Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde yahudi ve hıristiyanların küfrünü, İslâm'a ve müslümanlara olan düşmanlıklarını haber vermiş, küfürden ve bu küfür ehlinden korunmamız için bize Âyet-i kerime'lerinde emir ve nehiyler beyan buyurmuştur..
Nitekim Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Yahudi ve hıristiyanlar küfürde ve İslâm düşmanlığında ortaktırlar. Bir ve beraberdirler.
Bununla beraber yahudilerin İslâm düşmanlığı hıristiyanlardan da putperestlerden de daha şiddetlidir. İslâm'ın ve müslümanların en büyük hasmı bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İnsanlar içerisinde müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
Yahudiler Resulullah Aleyhisselâm zamanından bugüne kadar İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdırlar. Ve düşmanlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Ancak ruhsatları bir yere kadar:
"Bütün dünya bunlardan ikrah etti. Müslümanların cezaları var, cezalarını çekiyorlar. Müslümanların cezası bitince onların cezası başlayacak."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Müslümanların, düşmanlarını iyi tanımaları şarttır.
Dikkat edilirse hıristiyan ülkeleri ve hususiyetle Amerika, İsrail vahşet ve soykırımına sessiz kalmakta hatta el altından desteklemektedir.
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl: 73)
Hadis-i şerif'te de "Küfür tek millettir." buyurulmaktadır.
Hıristiyanlar küfürde yahudilere ortak oldukları için icraatları da ortak oluyor.
Bunların, bu küfür ehlinin durumu budur.
Bu küfür ehlinin küfrünü ve düşmanlığını kabul etmemek onlara sevgi beslemek Allah-u Teâlâ'nın hükmünü inkâr etmek demektir.
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
İlâhî hüküm budur.
İman ile küfrü ayıran Allah-u Teâlâ'dır:
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü ve tecellisi budur. İman ile küfrü ayırdığı gibi müminlere ayırmalarını emretmiştir.
İmanın en sağlam kulpu Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Ebu Dâvud)
Binaenaleyh imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
"Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ'yı da, O'nun Peygamber'ini de ve o Peygamber'e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Hazret-i Allah'a hasım kesilenleri hasım kabul etmek, iman-küfür berzahını muhafaza etmek iman ehli olmanın icabatındandır.
Herkes bu aynada kendisine bakabilir. İmanı muhafaza edenlerden mi, yoksa küfre meyledenlerden mi? Buradan anlayabilir.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Dünyada onları dost edinen, onlarla beraber olan, ahirette azapta da onlarla beraberdir, onlarla beraber haşrolunur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde: "Kişi sevdiğiyle haşrolunur." buyurmuşlardır.
Gayemiz iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları muhafaza etmektir. Bu hudutları kaldırmaya çalışan kâfirlere ve münafıklara fırsat vermemektir.
Din nasihattır. Bu hakikatlerin hatırlatılması da müslümanların vazifesidir. Biz de bu vazifeyi yapabilmek gayesi ile bu dergimizde Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hazret-i Kur'an'da Yahudilerin, Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü" isimli eserindeki bu hakikatleri öz olarak duyurmaya çalışacağız inşaallah.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
"Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah yahudileri de hezimete uğratacaktır. Artık Allah'ın yarattığı yaratıklardan arkasında bir yahudinin saklanıp da Allah'ın konuşturmayacağı hiçbir şey kalmayacaktır. 'Ey Allah'ın müslüman kulu! İşte bu bir yahudidir. Gel de onu öldür!' demeyen ne bir taş, ne bir ağaç, ne bir duvar, ne de bir hayvan olacaktır. (Yalnız Gargad ağacı bu hükmün dışındadır. Çünkü bu ağaç onların ağaçlarındandır, konuşmayacaktır.)" (İbn-i Mâce: 4077)
İsrail demek, Amerika demek, Amerika demek, hıristiyan âlemi demek. Amerika demek yahudi demek, yahudi demek Amerika demek. Bütün dünya bunlardan ikrah etti. Müslümanların cezaları var, cezalarını çekiyorlar. Müslümanların cezası bitince onların cezası başlayacak. Amerika'nın daha bu bölgede işi var. Irak'tan sonra sırada; İran, Suudi Arabistan, Mısır var. İşte dünya böyle tutuşacak."
Yahudilerin Filistin'deki müslümanlara mütemadiyen saldırması, çocuk-kadın demeden insanları pervasızca katletmesi kendi tıynetlerinin icabındandır. Karşısında bir kuvvet bulmadığı müddetçe bu tıynetini sergilemekten çekinmez. Nitekim çekinmiyor da.
Bunların bu düşmanlığı nereden geliyor?
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde yahudi ve hıristiyanların küfrünü, İslâm'a ve müslümanlara olan düşmanlıklarını haber vermiş, küfürden ve bu küfür ehlinden korunmamız için bize Âyet-i kerime'lerinde emir ve nehiyler beyan buyurmuştur..
Nitekim Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Yahudi ve hıristiyanlar küfürde ve İslâm düşmanlığında ortaktırlar. Bir ve beraberdirler.
Bununla beraber yahudilerin İslâm düşmanlığı hıristiyanlardan da putperestlerden de daha şiddetlidir. İslâm'ın ve müslümanların en büyük hasmı bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İnsanlar içerisinde müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
Buna mümasil birçok Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ gerek yahudi, gerek hıristiyan olsun bu küfür ehlini bize tanıtmıştır.
Nitekim yahudi ve hıristiyanlar tarih boyunca İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık etmişler, hasım kesilmişler, İslâm'ı ve müslümanları yok etmeye çalışmışlardır. Her türlü katliamı, soykırımı sergilemişler, putperestlerle işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdir. Haçlı seferlerinde, Kudüs'te, Anadolu'da, Endülüs'te her türlü vahşeti yaptıkları gibi yakın tarihte Kıbrıs'ta, Bosna'da, ve halen Filistin'de, Arakan'da ve daha pek çok yerde bu böyledir.
Bunların, bu küfür ehlinin durumu budur.
Bu küfür ehlinin küfrünü ve düşmanlığını kabul etmemek onlara sevgi beslemek Allah-u Teâlâ'nın hükmünü inkâr etmek demektir.
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
İlâhî hüküm budur.
İman ile küfrü ayıran Allah-u Teâlâ'dır:
"İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır." (Bakara: 256)
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ'nın hükmü ve tecellisi budur. İman ile küfrü ayırdığı gibi müminlere ayırmalarını emretmiştir.
İmanın en sağlam kulpu Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir." (Ebu Dâvud)
Binaenaleyh imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
"Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz." (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ'yı da, O'nun Peygamber'ini de ve o Peygamber'e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Allah-u Teâlâ'ya, O'nun dini din-i İslâm'a ve Hazret-i Allah'a iman eden müslümanlara hasım kesilmeleri küfürlerinin icabatındandır.
Bu Hazret-i Allah'a hasım kesilenleri hasım kabul etmek, iman-küfür berzahını muhafaza etmek iman ehli olmanın icabatındandır.
Herkes bu aynada kendisine bakabilir. İmanı muhafaza edenlerden mi, yoksa küfre meyledenlerden mi? Buradan anlayabilir.
Bu emr-i ilâhi'yi dinlemeyenlerin, cehennemdeki feryatlarını da dinleyen bulunmayacaktır.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyuruyor. (Mâide: 51)
Dünyada onları dost edinen, onlarla beraber olan, ahirette azapta da onlarla beraberdir, onlarla beraber haşrolunur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kişi sevdiğiyle haşrolunur." (Keşf'ül-hafâ)
Gayemiz iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları muhafaza etmektir. Bu hudutları kaldırmaya çalışan kâfirlere ve münafıklara fırsat vermemektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri muhtelif aralıklarla bu isyânkâr millete azapların en kötüsünü tattıracak kimseler gönderceğini beyan buyurmaktadır:
"Rabb'in yeminle şunu bildirdi:
Elbette tâ kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir." (A'raf: 167)
Bu Âyet-i kerime'lerde yahudilerin kıyamete kadar tarih sahnesinden silinmeyeceğine, zaman zaman aynı azgınlıklarını devam ettireceklerine bu yüzden de sık sık azaba uğratılacaklarına işaret vardır.
Yahudiler eski geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmışlar, karşılarındaki en büyük düşmanın İslâm ve müslümanlar olduğunu nesilden nesile sürdüregelmişlerdir.
"Zira hiçbir yahudi yoktur ki müslümanı öldürmek niyetinde olmasın." (İbn-i kesir)
Bugün rahmetli ll. Abdülhamid Han'ın reddettiği yahudilerin çirkin teklifinden sonra yahudiler İngilizler'in yardımıyla 1945'te Filistin'deki müslümanları gerek yok ederek, gerek sürgün ederek mukaddes topraklara yerleşmişler ve müslüman ülkelerin ortasında çıbanbaşı olmuşlardır.
Öyle ki 20. yüzyılın yahudi devleti olan İsrail en güçlü silahlara en güçlü istihbarata en güçlü teknolojiye müttefiki olan ABD'nin yardımıyla ulaşmıştır.
Velhasıl, bugün müslümanların en büyük başbelası olmuştur. Filistin'deki müslüman katliamı hergün devam etmekte, dünyadaki müslüman mezalimlerinde yahudi İsrail'in rolü bulunmaktadır.
Arapları birbirine düşürmeyi başarmış, müslüman devletlerin birlik olmasını engellemek için her türlü fitneyi yaymıştır.
Hülâsa-i kelâm;
Yahudiler Resulullah Aleyhisselâm zamanından bugüne kadar İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdırlar. Ve düşmanlıklarını sürdürmeye devam edeceklerdir.
Müslümanların, düşmanlarını iyi tanımaları şarttır.
Dikkat edilirse hıristiyan ülkeleri ve hususiyetle Amerika, İsrail vahşet ve soykırımına sessiz kalmakta hatta el altından desteklemektedir.
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl: 73)
Hadis-i şerif'te de; "Küfür tek millettir." buyurulmaktadır.
Hıristiyanlar küfürde yahudilere ortak oldukları için icraatları da ortak oluyor.
Asr-ı saadette Arabistan yarımadasındaki Arap kavimlerini kışkırtarak müslümanlara karşı ortak bir hareket tertip edilmesinden haçlı seferlerinin arkasındaki finans desteğine kadar birçok olayda bu ihanet ve fesatın izleri vardır.
Avrupa reformistlerinin birçoğu, materyalistlerin dört elle sarıldığı Evrim teorisinin atası Darwin, Rus sosyalist ve devrimcilerinin tamamına yakını, faşizm ideologlarından bir kısmı, insanlara hayvan ahlakını tavsiye eden sosyolog(!)ların mühim bir kısmı yine yahudidir.
