanların istifadesine sunmuş, bir vakte kadar insanoğluna karargâh kılmış, yeryüzünün ıslahından sonra üzerinde azgınlığa sapmamalarını emir buyurmuştur:
"Islah olmuşken yeryüzünde fesad çıkarmayın." (A'raf: 56)
İnsanlar Allah-u Teâlâ'nın kurduğu düzeni ve dengeyi bozmaya kalkarlarsa, yaptıklarından sorumlu olmuş olurlar.
Allah-u Teâlâ insanlar için hazırlayıp ihsan buyurduğu ve sayılamayacak kadar çok ve çeşitli nimetlerini Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir.
"Orada meyveler, salkım salkım hurmalar vardır." (Rahman: 11)
Cinsleri ve şekilleri ayrı ayrı olan meyvelerin yanı sıra, duruşlarının güzellekleri de bir başkadır.
"Yapraklı taneler ve hoş kabuklu bitkiler vardır." (Rahman: 12)
O bitkiler sinirlere ve ruhlara neşe ve canlılık verir. Bütün bunlar, yeryüzünün insanlar için hazırlanmış olduğunun tecellîleri arasındadır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 13)
Durum böyle olduğuna göre, o halde size bunları yaratana, bunları verene şükretmek düşer.
Bu Âyet-i kerime'nin otuz bir yerde tekrarlanması, ilâhî nimetleri hatırlatmak, ihsan ve ikramları itiraf içindir.
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak muhtelif Âyet-i kerime'lerde değişik terimlerle ifade edilmektedir.
Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde Âdem Aleyhisselâm'ın vücud buluşunun ana maddesinin toprak oluşu;
Secde sûre-i şerif'inin 7. Âyet-i kerime'sinde bu toprağın su ile hamur edilip çamur haline getirilişi;
Müminûn sûre-i şerif'inin 12. Âyet-i kerime'sinde çamurun süzülerek özleştirilmesi;
Sâffât sûre-i şerif'inin 11. Âyet-i kerime'sinde çamurun istenilen şekli almaya elverişli ve hazır duruma gelmesi;
Hicr sûre-i şerif'inin 26. Âyet-i kerime'sinde çamurun şekillendirilerek kurutulması ve havanın tesiri ile renginin değişik olması;
Rahman sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'sinde ise çamurun iyice ıslah edilmesi ve âdeta saksı gibi merhalelerden geçirilerek pişmesi belirtilmektedir.
"Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir balçıktan yarattı." (Rahman: 14)
Bunlar yaratılış merhaleleridir ve ilâhî kudretin tecellîsiyle şekillendirilmiştir.
Şu halde insanların asıl yaratılışlarını düşünerek Allah-u Teâlâ'ya imanla beraber çok şükretmeleri gerekmektedir.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'ı merhalelerden geçirerek yarattığı gibi, onun nesli olan insanları da yedi safhadan geçirdikten sonra, ululuk şanı ile gittikçe mükemmelleştirerek insan durumuna getirmiştir.
Nitekim Müminun sûre-i şerif'inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık." (Müminun: 12)
Bütün canlıların menşei toprak ve sudur. Âyet-i kerime'de geçen "Sülâle" hülâsa demektir. Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı hülâsa, her türlü topraktan süzülmüştür.
"Sonra onu sağlam bir karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik." (Müminun: 13)
Ana rahminin derinliklerinde, köprücük kemikleri arasında her türlü sarsıntı ve tehlikeden korunmuş olarak karar kılar.
İlk insan Âdem Aleyhisselâm'ın yaratıldığı toprak, su ile hamur edilip yapışkan bir sıvı haline dönüştüğü gibi; Âdem Aleyhisselâm'dan üreyen insanların da menşei toprak ve sudur. Çünkü toprak ve suyun yetiştirdiği bitkilerin insanlar tarafından yenilmesiyle; baba sulbünde sperma, ana rahminde yumurta ve bunların birleşmesiyle de cenin meydana geliyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık." (İnsan: 2)
İnsan kendi kendine var olmuş ve kemale ermiş bir varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da değildir.
"Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik." (Müminun: 14)
Nutfe kendi vasıfları ile birlikte bir kan pıhtısı halinde bulunur. Bu ise, nutfenin tekâmül ettikten sonraki merhalesidir.
Diğer Âyet-i kerime'lerde ise şöyle buyuruluyor:
"O, insanı kan pıhtısından yarattı." (Alâk: 2)
Allah-u Teâlâ'nın pıhtılaşmış kanı zikrederek, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki açık farkı göstermektedir.
"O Allah ki, sizi topraktan yarattı. Sonra nutfeden, sonra kan pıhtısından meydana getirdi." (Mümin: 67)
Burada çocuğun ana rahminde geçirdiği devrelere işaret edilmektedir. Aleka, spermanın yumurtacıkla buluşmasından sonra "Cenin"e âit ilk merhaledir.
"Derken alekayı da mudğa yani bir çiğnemlik et yaptık." (Müminun: 14)
Önceleri görünürde şekilsiz olan cenin iki ayda iki santimetre olur, şekillenmiş et parçası halini alır.
Etrafını kuşatan kandan kendisi için gerekli olan suyu, madeni tuzları, vitaminleri, şekerleri, karbonhidratları ve yağları emer, gerekli gıdasını alır.
