Dünya kaynıyor, Ortadoğu kaynıyor. Gün günü aratıyor. Dün "İran ne olacak?" diyorduk, bugün "Suriye ne olacak?" derdine düştük.
Diğer taraftan dünyada yaşanan ekonomik buhranların nerelere varacağını kestirmek zor. Zira yakın tarih ekonomik buhranların ve petrol-enerji rekabetinin sebep olduğu savaşlarla doludur.
Türkiye olarak 90 yıldır savaş görmedik, ancak dünyada her an bir yerlerde bir savaş yaşanıyor. Biz rahat yatağımızda uyurken, dünyanın bir köşesinde insanlar ölüyor, evini yurdunu terketmek zorunda kalıyor.
Bu rahatlığın ilânihaye devam etmesi ise mümkün değil. Çünkü tarihte böyle bir şey yok.
Kendimizi buna göre ayarlayalım, buna göre hazırlık yapalım. Çünkü siz ne kadar kaçarsanız kaçın ortalığı fitne ve fesada boğmak isteyenler var. Hususiyetle İslâm coğrafyasını birbirine düşürmek isteyen, Türkiye'nin söz sahibi olmasından rahatsız olan birçok ülke var.
Yine günümüz dünyasında yaşanan hemen her sıkıntının, savaşın, yerel ihtilâf ve fitnelerin arkasında küresel güçlerin, sömürgeci yamyamlarının, "Küresel Kraliyet" hayali kuran siyonist şebekenin parmağı var.
Bu sebeple değerlendirmelerimizi de ona göre, daha geniş perspektifle, arkasındaki muhtemel planları hesap ederek yapmamız gerekiyor.
Meselâ İsrail; etrafında, Ortadoğu'da, -Türkiye dahil- güçlü bir devlet, kuvvetli bir ordu istemiyor, bütün Ortadoğu'yu büyük bir Irak yapmaya çalışıyor.
Şii-Sünni savaşı senaryoları; Suriye'deki mezhepçi bağnazlığın büyük bir zulüm şeklinde hortlaması; Türkiye'deki PKK terörü ve aydın kisveli, insan hakkı müdafii maskeli sinsi Amerikancı-Kürtçü akıldaneleri bu arka planda değerlendirmek lâzımdır.
Amerika ise İsrail güdümündedir. Bazen istikrar ister ancak bir şartla: Yönetimler kendi güdümünde, petrol kendi cebinde ise... Nitekim bir ülkeyi bombardıman yaparken önümüze sıradan haber olarak gelir: "Yanlışlıkla uçaklar direnişçileri vurdu." denir, okur geçeriz. Halbuki bu yanlışlıkların bazıları, ileride ayaklarına dolanabilecek gerçek vatanperverleri yoketmek içindir. Afganistan işgalinden önce öldürülen Ahmed Şah Mesud da böyledir. (Müslüman sıfatlı teröristlerin Amerikan, yahudi çıkarlarına hizmet eden bu gibi işlere, Şii-Sünni çatışması gibi fitnelere alet olması acı bir durumdur. Fitneyi çıkartanlar ateşi maşa ile tutuyorlar maalesef.)
Arap ülkelerinde yaşanan değişimleri bu gerçeklerin süzgecine vurmadan değerlendirmeye kalkarsanız, "Artık devir değişti despot yönetim devri bitti, Araplar da uyandı, her şey çok güzel olacak." gazına gelirseniz burnunuzun yere sürtmesi büyük bir ihtimaldir. Şüphesiz iletişim kanallarının gelişmesi ve yaygınlaşması böyle bir süreci dayatmaya başladı. Ancak küresel güçler kendi insiyatifleri dışında gelişen değişimlerde bile hiç vakit kaybetmeden yeni iktidarları dizayn etmeye, kendilerine uyumlu kişileri başa geçirmeye çalışıyorlar. Pazarlıklar, operasyonlar bu minval üzerinde yürüyor.
Yıkmak kolaydır ancak yapmak zordur. Bu kurtlar sofrasında yıkılmasına yardım ettiğiniz düzenlerin yerine daha iyisini ikame etme yeteneğiniz yoksa bu beceriyi gösteremiyorsanız taşeron pozisyonuna düşmeniz kaçınılmazdır.