Yahudilerin bu tahribatları yanında ülkeleri ve devletleri sinsice kontrol etmeye dönük faaliyetleri de tarih boyu devam etmiştir. Özellikle Avrupa'da "Saray Yahudileri" denilen sınıflar oluşmuş, birçok yahudi de din değiştirerek gizlice gayesine devam etmiştir. Şu hakikat iyice ortaya çıkmıştır ki din değiştiren yahudilerden büyük kısmı siyaset ve dünya menfaati gayesi güderek böyle bir yol izlemiş, gizlice kendi dinini yaşamaya devam etmiştir. Nitekim bu din değiştirenlerin büyük kısmı İsrail'de yahudi muamelesi görürler.
Ortaçağ'da memuriyet işlerinde ve sarayda etkinlik kurmaya çalışan yahudiler 1700'lü yıllarda faaliyetleri artan gizli cemiyetler ve mason teşkilatları vasıtası ile yahudi olmayanları da kendi gayeleri doğrultusunda kullanmaya başlamışlardır. Sermayenin çok büyüdüğü ve şirketleşmenin yayıldığı son devirlerde -özellikle sanayi devriminden sonra- para ve sermaye üzerindeki kontrollerini artırmaya önem vermişlerdir. Bu şekilde ortaya çıkan tiröstler (küresel ekonomide tekel haline gelen şirketler) vasıtası ile dünya siyaseti üzerinde söz sahibi olur hale gelmişlerdir. BM, NATO, AB gibi birçok uluslararası kuruluşun temelini kendi çıkarları doğrultusunda inşa etmeye çalışmışlar, ancak gün gelip işlerine yaramaz hale gelince yıkmak için gerekeni yapmaktan da kaçınmamışlardır.
Özellikle son yüzyıllarda cereyan eden siyasî hadiselerde yahudi rolünü şöyle özetlemek mümkündür: Yap-Boz...
Bu "Yap-Boz"un sebebi yahudi siyasetinin yıllar içinde değişmesidir.
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki yahudi siyaseti Filistin topraklarına mümkün olduğunca çok yahudiyi yerleştirmekti. Bu gaye önünde engel kim varsa yıkılması gerekiyordu. Birinci Dünya Savaşı bu süreci hızlandırdı. Osmanlı Devleti yıkıldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda bu siyasi hedef özellikle İngiltere'nin yardımı ile amacına ulaşmıştı.
Sırada yahudi devletinin kurulması vardı. 2. Dünya Savaşı akabinde bu siyasi gaye de gerçekleşti. Sonraki soğuk savaş yılları İsrail varlığının pekiştirilmesine hizmet eden yıllar oldu.
Sırada Vadedilmiş Topraklar ve Dünya Krallığı var. Bu sefer siyasi hedef büyük. Hadiseler de buna göre büyük planlanıyor. Irak'ta ateş başladı. Çok daha büyüklerini bekleyin. Bu yıkıcı nükleer silahlar patlayacak. 3. Dünya Savaşı ve çok büyük afatlar ile dünya dümdüz olacak. Kıyamet Alametlerini haber veren Hadis-i şerif'lere baktığımızda bunları görüyoruz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap'ta (Levh-i mahfuz'da) yazılıdır." (İsra: 58)
Binaenaleyh bunların hepsi Hazret-i Allah'ın takdiri ile oluyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Hadis-i şerif'te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah yahudileri de hezimete uğratacaktır. Artık Allah'ın yarattığı yaratıklardan arkasında bir yahudinin saklanıp da Allah'ın konuşturmayacağı hiçbir şey kalmayacaktır. 'Ey Allah'ın müslüman kulu! İşte bu bir yahudidir. Gel de onu öldür!' demeyen ne bir taş, ne bir ağaç, ne bir duvar, ne de bir hayvan olacaktır. (Yalnız Gargad ağacı bu hükmün dışındadır. Çünkü bu ağaç onların ağaçlarındandır, konuşmayacaktır.)" (İbn-i Mâce: 4077)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Müslümanlarla yahudiler harbetmedikçe kıyamet kopmaz. Müslümanlar onları öyle bir öldürecekler ki, hatta yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak, taş veya ağaç da: 'Ey müslüman, ey Allah'ın kulu! Şu arkamdaki yahudidir, hemen gel de onu öldür!' diyecektir. Yalnız Ğargad ağacı bunu demeyecek, çünkü o yahudilerin ağacıdır." (Müslim: 2922)
Allah-u âlem yahudiler Mekke-i mükerreme'ye ve Medine-i münevvere'ye giremeyecek, Medine-i münevvere'ye nötron bombası atsalar gerek.
Amma onlar, amma Çinliler. Bütün halk ölecek. Bundan değil müslümanlar, bütün küffar halkı da rahatsız olacak.
Sonra Allah-u Teâlâ onların öldürülmesini murad ettiği zaman, küffar memleketine sığınmış bir yahudiyi dahi ikrah ettikleri için haber verecekler. Yalnız Amerika haber vermeyecek, çünkü Amerika onlardandır.
Ve bugünler çok yakın, çok yakın. Ben 80 yaşımda olduğuma kendim inanamıyorum. Bütün bu hadiselerin oluşu, bitişi 40 sene sürecek. Demek istiyoruz ki, bundan sonra harpler var, darpler var, üzüntüler var, sıkıntılar var, hüzünlü seneler var.
Mühim hadiseler olacak, mühim hadiseler doğacak ve büyük kanamalar olacak. Vakit bekleniyor. Ne zaman? O bilir. Allah'u-âlem doğacak hadiseler çok kan dökülmesine vesile olur.
Ben dünyayı harap olmuş bir ev olarak görüyorum. Ne zaman çöktürecek, onu O bilir.
Bu isyan cezasız kalmaz, vakit geldi. Allah'ım beterinden korusun. Bakalım Allah-u Teâlâ ne gösterecek.
İsrail demek, Amerika demek, Amerika demek, hıristiyan âlemi demek.
Amerika demek yahudi demek, yahudi demek Amerika demek.
Bütün dünya bunlardan ikrah etti. Müslümanların cezaları var, cezalarını çekiyorlar. Müslümanların cezası bitince onların cezası başlayacak.
Amerika'nın daha bu bölgede işi var. Irak'tan sonra sırada; İran, Suudi Arabistan, Mısır var. İşte dünya böyle tutuşacak.
Amerika dört devleti gözüne kestirdi; Irak, İran, Suudi Arabistan ve Mısır.
Amerika'nın bütün gayesi petrolü elde etmek, dünyayı elde tutmak. Ondan sonra büyük bir patlak verecek, dünya kaynayacak.
Allah'ımız sonumuzu hayırlı etsin."
•
Yahudilerin tarih boyunca müslümanlar üzerindeki entrikaları hiç bitmemiştir.
Ülkemiz üzerinde de bu böyledir. Bugün Irak Kürtlerine sinsice destek veriyorlar. Yarın yahudi aleni olarak karşımıza dikildiğinde kimse şaşırmasın.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri muhtelif aralıklarla bu isyankâr millete azapların en kötüsünü tattıracak kimseler göndereceğini beyan buyurmaktadır:
"Rabb'in yeminle şunu bildirdi:
Elbette tâ kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir." (A'raf: 167)
Bu Âyet-i kerime'de; yahudilerin kıyamete kadar tarih sahnesinden silinmeyeceğine, zaman zaman aynı azgınlıklarını devam ettireceklerine, bu yüzden de sık sık azaba uğratılacaklarına işaret vardır.
Hepsi Hazret-i Allah'ın ruhsat vermesi ile oluyor. Bugün müslümanlar isyan ve günahının cezasını çekiyor. Hiç şüphe olmasın bu devreden sonra da bunlar isyan ve azgınlıklarının cezasını daha dünyada iken çekecekler. Böylece dünyanın son devresi tamamlanmış; her şey yaşanmış ve bitmiş olacak.
•
Bu iman ile küfrün harbidir. Küfür ehli hakiki müslümanlara hiçbir zarar veremez:
"Onlar incitmekten başka size herhangi bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girişecek olsalar bile, arkalarına dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez." (Âl-i imran: 111)
Muhterem, merhum Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri tebliğ ve irşadla geçen 85 yıllık ömr-ü sââdetlerinde gönüllere Allah ve Resul'ünün sevgisini yerleştirmeye, İslâm ahlâk ve yaşayışını yaymaya gayret etmişlerdi. Aynı zamanda içinde bulunduğumuz ahir zamanın fitneleri ile mücadele etmişler, hükm-ü İlâhî'yi ortadan kaldırmaya matuf söz ve hareketlere karşı eserler neşrederek büyük bir mücadele ve mücahede yapmışlardı.
Zira bu gibi fitneler müslümanların imanlarına tasallut eden büyük bir afattır.
Bunlardan birisi de yahudi ve hıristiyan gibi küfür ehlinin küfrünü hoş görme fitnesidir. Zira gerek Kuran-ı kerim'de, gerek Hadis-i şerif'lerde, gerekse asırlar boyu gelmiş-geçmiş bütün İslâm âlimlerinin eserlerinde; yahudi ve hıristiyanların küfür ehli oldukları; onların bu küfrünü inkâr etmenin, onların bu küfrünü hoş görmenin,"Onlar da cennete girecek, onlar da tevhid ehli!" demenin de kişiyi küfre sokacağı, kâfir yapacağı açık seçik olarak beyan edilmiş iken küffarın küfrünü hoş görmek bugün moda oldu.
Allah-u Teâlâ'nın hükmünü beğenmeyerek bu fitneye kapılanlar müslüman iken münafık oldu.
Dış düşmanın da teşviki ile bu fitne dünyada ve memleketimizde moda oldu. Riyaset, ikbal ve menfaat peşinde olan pek çokları bu modaya ayak uydurdu.
Kitabullah'ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ küfürdür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayat-ı saadetlerinde bu gibi fitnelere karşı şiddetli müdahaleleri olmasaydı, herkes "İslâm budur" zannedecek, din ortadan kalkacaktı.
Bugün bu fitneler devam etse bile, müslümanlar biliyor ki bu söz ve icraatlar İslâm'da yoktur. İslâm bu fitnelerden uzaktır. Hüküm Allah'ındır. İman Allah'ın hükmüne teslim olmakla mümkündür.
Din nasihattır. Bu hakikatlerin hatırlatılması da müslümanların vazifesidir. Biz de bu vazifeyi yapabilmek gayesi ile bu dergimizde Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hazret-i Kur'an'da Yahudilerin, Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü" isimli eserindeki bu hakikatleri öz olarak duyurmaya çalışacağız inşaallah.
İsrâiloğulları İbrahim Aleyhisselâm'ın soyundan geldikleri için, imamet ve risâlet makamına kendilerinin müstehak olduklarını iddia ediyorlardı. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onların bu iddialarını reddetmiş, dini hükümlere muhalefet edenlere o nesebin hiçbir fayda vermeyeceğini duyurmuştur.
İsrâiloğulları bozulup dinlerini kaybedince yahudiliği, daha sonra da hıristiyanlığı icâd etmişlerdi.