Bu arada hücreler bölünerek çoğalırlar, organlar gelişmeye başlar. Bir süre sonra milyonlarca hücre meydana gelir. Bu yeni hücre toplulukları da diğerlerinden ayrı hususiyetler taşırlar. Bir kısmı kemik hücreleri, bir kısmı kas, bir kısmı deri, bir kısmı sinir hücreleridir. Her hücre kendi çalışma sahasını bilir, hiç birisi yerlerini şaşırmaz. Bir tek organın içerisinde bir çok hücre çeşitleri rol oynar.
Bunca farklı hücreleri ihtiva eden ilk hücre bölünmesi ve çoğalması nasıl mümkün oluyor? Bir tek hücre bunca farklı hüviyete sahip hücreleri nasıl üstünde taşıyor? Nasıl oldu da tek hücreden meydana gelen diğer hücreler, kemik, kıkırdak, göz, kulak gibi yerlerde vazife aldılar? İnsanın gören gözü, işiten kulağı, koku alan burnu, konuşan dili oldular?
"O mudğayı da kemikler haline çevirdik." (Müminun: 14)
Ceninde et hücrelerinden önce kemik hücreleri teşekkül eder. Önce kemikten daha şeffaf olan kıkırdak hasıl olur. Üçüncü ayda şakak ve burun kemikleri belirmeye başlar.
İnsan iskeletinde irili ufaklı 206 kemik bulunur. Bu kemikler birbirlerine mafsallarla bağlı olup, hareketlerini kaslar temin eder.
Biçimlerine göre uzun ve kısa, yassı ve düzensiz kemikler olmak üzere dörde ayrılır. Bulundukları yere göre; baş, gövde, üstyan, altyan kemikleri diye isim alırlar. 206 kemiğin 29'u başta, 51'i gövdede, 64'ü üstyanda, 62'si altyanda bulunur.
İskelet parça parça kemiklerden teşekkül ettiği için, böylelikle her parça kolaylıkla ve rahatça hareket etme imkânı bulur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kemiklere bak! Onları nasıl biraraya getirip yerli yerine koyuyor ve sonra da onlara et giydiriyoruz." (Bakara: 259)
O kemikler nelerden ve nerelerden çıkıp gelerek düzenine giriyor, etler nasıl meydana geliyor, kemikleri kim sarıyor?
"İnsan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?" (Kıyamet: 3)
Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarıya çıkınca sertleştiği gibi; kemikler de rahimde iken yumuşak, çocuk doğduktan sonra katılaşacak bir halde yaratılmıştır.
"O kemiklere de et giydirdik." (Müminun: 14)
Yavrunun iskeleti bütünüyle belirdikten sonra et hücrelerinin teşekkülü başlar.
El, ayak, kafa, kol gibi dış organlarının yanı sıra, birbiri içine geçmiş vücud mekanizması ortaya çıkar. Hepsi de aynı hücreden meydana geldiği halde ilâhi kudret eliyle;
Kas sistemi,
Solunum sistemi,
Dolaşım sistemi,
Sindirim sistemi,
Salgı ve boşaltım sistemleri bir bir teşekkül eder.
Beyin,
Kalp,
Mide,
Akciğer,
Karaciğer,
Böbrek... gibi en hassas organlar husule gelir.
Deri bütün vücudu kaplar.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitar: 6)
Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla nasıl karşılık verdin?
"O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti." (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. Hangi uzuv nereye yarayacaksa ona uygun biçimde düzgün yapmış, herbirini bir çok faydalar sağlayacak şekilde düzenlemiştir. Onun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nispetle en güzel şekil olduğunu anlar.
"Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik." (Müminun: 14)
Bu merhalede yavruya ruh verilmektedir. Cansız iken canlı oldu. Uzuvlarından her biri son derece güzel ve hikmetli bir şekilde yerli yerine kondu. Ondaki bu güzellikleri kimse anlatamaz.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminun: 14)
Bu beyan, Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığındaki mutlak güzelliği ifade etmektedir. Yarattığı her bir şeyde güzellik ve eşsiz sağlamlık tecelli etmektedir.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O'dur. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O'nundur.
"İçine ruhundan üfürdü." (Secde: 9)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamış oldu.
Mevcûdatta cin adı verilen lâtif yaratıklar da vardır. İnsanlarla birlikte yeryüzünde hayatlarını sürdürürler. Yaratılışları insanların yaratılışlarından daha evveldir. İnsanlar topraktan yaratıldığı gibi, onlar da ateşten yaratılmışlardır.
Âyet-i kerime'de:
"Cinleri de yalın bir ateşten yaratmıştır." buyuruluyor. (Rahman: 15)
Şeytan da cinlerdendir.
"O cinlerden idi." (Kehf: 50)
Onların insan toplulukları, kabileleri ve cinsleri gibi muayyen toplulukları vardır. Evlenirler-çoğalırlar, yer-içerler, genci-ihtiyarı vardır. Ancak nerede yaşadıkları bilinmemektedir. Dünyanın dışındaki yıldızlarda yaşama kabiliyetleri de vardır. Onlar insanları görürler, söylediklerini işitebilirler, dillerini anlayabilirler. İnsanlar ise onları göremezler.
Cinler namazda insana iktidâ ederler.
Cinlerin gıdası kemiktir, tezek de hayvanlarının yemidir.
Uzunluk-kısalık ve bir mekânda bulunmak gibi sıfatlara haizdirler. Kendilerine mahsus ilimleri vardır. Muhtelif şekillere girme hassaları mevcuttur. Çok defa yılan suretinde görüldükleri rivayet olunmaktadır.
Hem hidayet yoluna hem de dalâlet yoluna girmeye müsait kabiliyette yaratılmışlardır.
