Muhterem Okuyucularımız;
İslâm'da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar.
İşte bunun içindir ki çocuğumuza daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak gerekmektedir.
Çocukların İslâm ahlâk ve âdâbına uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Hani koruyan kim? "Koru!" diye emrediyor. Kendini de, evlâdını da.
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Çocuğa; Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Hazret-i Kur'an'ı, Ehl-i beyt'i, Allah dostlarını sevdirmezsek, abdesti, gusülü, namazı öğretmezsek ondan hayır bekleyebilir miyiz?..
Her tedbiri alacak, ahkâmı öğretecek, her türlü bilgiyi vereceğiz. Ondan sonrası Allah'a kalmış. Sen hiçbir şey yapmayacaksın, sonra çocuğum isyan etti. Kabahati kendinde ara.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün kötülüklerin anası bu devirde mevcut.
Bu durumda vazife daha da büyüyor, mesuliyet daha da ağırlaşıyor. Çünkü harama giden yollar açık, ahkâm dışı bir çukura düşmek çok kolay. İnsan helâk olur.
Zira; iyi ile kötü karışmış, haram teşvik edilir olmuş, nefisler şeytan yolunda yürür hale gelmiş. Gazete, televizyon, internet sebebiyle her türlü kötülük taze ve körpe dimağlara, gönüllere ekilir olmuş.
Helâl lokma yedirdin mi? Terbiye ettin mi? İmanı, ahlâkı verdin mi? Numune oldun mu? Duâ edip onunla ilgilendin mi? Arkadaşı kim? Nereye gidiyor-geliyor araştırdın mı? Kendimize şunu soralım: Biz evlâdımıza Allah için ne verebildik, ne yapabiliyoruz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır..." buyurdular.
Biz de bu mühim hususun ehemmiyetine dikkat çekmek, evlâtlarımızın âhir zaman fitnelerine düçar olmaması, ateşe düşmemesi için ebeveynler olarak ne yapmamız gerektiğini Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Çocuğun İlâhi Ahkâm Mucibince Terbiyesi ve Yetiştirilmesi" isimli kitabından özetleyerek Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz ediyoruz...
Zât-ı âlileri çocuk yetiştirilmesine çok dikkat ederlerdi. İyi yetişmemiş çocuklardan anne babayı mesul tutarlar, kendisine birçok güzel hasletleri öğrettiği ve verdiği için kendi babasına, annesine duâ ederlerdi. Bir çocuk odaya hızla girdiğinde veya babasından evvel bir yere girdiğinde, babanın önüne oturduğunda, önünde yürüdüğünde çok kızarlardı. Çocuğa bir şey verdiğinde; kendi mi yiyor, yanındaki kardeşine, arkadaşına mı takdim ediyor bu bile bir ölçü idi. "Çocuğu; çocuk olduğu için, Hazret-i Allah'ın emaneti olduğu için sevmeli ama bu sevgi kalbe girmemeli şefkatle olmalıdır. Bu sevgi ve şefkat çocukların edep ve terbiyelerine mani olmamalıdır." derdi. Yani her şeyleri ölçülüydü. Çocuğu çok sever amma yüz vermezdi.
"Beşeriyetin içinde nasıl numune olur, helâl lokma nasıl yediririm. Onu geceleri Hakk'ın beğeneceği, gündüzleri halkın beğeneceği hale nasıl getiririm düşüncesi babanın vazifesidir."
"Gözle terbiye edin, sözle değil. Dayakla hiç değil" buyururlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizî: 1953)
Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Cahiliye devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masumdu, masum olduğu için cennete gider, iman etmemiş müşrik ve zalim baba da cehenneme giderdi. Fakat siz şimdi çocuklarınızı cehenneme koyuyorsunuz da farkında değilsiniz. "Yaşasın yaşasın!" diyorsunuz... Ama nereye yaşasın? Aslında bilmeden "Ölsün!" diyorsunuz...
Eskiden, cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Çünkü eskiden kızlar masumdu, kurtuluyordu. Ama şimdi siz de gidiyorsunuz, çocuklar da. Onun için çocuklarınızı kendi elinizle cehenneme koyuyorsunuz da hâlâ farkında değilsiniz.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Buyurarak, hem kendimizi, hem de çoluk çocuğumuzu cehennem ateşinden korumayı emir buyuruyor. Bu ilâhi bir emirdir.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Çocuk şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler. Günahına da ortak olurlar.