Daha sonra Allah-u Teâlâ imameti İsrâiloğulları'ndan almış, İbrahim Aleyhisselâm'ın soyunun diğer koluna vermiş; âlemlere rahmet olarak müjdelenen son peygamber, İsmail Aleyhisselâm'ın neslinden gelmiştir.
Âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm, Tevhid inancı esasına dayanan İbrahim Aleyhisselâm'ın dinine tâbi olmakla vazifeliydi.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Sonra da sana 'Doğruya yönelen İbrahim'in dinine uy! O müşriklerden değildi.' diye vahyettik." (Nahl: 123)
Allah-u Teâlâ'nın Resul'üne tavsiyesi şüphesiz ki ümmetine de tavsiyesi demektir.
Görülüyor ki bu din-i mübinin temeli, İslâm ümmetinin atası olan İbrahim Aleyhisselâm'a kadar uzamaktadır.
Beşeriyette Tevhid esası İbrahim Aleyhisselâm'dan önce de mevcut olmakla beraber, asıl yeryüzüne yerleşmesi kendisinden sonra olmuştur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O sizi seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için hiçbir zorluk yüklememiştir." (Hacc: 78)
İbrahim Aleyhisselâm Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin cedd-i âlâsı ve babası bulunduğundan, ümmetinin de babası sayılır. Bir peygamberin ümmeti, o peygamberin evladı hükmünde olduğu gibi, o peygamber de ümmetinin babasıdır.
Bunun içindir ki İbrahim Aleyhisselâm'a Kuran-ı kerim'de oldukça geniş yer verilir.
İbrahim Aleyhisselâm'ın yahudi veya hıristiyan olduğunu iddiâ eden ehl-i kitap hakkında nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmez misiniz?" (Âl-i imran: 65)
İbrahim Aleyhisselâm'a dair bu iddialarını isbat edecek Tevrat'ta İncil'de hiçbir bilgi yoktur. O, bu kitaplar gönderilmeden çok önce yaşamıştı.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlara, onların torunlarından olmalarına rağmen, onlarla aralarında hakiki bir bağ olmadığı gibi, böyle bağ olduğunu iddia etmeye haklarının da olmadığını, iftihar ettikleri geçmişlerinin yolundan ayrılmakla yaptıklarının karşılıklarını göreceklerini Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size âittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz." (Bakara: 134 ve 141)
Kur'an-ı kerim'in on yerinde İbrahim Aleyhisselâm'ın milletinden ve hanif olduğundan söz edilir.
İbrahim Aleyhisselâm'ın dinine tâbi olan ancak Muhammed Aleyhisselâm'dır ve ona iman edenlerdir:
"İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber (Muhammed) ve müminlerdir. Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imran: 68)
Allah-u Teâlâ onların İbrahim Aleyhisselâm hakkındaki iddialarını yalanlayarak Âyet-i kerime'sinde ulûl-azm peygamberlerden İbrahim Aleyhisselâm'ın; "Ne hıristiyan ne de yahudi" olduğunu,"Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman" olduğunu haber veriyor:
"İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi." (Âl-i İmran: 67)
Allah-u Teâlâ dinini bütün dinlerden üstün kılmıştır.
İslâm geldikten sonra ne yahudiliğin, ne hıristiyanlığın, ne de diğer dinlerin hükmü kaldı. Hiçbirisi de İslâm'ın karşısında tutunamadı.
O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık kazandı ki; Allah'tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Aleyhisselâm Allah'ın peygamberidir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"İsrâiloğullarından küfre sapanlar hem Dâvut'un hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lânetlenmişlerdir." (Mâide: 78)
"(Musa dedi ki:) Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk eder misin Allah'ım?" (A'raf: 155)
•
Yahudiler tarihte; "Peygamberlerini öldüren kavim" olarak tanınmaktadır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Allah'ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberlerini öldürenlere ve insanlardan adâleti emredenleri öldürenlere elem verici bir azabı müjdele!
Onların yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur." (Âl-i imran: 21-22)
Diğer bir Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruyor:
"Her ne zaman onlara hoşlarına gitmeyen hükümlerle bir peygamber gelmişse; bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler." (Mâide: 70)
"Resul'üm! De ki: Şayet siz gerçekten inanmış kimseler idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" (Bakara: 91)
İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz? İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Ecdâdınızın bu cinayetlerini doğru bir davranış gördüğünüz için, siz de onlar gibi câni hükmünde bulunmaktasınız.
Yahudiler peygamberlerini böylece haksız yere öldürdükleri gibi, bu zamanın kâfirleri de Allah-u Teâlâ'nın seçkin âlimlerini, nur saçan kandillerini, peygamber vekillerini öldürdüler. Yahudiler peygamberlerini öldürüyorlardı amma peygamber vekillerini de kâfirler öldürdü.
Gayeleri din-i İslâm'ı yıkmak ve yok etmekti.
•
Yahudiler mukaddes bir istirahat günü istemişlerdi. Allah-u Teâlâ bunun üzerine haftanın altı gününü iş günü, yedinci cumartesi gününü de sadece din işleri ile uğraşmaları ve gönüllerinde dini şuuru sağlamlaştırmaları için mukaddes bir tatil günü yaptı. O gün çalışmak, balık avlamak ve yemek yasaktı.
Bu husus Kur'an-ı kerim'de şu şekilde açıklanmaktadır:
"Onlara şu deniz kıyısındaki şehrin durumunu sor! Hani onlar cumartesi yasaklarına saygısızlık edip ilâhi sınırı aşıyorlardı. Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak sürü halinde akın akın yanlarına geliyordu. Diğer günler ise gelmiyorlardı.
Biz onları yoldan çıkmaları sebebiyle böylece imtihan ediyorduk." (A'raf: 163)
Allah-u Teâlâ bu günahkâr yahudileri itaatsizlikleri sebebiyle maymun şekline çevirmiştir:
"İçinizden cumartesi günü azgınlık edip haddi aşanları elbette biliyorsunuz. Biz onlara 'Aşağılık maymunlar olunuz!' demiştik." (Bakara: 65)
Bir Âyet-i kerime'de de bu husus yeniden hatırlatılıyor. Bu cezanın sadece maymunlaşma ile değil, domuzlaşma ile de ilgili olduğu belirtiliyor:
"De ki: Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi?
Onlar Allah'ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle tağuta tapanlardır.
İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış bulunanlardır." (Mâide: 60)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İsrâiloğullarından bir ümmet kayboldu, hayvan sûretine çevrildi. Bilinmez ki o topluluk ne fenalık işlemiştir. Fareyi bunlardan sanıyorum. Çünkü o deve sütü konunca içmez, koyun sütünü içer." (Buharî Tecrid-i sarih: 1364)
İsrâiloğullarına devenin eti ve sütü haram kılınmıştı.
Çünkü onlar haram olan bazı şeyleri helâl sayıyorlardı. Bu yüzden Allah-u Teâlâ ceza olarak onlara helâl olan şeyleri bile haram kılmıştır.
Âyet-i kerime'lerde buyuruluyor:
"Yahudilerin yaptıkları zulümden, birçok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden, menedildikleri halde fâiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık. İçlerinden inkâr edenlere de elem verici bir azap hazırladık." (Nisâ: 160-161)
"Biz onlara zulmetmedik, onlar kendilerine zulmediyorlardı." (Nahl: 118)
Yahudilerin hak ettikleri bu cezaların bir ibret ve öğüt kılındığı beyan buyurulmaktadır:
"İşte biz bu (maymunlaşma cezasını), kendi devirlerinde yaşayıp hadiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelecek olanlara bir ibret dersi, takvâ sahibi müminlere de bir öğüt yaptık." (Bakara: 66)
Âyet-i kerime'lerden açıkça anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ'nın lânet ve gazabına uğrayan yahudiler, hayvan şekline dönüştürülmüşlerdir.
Bir insanın şeklinin değiştirilip hayvan şekline konmasına "Mesh" denir. Eski milletlerde bu değişme olurdu. Resul-i Kibriya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âlemlere rahmet olduğu için, Hazret-i Allah onun hürmetine zahiren sıfat değiştirmeyi bu ümmetten kaldırmıştır. Bu sıfatlar örtü altında kaldı. Şimdiki zamanda da hayvani sıfatlar mevcuttur. İnsan hangi sıfatta öldüyse o sıfatta dirilecek. Herkese saldıranlar köpek şeklinde, nankör insanlar kedi şeklinde, herkese düşmanlık yapanlar ise yılan suretinde mahşere çıkacaklar. Hayvan suretinde dirilecek amma; Hazret-i Allah dünyadaki şeklini yüzüne verecek, kim olduğu şeklinden tanınacak. Hayvani sıfatlardan arınanlar ise insan şeklinde ve sıfatında olacaklar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in âlemlere rahmet olarak gönderildiği yıllarda Arabistan'ın her tarafında yahudi bulunmasına rağmen, Mekke'de hemen hemen hiç yoktu. Mekke devrinde iken müslümanların düşmanı yalnız müşriklerdi. Medine'ye hicret ettikten sonra Medineli yahudilerle müslümanların içindeki münâfıklar da bu düşmanlığa katıldılar.
Medine'nin yarısı yahudi idi. Resulullah Aleyhisselâm, putperestlerden daha çok yahudilerin hücum ve saldırısına maruz kaldı.
Kudüs'ün yıkılması üzerine Rumlar tarafından tecavüze uğrayan yahudiler, Hicaz bölgesine sığınarak bu bölgenin yerli halkı haline gelmişlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'ye teşriflerinde;Kaynuka,Nadir;ve;Kureyza;oğullarına mensub üç yahudi kabilesi vardı. Her kabile kendi başına müstakil bir topluluk teşkil ediyordu. İktisâdi yönden Medine'de hakim durumda idiler. Medine etrafında kuvvetli kaleler içinde yaşıyorlardı.
Yahudiler kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ederler; Araplara vahşi ve câhil gözüyle bakarlar, onlara hayvanca muamele yapmayı âdeta bir hak sayarlardı. Mallarını çeşitli hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Yahudi din adamları ve ulemâsının bir bölümü falcılık ve bir takım sihir, büyü ile ilgileniyor, Araplar'ı kandırmaya çalışıyorlardı.
Yahudiler maddî refah açısından çok güçlüydüler. Araplar'ın bilmedikleri bazı sanat ve hünerleri biliyorlardı, ticaretin çoğu ellerinde idi. Etraf memleketlerden gıda maddeleri getirirler, oralara hurma götürüp satarlardı. Hayvancılık yaptıkları gibi, dokuma imalatı da yapıyorlardı. Kaynuka oğulları kuyumculuk, demircilik, çanak çömlek imalatında mahir idiler.
Ticarette doğruluk ve dürüstlük ancak kendi ırklarından olanlarla yapıldığı zaman geçerli idi. Kendilerinden olmayanlarla yaptıkları ticaret ve diğer muamelelerde sahtekârlığın her türlüsünü icrâ etmekten çekinmezlerdi.