Cinlerin mümin olanları müminlerle beraber cennette, kâfir olanları kâfirlerle beraber cehennemde olacaklardır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 16)
Siz bu nimetleri hiç görmüyor musunuz? Kendi varlığınızı inkâr mı ediyorsunuz?
Allah-u Teâlâ sadece insanların ve cinlerin yaratıcısı olmakla kalmayıp; bütün varlık yönlerinin, görünen ve görünmeyen bütün nimetlerin ve bütün tekâmül mertebelerinin hepsinin sahibidir.
"O iki doğunun ve iki batının Rabb'i'dir." (Rahman: 17)
Mülkü olan bütün bu gökleri, yeri ve bunlardaki her şeyi Allah-u Teâlâ bir düzen üzere bir irade ile ve sadece "Ol!" demekle icad etmiştir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah-u Teâlâ böyle bir yaratıcıdır.
Dünyanın küre şeklinde yuvarlak olması nedeniyle; güneş yarı bir kürede doğarken, diğer yarı kürede batar. Bu şekilde düşünülürse yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur. Bir kimse üzerine güneş batarken, bir başkası üzerine doğmaktadır. Bir tek anda bile doğuş ve batış olabilmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ burada doğuların da batıların da Rabb'i olduğunu bildirmektedir.
Nitekim diğer bir âyet-i kerime'de şöyle buyurul-maktadır:
"Doğuların ve batıların Rabb'ine yemin ederim ki biz muktediriz." (Meâric: 40)
Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes'ine yemin etmektedir.
Nereye bakılırsa bakılsın, orada O'nun Rubûbiyet'i hâkimdir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 18)
Bunların faydaları nasıl inkâr edilebilir?
Allah-u Teâlâ'ın kâinattaki hârikulâdeliklerinin sınırına pâyan yoktur. Yarattıklarının seyrine güzelliğine doyulmaz, hakikatine erilmez. Âlemdeki akıllara durgunluk veren şeyler, hep O'nun kudretinin eseridir.
Allah-u Teâlâ yarattığı şeyleri muhtelif şekillerde yaratmasındaki ilâhî kudretine dikkatleri çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İki deniz bir değildir. Birinin suyu pek tatlı ve serinleticidir, içimi de kolaydır. Diğeri ise tuzlu ve acıdır." (Fâtır: 12)
Suyun türlü türlü yaratılışında bir çok hikmetler vardır. Kaynak ve kuyu gibi toprak altı suları ile, nehir ve göl gibi yer üstü suları tatlı ve serinleticidir. İnsanlar ihtiyaçlarına göre bu sulardan içerler ve tat alırlar.
Su hayatın kaynağıdır, hayat için lüzumlu olan maddelerden birisidir. Âyet-i kerime'lerde canlı olan her şeyin sudan yaratıldığı beyan buyurulmaktadır. Bitki ve hayvan gibi bütün hayat şekillerinde de su mevcut olup, su olmayınca hayatlarını devam ettiremezler.
Deniz ve okyanuslardaki sular ise alabildiğine acıdır. Acılığı ve aşırı tuzluluğundan dolayı içenin boğazını yaktığı gibi içini de yakar kavurur.
Suyu tuzlu ve tatlı olan iki deniz, yani acı ve tatlı sular birbirine eşit olmadığı gibi bu Âyet-i kerime'de mümin ile kâfirin veya İslâm diyarı ile küfür diyarının da temsil yolu ile farkına işaret vardır.
Mümin iman nûru ile münevver, diğeri ise küfür zulmeti ile karanlıktır. Birisi imanı sebebiyle Hakk katında makbul, diğeri küfrü sebebiyle merduttur. İman her bakımdan menfaat olduğu gibi küfür ise her bakımdan mazarrattır.
"Böyle iken her birinden taze balık yersiniz." (Fâtır: 12)
Tuzlu denizde de tatlı balık oluyor, tatlı sularda da oluyor. Her biri farklı cinslerde ve şekillerdedir. Tatları da değişiktir.
Salıverilen ikri denizin, aralarına konulan bir perde ile birbirlerine karışmalarının önlenmiş olduğunu Âyet-i kerime'lerinde beyan etmektedir:
"Acı ve tatlı sulu iki denizi salıverdi, birbirine kavuşuyorlar." (Rahman: 19)
Onlar birbirine komşudurlar, satıhları birbirine değer, görünüşte aralarında fark yoktur.
"Fakat aralarında bir berzah (perde) vardır, birbirine geçip karışmazlar." (Rahman: 20)
Birbirleriyle karşılaştıkları halde, karışarak taşkınlık etmezler. Görünüşte aralarında bir ayrılık yoktur. Böylelikle birinin ötekini bozması önlenmiştir. Bu durum karada ve denizde pek çok yerde görülmektedir.
Nitekim son asırlarda Batılı deniz araştırmacısı Kaptan Kusto, Cebelitârık boğazında araştırmalarını sürdürürken, Akdeniz ile Atlas okyonusunun birbirine karışmadığını; bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli bulunduğunu tespit etmiştir.
Allah-u Teâlâ'nın azametinin aklî delillerinden olan zâhirdeki bu mânânın yanısıra, bu karışmamanın bâtınî mânâsı da şudur:
Berzah; iki şey arasında bulunan engel ve ayırıcı sınır demektir. Allah-u Teâlâ hakikati de salmıştır, dalâleti de salmıştır. Fakat aralarında mürşid-i kâmil vardır birbirine karışmazlar.