Câhiliyet devrinde kız çocuklarını diri diri gömerlerdi. Fakat kız masum olduğu için cennete giderdi. Zalim müşrik baba ise cehenneme giderdi.
Eskiden cehalet vardı. Şimdiki cehalet çok daha büyük. Hâlâ farkında değilsiniz. Zalim anne baba, canım yavruyu kendi elleriyle cehhenneme koyuyor. Kendi de gidiyor.
Zira Cenâb-ı Hakk: "Kendinizi ve âilenizi ateşten koruyun!" buyuruyor.
Hani koruyan kim?
"Koru!" diye emrediyor. Kendini de, evlâdını da.
Çocukların İslâm ahlâk ve âdâbına uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir.
Çocuğa; Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-i, Hazret-i Kur'an'ı, Ehl-i beyt'i, Allah dostlarını sevdirmezsek, abdesti, gusülü, namazı öğretmezsek ondan hayır bekleyebilir miyiz?..
Her tedbiri alacak, ahkâmı öğretecek, her türlü bilgiyi vereceğiz. Ondan sonrası Allah'a kalmış. Sen hiçbir şey yapmayacaksın, sonra çocuğum isyan etti. Kabahati kendinde ara.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, yapıldığı ahir zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil. Bütün kötülüklerin anası bu devirde mevcut.
Bu durumda vazife daha da büyüyor, mesuliyet daha da ağırlaşıyor. Çünkü harama giden yollar açık, ahkâm dışı bir çukura düşmek çok kolay. İnsan helâk olur.
Zira; iyi ile kötü karışmış, haram teşvik edilir olmuş, nefisler şeytan yolunda yürür hale gelmiş.
Gazete, televizyon, internet sebebiyle her türlü kötülük taze ve körpe dimağlara, gönüllere ekilir olmuş.
Çocuk kafede, orada burada gezerse bunun müsebbibi sensin. Öğretmedin, yetiştirmedin mesulsün. Kötü alışkanlıklarının mesulü de sensin. Helâl lokma yedirdin mi? Terbiye ettin mi? İmanı, ahlâkı verdin mi? Numune oldun mu? Duâ edip onunla ilgilendin mi? Arkadaşı kim? Nereye gidiyor-geliyor araştırdın mı? Kendimize şunu soralım: Biz evlâdımıza Allah için ne verebildik, ne yapabiliyoruz?
Evlâtlarımızı alıp camiye, derse, sohbete mi götürüyoruz, yoksa başıboş mu bırakıyoruz?
Çocuğun eline bir iki mecmua verin "Bunu dağıt!" deyin. Gaye kalbine iman ve cihat tohumunu ekmek. O tohum imanın çoğalmasına, kökleşmesine sebep olur. İslâm müdafisi olur, küfrün karşısında durur. Maksat kalbine bu imanı ekebilmek. İslâm'ın müdafisi yapabilmek, küfrün karşısında durmasını sağlamak. Böyle olması, böyle ölmesi için...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır..." buyurdular.
Biz de bu mühim hususun ehemmiyetine dikkat çekmek, evlâtlarımızın âhir zaman fitnelerine düçar olmaması, ateşe düşmemesi için ebeveynler olarak ne yapmamız gerektiğini Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Çocuğun İlâhi Ahkâm Mucibince Terbiyesi ve Yetiştirilmesi"isimli kitabından özetleyerek Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz ediyoruz:
Zât-ı âlileri çocuk yetiştirilmesine çok dikkat ederlerdi. İyi yetişmemiş çocuklardan anne babayı mesul tutarlar, kendisine birçok güzel hasletleri öğrettiği ve verdiği için kendi babasına, annesine duâ ederlerdi. Bir çocuk odaya hızla girdiğinde veya babasından evvel bir yere girdiğinde, babanın önüne oturduğunda, önünde yürüdüğünde çok kızarlardı. Çocuğa bir şey verdiğinde; kendi mi yiyor, yanındaki kardeşine, arkadaşına mı takdim ediyor bu bile bir ölçü idi. "Çocuğu; çocuk olduğu için, Hazret-i Allah'ın emaneti olduğu için sevmeli ama bu sevgi kalbe girmemeli şefkatle olmalıdır. Bu sevgi ve şefkat çocukların edep ve terbiyelerine mani olmamalıdır." derdi. Yani her şeyleri ölçülüydü. Çocuğu çok sever amma yüz vermezdi.