Dolayısı ile Türkiye olarak her adımımızı her sözümüzü ölçerek biçerek atmamız gerekiyor. Büyük devlet olmak istiyorsak, böyle bir iddiamız varsa bu iddianın hakkını vermemiz lâzım. Çünkü Türkiye sıradan bir ülke değildir, bu millet sıradan bir millet değildir. "Ben artık ayağa kalktım" dediğiniz anda bu anı bekleyen milyonlar, milyarlar büyük bir heyecana ve büyük bir ümide garkolur. Bu insanlara ümit vermek kolaydır, ancak ümit verdikten sonra yüzüstü bırakırsak hayal kırıklığı da o kadar büyük olur. Manevî mesuliyeti de büyük olur.
Çok konuşup az icraat yapmaktansa, az konuşup çok icraat yapmak, "Vakar" sahibi olmak lâzımdır.
Suriye'de tek kelime ile; bağnaz, mezhepçi azınlık yönetimi bütün ülkeyi ateşe attı, ortalık iyice karıştı. Esad kendi sonunu hızlandırdı.
Bugünlere gelinceye kadar yaşananları şöyle özetleyebiliriz:
Suriye'de halk gösterileri başlayınca Türkiye Suriye ile yakınlığını kullanarak Esad yönetimine akıl vermeye başladı. Suriye yönetimine demek istedik ki; "Artık devir değişti, iktidarı bırakman lâzım, bunun zeminini hazırla." Zira Suriye'de seçim-demokrasi falan demek azınlık bir gruba dayanan iktidarın sona ermesi demekti. İnönülü CHP'nin seçimlere razı olup bir daha iktidara gelemediği gibi böyle bir seçim Esad rejiminin sonu demekti. Tabi Esad Türkiye'yi oyaladı, olaylar büyüdükçe de bağnaz azınlığın elindeki ordu ve polis halka düşman muamelesi yapmaya başladı.
Devlet zulmü çığırından çıkınca Türkiye ipleri kopardı, savaştan bahsetmeye başladı. NATO'yu devreye sokmaya çalıştı. Ancak NATO'su, Amerika'sı pek oralı olmadı. Öyle olunca biraz ortada kaldık. Sonra Putin İsrail'e gitti. Ne alıp verdi ise Suriye'ye S300 satmaktan vazgeçti. Ertesinde Esad yönetimine 2 yıl daha süre verildiğine dair haberler çıktı. Çünkü Suriye'deki durum tam İsrail'in arayıp da bulamadığı bir ortamdı, İsrail Esad'ın gitmesini istemiyordu. Nitekim o arada İsrail Lübnan Hizbullah'ına karşı savaşa hazırlandığını duyurdu. Tam o günlerde bizim F4'ümüz düştü, hâlâ nasıl düştüğünü tespit edemedik. (Bazı iddialar İsrail parmağını, İsrail'in elektronik harp yeteğini işaret etti. Şehitlerimizin cenazesini çıkartan Amerikan Nautilus gemisi F4'ümüzün enkazını çıkartma faaliyetini personelinin moralini ileri sürerek birden bıraktı. İster istemez akıllara "Amerikan-İsrail ikilisinin ortaya çıkmasını istemediği bir durum mu var?" sorusu geldi.) Suriye ile savaş restleşmemiz zirve yaptı. Fakat başından beri kendi başımıza savaşa girmeye niyetimiz yoktu. Böyle bir niyetimiz olmadığını bütün dünya farketti, fakat biz blöf yapmaya devam ettik. Suriye de havasını bastı. Diğer taraftan Rusya savaş filosunu Akdeniz'e gönderdi.
Fakat beklenmedik bir gelişme oldu. Türkiye'nin iyice bunaldığı bir anda, tam da Erdoğan Putin ile görüşeceği gün Suriye'nin kalbinde bomba patladı. Suriye Savunma, İçişleri Bakanı, İstihbarat başkanı, Esad'ın eniştesi dahil üst düzey 5-6 Suriyeli yönetici öldü. Esad'a 2 yıl mühlet veren ülkeler -en başta İsrail- büyük bir telaşa düştü. İsrail "Kimyasal silahlar Hizbullah'ın eline geçerse Suriye'yi vururuz" diye tehditler savurdu, korkusunu açığa vurdu. (Ancak her zaman olduğu gibi patlamanın arkasında MOSSAD var, Amerika var gibi haberler üflendi, her şey kontrolümüzde havası pompalandı.)
Bu hengâme arasında Lübnan'da, Filistin'de, İran'da bazı gruplar ve bazı halk Türkiye'nin tavrına tepkisini dile getirdi. Suriye'ye destek beyan etti. (Unutmamak lâzımdır ki, bir ülkenin içişlerine direkt müdahil olduğunuz zaman belki çoğunluğun sempatisini kazanırsınız ancak azınlık parti ve grupların da düşmanlığını kazanırsınız, birleştirici rolünüz kaybolur, emperyalist ülke gibi algılanırsınız. Eğer lüzumlu ise bu gibi müdahaleler vaveyla ile değil, daha usturuplu yapılması gerekir.)