Burada Allah-u Teâlâ kudretini izhar ediyor. "Ol!" demekle perde husule geliyor, "Karışma!" emrini veriyor. Tatlı ve tuzlu sular birbirine karışmıyor. Bu engeli koyan O'dur.
Âyet-i kerime'sinde:
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara yemin olsun ki!" buyuruyor. (Mürselât: 4)
Kudretini öyle bir koyuyor ki, o perde O'nun hükmü oluyor. O böyle hükmetti, o berzahı kurdu. O berzahı aşmak mümkün değildir. Hakikat bir tarafta kaldı, dalâlet bir tarafta kaldı. Hükmünü yürüttü, berzah oldu, perde oldu. Fakat görünüşte perde. Aslında perde diye bir şey yok, Allah-u Teâlâ'nın hükmü var.
Diğer Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarına da karışmalarına engel olan bir perde koyan Allah'tır." (Furkân: 53)
Allah-u Teâlâ o arşa emanetleri indiriyor, sonra o Mânevî arş'tan dilediğine taksim ediyor.
O tatlı denizden murad; susuz olanları sular, onların gönüllerini yıkar, nasibini verir, mutmain eder, yol aldırır. Bunlar hakiki mutasavvıflardır.
Diğeri ise tuzlu ve acıdır. Onlarınkisi fayda vermez. O berzahın ötesinde kalanlar dalâlet ehlidirler. Onlarda su var gibi görünür. Fakat ne susuzluğunu giderir, ne de suya kandırır.
Asıl perde O'nun emri ve hükmüdür. O'nun emri ve hükmü yürüyünce hakikat ile dalâlet birbirine karışmıyor.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 21)
Bu iki denizin faydalarını, alınacak ibretleri nasıl inkâr edersiniz? Bunları bir kere olsun düşünmez misiniz?
Hakikatın suyu O'ndan gelir. Buna feyz-i ilâhi denir. Bu feyz-i ilâhi Allah-u Teâlâ'dan Resulullah Aleyhisselâm'a gelir. Ondan da zamanın mürşid-i kâmiline gelir. Ezelden kimi nasipdar ettiyse o sudan ancak ve ancak o alır. Diğer mürşidlere de verirse oradan verir. Vermezse, var gibi görünür, aslında yoktur.
Alanlar ondan alır, başka yerden alması mümkün değildir. Niyet-i halisa ile teveccüh edenler nasiplerini alırlar, niyet-i halisa ile teveccüh etmeyenler hiçbir şey alamazlar.
Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den başka kaynak yoktur. O ilim-irfan kaynağıdır. Hayat-ı hakiki oradan gelir. Ne kadar gelirse insanda o kadar bulunur. Gelmezse hiç bulunmaz.
O ilim-irfan kaynağından mürşid-i kâmil'in deryasına geldiği için, mürşid-i kâmil o ilme sahiptir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." buyuruyorlar.
Bu boşaltma kıyamete kadar devam eder, amma yalnız vekiline gider.
O kadar çok Ashab-ı kiram varken, hepsi de değerli iken, onun kalbine boşalttı.
Demek ki kıyamete kadar yalnız bir göğüsten bir göğüse boşaltılacak ve bu boşaltılan ilim bu ilimdir. Bu bir esrar odasıdır.
"Hakk'tır onun özü." İşte Yâsin-i şerif'in sırrı burada gizlidir.
"Hakk'tan gelir onun sözü" Ancak o sudan sulanan hayat buluyor. Çünkü o su Hakk'tan geliyor. Diğer sularda hayat yok vefat var.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." buyuruyor. (Mücâdele: 22)
Bunların hepsi O'nun verdiği nûrdan ötürüdür. İş gören o ruhtur, o nûrdur.
"Allah kime nûr vermemişse onun nûru yoktur." (Nûr: 40)
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah'tır.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?" (En'am: 122)
Allah-u Teâlâ'nın hidayet vermediği kimse devamlı karanlıklar içindedir.
Kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber imanını kemalleştirirse, ona bir nûr verir. O artık hakikat yoluna geçer, dalâletten ayrılır. O artık dalâlet ehliyle hiçbir olur mu?
O iki kıymetli cevher, her ne kadar acı denizden çıkmakta ise de, tatlı denizlerden de çıkarılmaktadır.
Allah-u Teâlâ topraktan hububat ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi; sudan da insanlar için inci ve mercan çıkarmaktadır.
"Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar." (Rahman: 22)
Bu cevherler süs eşyası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda ticaret nimetlerindendir. Nimetlerinin inceliklerini kullarına hatırlatan Allah-u Teâlâ sayıya ve hesaba gelmeyen nimetlerini tamamlayarak mükemmellik noktasına ulaştığını göstermektedir.
İnci; kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan, sedef renginde sert taneciktir. Süs olarak kullanılır. Bazı memleketlerden geçen nehirlerdeki midyelerden de inci elde edilir.
Mercan ise küçük incilerdir, daha çok sıcak denizlerde bulunur.
Allah-u Teâlâ denizlerdeki ilâhî nimetin insan hayatına giren bir bölümünü insanlara hatırlatmaktadır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 23)
Denizlerin bir şekilde birer mücevher merkezi, nimetler menbaı olmaları ve insanların bunları süs olarak kullanmaları, hep birer nimettir. Bu nimetleri hangi akıl inkâr edebilir?
Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır. Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.