En büyük işleri tefecilikti. Borç para verip karşılığında çok yüksek fâiz alırlardı. Fâizler çok yüksek, ödeme şartları çok ağır olduğu için, yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha yakalarını kurtaramazlar, fâiz ödemekten ana parayı ödeme fırsatı bulamazlardı. Araplar'ın yahudilere böylesine bağlanması, onlara karşı kin ve nefretlerini artırmıştı, bu baskıdan bir an evvel kurtulma çarelerini arıyorlardı.
Yahudiler ise maddî menfaatlerini korumak maksadıyla Araplar'ın hiçbir zaman birlik ve beraberlik içinde olmalarını istemiyorlardı. Zira Araplar arasında birlik kurulduğu takdirde, yahudilerin sahip bulundukları verimli topraklardan, bağ ve bahçelerden, mamur beldelerden sürüleceklerini biliyorlardı. Yahudiler ayrıca kendi can ve mal güvenliklerini koruma altına almak için, güçlü olan Arap kabileleri ile ittifak kurup onların himayesine girerlerdi. Böylece güçlü olan bir başka Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı.
Evs ve Hazreç kabileleri, yahudilerle bazen anlaşır bazen bozuşurlardı. Ne zaman araları açılsa yahudiler: "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir, gölgesi üzerimize düştü. O gelince biz ona tâbi olacağız, sizin kökünüzü kazıyacağız." derlerdi. Ayrıca: "Ey Allah'ımız! Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz âhir zaman peygamberi hürmetine bize yardım et!" diye duâ ve istimdat ederlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm Medineliler'le konuşup onları İslâm'a dâvet edince birbirlerine: "Vallahi bu size yahudilerin, geleceğini haber verdikleri ve bizi korkuttukları Peygamber olsa gerek! Sakın yahudiler ona tâbi olmakta bizi geçmesinler." demişlerdi. Çünkü yahudilerin böyle bir beklenti içinde yaşadıklarını biliyorlardı.
Aslında yahudiler Resulullah Aleyhisselâm'ın geleceğini ve vasıflarını; "Kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlardı." Fakat tıynetleri icabı olsa gerek ki; "Ne zaman bir Peygamber gelip de gönüllerinin hoşlanmadığı bir şey getirse ona karşı büyüklük tasladılar. Peygamberlerinin kimini yalanladılar, kimini öldürmekten çekinmediler." Resulullah Aleyhisselâm'ı da çekemeyecekleri tabiî idi. "Bile bile ona düşmanlık edeceklerdi." Kıskançlık ve hasetlerinden, kin ve düşmanlık etmeye başladılar.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri kâfirlere karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, tanıdıkları ve bekledikleri (o Kur'an) kendilerine gelince, bu defa onu inkâr ettiler.
İşte bundan dolayı Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir." (Bakara: 89)
Bunun içindir ki bunlar melun oldular.
Medineli müslümanlar yahudilerin bu kadar merakla ve heyecanla bekledikleri Peygamber'i kabul etmek yerine, ona karşı çıkmalarını, onun en azılı düşmanları olmalarını bir türlü anlayamıyorlardı.
Hatta Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- gibi bazı müslümanlar yahudilere şöyle dediler:
"Ey yahudiler! Allah'tan korkun ve İslâm'a girin. Bizler müşrik iken siz bir peygamber gönderileceğini bize bildiriyor ve bu vasıfları ile bize onu tanıtıyordunuz."
Fakat onlar itiraz ettiler. "Bizim kendisinden söz ettiğimiz kişi bu değildir." dediler. Onun gelmesiyle Araplar'ın üstünlüğünün sona ereceğine ve kendilerinin iktidar ve ikbal sahibi olacaklarına kesinlikle inanan yahudiler sabahtan akşama kadar: "Geliyor... Gelmek üzeredir..." gibi laflarla onun geleceğinden sözedip dururlardı. Fakat o gelince bütün bunları unutup insanlıktan çıktılar. "Vakti geldi" dedikleri Peygamber için; "Hayır! Beklediğimiz bu değildir, daha onun vakti gelmedi, bu bizden değildir." dediler.
•
Yahudilerin ileri gelenlerinden birinin kızı, diğerinin de yeğeni olan Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz şöyle buyurmuştur:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine'ye hicret edince babamla amcam onu görmeye gittiler ve kendisiyle uzunca müddet sohbet ettiler. Eve döndüklerinde amcam: 'Bu gerçekten, kitaplarımızdaki haberi verilen peygamber midir?' dedi. Babam: 'Evet, vallahi o aynı peygamberdir!' diye cevap verdi. 'Sen buna inanıyor musun?' diye sorduğunda: 'Evet!' dedi. 'O halde ne yapmalı, niyetin nedir?' dedi. Babam: 'Yaşadığım müddetçe vallahi ona muhalefet edeceğim.' dedi."
Gerçek apaçık meydanda iken, bundan daha çirkin bir kıskançlık olamaz. Çünkü böyle bir inatlaşma ve kıskançlık doğrudan doğruya zât-ı ulûhiyete karşı bir itirazdır.
•
Yahudiler bu şerefli Peygamber'i tasdik edip destek olacak yerde inkâr etmek suretiyle, nefislerini çok kötü bir bedelle satmış oldular:
"Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar! Allah'ın, kullarından dilediğine lütfundan (kitap) indirmesine hased ederek Allah'ın indirdiğini inkâr ettiler ve bu sebeple gazap üstüne gazaba uğradılar.
Küfredenlere kahredici bir azap vardır." (Bakara: 90)
•
Yahudiler beklenen Peygamber'in geldiğini bildikleri halde, onun kadr-ü kıymetini düşürmek için, devamlı olarak karışık sorular sormaktan, kasıtlı bir takım itirazlar ortaya koymaktan geri durmuyorlardı.
Müslümanları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar, âyetlerin mânâlarını bozacak şekle sokuyorlar, dilleri sürtmüşcesine kelimeleri yanlış söylüyorlar, bir gün müslümanlığa girip ertesi günü çıkıyorlardı. Gayeleri müslümanlığı küçük düşürmek, müminleri şaşırtmak, kalplere şüphe ve fesat tohumları saçmaktı.
İslâm düşmanlığı o kadar ileri gitmişti ki, ehl-i kitap'tan oldukları halde putperestliği müslümanlığa tercih bile ediyorlar, müşriklerin daha doğru yolda olduklarını söylüyorlardı.
Kur'an-ı kerim'de çeşitli Âyet-i kerime'lerde yahudilerin özellikleri beyan buyurulmaktadır:
"Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün." (Bakara: 96)
"Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister." (Bakara: 96)
"Onlar, ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü aslâ istemezler." (Bakara: 95)
"Onların içinde öylesi var ki, ona bir dinar versen, tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez." (Âl-i imran: 75)
"Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi." (Nisâ: 53)
"Onlar yeryüzünde durmadan fesat çıkarmaya koşarlar." (Mâide: 64)
"İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hainlik görürsün!" (Mâide: 13)
"Sen kendileriyle andlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 56)
"'Kitap ehli olmayan Arapların ve sâir kimselerin (hakkını yemekten dolayı) üzerimize bir sorumluluk yoktur.' derler." (Âl-i imran: 75)
"Onlardan bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün!" (Mâide: 80)
"Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb'inizden bir hayır inmesini istemezler." (Bakara: 105)
"'Sayılı birkaç gün dışında cehennem ateşi bize dokunmaz.' derler." (Bakara: 80 - Âl-i imran: 24)
"'Biz nasıl olsa bağışlanacağız.' diyorlar." (A'raf: 169)
"'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.' (derler.)" (Mâide: 18)
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek isterler." (Tevbe: 32)
"İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
"Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar." (Âl-i imran: 118)
"Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar." (Âl-i imran: 118)
"Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır." (Âl-i imran: 118)
"Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür." (Âl-i imran: 118)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnud olmazlar." (Bakara: 120)
"'Sizin dininize uyanlardan başka hiçbir kimseye inanmayın!' (derler.)" (Âl-i imran: 73)
"Onlar Allah'tan bir gazaba uğramışlardır." (Âl-i imran: 112)
"Onlara alçaklık damgası vurulmuştur." (Bakara: 61 - Âl-i imran: 112)
"O yahudiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, zillet altında kalmaya mahkûmdurlar." (Âl-i imran: 112)
"Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık." (Mâide: 13)
"İnkârları yüzünden Allah onlara lânet etmiştir." (Nisâ: 46)
"Allah onlara gazap etmiştir." (Mâide: 80)
Ayrıca;
Bakara sûre-i şerif'inin 94. Âyet-i kerime'sinde; âhiret yurdundaki nimetlerin bütünüyle kendilerine âit olduğunu iddia ettikleri,
76. Âyet-i kerime'sinde; münafıklarla İslâm'a karşı işbirliği yaptıkları,
97. Âyet-i kerime'sinde; Kur'an-ı kerim'i indirdiği için Cebrâil Aleyhisselâm'a düşman oldukları,
61. Âyet-i kerime'sinde; nankörlükleri, haksız yere peygamberlerini öldürdükleri, isyana daldıkları, mütecaviz oldukları,
246. Âyet-i kerime'sinde; dönek oldukları,
Mâide sûre-i şerif'inin 79. Âyet-i kerime'sinde; iyiliği emredip kötülükten sakındırmadıkları,
A'raf sûre-i şerif'inin 146. Âyet-i kerime'sinde; her âyeti görseler yine de inanmadıkları, doğru yolu görseler onu yol edinmedikleri, azgınlık yolunu gördüklerinde onu yol edindikleri... beyan buyurulmaktadır.
•
Yahudilerin tarih boyunca müslümanlar üzerindeki entrikaları hiç bitmemiştir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri muhtelif aralıklarla bu isyankâr millete azapların en kötüsünü tattıracak kimseler göndereceğini beyan buyurmaktadır:
"Rabb'in yeminle şunu bildirdi:
Elbette tâ kıyamet gününe kadar onlara azabın en kötüsünü yapacak kimseler gönderecektir." (A'raf: 167)
Bu Âyet-i kerime'de; yahudilerin kıyamete kadar tarih sahnesinden silinmeyeceğine, zaman zaman aynı azgınlıklarını devam ettireceklerine, bu yüzden de sık sık azaba uğratılacaklarına işaret vardır.
Yahudiler Tevrat'taki tahribatları sayesinde birçok Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e iftirada bulunmuşlardır.
Bu ifadeler bugünkü muharref Tevrat'ta geçmektedir. Bu hakaret ve iftiraları İslâm tamamıyla reddetmektedir. Çünkü Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz seçilmiş, muhafaza edilmişlerdir. Her hususta doğru sözlüdürler. Aslâ yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar, günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah'tan aldıkları emir ve nehiyleri insanlara bildirirler.
Âyet-i kerime'de:
"Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık." buyuruluyor. (Enbiya: 73)
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahiptirler.