"Beşeriyetin içinde nasıl numune olur, helâl lokma nasıl yediririm. Onu geceleri Hakk'ın beğeneceği, gündüzleri halkın beğeneceği hale nasıl getiririm düşüncesi babanın vazifesidir."
"Gözle terbiye edin, sözle değil. Dayakla hiç değil" buyururlardı.
Efendi Hazretlerimiz'in bu husustaki diğer bir beyanlarını da arz edelim:
"Çocukları çok serbest bırakırsanız, dizginlerini tutmazsanız, elinizde bulundurmazsanız, çocuk yoldan çıkar. Sonra peşimden gel dersin, amma gelir mi?
Onun için çocuğa evvelâ terbiye vermemiz lâzım, edep vermemiz lâzım, her güzelliği vermemiz lâzım. Ondan sonra çocuktan bir şey beklersiniz. Kendi yerine çocuğu oturtursanız çocuktan ne beklersiniz?
Çocuk yerini bilecek, adam yerini bilecek, kadın yerini bilecek.
Babamız dövmezdi bakardı. Bizi gözle terbiye etti. Üç çocuktuk, bakar korkusuyla ellerimiz diz üstünde oturur, birbirimize bakardık. Allah râzı olsun. Allah'ım nur etsin. Bir de ikinci tabiatı vardı. Kendi tüccardı, elime beş kuruş verdiğini hatırlamam. Eve ne lâzımsa getirir, çocuğa da ne lâzımsa getirirdi. Ben büyüdüm para elime geçmeye başladı amma harcamasını bilmiyorum, çünkü öğrenmemişim. Bize iktisadı öğretti.
Çocuk dövülmez, çok seyrek dövülür, gözle terbiye edilir. Çok döversen arsız yaparsın, çok söylersen yüzsüz yaparsın.
Çocuğu at gibi yetiştirmeyin, insan gibi yetiştirin. Yani adam yetiştirmeyin, insan yetiştirin.
O yüzden demişizdir ki: İnsan yetiştirmek murat, adam yetiştirmek değil."
Ne güzel ölçü bırakmışlar...
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Allah'ımız ahlâkımızı güzelleştirsin, kötü ahlâkı bizden alsın.
İslâm'da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar.
İşte bunun içindir ki çocuğumuza daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak gerekmektedir.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim: 6)
Ateşin taşla tutuşturulması, hararetinin fazlalığındandır.
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.
Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ'nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur." (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 487 - Müslim: 1829)
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır. Anne de bu sorumluluğa ortaktır, âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk dâiresine girmektedir.
Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi ve:
"Onlar Rabb'lerine inanmış gençlerdi." (Kehf: 13)
Âyet-i kerime'sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı "En güzel miras" olarak vasıflandırılmıştır.
Saîd bin Âs -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizî: 1953)
Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.
Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.
Allah-u Teâlâ'nın ateşten koruma emr-i şerifini bilen biliyorsa da, nerede ve nereden başladığı bilinmediği için herkes kabahati çocukta arıyor. Kendi kusurunu hiç bilmiyor ve görmüyor.
Yuva kurmaya karar verdiğimiz zaman asil bir âileden, dindar, iffetli ve temiz bir eş aradık mı?
Çünkü Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif'inin 5. Âyet-i kerime'sinde mümin, hür ve iffetli kadınlarla evlenmeyi emrederken, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"Mezbelelikte biten yeşillikten sakınınız." buyurmuşlardır. (Deylemî)
Bu evliliğin Rızâ-i ilâhî'ye uygun olup olmadığına dikkat ettik mi? Eş seçimine dikkat ettik mi? Çünkü o eş çocuğa ya anne olacak ya da baba olacak.
Dini nikâh kıydık mı? Allah-u Teâlâ'nın kesin emri olan ve kadının hakkı olan mehiri verdik mi? İslâmî usullere göre mütevazi, riyâsız, gösterişsiz, ahkâma uygun bir düğünle mi evlendik, çalgılı çengili, ahkâm dışı bir düğün mü yaptık? Daha sonra ise; helâl yiyip helâl yedirdik mi? Çünkü kişi haramla kendisini de, âilesini de, çocuğunu da helâk eder ve yakar.