"Denizde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nundur." (Rahman: 24)
Dağlar kadar gemilerin, demirden yapılmış uçakların ve diğer çeşit çeşit nakil vasıtalarının hepsi de ilâhî birer kudret eseridir. İnsanların bunlardan diledikleri gibi istifade etmeleri, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile mümkün olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki insanlar ne kadar arz-ı şükranda bulunsalar yine de kulluk vazifelerini bihakkın yerine getirmiş olamazlar.
Kur'an-ı kerim'in nâzil olduğu devirde gemiler dağları andıran büyüklükte değildi. Son asırlarda inşâ edilen gemilerin dağlar gibi olması, Kur'an-ı kerim'in bir mucizesidir.
Denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insanoğluna veren Allah-u Teâlâ; doğrulukla kullanıp kullanmadıklarını, O'nun ve O'ndan olduğunu bilip bilmediklerini hiç şüphesiz ki soracaktır.
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.
Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"O'nun izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, nehirleri de size musahhar kıldı." (İbrahim: 32)
Gemileri insanlar yaptığı halde Allah-u Teâlâ insanlara musahhar kıldığını beyan buyurmaktadır. Çünkü gemilerin yapımına imkân veren sert ağaçları, demiri ve diğer malzemeleri O yaratmış, gemiyi nasıl inşa edeceklerini onlara ilham etmiş, suyu geminin akmasına uygun düşen akıcı özelliğe sahip kılmıştır. Bütün bunları O yarattığı için, bütün bunların yöneticisi O olduğu için, gemileri Zât-ı akdes'ine nispet etmiştir.
İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedirler.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile yüzmektedirler.
"Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun (varlığının) delillerindendir." (Şûrâ: 32)
Denizleri yaratan O'dur. Denizlere yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi hassaları O vermiştir. Denizin üzerinde gemileri yüzdüren, rüzgârı gönderen O'dur.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 25)
Bu nimetler o derece gözler önündedir ki, inkâr edilmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'inden başka bütün varlıkların yokluğa maruz bulunduklarını bildirmektedir.
"Yeryüzünde bulunan herşey fenâ bulacaktır." (Rahman: 26)
Hiçbir mahlûk dünyada ebedî surette yaşayacak değildir. İnsanlar da cinler de tamamen öleceklerdir. Buradaki ölüp gitme, tamamen yok olup gitme değildir. Herşeyin aslına dönmesidir. Daha sonra ilâhî bir kuvvetle yeniden hayata kavuşup, ahiret âlemine sevkedileceklerdir.
"Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin veçhi (Zâtı) bâki kalacaktır." (Rahman: 27)
Zât-ı akdes'i ezelî ve ebedîdir. O'ndan önce hiçbir şey yok idi, O'ndan gayri kalacak da yoktur. Varlığı daimidir, nihayete ermez.
Bu iki Âyet-i kerime, tasavvufta "Bekâbillâh" makamını ifade eder. Bir velinin en son çıkarıldığı "Sıddıkiyet" makamıdır. Mârifetullah'ın bu noktasına çıkan, bu tecelliyâta mazhar olur. Bu tecelliyâta mazhar olan kimsenin aklı da kendisi de kül haline gelir, varlığa ait hiçbir şeyi kalmaz. Allah-u Teâlâ'nın bir kimseyi "Ulül'el-bâb"a çıkarması, O'nun bildirmesi ve göstermesi ile kâimdir. Bu, ilimle ibadetle olacak bir şey değildir. Burada artık mahlûkun hükmü yoktur. Var olan Hazret-i Allah husule gelir. Vücud O, mevcud O... Bu mevzu "Bütün mevcûdâtın O'nun vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu" bilenin ve görenin bilebileceği bir esrar-ı ilâhîdir, başkası bunu bilemez.
Halbuki gören için O var, başka bir şey yok. O "Var" dedi göründüler, "Yok" dediği zaman hiçbir şey yok. Yine O'ndan başka hiçbir şey yok.
Bu mevzu beşer gözü ile görülüp beşer aklı ile bilinmez.
O'nun nuru ile O baktırırsa, O gösterirse; O'nun varlığı, mevcûdâtın da yokluğu görülmüş olur.
Kelime-i tevhid'in öz mânâsı da şudur: O'nu gördükten sonra, zaten başka bir şey olmadığını kişi gözü ile görür.
Bu âlemin hakikatine bakacak olursan, bir gölgeden ibaret olduğunu anlarsın.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
İnsan hep "Ben, ben, ben!..." der, varlık toplar; ehl-i hakikat da varlık dağıtmaya başlar, dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu arzettiğimiz Âyet-i kerime tecelli eder.
Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u Teâlâ'ya karşı bir niyazı ve münacâtı vardır.
Bu varlıkları dilediği zaman yok edecek.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 28)
Düşünülürse; hayat da, vefat da insan için büyük bir nimettir. Hayattan istifade edenler dünyalarını da ahiretlerini de kazanmış olurlar. Vefat ile de, müminler dünyanın fânî varlığından kurtularak ahirette ebedî bir saâdete ve selâmete kavuşmuş olurlar. Bu büyük bir nimet değil midir? Bu nimet nasıl inkâr edilebilir?
Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları o verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur.
"Göklerde ve yerde bulunanlar O'ndan isterler." (Rahman: 29)
Gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği, daima O'ndan ister dururlar.
"O her an yeni bir iştedir." (Rahman: 29)
O'nun tecellîyatları her an tekerrür ediyor da kimse görmüyor.
Dilediği zaman yaratıyor, dilediği zaman öldürüyor. Dirilten de O, öldüren de O. Bu tecellîyattan âlemlerin hiç haberi olmaz.