Âyet-i kerime'lerde:
"Onlar bizim katımızda seçilmişlerden ve hayırlılardan idiler." (Sâd: 47)
"O peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü." buyuruluyor. (En'am: 90)
Muharref Tevrat'ta (Tekvin: 3/22-23) Nuh Aleyhisselâm'a, (Tekvin: 12/14-19) İbrahim Aleyhisselâm'a, (Tekvin 19/30-36) Hazret-i Lût Aleyhisselâm'a, (Tekvin 12/10-13, 20/1-3) İshak Aleyhisselâm'a (Tekvin: 35/22) Yakub Aleyhisselâm'a, (Çıkış: 32/1-4) Hazret-i Harun Aleyhisselâm'a, (II. Samuel: 11-13/10-12) Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm'a, (I. Krallar 11/4) Süleyman Aleyhisselâm'a iftira etmişlerdir.
Ve buna benzer birçok ifade muharref Tevrat'ta mevcuttur.
Allah'ın bu sevgili kullarına isnat edilmek istenen çirkin iftiralar, ancak hak vasfını kaybetmiş bir kitapta bulunabilir.
"Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Musa orada Moab diyarında öldü. Ve Moab diyarında Beyt-Poer karşısındaki derede onu gömdü, fakat bugüne kadar kimse onun kabrini bilemez." (Tesniye: 34/5-6)
Allah-u Teâlâ yaşayan Hazret-i Musa Aleyhisselâm'a böyle hitap etmez. Demek ki Tevrat sonradan yazılmıştır.
"Ve İsrâiloğulları, Moab ovasında, otuz gün Musa'ya ağladılar ve Musa için yas ağlama günleri tamam oldu." (Tesniye: 34/8)
Musa Aleyhisselâm daha hayatta iken İsrâiloğulları onun ölümü için yas tutmuştur. Öte yandan Tekvin (14/14) Hakimler (18/2) cümleleri karşılaştırıldığı vakit bu daha açık görülebilir. Tekvin'de geçen "Dan" bir şehir adıdır ve Musa'dan seksen sene sonra bu ismi almıştır.
İşte bu Yahudiler'in Tevrat'ı sonradan elleriyle yazdıklarını gösterir.
•
Eski Ahid'deki tahrif unsurlarından biri de içinde bulunan çelişik ifadelerdir.
Tekvin'in ilk babında Allah'ın insanı kendi suretinde erkek ve dişi olarak aynı anda; Tekvin (1/27)de ise önce erkek ve onun kaburga kemiğinden kadını yarattığı ifade ediliyor.
Tufan hadisesi anlatılırken, bir yerde Tufan'ın 40 gün, diğer bölümde 150 gün sürdüğü ifade ediliyor. (Tekvin: 7/4,12,17,24)
Nuh Aleyhisselâm'ın gemisine getirilen hayvanların her cinsinden Tekvin 6. bab da 2, Tekvin (7/9,10,14,16) ise 7 çift alındığı söylenmektedir.
Allah, İsrâiloğullarının sayımı için II. Samuel'de (24/1-6) Davud Aleyhisselâm'ı görevlendirmekte; I Tarihler'de (21/1-7) aynı konunun, şeytanın tahrikiyle olduğu belirtilmektedir.
II. Samuel'in 24. bölümünde; "vilâyetimizde yedi sene kıtlık" denirken I. Tarihler'in 21. bölümünde; "üç sene kıtlık..." denilmektedir.
I. Krallar'ın beşinci bölümünde: "Süleyman'ın işte çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üçbin üçyüz baş kâhyaları vardı." denilirken, II. Tarihler'in ikinci bölümünde: "Ve onların üzerinde iş başı olan üçbin altıyüz adam saydı." deniliyor.
•
İşte Yahudilerin iman ettikleri muharref Tevrat bu ve bunun gibi tutarsızlıklarla doludur.
Hazret-i Musa'ya gelen ilk vahiylerde böyle çelişkiler yoktu. Bunlar sonradan meydana geldi. Allah sözünde böyle birbirine zıt olan, birbirini çürüten ifadeler bulunmaz.
Yahudiler Allah'ın kendilerine gönderdiği kitabı tahrif etmiş, kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirmiş, manalarını saptırmış, gerçekleri ve bu arada Hazret-i Peygamber'in geleceğini müjdeleyen kısımları örtmüş, bozmuş ve inkâr etmişlerdir.
"Kitabı elleriyle yazıp da, sonra onu az bir pahaya satmak için: 'Bu Allah katındandır.' diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!" (Bakara: 79)
"Onlar, ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü aslâ istemezler. Allah zâlimleri bilir." (Bakara: 95)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyenler ve onu az bir pahaya satanlar var ya, işte onların karınlarına doldurdukları ateşten başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır." (Bakara: 174)
Çünkü onlar bile bile gerçeği gizlerler.
"Tevrat indirilmeden önce İsrâil'in (Yakub'un) kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrâiloğullarına helâl idi. De ki: 'Eğer doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun.'
Artık bundan sonra da kim Allah'a yalan uydurup iftirâ ederse, işte onlar zâlimlerin tâ kendileridir." (Âl-i imran: 93-94)
Resulullah'ın zamanında da ilk anda kötü maksatlarını belli etmeyecek sözler kullanarak onu tahkir etmek ve kinlerini tatmin eylemek yoluna gitmişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlardan teşekkül eden ehl-i kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdiğini haber veriyor:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim Peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim)
Bunların hepsi onu duyduğu halde inkâr ettiler, itiraz ettiler. Bunların hepsinin cehennemlik olduğunu bu Hadis-i şerif beyan eder.
Bir de; "Onların da dini hak" diyenler var. Hayır!
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Bir kimse Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmedikçe cennete giremez. Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif mucibince muhakkak onların hepsinin cehennemde olduğunu görürsünüz.
İsa Aleyhisselâm göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
"Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat'ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim." (Saf: 6)
Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir. Hiçbir yahudinin bu vebal altından kurtulması mümkün değildir. Çünkü açık bir ferman-ı ilâhiye var. Zira Hazret-i Allah ve Peygamber'i bildirip açıklıyor. Yani ben bilmiyordum, duymadım gibi bir itirazı kabul etmek mümkün değildir.
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edilen Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Benim ismim Kur'an'da Muhammed, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ühîd'dir."
İsa Aleyhisselâm, Allah-u Teâlâ'nın İsrâiloğullarına gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ'nın bir kelimesidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm'a verilen Tevrat'ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmek üzere gelmiş, muhataplarını Allah-u Teâlâ'nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'ın gerçek kişiliğini Âyet-i kerime'sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Meryemoğlu İsa'ya açık mucizeler verdik." (Bakara: 87 ve 253)
"Ve onu kudsi ruh ile destekledik." (Bakara: 87 ve 253)
Gerek Âyet-i kerime'lerde, gerekse Hadis-i şerif'lerde; hayat menkıbesi anlatılan ulül-azm peygamberlerden birisi de İsa Aleyhisselâm'dır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa'ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlatları gibidir. Dinleri birdir." (Buhari. Tecrid-i sarih: 1403)
İsa Aleyhisselâm göğe yükseltildikten sonra Havarîler İsa Aleyhisselâm'ın vasiyeti üzerine dinini yaymaya çalıştılar. İnananlar hayli çoğaldı. Fakat zamanla hıristiyanlar da İsrâiloğulları gibi yoldan çıktılar, tefrikaya düştüler.
Yahudiler İsa Aleyhisselâm hakkında, babasız dünyaya geldiğini bahane ederek zinâ çocuğudur dediler, iftira ettiler. Hıristiyanlardan bir kısmı; "İlâh" dediler, bir kısmı; "İlâhın oğludur." fikrine saplandılar. Bir başka fırka da; "Üçten biridir." demişlerdi.
Kur'an-ı kerim'de Allah-u Teâlâ'nın çocuğu olmaktan münezzeh olduğuna dair beyanlar sık sık ifade buyurulmaktadır:
"Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ! O yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. Hepsi O'na boyun eğmişlerdir." (Bakara: 116)
Allah-u Teâlâ'nın çocuk edindiğini söylemek, O'nun insanlara benzediğini söylemek mânâsına gelir. O halde hiçbir şeyin kendisine benzemediği Zât-ı Ecell-ü A'lâ'nın çocuk edinmesi aslâ düşünülemez. O, başlangıcı ve sonu bulunmayan yegâne yaratıcıdır.
"Elinizde O'nun çocuk edindiğine dair hiçbir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?" (Yunus: 68)
Allah-u Teâlâ onların ileri sürdükleri iddiâlardan ne kadar uzaktır! Çocuğu olduğunu haber vermediğine veya bu mânâya gelebilecek bir beyan Zât-ı Akdes'inden sâdır olmadığına göre, bu gibi kimseler kuru bir zanna ve kötü bir yalana isnat etmektedirler.
"De ki: Allah'a karşı yalan uyduranlar aslâ iflâh olmazlar." (Yunus: 69)
Korktuklarından emin, umduklarına nâil olamayacaklar, cennete değil cehenneme sevkedileceklerdir.
"Bak! Nasıl da Allah'a yalan yere iftira ediyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter!" (Nisâ: 50)
Bundan başka hiçbir günahları olmasa bile, bu iftiraları onların hepsini gölgede bırakan büyük bir günah olur.
"O hiçbir çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderatını tayin etmiştir." (Furkan: 2)
Her şey bütün mukadderatı ile O'nun kudret eli altındadır. Her şeyin bir sınırı ve ölçüsü vardır ki, kul onu aslâ aşamaz. O'nun kudretine ise sınır ve son yoktur. Bunun içindir ki hiçbir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O'na ortak olmaya güç yetiremez.
"Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur.' dediler." (Tevbe: 30)
Bu sapkın sözleri ile hıristiyanların: "Mesih Allah'ın oğludur." sözüne bir kapı açmış oldular.
"Hıristiyanlar da: 'Mesih (İsa) Allah'ın oğludur' dediler." (Tevbe: 30)
Başlangıçta bunu söyleyenler bir kısım hıristiyanlar ise de, sonradan hemen hepsi böyle söylemeye başladılar, hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler.
"Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek geveledikleri sözlerdir." (Tevbe: 30)
Bunlar ehl-i kitaptan olmakla beraber müşriklere benzerler ve müşrik sayılırlar.
"Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar?" (Tevbe: 30)
Bu iftiralarından dolayı Allah-u Teâlâ'nın ilâhî gadabına maruz kalmışlardır:
"Rahman çocuk edindi dediler." (Meryem: 88)
"Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız." (Meryem: 89)
"Onlar o Rahman olan Allah'a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti." (Meryem: 90-91)
"Halbuki Rahman olan Allah'a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz." (Meryem: 92)
Onlar yaratma ile üretme arasındaki farkı anlayamadılar. Doğurma ve doğmanın, her şeyden önce bir yaratmaya bağlı olduğunu düşünemediler.