Karşımızdakinin bir emanet olduğunu düşündük mü? Her halde abdeste, ahkâma dikkat ettik mi?
Çocuğun kulağına ezan okuyup, güzel bir isim verdik mi? Durumumuz iyi ise Akika kurbanı kestik mi? Ekilmemiş gönül bahçesine Allah ve Resul'ünün sevgisini ektik mi?
Göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâlarının Hazret-i Allah tarafından verildiğini; sıhhat, âfiyet, rızık ve maîşet gibi sonsuz nimetler verdiği gibi, ahirette de daha nicelerini vereceğini haber verdik mi? Ölüm, kabir, mahşer, sırat, cehennem gibi vartalardan kurtulması için nasıl hazırlanması gerektiğini bildirdik mi? Cennet ve Cemâlullah'a kavuşması için kendisine yardımcı olduk mu? Niyet-i hâlisâ ile, amel-i sâlih ile hayatımızda numune olduk mu?
Çocuğa İslâm'ı, Kur'an'ı, Resulullah'ı sevdirdik mi? Kur'an'ı öğretip, namazı tavsiye ettik mi? Çocukla çocukken oyun oynayıp, biraz büyüyünce arkadaşlık edip, büluğa erince istişare yaptık mı?
Çocuklarımıza asaleti, ahlâkı, edebi, helâli-haramı öğrettik mi? Kız çocuğuna setri, iffeti, ahkâm-ı İlâhi'yi öğrettik mi?
Çocuğumuza nasıl örnek olduk? Biz hanımı döversek çocuk da yarın hanımını döver. Biz açık giyinirsek yarın kızımız da öyle giyer. Biz namaz kılmazsak o da kılmaz.
Çocuklarından şikâyetçi olanlar, bu hususlara dikkat ettiler mi?
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?
Evimize helâl lokma, seçme lokma kazanıp getirdik mi?
Helâl lokma o kadar mühimdir ki; evvelâ helâl olacak, kul hakkı olmayacak, alın teri olacak, sonra aldığın mal alttan, göz görmemiş, kapalı olan tercih edilecek. Niçin? Göz hakkı olmaması için.
Haramla beslenen bir vücut hep kötü şeylere meyleder. Bu gibi kimselerin âsi olması gayet tabiidir.
Helâl lokmadan sonra terbiye gelir. Bu terbiye dayakla olmaz, sözle bile değil, gözle olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyanetsiz olan alış-verişidir." (Ahmed bin Hanbel)
Çocuğun iffetli, faziletli bir kimse olabilmesi için helâl lokma yedirmeye, helâl giydirmeye itina gösterilmeli, eğitim ve terbiyesine dikkat edilip ahkâm-ı ilâhî öğretilmelidir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Çocuklarınızı Peygamber'inize, Ehl-i beyt'ine ve Kur'an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." buyuruyorlar. (Câmiü's-sağir)
Sâlih bir evlâdın yetişebilmesi için kişi yatakta dahi edebini muhafaza etmelidir. Eğer böyle yaparsa Allah-u Teâlâ da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne ve babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk iyi veya kötü olarak gördüklerini onlardan öğrenir.
Ana-babasının havâî şeylere daldığını gören bir çocuk, ahlâkî değerleri öğrenemez.
Ana-babasından devamlı surette katılık, öfke, sinir ve parlama, ezâ ve cefâ gören bir çocuk düzenli olamaz ve kendine hâkim olmayı, dil tatlılığını, nezih konuşmayı öğrenemez.
Âyet-i kerime'de:
"Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?" buyuruluyor. (Saff: 2)
Ana-babasından dedikodu, gıybet, yalan, hile gören; ana-baba, komşu, arkadaş, akraba hakkına riayeti görmeyen çocuk yarın bunları yaparsa mesul gene biziz. Niçin? Güzel numune olmadığımız için.
İslâm'da çocuğun eğitimi kadının hamilelik dönemi ile başlar ve ömür boyu sürer.
Bu hususta bir temsil arzedelim:
İstanbul'da medfun bulunan Şeyh Vefa Hazretleri'nin küçük oğlu, yoldan geçen sakaların su tulumlarını iğne ile delmeyi âdet hâline getirmiş. Sakalar bu durumu bu sâlih zâta söylemeye utanırlar. Nihayet bir gün tahammül edemeyip Şeyh Vefa Hazretleri'ne meseleyi intikal ettirirler.