Mısır'da Mübarek aleyhinde tavır alarak büyük bir risk alan Türkiye aynı riski Suriye karşısında da sergiledi. Esad'ın gitmesi ile muhtemelen biraz meyve de toplayacağız. Fakat çok zayiat verdik, çok zarara uğradık. PKK'nın, Barzani'nin yeni heveslerle ortaya çıkması bir yana en büyük zararımız da 3-5 yıllık bir aradan sonra yeniden Amerikan peyki, İsrail güdümlü ülke imajına sürüklenmemiz oldu.
"Füze Kalkanı Radarı"nın Malatya'ya yerleştirilmesi ile başlayan ve Suriye'de yaşanan süreç boyunca devam eden, "NATO"cu bir dış politika dönüşümü ve üslûbu sergiliyoruz. Söylemlerimiz bu minval üzere devam ediyor.
Bazıları "Ne var bunda, sonuca bakalım!" diyebilir. Ancak "Üslûp" dış politikada çok önemlidir. Beğenin veya beğenmeyin, küresel ağırlığı olan her ülkenin belirli bir üslûbu olduğunu görürsünüz. Dış politikada "İmaj" siyaset kadar önemlidir.
Biz üslûp olarak neredeyse doksan belki yüzseksen derece bir değişim sergiledik. İki sözümüzden birisi "NATO ülkesiyiz, bize yapılan hareket NATO'ya yapılmış sayılır." oldu. Zaten füze radarını yerleştirmekle epey bir hayal kırıklığına sebep olmuştuk. Tekrar "Amerikan, İsrail taşeronu işte!" istihzalarına muhatap bir ülke haline geldik. Rusya'nın, İran'ın düşmanlığını üzerimize çektik. "Van minut"un oluşturduğu olumlu havanın tam tersi bir hava yayılmaya başladı.
Kasım 2011 tarihli sayımızda "Bereket" başlığı altında kaleme aldığımız yazıda şu hatırlatmaları yapmıştık: "İşler sanki biraz bozulmaya başladı. Amerika gibi bir devleti kullanıp rüzgârını arkaya almak akıllıca bir siyaset olabilir ancak tehlikeli bir siyasettir. Hele ki bu icraat, siyaset olmaktan öteye geçer, işin içine 'Bu kâfirler bizim dostumuz.' benzeri fâsit fikirler karışırsa o zaman bütün bereket kaybolur. İşler tersine dönmeye, ayağımız dolaşmaya başlar. Ne olduğunu anlayamayız bile. Düşmanı düşman bilmek hem bir meziyet, hem de bir iman ölçüsüdür. Düşmanı dost bilmek ise yılanın koynuna girmek gibidir."
"Şöyle yaparız, böyle yaparız, vururuz, pişman ederiz!" diye konuşup Amerika'yı, NATO'yu arkanıza almaya, "Rusya ne der?" diye arkanızı kollamaya çalışırsanız ortaya çıkan manzara pek hoş olmuyor.
Silah kullanmanın lüzumlu olduğu bir Kandil-Kuzey Irak mevkiinde Amerika izin vermediği için hareket etmeyen; silah kullanmanın pek de lüzumlu olmadığı Suriye'de NATO vurmaya yanaşmadığı için tehditleri havada kalan bir Türkiye durumuna düştük.
Bazı öngörü hataları yapıyoruz. Bunun en büyük sebebi dostunu-düşmanını tanıma ve tanımlamada özürlü hareket etmemizdir. Bu özrümüzün temelinde de küffarı hoş görme-gösterme gayretleri, fitnesi bulunuyor. Küffar bize kazık attıkça gözümüz biraz açılıyor ancak aynı hatalara tekrar tekrar düşüyoruz.
Son zamanlarda -eskiden olduğu gibi- tekrar başlayan NATO'cu-Amerikancı dış politik söylem ve hareketler hemen bütün kazanımlarımızı yok etmek üzere. Bu durum başımıza daha büyük işler açabilir. Çünkü bugüne kadar en büyük düşmanlığı en büyük zararı Batı ülkelerinden, Batı ülkelerinin dostluğundan gördük. Hâlâ gözümüzü açmayacak mıyız?
Şunu kesinlikle unutmamak gerekir:
Küffara itimat edilmez. Küffara itimat edersek hüsrana uğrarız. Zira bu Hazret-i Allah'ın hiç hoşlanmadığı bir kabahattir, bir ayırım noktasıdır.