•
Hıristiyanlar o ilk günahtan kurtulmak için aklı ve nefsi bu teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedâkârlığı yapmanın bu imanın şartı ve kurtuluş sebebi olduğunu iddiâ ederler ki, bütün bunlar Allah inancını hafife almaktan başka bir şey değildir. Büyük bir saygısızlıktır ve küfürdür.
Teslis inancı, hıristiyanlığın kaynağından gelen bir inanç değildir. Tahriften kaynaklanan bâtıl inancıdır.
•
Hıristiyanlık teslis inancı şu şekildedir:
"Bir ilâh baba'ya inanırız ki, her şeyin mâliki, görülen ve görülmeyen şeylerin yaratıcısıdır. Yine, Rab olan Mesih'e inanırız ki, Allah'ın oğludur ve bütün yaratılmışların ilkidir. Yaratılmış değildir, Baba'nın cevherinden Hak İlâh'tır. O'nun eliyle bütün âlemler vücud bulmuştur. O, herşeyin yaratıcısıdır. Bizim kurtuluşumuz için gökten inmiş, Ruhu'l-Kudüs'ten cesetlenip, insan olmuş, "Meryem" ona hamile olmuş ve bâkire Meryem'den doğmuştur." (Histoire des Sectes Chrétiennes, Sh: 52, 62)
Görüldüğü gibi, hıristiyan kredo'sunda önce,"görülen ve görülmeyen şeylerin yaratıcısı bir ilâh" kabul edilmiş, sonra da; "Rab olan Mesih'e inanırız ki, Allah'ın oğludur." denilmiştir. Bu iki söz birbirine zıttır. Çünkü hıristiyanlar, önce bir Allah'a inandıklarını söylüyorlar, sonra da herşeyin Rab İsa'nın eliyle yaratılmış olduğunu belirterek İsa Mesih'i Rab kabul ediyorlar. Hem ilâh baba'ya inanmakla beraber, onu hem ilâh, hem oğul, hem de ruhû'l-kudüs olarak vasıflandırıyorlar. Bunların hangisi doğrudur?
Markos İncili'nde (12/30); "Dinle ey İsrâil! Allah'ımız Rab, bir olan Rab'dır." sözü ile Allah'ın bir olduğu ifade ediliyorken, Matta İncili'nde (28/19); "Şimdi, siz gidip bütün milletleri şâkird edin, onları baba ve oğul ve Ruhû'l-Kudüs ismi ile vaftiz eyleyin." sözü ile de teslise (üçleme) giriyorlar. Böylece; "Allah'ımız Rab, bir olan Rab'dır." ifadesiyle tezata, tenakuza, çelişkiye düşüyorlar.
Matta İncili'nin bir yerinde (4/10); "Çekil git şeytan. Tanrın olan Rab'be tap, yalnız O'na kulluk et." denilirken, yine Matta İncili'nin başka bir yerinde (28/17); "İsa'yı gördükleri zaman ona tapındılar." denilmektedir. Bunun hangisi doğrudur. Bu büyük tenakuz, çelişkidir.
Görüldüğü gibi İnciller kendi aralarında büyük tezata düşmektedir. Bir yerde hem; "Allah'a tap" deniliyor, diğer bir yerde; "İsa'ya tapındılar" deniliyor. Bu nasıl bir çelişkidir. Bu dinin asliyetinin bozulduğu aşikârdır.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm hakkında gerçek dışı beyan ve inançlarda ısrar eden ehl-i kitabın bu müfrit telâkkilerini reddeder. Hıristiyanların Allah'ı bırakıp İsa Aleyhisselâm'a tapacak kadar onun hakkında aşırı tazimde bulunmak suretiyle düştükleri durumu anlatarak şöyle buyurur:
"Ey Ehl-i kitap! Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin." (Nisâ: 171)
Onu ancak yüksek sıfatlarıyla, güzel isimleri ile nitelendirin. O'na bir eş ve bir çocuk veya buna benzer zatına yakışmayan şeyleri nispet etmeyin.
"Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın peygamberidir." (Nisâ: 171)
O sadece Allah-u Teâlâ'nın peygamberlerinden bir peygamberdir, sizin iddia ettiğiniz gibi Allah'ın oğlu değildir.
"Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir." (Nisâ: 171)
O'nun taraf-ı izzetinden tecelli eden bir emirdir. "Ol" emr-i şerifiyle var olmuştur.
"Ve O'ndan bir ruhtur." (Nisâ: 171)
Kendisinin yaratmasıyla meydana gelen bir ruhtur. O'nun; "Kün" emri ile bir mucize olarak vücuda getirdiği için kendisine bir şeref olmak üzere; "Kelimetullah" denilmiştir. Bu ruhun Allah-u Teâlâ'ya izafe edilmesi şerefini yükseltmek içindir. Allah-u Teâlâ onunla bir çok ölü kalplere hayat vermiştir.
Şu halde;
"Allah'a ve peygamberlerine inanın. (Allah) üçtür demeyin." (Nisâ: 171)
Ne; "İlâhlar üçtür: Allah, Mesih, Meryem'dir." diye açık bir şirk ile; ne de; "Allah üçtür: Baba, oğlu, ruhü-l Kuds üç esas, üç şahıs olarak tek esastır." gibi yorumlu şirk ile; "Üç İlâh" anlayışına sapmayınız.
"Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Şüphesiz ki Allah ancak bir tek ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter." (Nisâ: 171)
İsa Aleyhisselâm kendisine insan olmanın dışında bir sıfat yakıştırmak isteyenlere kul olduğunu hatırlatmak ihtiyacı duymuş ve:
"Ben ancak Allah'ın kuluyum." buyurmuştur. (Meryem: 30)
Muhataplarına: "Beni ilâh edinin." dememiş:
"Şüphesiz ki Allah benim de Rabb'im, sizin de Rabb'inizdir. O'na kulluk edin. İşte doğru yol budur." buyurmuştur. (Meryem: 36)
Allah-u Teâlâ Tevhid akidesini temelinden yıkan Üç İlâh (Teslis) inancının doğuracağı elim âkıbeti haber vermektedir. Allah'tan başka iki ilâh edinenlerle İsa Aleyhisselâm ilâhî huzurda yüz yüze getirilecekler, Allah'a ve Peygamber'ine iftira edenler hak ettikleri cezayı göreceklerdir.
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor! Biz Rahman'dan başka tapılacak ilâhlar kılmış mıyız?" (Zuhruf: 45)
•
Allah öyle bir Allah'tır ki, İhlâs sûre-i şerif'inde beyan edildiğine göre; "Doğmamış, doğrulmamıştır." Çocuğu, babası, eşi olmaktan münezzehtir.
Kur'an-ı kerim'inde Hazret-i Allah onlara şöyle cevap veriyor:
"Resul'üm! De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." (İhlâs: 1-4)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize hitap ederek bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Rahman'ın çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki elbette ben olurdum.
Göklerin ve yerin Rabb'i, arşın da Rabb'i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir.
Bırak onları! Kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayıp dursunlar." (Zuhruf: 81-82-83)
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'ine kullarından bir parça isnad edenler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Kullarından bir kısmı, O'nun bir cüz'ü kıldılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür." (Zuhruf: 15)
O'na çocuk nispet etmek bir küfürdür, küfür ise her türlü nankörlüğün esasıdır.
İsa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın kulu ve Resul'üdür.
Yuhanna İncili'nde (6/14); "Gerçekten, dünyaya gelecek peygamber budur." Matta İncili'nde (15/24); "Ben İsrâil evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim." Luka İncili'nde (7/16); "Aramızda büyük bir peygamber ortaya çıktı." ifadeleri ile; yine; Matta İncili'nde geçen (13/57); "Bir peygamber, kendi memleketinden ve evinden başka yerde itibarsız değildir." cümlesi, İsa Aleyhisselâm'ın açıkça resül, elçi ve gönderilmiş bir peygamber olduğunu gösterir. Diğer taraftan bütün bu ifadeler; "Allah'ın oğlu." tabirleri (Luka: 9/35, Matta: 3/17, Markos: 1/11, Yuhanna: 1/18) ile tenakuza düşmektedir. İsa Aleyhisselâm için bir yerde; "Peygamber" başka bir yerde; "Allah'ın oğlu" diyorlar. Böyle bir durum ilâhi bir kitapta ve dinde olmaz.
Kur'an-ı kerim de bu durumu sarih bir şekilde beyan eder. Âyet-i kerime'de onun bir kul ve Allah'ın elçisi peygamber olduğu bildirilmiştir:
"Hani havarilere, 'Bana ve peygamberime iman edin' diye ilham etmiştim. Onlar (da), 'İman ettik, bizim Allah'a teslim olmuş kimseler (müslümanlar) olduğumuza sen de şahit ol' demişlerdi." (Mâide: 111)
Buna karşı Ey hıristiyanlar!; "Mesih nasıl kul olur?" demeyiniz.
"Mesih de, Allah'a yaklaştırılmış mukarreb melekler de, Allah'a kul olmaktan aslâ çekinmezler.
Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki O, hepsini huzuruna toplayacaktır." (Nisâ: 172)
"O, sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrâiloğullarına numune kıldığımız bir kuldur." (Zuhruf: 59)
İsa Aleyhisselâm bir beşerdir, insanlara hidayet yolunu göstermek için Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberlik vazifesi ise halkı Allah'ın birliğine ve yalnız O'na kulluk yapmaya dâvet etmekten ibarettir.
İlâhi vahiy olan semâvi kitaplar her türlü tezat ve ihtilaftan uzaktır. Zira gönderilen elçiye verilen kitap kelâmullah'tır. İncil'in tahrif edilmiş olduğu dört İncil'in bulunmasından, bu incillerin, birbiri ile çelişip tezata düşmesinden, farklı bilgiler vermesinden, alenen anlaşılır.
Yine Matta incilinin amacı; İsa'nın yaşamı, ölümü, dirilişi üzerinedir. Markos en kısa İncil olup, insanların İsa Aleyhisselâm'a gösterdikleri ilgi ve İsâ Aleyhisselâm'ın hayatından çokca bahseder. Luka ise daha kitabının başında amacının İsa Aleyhisselâm'ın yaşamını doğru ve ayrıntılı biçimde anlatmak olduğunu açık seçik ortaya koyuyor. Kitabını Teofilos'a hitaben (Luka: 1/3) yazdığını belirtmesi İsa Aleyhisselâm'a âit olmadığını gösterir. Yuhanna ise incili bizatihi kendisinin kaleme aldığını; "Onun adıyla yaşama kavuşasınız" (20/30-31) diyerek belirtmiştir.
İlâhi vahiy ise ancak Allah'ın kelâmı, sözü, beyanıdır. Peygamber ve ümmetine Allah'ın koyduğu kanunları, emirleri, nehiyleri içerir. Geçmiş peygamberlerden ve ölümden sonrasından haber verir.