O da kendi kendine bunda çocuğunun değil, ya annesinin ya da kendisinin suçu olabileceğini düşünür ve derin bir murakabaya dalar. Bir hatasını göremeyince hanımına sorar. Hanımı iyice düşünür ve der ki:
"Efendi ben bu çocuğa hamile iken komşuya misafirliğe gitmiştim. Masanın üzerinde portakallar vardı. Çok canım istedi, söylemeye utandım. Bir ara ev sahibinin yokluğundan faydalanarak elimdeki iğneyi batırdım ve portakaldan çıkan suyu azıcık emdim."
Bu cevabı alan Şeyh Vefa Hazretleri: "Hemen git komşudan helâllık al." buyurur. Ertesi günden itibaren, hiç tembih etmedikleri halde çocuk da bu huyundan vazgeçer.
Bu durumdan çok hislenen anne: "Benim güzel yavrum, en ufak hatamı bile gizlemedin!" der.
Görülüyor ki hamile olsun veya olmasın her kadının yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi, küçücük hatalarının gelecekte çocuğa yansıyacağını unutmaması gerekir.
•
İkinci bir temsil:
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'un fethinden sonra annesine: "Anneciğim! İstanbul'u fethettim." der. Annesi: "Oğlum! İstanbul'u sen değil ben fethettim." karşılığını verir. Fatih: "Nasıl olur? Askerleri denizden, gemileri karadan yürüten ordunun başında ben vardım." dediğinde annesi şöyle söyler:
"Hayır oğlum, İstanbul'u ben fethettim. Çünkü ben hamile kaldığımda harama, helâle, tesettürüme o kadar dikkat ettim ki, bırak akrabalarım, yakınlarım dahi hamile olduğumu anlayamamışlardı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah-u Teâlâ bana senin gibi bir evlât verdi. Ben böyle olmasaydım, sen İstanbul'un fatihi olamazdın."
Fatih: "Haklısın anneciğim!" diyerek annesinin elini öper.
Bir kimsenin âilesi, geçimlerini üstlendiği hanımı ve çocuklarıdır. Anne ve babası gibi yakınları yardıma ve korunmaya muhtaç iseler, aynı şekilde onların da gerekli ihtiyaçlarını temin edecektir.
İnsanın âilesine karşı sorumlu olduğu bu maddî ihtiyaçlarının yanında bir de mânevî ihtiyaçları vardır. Onlara inanmaları gereken iman esaslarını, yapmaları gereken ibadet esaslarını ve uymaları gereken ahlâk esaslarını öğretmek, âile reisinin sorumluluğu altındadır. Bu mânevî ihtiyaçların temin edilmesi daha mühimdir. Onların mânevî eğitimlerini sağlamak para ile doğrudan ilgili olmadığı için, omuzlarındaki bu sorumluluk hiçbir zaman düşmez.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah sizi ana karnından kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı." (Nahl: 78)
Bunun içindir ki insan hayatta kendisine lâzım olacak bütün bilgileri sonradan almak mecburiyetindedir.
Meselâ bir buzağı doğar doğmaz hemen kalkıyor, annesinin memesine yapışıyor. Fakat bir bebek, insan olduğu halde niye yapışmıyor? Çünkü Allah-u Teâlâ ona müşfik bir hizmetçi tayin etmiş, öbürünün hizmetçisi yok ki! Bebeğin bakım ve korunmasını, onun doğumunu hasretle bekleyen anne-babası şefkatle üzerlerine almaktadırlar.
İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet: 36)
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek, ilâhî bir terbiye görmek istememektedirler. Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O'dur.
Bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir." (Mâide: 16)
Bebeklik döneminden itibaren uygulanmaya başlanan alıştırmalarla çocukta sağlam bir ahlâkî yapının meydana gelmesi hedef alınmalıdır. Bunda davranış eğitimi her şeyden önce gelir. Küçük yaşlarda çocuktaki yanlış davranışların önüne geçilmediği takdirde, ileriki yaşlarda bunların telâfisi imkânsızlaşır.
