PKK terör örgütü lideri ile İmralı'da kamuoyunun bilgisi dahilinde görüşmeler yapılması Türkiye'nin terörle mücadele macerasında kritik bir aşamaya işaret ediyor.
Görüşmeleri hükümet adına yürüten MİT müsteşarı Hakan Fidan Türkiye'nin istihbarat dünyasındaki yerini yükseltmeye çalışan icraatları ile dikkat çekiyor. Son zamanlarda terör örgütü mensuplarına karşı çok fazla zayiat verilmeden elde edilen yüksek nitelikli başarılarda güvenlik güçlerinin başarısı kadar, istihbarat ağlarının tek çatı altında birleştirilmesi ile başlayan yeni istihbarat sürecinin de büyük etkisi olduğu görülüyor. İsrail gibi ülkelerin Fidan'ı hedef alan söylemleri hatta eylemli tepkileri elde edilen başarıların bazı ülkeleri rahatsız ettiğini gösteren işaretler olarak görülüyor. (Fransa'da öldürülen PKK'lı üç kadından birisinin isminin Fidan olması da ilginç bir tesadüftür.)
Geçtiğimiz senenin sonlarına doğru yaşanan açlık grevleri eylemlerinde Abdullah Öcalan'ı eylemleri sonlandırma yönünde açıklama yapmaya iten süreçte, idam tartışması gibi gündemde olmayan saiklerin devreye girmesi bazı işlerin profesyonelce yürütüldüğünün işaretini veriyor.
Bu arka plan değerlendirildiğinde son yaşanan görüşme sürecinden -terörist başının zaafları da düşünüldüğünde- biraz zayıf da olsa işe yarar bir netice verme ihtimali beklenebilir.
Türkiye'nin âlî menfaatlerine zarar vermeyecek işe yarar bir netice alınması elbette bir başarı olacaktır. Çünkü terörün sona ermesi, dağdaki teröristlerin silahlarını bırakması Türkiye'nin kan kaybını bitirir ve önünü açar.
Tabii Türkiye'nin istiklâlini, bütünlüğünü bozacak, devletin söz hakkını kaldıracak siyasî tavizler verilmediği takdirde.
Ancak medyada yer alan anayasa değişikliği, yerel yönetim reformu gibi haberlerle birlikte yaşanan tartışmalar ister istemez insanı endişelendiriyor, "Siyasî tavizler verilir mi?" korkusu doğuruyor.
Bir şeyler yapılmaya çalışılıyor fakat kafalardaki devlet felsefesinde eksiklikler, yanlış düşünceler var.
Dikkat edilirse Osmanlı'yı Osmanlı yapan, "Devlet" bilincinin yerleşmesini sağlayan esas unsur Allah dostu veliler olmuştur. Bu zâtlar "Hak, adalet, merhamet" gibi ilâhî hoşnutluğa sebep olan güzel ahlâk düsturlarının mürebbisi oldukları gibi aynı zamanda dirayetli ve etkin devlet mekanizmasının kurulmasının da öncüsü olmuşlardır. Osmanlı'nın kuruluşundaki Şeyh Edebâli -kuddise sırruh- Hazretleri'nin etkisi herkesin malumudur. Yine meselâ Sultan Dördüncü Murad şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri'nin tavsiyeleri ile sert tedbirler almış, devlet idaresine karışan annesini ev hapsinde tutmuş, laçkalaşmış devlet düzenini rayına oturtmuştu.
Binaenalayeh "Adâlet" demek, "Merhamet" demek; devleti zayıflatacak işler yapmak demek değildir.
Bedir Savaşı'nda esirler hakkında yapılan istişarede fidye karşılığı salıverilmeleri kararı verilmişti.
"Ancak Âyet-i kerime nazil olunca durum değişti.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Hiç bir peygambere yeryüzünde ağır basıp düşmanı yere sermeden esir almak yaraşmaz." (Enfal: 67)" (Bkz. Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm, s. 326)
Demek ki bizlerden beklenen, düşmanı yere sermek ve yeryüzünde ağır basmaktır.
PKK'nın çok büyük kayıplar verdiği 90'lı yıllarda terörist başının yakalanması ile böyle bir dönem yaşanmıştı. Bu dönemde ele geçen fırsat değerlendirilemedi. Rehavete girildi. Halbuki hemen Kuzey Irak kapısına orduyu yığıp, dağlardaki teröristlerin teslim olması, silah bırakması için baskı yapılabilir ve bir sonuç alınabilirdi.
Bu yapılmadı. Sonra PKK Kuzey Irak'ta Amerikan amcası, Avrupa teyzesinin kanatları altında dal-budak sardı. Demokrasi adı altında silahlı tehditle Kürt halkı üzerindeki etkisini artırdı. En şiddetli terör zamanında bile yaşanmayan toplumsal ayrışma provaları yaptı.