O her an yeni bir işte, yeni bir tecellîdedir. O'nun tecellîlerinin ne sonu ne de sınırı vardır.
Kimine çeşitli ibtilâlar verir, kiminin sıkıntılarını kaldırır, kimini yükseltir, kimini alçaltır. Kimini aziz eder, kimini zelil ve hakir yapar. Bazılarına zenginlik verir, bazılarını fakir kılar.
Rızıkları dilediği şekilde genişleten ve daraltan O'dur.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarır. Zira O, her an yeni bir iş ve tecellîdedir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 30)
Kerîm olan, Rahîm olan Allah-u Azîmüşân'ın hangi lütuf ve ihsanı inkâr edilebilir?
Mahşer yerinde insanlar amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için Mizan başına geleceklerdir.
İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece kendisinin hesaba çekileceğini zanneder.
"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahman: 31)
Bu ilâhi bir tehdittir. O'nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba başlayacak değildir. Hiçbir şey O'nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin hesabını görecek, geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler kaldırılacak, her şeyin iç yüzü açığa çıkacaktır.
Âyet-i kerime'de geçen "Sekalân" iki ağırlık mânâsına gelmekte olup, insanlar ve cinler kastedilmektedir. Zira onlardan herbiri değer ve mânâ bakımından ayrı ayrı ağırlıklar arzetmektedir. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Resûlüs-sekaleyn" denilmiştir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 32)
Yarın böyle hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve gerek yarının ceza ve mükâfatlarına nasıl nankörlük hissedersiniz?
Allah-u Teâlâ insanların ve cinlerin, isterlerse göklerin ve yerin çevresinden kaçıp kurtulma çareleri arayabileceklerini meydan okuyarak beyan buyurmaktadır:
"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen geçin.
Amma geçemezsiniz, ancak bir sultan (Allah'ın verdiği bir güç) ile çıkabilirsiniz." (Rahman: 33)
Allah-u Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur.
Cin ve insan, kendilerine "Sekalân" ismi verilecek kadar bir itibara sahip olmakla beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çıkacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir.
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, ilâhî mahkeme-den kurtulamazlar. Allah-u Teâlâ'nın emrinden ve hükmünden kaçamazlar.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 34)
O'nun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkânı olmadığı halde, O'na karşı nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?
İlâhî tehdit devam ediyor ve Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman gönderilir de artık birbirinizi kurtaramaz ve yardımlaşamazsınız." (Rahman: 35)
Bu iki şey hem yakar, hem de boğar. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın sorgusundan cinler de insanlar da aslâ kaçıp kurtulamazlar.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 36)
İsyan edenle itaat edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Bu büyük nimet de hiçbir zaman inkâr edilemez.
Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak ölçüde olacaktır.
Yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği, kâinatın da herşeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacaktır.
Gök yarılıp parça parça olduğunda, açılmış gül gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hale gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi görünür.
"Gök yarılıp da erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül gibi olduğu zaman." (Rahman: 37)
O büyük felâket günü gökyüzüne bakıldığı zaman, gökyüzü ateşle tutuşturulmuş gibi görünecektir.
Allah-u Teâlâ kıyamet ahvâlinden haber vermekle kullarını intibâha dâvet etmektedir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 38)
Kıyametin korkunç safhalarını haber vererek terbiye için hatırlatmada bulunmak dahi ilâhî lütuflardandır. Bu lütuflara nankörlük değil şükretmek gerekir.
"İşte o gün ne insana ne de cine günahı sorulmaz." (Rahman: 39)
O gün hiç kimseye: "Günahkâr sen misin? Yoksa başkası mı?" gibi sorular sorulmaz. Şahsının tanınması, suçlu olup olmadığının anlaşılması için, şuradan buradan sorularak araştırmaya ihtiyaç yoktur, simâları hallerini göstermeye kâfidir. Zaten korku içinde olacakları için, kendilerini belli edeceklerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine izin de verilmez ki mazeretlerini beyan etsinler." (Mürselât: 36)
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Özür dileme zamanı çoktan geçmiştir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 40)
O gün gelmeden önce dünyada iken Hakk'a yönelip, kulluğunuzu yaparak O'na yönelmeli değil misiniz?
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem Aleyhisse-lâm'dan, kıyamet gününün son anında doğan çocuğa kadar gelip geçen bütün insanlar ve cinler, tekrar dirilip kabirlerinden kalkarlar, mahşer yerine sevkolunup Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetinde toplanırlar.
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiçbir fert unutulmaz.
"Suçlular simâlarından tanınırlar." (Rahman: 41)
Müminler sevinç ve ferahlıkla tanındığı gibi, onlar da siyah yüzleri ve patlak gözleriyle tanınırlar.
Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar. Üzüntü ve sıkıntıları son dereceye varır.
"Alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar." (Rahman: 41)
Zebâniler onları ayaklarından tutup yüze doğru bükerler ve sımsıkı bağlarlar. Tortop bir kütük gibi olurlar, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürülürler.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 42)
Hâl böyleyken, bu başa gelecek durumları inkâr etmeye hiç kimsenin salâhiyeti olamaz.
Bir azarlama, suçlama ve hakaret olarak onlara şöyle denilecektir:
"İşte bu suçluların yalanladığı cehennemdir!" (Rahman: 43)
Sizin varlığını yalanlamakta olduğunuz cehennem işte karşınızda duruyor ve siz onu ayan-beyan görüyorsunuz.
"Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar." (Rahman: 44)
"Hamîm" kaynar su; "Ân" ise son derece kızgın, ileri derecedeki hararetinden dolayı tahammül edilemeyecek noktaya gelmiş olan su demektir.
Kimi zaman cehennemde azap edilecek, kimi zaman da onlara kaynar su içirilecektir. Bu su bağırsakları paramparça eden, eritilmiş bakır gibidir. Kendilerini ayrıca yakar yandırır. Hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gidip gelirler. İlelebed bu şekilde azap üstüne azap görür dururlar.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır." (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm'e sürüklenirler, sonra Cahîm'e atılırlar.
Suçluların cezâlandırılması ve muttaki müminlerin nimete kavuşturulması, Allah-u Teâlâ'nın adaletinin ve merhametinin eseri olduğu gibi; onları azabı ile uyarması da işledikleri günahlardan ve şirkten alıkoyacak unsurlardır.
Bunun içindir ki insanlara minnet ederek şöyle buyurmaktadır:
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 45)
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman: 46)
Makamın Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi, hükümranlığın yalnız O'na mahsus olmasından dolayıdır.
"Rabb'inin makamı"; âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün düşünceye dalmış; kıyamet, mizan, cennet, cehennem, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı, dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş ve:
"Arzu ederdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi ve ben yaratılmamış olsaydım." demişti.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ'nın huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet verileceğine dair Âyet-i kerime nâzil oldu.
Ki birisi cismânî cennet diğeri ruhânî cennet. Birisi dünyada iken gönül cennetine girmektir, ahirette ise dilediği lütfunu onlara bahşeder. Onlar dünyada iken bu cennete girmişlerdir, bu halleri böylece ahirete intikal eder.
Ve bu iki cennet "Mukarrebler" e mahsustur.
Mukarrebler Huzur-u İlâhî'de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler. Onlar Allah'a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler." (Vâkıa: 10-11-12)
Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledirler, orada da Hazret-i Allah iledirler.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 47)
Mukarreb kullarını cennete değil cennetlere mazhar edecek olan bir Hâlik-ı kerim'in nimetleri nasıl inkâr edilebilir?
Böyle bir kimseyle, cehennemde ateş ile kaynar su arasında gidip gelenin durumu arasındaki fark ne kadar da büyüktür!
Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cennetin vasıflarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"İkisi de çeşit çeşit ağaçlarla doludur.?" (Rahman: 48)
Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları, zarif yaprakları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 49)
Allah-u Teâlâ itaatkâr kullarını cennetlerde her türlü nimetlere nâil buyuracaktır. Bunları inkâr etmek kimin haddinedir?
"İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır." (Rahman: 50)
Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine "Tesnim", diğerine "Selsebil" denilir. Fevkalâde lezzetlidirler.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 51)
Bunlar öyle ulvî nimetlerdir ki, bunlardan ancak inkârcılar mahrum kalacaktır.
"İkisinde de her türlü meyveden çift çift bulunur." (Rahman: 52)
Yaşı da vardır, kurusu da, istenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur. Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir beşerin aklından bile geçmeyen meyvelerden çift çift vardır. Dünya nimetlerine hiç benzemezler. Sadece isim benzerliği vardır. Dünyada tanınan meyveler olduğu gbi, tanınmayan meyveler de vardır.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 53)
Bu lezzetli nimetlerin hangi birini inkâr edebilirsiniz?
"Orada örtüleri kalın, parlak atlastan yataklara yaslanırlar." (Rahman: 54)
Yatakların örtüleri bu kadar güzel olursa yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.
"İki cennetin meyvelerini kolayca toplarlar." (Rahman: 54)
Oturan da ayakta duran da ve yatan da uzanıp alabilir. Onlar dünya meyvelerine benzemez.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 55)
Böyle bir nimet sahibine nasıl nankörlük edilir?
"O cennetlerde bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır." (Rahman: 56)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayası ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.
"Bu kocalarından önce, kendilerine ne insan ne cin dokunmamıştır." (Rahman: 56)
Bilâkis onlar bakiredirler. Bu kadınlar, daha önce içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar gibidirler.
Bu kadınlar dünya kadınlarıdırlar. Dünyada iken ister evli ister bakire olsunlar, ikinci yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse ilişki kurmamıştır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 57)
Allah-u Teâlâ'nın bu hususta vermiş olduğu söz kesindir ve katidir, nasıl olur da bunlar inkâr edilebilir?
"Onlar yâkut ve mercan gibidirler." (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 59)
Bu pek güzide hanımlar ne büyük birer nimettir. Bunları da mı inkâr edeceksiniz?
"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman: 60)
Dünyada iyilik ve güzellikte bulunan müminler, ahirette iyilik ve güzellikle mükâfatlandırılırlar.
Güzelliğin karşılığı güzellik, güzel iş yapanın sevabı güzel sevaptır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'yi okuyarak: "Biliyor musunuz Rabb'iniz ne buyuruyor?" diye sormuş, oradakiler de: "Allah ve Resul'ü en iyisini bilir!" diye cevap vermişlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
"Allah: 'Benim kendisine Tevhid nimeti olarak verdiğim kimsenin mükâfatı ancak cennettir.' buyuruyor." diye karşılık vermiştir. (Nevâdirül-usül)
Nitekim bu Âyet-i kerime yüksek bir mertebe olan "İhsan" ı göstermektedir.