Küçük yaşlardan itibaren kızlarına çeyiz düzmekle uğraşan anne ve babalar, çocuklarının en büyük çeyizi olan edepli ve ahlâklı olmayı gözardı etmektedirler. Bugün evde ihtiyaç duyulan şeyleri almak veya eksikleri gidermek kolaydır, fakat kızın edep, hayâ ve ahlâk eksikliğini gidermek zordur. Bunun içindir ki anne ve babaların çocukları adına yapmaları gereken ilk şey, küçüklüklerinden itibaren onları en güzel şekilde terbiye etmektir.
Çocuk ana-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve ahirette saâdet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar.
Eğitim işi, verimin artması için ekinlerin arasında yetişen yabani otları ve dikenleri temizleyen çiftçinin işine benzer.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Çocuklarınıza gereken ikramı yapın ve terbiyelerini güzel yapın." (İbn-i Mâce: 3671)
Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
İlk terbiye ocağı ana kucağıdır. İkincisi eğitim, üçüncüsü de muhittir.
Ana-babası çocuğunu güzel şeylerle doldurur, öğretmen o şekilde yapar, muhit de güzel olursa, çocuk güzel yetişir.
Öğretmenlik çok güzel bir vazifedir, sahası geniştir. Bir çok yavruların kalbine nur ekilebilir. Tevhid ekilebilir. Tevhid'in ekildiği yerde kalpler nurlanır.
Öğretmen bir ekici gibidir. Ekilmemiş bir tarla öğretmenin yanına geliyor. Öğretmen güzel tohumlar saçarsa, o tohum zamanı gelince neşv-ü nemâ bulur.
Çalışılırsa büyük vazifeler olabilir. Öğretmen bunun kıymetini bilmeli ve çalışmasını lâyık-ı veçhile yapmalıdır.
Verimli olabilmek için, evvelâ güzel bir hâlâta sahip olmalı, helâl lokma yemeli, herkes uyurken uyanarak ibadet ve taatla meşgul olmalı, Allah-u Teâlâ'ya niyaz etmelidir.
Allah'ımız o hâli ihsan buyurursa, söz söylenmese de o hâl çocuğa geçer.
Öğretmen dolu ise çocuğu dolduğu ile doldurur. Boş ise, zaten kendisi boş, çocuğa ne dolduracak? Kendisine tesir edemiyor ki, başkasına nasıl edecek? Evvelâ kendisi dolacak ki, başkasını doldurabilsin.
Eğer kişide nur varsa, o nur karşısındakine akseder. Kişi fâsıksa, fıskı akseder.
Baba ile anne, çocuğun dünyaya gelişine sebep oldukları ve ona güzel bir terbiye vermek suretiyle yetiştirdikleri için, onların bir nevi kazancı sayılır ve ahirette karşılığını alırlar. Bu ise büyük bir saâdettir. Çocuklarını cehennemden korudukları gibi, kendileri için de bir ahiret sermayesidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İnsan ölünce yapmakta olduğu hayırlı işleri durur. Ancak üçü müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, yani kesilmeden devam eden hayır yapanların, faydalı ilim bırakanların, arkasından kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimselerin amel defterleri kapanmaz." (Müslim: 1631)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Şüphesiz ki bir adamın cennette makamı yükseltilir. Bunun üzerine adam: '(Ey Rabb'im!) Bu nereden geldi?' diye sorar. Kendisine: 'Çocuğunun sana istiğfarı sebebiyledir.' denilir." (İbn-i Mâce: 3660)
Mümin ana-babanın geride bıraktıkları çocuğun onlar için yaptığı duâ ve istiğfarı, günahlarının bağışlanmasını dilemesi kendilerine yararlıdır. Çünkü çocuk ana ve babanın bir kazancı ve eseridir.
Anne-baba evlât ister, illâ olsun diye de ısrar eder. O da bize evlât verir, amma ya nur vermezse ne kıymeti var? O yüzden Cenâb-ı Hakk'tan nur isteyin.
Ümmet-i Muhammed'e faydalı olan evlât evlâttır. Allah-u Teâlâ onu lütfu ile süslerse, nur ile donatırsa, o kendisini ümmet-i Muhammed'e adamış olur. Bin tane evlât olacağına bir tane olsun da böyle olsun. Allah'ımız onlardan etsin.
Kendisine faydalı olmayan ebeveynine hiç olamaz, beşeriyete aslâ fayda vermez, hatta zarar verir.
Çocuk kazanalım, adam değil...