Görüleceği üzere bu bahsedilen inciller İsa Aleyhisselâm'dan sonra yazılmış ve onun hayatını kaleme almışlardır. İlâhi vahyin nüshaları karışmış ve fakat İsa Aleyhisselâm'a inen gerçek incil tahrif edilmiştir. İncelendiğinde, akl-ı selim ile düşünüldüğünde bu gerçek açıkça görülebilecektir.
Bir kere inciller, İsa Aleyhisselâm'dan yüzyıl gibi bir zaman sonra yazılmışlardır, İsa Aleyhisselâm'ın dili ile yazılmamışlardır. Hatta Yeni Ahid'de yazıldığına göre İncil yazarları; "Sözlü söylentiyi saptayan ilk hıristiyan topluluğunun sözcülerinden başka birşey değildir..." "İncil yazarlarından herbiri kendi uslûbuna, kendi kişiliğine, kendine özgün dini kaygılarına göre, çevrelerindeki gelenekten aldıkları sözler ile hikayeler arasında bir takım bağlar kurmuşlardır."
•
Binaenaleyh İsa Aleyhisselâm'a indirilen İncil'in sonradan insan eliyle yazıldığı ve tahrif edildiği anlaşılmaktadır.
İncil'in tahrif edildiğini Kur'an-ı kerim şöyle haber vermektedir:
"Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde 'Bu Allah katındandır.' derler. Onlar bile bile Allah'a iftirâ ediyorlar." (Âl-i imran: 78)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Şimdi siz (ey müminler) bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa bunlardan bir grup vardır ki, Allah'ın sözünü işitirler de düşünüp akıl erdirdikten sonra bile bile onu değiştirirlerdi." (Bakara: 75)
Tevrat'ın tahrif edildiğine dair ise şöyle buyurulmaktadır:
"Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler ve kendilerine belletilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan dâima hâinlik görürsün. Onları affet ve aldırma. Şüphesiz ki Allah iyilik yapanları sever." (Mâide: 13)
Allah-u Teâlâ tarafından Hazret-i İsa Aleyhisselâm'a verilen İncil'in asılları, daha sonraları insan sözü ile karıştırılıp tahrif edilmesine rağmen şu anda mevcut olan nüshalarda Peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğine dair bazı işaretlere rastlanmaktadır.
"Bununla beraber ben size hakikatı söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem Tecellici size gelmez. Fakat gidersem onu size gönderirim. Ve o geldiği zaman günah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecektir." (Yuhanna: 16/7-8)
"Size söyleyecek daha çok şeyim var, fakat şimdi dayanamazsınız. Ama o Hakikat ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek, çünkü kendiliğinden söylemeyecektir. Fakat her ne işitirse söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir." (Yuhanna: 16/12-13)
"Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız ben de babaya yalvaracağım ve O size başka bir tecellici, hakikat ruhunu, verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun." (Yuhanna: 14/15-16)
"Fakat benim ismimle babanın göndereceği tecellici, ruhul-kudüs, O size her şeyi öğretecek ve size söylediği herşeyi hatırınıza getirecektir." (Yuhanna: 14/26)
Bunlar İsa Aleyhisselâm'ın hıristiyanların bugün ellerinde bulunan İncil'deki bizzat kendi ifadeleridir. İsâ Aleyhisselâm yakınlarına kendinden çok daha faziletli bir peygamberin geleceğini ve ona iman etmeleri gerektiğini bildiriyor. Aynı zamanda onun fazilet ve meziyetinin yüksek olduğunu haber veriyor.
Bu sebepledir ki, ehl-i kitap âlimlerinden bazıları, beklenen peygamber geliverince hemen iman ettiler.
"Kendilerine kitap verdiklerimiz (Peygamber'i), kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler." (En'am: 20)
İsa Aleyhisselâm, Deccal'in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm'ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm'ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed'in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm'ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm'ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir." (Zuhruf: 61)
İsa Aleyhisselâm'ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasından az önce onu gökten indirecektir. Onun belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.
"Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce İsa'ya muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o onlara şâhit olacaktır." (Nisâ: 159)
Bu ehl-i kitap, âhir zamanda onun nüzulü esnasında hayatta bulunacak olan kitap ehlidir. Yeryüzüne indiği zaman onun vefatından önce bütün ehl-i kitap iman edeceklerdir. O zaman bütün insanlar İslâmiyet'e nâil olacaklar, bir ümmet halinde bulunacaklardır.
Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm zamanında gerçeği görererek iman edenler de aynı sözü söyleyecekler. İman ettikçe hatırlanacak.
•
İsa Aleyhisselâm'ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; çok sürmez Meryemoğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır." (Buhari. Tecrid-i sarih: 1018)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Varlığım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim Peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim)
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse onun peygamberliğini tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul olmaz, cennete de giremez. Zirâ bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdir. Onlara indirilen kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan olunmuştur.
Âyet-i kerime'de:
"O daha öncekilerin kitaplarında da vardır." (Şuarâ: 196)
Yani Hakk Celle ve Alâ Hazretleri gerek Tevrat'ta gerekse İncil'de onun fazileti ve meziyetini, daha gelmeden evvel buyurmuş ve duyurmuştur.
Ehl-i kitap bu suretle onun geleceğini biliyordu. Nasibdar olanlar iman şerefiyle müşerref oldular, kibrine yediremeyenler de ebedi hüsrana uğradılar. Çünkü bu hakikat onlara bildirilmişti. Bildirildiğinden ötürü de ebedi hüsrana uğradılar.
Bütün meleklerin, peygamberlerin, ulvî ve süflî yaratılmışların malumu idi. Zamanı ile mekânı ile bilinen bir durumu vardı. Ona iman etmeyenler inat ve hasetlerinden iman etmediler.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'-in ism-i şerifleri ve vasıfları Tevrat'ta da İncil'de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar." (A'raf: 157)
Yahudiler Tevrat'ta hıristiyanlar İncil'de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tenbihledi. Bu sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı. Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Peygamberler onun gönderileceğini ümmetlerine müjdelediler ve ona tâbi olmalarını emrettiler. Onun sıfatları peygamberlerin kitaplarında, tahrif edilmelerine rağmen hâlâ bulunmaktadır.
Meselâ Matta İncilinde İsâ Aleyhisselâm'ın şu beyanı yer almaktadır:
"O ki, benden sonra gelecek, benden evvel yaratılmıştır. Ben onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile lâyık değilim."
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a mikatte ve Tevrat'ta, âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrâiloğullarından ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'an-ı kerim'den önce İncil'in geleceğini haber verip açıklamıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkıyla okuyup anlayan kitap ehli, ona uymak sayesinde rahmete nâil olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı.
Yahudiler Tevrat'ta, hıristiyanlar İncil'de âhir zaman peygamberinin vasıflarını gördüler. Onun gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar ve gelmesini bekliyorlardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara: 146 - En'am: 20)
Âyet-i kerime'de "Seni tanırlar" buyurulmayıp da "Onu tanırlar" buyurulmasında mühim bir incelik vardır.
Şöyle ki; Tevrat'ta; "Musa'ya benzer bir peygamber" diye vasıfları anlatılmış bulunduğu için öteden beri ehl-i kitap tarafından: "O peygamber" diye anılır ve böyle tanınırdı. "O" dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak onun Muhammed Aleyhisselâm olduğunu gösterecek bir belgeye ihtiyaç vardı. Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği apaçık âyetler karşısında o zamanki ehl-i kitap âlimlerinin hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu çocuklarını bildikleri gibi kesin bir şekilde biliyorlardı.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, yahudi âlimlerinden müslüman olan Abdullah bin Selâm -radiyallahu anh-e sorduğu zaman şöyle demişti:
"Ben onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve tereddüte yer yoktur. Fakat çocuklarımıza gelince, ne bileyim, belki anneleri hiyanet etmiş olabilir."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- onun başını öpmüştü.
Bu Âyet-i kerime hususiyetle şunu da ispat ediyor ki, sadece bilmek iman etmek için yeterli değildir. İtaat etmek, boyun eğmek, hakikati gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de lâzımdır.
Ehl-i kitap âlimleri o peygamberi kalben çok iyi tanıdıkları halde mümin olmamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden dolayı inatçı kâfirlerden olmuşlardı.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler." (Bakara: 146)
Bile bile onun vasıflarını gizleyenler bilginleridir. Bildikleri hakikati avam halktan gizlerlerdi.
"Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler." (En'am: 20)
Beklenen peygamberin Araplar arasından gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler.
•
İşte ırkçılığın insanlara bu kadar zararı ve tahribatı oluyor, ebedi azaba maruz bırakıyor. Bu inkâr ırkçılıklarından ötürüdür. Gerek yahudi gerekse hıristiyanlardan ancak iman edenler kurtulmuştur.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine ve O'nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime'de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz." (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdetten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm'a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif'ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
•
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur'an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?" (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir, ne de iman.
Kalpler hakikati aramak, Hakk'ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
"Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür." (Muhammed: 25)
Nifak, kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
Huzeyfe -radiyallahu anh-: "Bugün münafıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha kötüdür." dediğinde: "Nasıl olur?" diye sordular. Bunun üzerine:"O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise âşikâr yapıyorlar." cevabını verdi.
"Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir." (Ankebut: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime'lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücadele: 14)
"Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar." (Nisâ: 143)
"Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler." (Tevbe: 56)
"Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah'ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur." (Haşr: 13)
"Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır." (Haşr: 14)
"Kendilerine: 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın!' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
"Onlara 'Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!' denilince de 'Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?' derler." (Bakara: 13)
"Müminlerle karşılaştıkları zaman 'İnandık!' derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise 'Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz.' derler." (Bakara: 14)
"Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler." (Münâfikun: 4)
"Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar." (Münâfikun: 4)
"Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!" (Münâfikun: 4)
"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikun: 5)
"Onlar 'Allah'ın Peygamber'inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!' diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar." (Münâfikun: 7)
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
"İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah'ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır." (Bakara: 204)
"Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir." (Nisâ: 142)
"Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar." (Nisâ: 142)
"İnsanlara gösteriş yaparlar." (Nisâ: 142)
"Allah'ı pek az zikrederler." (Nisâ: 142)
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar." (Bakara: 9)
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
"Onlar korkak bir topluluktur." (Tevbe: 56)
"Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın." (Muhammed: 30)
"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!" (Nisâ: 138)
•
Ayrıca;
Bakara sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın onlara mühlet verdiği, bu yüzden bir müddet başıboş dolaşacakları,
16. Âyet-i kerime'sinde; hidayet karşısında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu da bulamadıkları,
Tevbe sûre-i şerif'inin 127. Âyet-i kerime'sinde onların gerçeği anlamayan kimseler oldukları,
54. Âyet-i kerime'sinde; sadakaları istemeyerek verdikleri,
67. Âyet-i kerime'sinde; kötülüğü teşvik edip iyilikten alıkoydukları, cimri olup ellerini sıkı tuttukları,
68. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın onları lânetlediği,
69. Âyet-i kerime'sinde; amellerinin dünyada da, âhirette de boşa gittiği, çok büyük ziyana uğradıkları,
84. Âyet-i kerime'sinde; münafıkların cenaze namazının kılınmayacağı,
Haşr sûre-i şerif'inin 16. Âyet-i kerime'sinde durumlarının şeytanın durumu gibi olduğu,
Münafikun sûre-i şerif'inin 1. Âyet-i kerime'sinde; yalancı oldukları,
2.Âyet-i kerime'sinde; yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıkları, yaptıklarının çok kötü olduğu,
3.Âyet-i kerime'sinde; önce iman edip sonra inkâr ettikleri, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiği,
5.Âyet-i kerime'sinde; büyüklük tasladıkları,
6.Âyet-i kerime'sinde; yoldan çıktıkları, Allah-u Teâlâ'nın onları kesinlikle bağışlamayacağı,
Nisâ sûre-i şerif'inin 60 ve 61. Âyet-i kerime'si ile, Nur sûre-i şerif'inin 48. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün hükmüne râzı olmadıkları,
139. Âyet-i kerime'sinde; müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri,
Mücadele sûre-i şerif'inin 14. Âyet-i kerime'si ile Mâide sûre-i şerif'inin 52. Âyet-i kerime'sinde; "Başımıza bir felâket gelmesinden korkarız." diyerek yahudilere ve hıristiyanlara yandaşlık ettikleri,
Mücadele sûre-i şerif'inin 19. Âyet-i kerime'sinde şeytanın adamları oldukları,
Muhammed sûre-i şerif'inin 16. Âyet-i kerime'sinde peygamberlerle alay ettikleri, kalplerinin mühürlü olduğu,
28. Âyet-i kerime'sinde; yaptıkları iyiliklerin boşa gideceği,
Âl-i imran sûre-i şerif'inin 161. Âyet-i kerime'sinde; peygamberlere iftira ettikleri,
Ahzab sûre-i şerif'inin 1. ve 48. Âyet-i kerime'lerinde; kâfirlere ve münafıklara uymamanın gerektiği,
Yine Nisâ sûre-i şerif'inin 140. Âyet-i kerime'sinde; Allah-u Teâlâ'nın kâfirleri ve münafıkları cehennemde bir araya getireceği,
145. Âyet-i kerime'sinde; cehennemin en alt tabakasında olacakları,
Tevbe sûre-i şerif'inin 68. Âyet-i kerime'sinde; "cehennemde ebedi kalacakları" beyan buyurulmaktadır.
Şimdi size Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini sıralıyoruz. Bu hususta seksenyedi kadar Âyet-i kerime beyan ediliyor. Şu kadar var ki bu Âyet-i kerime'ler iman edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir." (Tevbe: 23)
Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime'ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?" (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm'a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif'e uymayanların ise Allah'ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz." (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ'nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
Bu Âyet-i kerime bile onların işini bitirmek için kâfidir. Bu ilâhî ferman, Allah-u Teâlâ'nın haklarında verdiği hükümdür.
Bir Âyet-i kerime'sinde de buyurur ki:
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir."(Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ'nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir sapkınlıktır!
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarından nefret etmektir. Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.
Âyet-i kerime'sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lâzımdır. Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği İslâm nimeti unutulmamalıdır.
Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ'ya, Peygamber'ine ve Kur'an-ı kerim'e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilen Kur'an'a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır." (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil midir?
Bu sapmışlıklarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar." (Mâide: 80)
Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey, ebedî olarak azaplandırılmalarına ve Allah'ın gazabına uğramalarına sebep olmuştur.
Umarım ki bu kâfirin küfür kokusu ile bütün müslümanlar rahatsız olduğu gibi, cehennem ehli de onun pis kokusundan rahatsız olur.
Allah kahretsin!
Allah-u Teâlâ'nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müslümanlardan ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri Âyet-i kerime'lerde haber verilmektedir:
"Allah'ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?" (Mücadele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücadele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
"Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
"Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet'in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun." (Mâide: 82)
Onlar İslâm'ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İkiyüz yıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
Onlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapkınlıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir. İçleri dışlarına uygun değildir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin." (Mümtehine: 13)
Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin.
Allah-u Teâlâ'nın emri ve hükmü: "Onları dost edinmeyin."dir.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
"Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar." (Bakara: 217)
Çünkü kâfir olarak ölmüşlerdir. Mürted olmak suretiyle dünyada müslümanların sahip oldukları imkânlardan, ahirette de sevaptan mahrum kalırlar. Cehennemden aslâ çıkmayacaklardır.
Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:
"Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb'inizden bir hayır inmesini istemezler." (Bakara: 105)
Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb'iniz tarafından size bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler." (Âl-i imran: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
"Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır."(Âl-i imran: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ'ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde müslümanların dışında kalan kâfir ya da münafıklardan herhangi bir kimseyi dost edinmeyi açık olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenâlık etmekten aslâ geri kalmazlar." (Âl-i imran: 118)
İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime'nin kapsamına girmektedir.
Bu gibi kimseler İslâm'a daima karşıdırlar ve müslümanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu ederler.
"Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür." (Âl-i imran: 118)
Sinelerinde gizledikleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur. İslâm'a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.
Bu bakımdan Âyet-i kerime'nin sonunda şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Müminleri dost, kâfirleri düşman edinmenin önemini ve lüzumunu delilleri ile beraber size açıkladık.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların müminleri hiçbir zaman sevmediklerini ve sevmeyeceklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz." (Âl-i imran: 119)
Allah'ın düşmanlarına sevgi beslemenin ne derece yanlış ve çirkin olduğu bu Âyet-i kerime'den de anlaşılmaktadır. Onlar hiçbir zaman dost tutulmaya lâyık değillerdir.
Bu Âyet-i kerime'lere bakarak narcıların durumunu kıyas edin. Bu Âyet-i kerime'lere inanıp iman ediyorsanız, İslâm'dan çıktıklarını, İslâm'la hiçbir ilgilerinin olmadığını bilin ve tanıyın artık.
Zira bugün sizi dininizden ettikleri gibi, yarın da vatanınızdan etmek istiyorlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde, İslâmiyet'in ulviyetini ihlâle çalışan küfür ve şirk erbabını müslümanların dost ittihaz edemeyeceklerini ferman buyurmaktadır:
"Ey inananlar! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin.
Eğer mümin iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)
Allah'tan korkun da, sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Çünkü hakiki iman, bu gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.
Bu beyan, ilâhi bir hükümdür ve inananlara mahsustur.
Bu nokta, iman ile küfrün ayrılış noktasıdır. Yetmişiki fırka nasıl cehenneme gidecek? İşte böyle gidecek.
Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imran: 100-101-102)
Allah için ihlâslı ve samimi olun, Allah'tan başkasını O'na aslâ ortak kılmayın.
Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi halinde, onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
"(Hakikatı) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar."(Kalem: 8-9)
Âyet-i kerime'de geçen; "Müdâhene", lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.
Resulullah Aleyhisselâm İslâmiyet'in yayılmasını engelleyen pürüzlerin az da olsa kalkması için dinin esasını bozmayan bazı hususlarda Kureyş müşriklerine biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurdu:
"Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ: 74-75)
Âyet-i kerime'ler Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'a olan lütfunu bildiriyor. Onu azgınların hilesinden, kötülerin şerrinden koruduğunu, işlerini kendisinin yönettiğini, ona yardımı kendisinin üzerine aldığını, yarattıklarından hiçbir kimseye onu bırakmadığını, ona karşı çıkıp reddedenlere galip getireceğini, dinini yücelteceğini haber veriyor.
Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızlaştı.
Âyet-i kerime'ler Resulullah Aleyhisselâm'ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapkınlığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
Ayrıca müslümanların bu gibi Hazret-i Allah'a ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e isyan edenlere karşı susması, onları hoş görmesi de bu kapsama girer. Bu unutulmamalıdır.
İsa Aleyhisselâm havarilerine hiçbir zaman; "Hıristiyanlar" veya; "Mesih" dememiştir. Çünkü İsa Aleyhisselâm hiçbir zaman kendi adına yeni bir din kurmak için gelmemiştir. Kendisinden önce gelip geçen peygamberlerin getirdiği aynı dini diriltmek için gelmiştir.
İslâm dini aslında yalnızca Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in peygamberliği ile başlamış değildir.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in getirdiği din aslında İslâm dini idi.
Nitekim Kur'an-ı kerim'de buyurulduğu üzere;
İbrahim Aleyhisselâm ömrünün sonuna doğru evlâtlarına dine bağlı kalmalarını vasiyet etmiş, Yakup Aleyhisselâm da aynı şekilde vasiyette bulunmuştu:
"Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin." (Bakara: 132)
Musa Aleyhisselâm da kavmine şöyle söylemişti:
"Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah'a inanıyorsanız ve O'na teslim olmuş müslümanlar iseniz, O'na güvenin." (Yunus: 84)
Havarilerin de İsa Aleyhisselâm'a şöyle dedikleri Kur'an-ı kerim'de ifade edilmiştir:
"Biziz Allah'ın yardımcıları, Allah'a inandık, (sen de ey İsa!) şahit ol ki biz müslümanlarız." (Âl-i imran: 52)
Ehl-i kitaptan, iman edenler hakkında nâzil olan bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyurulmaktadır:
"Kur'an onlara okunduğu zaman: 'Ona iman ettik, doğrusu o Rabb'imizden gelen hakikattır. Esasen biz bundan önce de müslümanlığı kabul etmiş kimselerdik.' dediler." (Kasas: 53)
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha geniş ve daha mükemmeldi. İsa Aleyhisselâm'a gönderilen İslâm, Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve en mükemmel şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruyor. (Mâide: 3)
Bu böyledir, bu Allah-u Teâlâ'nın fermanıdır.
İslâm dini Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu bir dindir ve ondan başka hiçbir dini kabul etmemiştir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imran: 85)
İslâm'dan yüz çevirip başka bir din arayan kimse, büyük bir sapkınlığa düşmüştür.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"'Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.' diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya, İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı." (Şûrâ: 13)
Âyet-i kerime'deki tavsiye, emretmek ve emredilen şey hakkında bütün dikkatleri vererek eğilmek demektir.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dini ayakta tutmuşlar, ona hizmet etmişler ve insanları hak dine dâvet etmişlerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah katında din İslâm'dır." buyurmuştur. (Âl-i imran: 19)
Burada Allah-u Teâlâ peygamberler arasında bir ayırım yapmamıştır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız." (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde, Allah-u Teâlâ'ya yakınlık cihetinden birbirinden ayrı yanları vardır.
İslâm dini ezelî ve ebedî bir dindir. İnsanlar onu tanısalar da tanımasalar da zeval bulması düşünülemez. Fakat tanır ve tâbi olurlarsa kendileri kârlı çıkarlar.