Cebrâil Aleyhisselam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "İhsan nedir?" diye sorduğu zaman şöyle cevap vermiştir:
"İhsan, Allah'a sanki O'nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görüyor." (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 61)
Bu ilâhî lütuflardan bîhaber yaşamak kulluğun şânına yakışır mı?
Mukarrebler için tahsis edilen iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashâb-ı yemin" adı verilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır. Hadis-i şerif'te geçtiği üzere mukarreblerin oradaki eşyaları altından olduğu gibi, bu iki cennette bulunanların eşyaları da gümüştendir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bunlar Ashâb-ı yemin (sağın adamları) içindir." (Vâkıa: 38)
Daha önce geçen iki cennetin, bu iki cennetten daha şerefli olduğuna çeşitli yönlerden işaretler bulunmaktadır. Cennetlerin vasıfları karşılaştırıldığı zaman bu durum açıkça görülür.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 63)
Bunları da inkâr etmek cehâlet ve nankörlük değil midir?
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı yemin'e bahşedeceği iki cennetin vasıflarını da mütebâki Âyet-i kerime'lerde beyan buyurmaktadır.
O iki cennet:
"Koyu yeşildirler." (Rahman: 64)
Yeşilliklerinin ileri derecede olmasından dolayı siyahı andırırlar. Bakanların gönüllerine ferahlık verirler. Yeşillik arttıkça siyaha çalar.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 65)
Bütün bu cennetler birer nimettir, bunları inkâr etmek akıl kârı değildir.
"O ikisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır." (Rahman: 66)
Fışkırır, püskürür dururlar hiç kesilmezler. Seyredenler mesrur olur.
Cennette her şey daima mamur ve ebedî olduğu için, oranın sefâsı dünyanın sefâsına kıyas kabul etmez.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 67)
Hayat menbaı olan bu çeşmeler de ilâhî nimetlerdendir. Bunlar da elbette inkâr edilemez.
"İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." (Rahman: 68)
Hurma ve nar da meyve olduğu halde, "Çeşitli meyveler"den sonra ayrıca zikredilmişlerdir. Bu ise diğer meyvelerden daha üstün olduklarını göstermektedir.
Mukarreblerin iki cennetinde ise, her çeşit meyveden çift çift olduğu anlatılmaktadır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 69)
Bütün bunlar atiyye-i Sübhâniye'dir, bunları da inkâra hiç kimsenin salâhiyeti yoktur.
"İçlerinde güzel huylu güzel yüzlü kadınlar vardır." (Rahman: 70)
Onlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiçbiri yoktur. Aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simalara sahip olacaklardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu.
Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Tirmizî: 2525)
Mukarreblerin iki cennetinde ise kadınlar yakut ve mercana benzetilmiştir. Çünkü her güzel, yakut ve mercan kadar güzel değildir.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 71)
Bunları inkâr edenler kendi cehâletlerini teşhir etmiş olurlar.
"Çadırlar içinde örtülü (gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş) huriler vardır." (Rahman: 72)
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır.
Cennet her ne kadar sorumluluk yeri değilse de, onlar mahremleri dışında kimseye gözükmezler. Çünkü gizli şeyler kabilindendirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir mümin için cennette içi boş bir tek inciden altmış mil uzunluğunda bir çadır vardır. Mümin için orada âileler vardır. Onları dolaşır, fakat onlar birbirini görmezler." (Müslim: 2838)
Hurilerin güzellikleri yanında huyları da güzeldir. İffet ve hayâ numunesidirler.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 73)
Elbette ki bunları inkâr etmek akıl kârı değil, sapıklığın tâ kendisidir.
"Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır." (Rahman: 74)
İffet ve temizlik hususunda buradaki hurilerle o iki cennetteki huriler birbirine benzemektedirler.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 75)
Bu kadar ulvî nimetlerden hangi birisi inkâra cür'et edilebilir?
"Yeşil yastıklara ve harikulade işlemeli yataklara yaslanırlar." (Rahman: 76)
Şüphesiz ki bütün bu nimetler, burada belirtilen vasıflardan çok daha üstün ve yücedirler.
Bunların yeşil olmalarının sebebi, yeşilin gözleri ve ruhu dinlendirici bir özellikte olmasındandır.
"Öyleyken Rabb'inizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" (Rahman: 77)
Bütün bu nâmütenâhî nimetler birer ihsân-ı ilâhîdirler Müminler bu nimetlere nâil olacaklardır. Bunları inkâr edenler ise imansızlıklarının cezâsına kavuşacaklar, bu nimetlerden ebediyyen mahrum kalacaklardır.
"Azamet ve ikram sahibi Rabb'inin adı ne yücedir!" (Rahman: 78)
Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur.
Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı, O'nun ihsanıdır.
Allah-u Teâlâ isyan edilmeye değil, ululanmaya; ikram sahibi kabul edilerek ibadet edilmeye; inkâr edilmeye değil, şükredilmeye; unutulmaya değil zikredilmeye lâyıktır.
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes'ini celâl ve ikram sıfatları ile vasıflandırmıştır.
Sevban -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- namazdan çıktığı zaman üç defa istiğfar eder ve şöyle buyururdu:
"Ey Allah'ım! Sen Selâm'sın, selâmet de senden gelir. Sen mübareksin ey celâl ve ikram sahibi!" (Müslim)
•
Rahman sûre-i şerif'i, Kur'an-ı kerim'i öğreten Rahman ismiyle başlamış, "Celâl" ve "İkram" sahibi Allah'ın isminin çok mübarek olduğu belirtilerek sona ermiştir.