Halbuki bugün de pekâla 1998 şartlarını oluşturabiliriz. Güvenlik güçlerimiz gelişmiş teknoloji ve etkin istihbarat sayesinde son aylarda büyük başarılar sağlıyor. Ancak elebaşları Kuzey Irak'ta keyif çatmaya devam ettiği için bu üstünlükler kâle alınmıyor, anlaşma zemini arayışları zayıflık olarak algılanıyor. PKK "TC devletini dize getirdim." havalarına giriyor.
Şimdi bu teknolojik ve askerî üstünlüğümüz ile Kuzey Irak ve Kandil'e kapsamlı bir harekât yapmış olsak, terör yuvalarını dağıtıp elebaşlarını Apo gibi ininden çıkartsak, sonra bu anlaşma zeminlerini arasak durum nasıl olurdu? Hiç düşündünüz mü?
O halde şunu sormak lâzım: Neden korkuyoruz? Niye bugüne kadar böyle bir şey yapmadık? Çok şehit vermekten mi korkuyoruz? Yoksa Amerika izin vermediği için mi yapamıyoruz.
Bunu yapamadığımız için masada taviz mi vereceğiz? Bu kadar kuvvetli bir ordumuz, gelişmiş bir ekonomimiz varken, yenilgiyi kabul eden taraf mı olacağız?
"Böyle bir şey yok denilebilir." Ancak algı budur. Algı siyasette gerçekler kadar önemlidir.
Osmanlı zamanında devlet zayıfladıkça, ordu güçsüzleştikçe, ayakta kalmak için Batı ülkeleri arasındaki çıkar çatışmalarından medet bekledikçe iç-dış tavizler de mütemadiyen verildi. Sonunda devlet yıkıldı. Ülke; ekonomi, ordu, insan gücünde adeta sıfıra düştü.
Şimdi bu güçlü zamanımızda Amerika'nın Avrupa'nın akıl vermelerine bakıp taviz mi vereceğiz?
Yıllar yılı bu konuları düşünme işini Avrupa ve Amerika güdümlü gazetecilere, yazarlara bıraktığımız için eksik-yanlış fikirler beyinlerde yer etti.
Önce Graham Fuller gibi CIA ajanları, Amerikalı-Avrupalı tipler Türkiye'nin terör ve adil yönetim sorununu "Kürt Sorunu" olarak adlandıran eserlerle piyasaya çıktılar. Onları Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi zokayı yutan yazarlar takip etti. Bu gibi yazarların kendilerini çizginin Türkiye tarafında konumlandıran fikirleri ve devlet felsefeleri olmadığı için Avrupalı ve Amerikalılarla lüzumundan fazla hemhal ola ola belli bir kıvama geldiler. Tabi bu eksiklik sağdan soldan hemen bütün Türk elitinde mevcut olduğu için zokayı yutanlar taifesi epeyce genişledi.
Avrupa-Amerika takımının "Meselenin Çözümü" adı altında dayattığı "Tavsiye(!)"ler ile PKK'nın "Onurlu Barış" adı altında talep ettikleri arasında bir paralellik olduğunu görürsünüz.
Türkiye'ye "Çözüm", "Barış" gibi isimler adı altında "Siyasî Taviz" dayatıldığını, Fuller gibilerinin yazdığı kitaplarda da "Eğer bu meseleyi çözmek istiyorsanız azınlıkların siyasî taleplerini kabul etmelisiniz."diye nasihat verildiğini görürsünüz.
"Apo'nun serbest bırakılıp parti başkanı olmasına izin verilmesi" de bir siyasi taleptir, "Konfederasyon" da, "Bağımsızlık" da siyasî taleptir.
Türkiye'ye taviz nasihatı verenlerin karşılanmasını bekledikleri "Siyasî talepler" nerede başlayıp nerede son bulmaktadır?
Şunu unutmamamız lâzım:
Başkalarının hele hele Avrupa'nın-Amerika'nın nasihatlerini kâle alarak Türkiye'nin âli menfaatleri muhafaza edilemez. Bunu kesinlikle bilmemiz lâzım. Ortaya bir çizgi çektiğimiz zaman Türkiye bir tarafta, PKK'sı Avrupa'sı, Amerika'sı, İsrail'i diğer taraftadır. Bir Amerikalı, bir Avrupalı konuştuğu zaman ne kadar objektif olmaya çalışırsa çalışsın çizginin diğer tarafından konuşur. Kafasında küçük bir Türkiye, büyük bir Kürdistan vardır. Sinsi bir mesaj vermek istemese de iç duygusu bu olduğu için mesajları da ona göre olur, gerçek fikirlerini gizleyerek konuşur. Pentagonun odalarında dolaşan küçülmüş Türkiye haritalarını, kadın PKK'lı suikastleri ile kabak gibi ortaya çıkan PKK'ya Avrupa desteğini unutmayalım.
Bunlar budur.
"Batı" bizi batırmadan, Türkiye'nin âli menfaatlerini gözeten fikirlerle hareket etmeliyiz.
Cenâb-ı Hakk'a sığınalım, doğru kararlar alalım.
Çünkü; bu din, bu vatan, bu millet bize emanettir.