Çocuklarınızı insaniyet ve İslâmiyet üzerine yetiştirin. Evvelâ insanlık, sonra İslâm!..
İbrahim Aleyhisselâm ömrünün sonuna doğru evlâtlarına dine bağlı kalmalarını vasiyet ettiği gibi, torunu Yakub Aleyhisselâm da aynı şekilde vasiyette bulunmuştu:
"Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin." (Bakara: 132)
Onlar da babalarına bu hususta söz vermişler, din işlerine dikkat edeceklerini belirtmişlerdi.
Allah-u Teâlâ onun bu tavsiyesini Âyet-i kerime'sinde bütün beşeriyete numune bir vasiyet olarak takdim ediyor.
Yakub Aleyhisselâm ikinci mühim tavsiyesini vefat etmek üzere iken yaptı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O zaman Yakub, oğullarına: 'Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?' diye sormuştu. Onlar da: 'Senin Allah'ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Allah'ı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız.' dediler." (Bakara: 133)
Yakub Aleyhisselâm Mısırlılar'ın türlü türlü putlara taptıklarını görmüştü. Aralarında bırakacağı oğullarına, eskiden yaptığı vasiyetin yerine getirilmesini tekrar hatırlatmak için, dünyadan ayrılacağı sıralarda bu soruyu sormuştu. Oğulları da onun arzusu doğrultusunda cevap vererek, o vasiyetin yerine getirilmesine dair azim ve gayretlerini göstermiş oldular.
O mübarek peygamberler bizim örneğimiz olmalıdır. Biz de vasiyetimizi yapmalı ve evlâtlarımıza eğri ile doğruyu ayırabilmeleri için izah ve ikazlarımızı yapmalıyız.
Çocuğu iman bakımından olgunlaştırmak, ahlâkî ve ruhî yönden geliştirmek için öğüt vermenin, yapıcı güzel sözlerin faydası çok büyüktür. Çocuğun gerçekleri görebilmesine, ahlâkî faziletlerle bezenmesine yardımcı olur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir." (Zâriyât: 55)
Gaflete düşmemelerine, imanlarının kemalleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerinin öğrenilmesine sebep olur.
Allah-u Teâlâ Lokman Aleyhisselâm'ın, oğlu için yapmış olduğu yol gösterici nasihat ve vasiyetlerinden bir kısmını Lokman sûre-i şerif'inde anmak suretiyle hem kadrini yüceltmiş, hem de onun lisanından kıyamete kadar gelecek olan müminlere, uymaları gereken öğütlerde bulunmuştur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: " (Lokman: 13)
Lokman Aleyhisselâm kendisine insanların en sevimlisi olan oğluna vasiyette bulunmuş, şirkin büyük bir zulüm olduğunu hatırlatarak sözlerine başlamıştır:
"Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür." (Lokman: 13)
Zulüm; adaletsizce davranmak, bir şeyi hakkından mahrum etmek, vazifeyi ehil olmayana vermek demektir. Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.
Lokman Aleyhisselâm oğluna Allah-u Teâlâ'yı tanıtmaya çalıştı ve şöyle buyurdu:
"Oğulcuğum! Yapılan iyi veya kötü bir iş hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu mutlaka çıkarır. Şüphesiz ki Allah Lâtif'tir, her şeyden haberdardır." (Lokman: 16)
Bu bilgi ve iman insanın hayatını düzene sokar, iç ve dış dünyasını tanzim ettirir. Kişi attığı her adıma, ağzından çıkan her söze dikkat eder.
Lokman Aleyhisselâm oğlunu şirkten sakındırıp, Azamet-i İlâhî'nin her şeye tesirini, ilminin her şeyi ihâta ettiğini beyan ettikten sonra; Rabb'ine ibadet etmesini, O'na şükretmenin ve kulluk vazifesini yerine getirmenin ilk basamağı kabul edilen namazı kılmasını tavsiye etti:
"Oğulcuğum! Namazı kıl!" buyurdu. (Lokman: 17)
Kalpleri tenvir, ruhları tasfiye eden namaz; yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştı.
Başkalarını da kemale ulaştırmak, istikamete götürmek için; iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmasını emir buyurdu:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan!" (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına bir takım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır.
Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir.
Nitekim Âyet-i kerime'nin nihayetinde:
"Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." buyuruluyor. (Lokman: 17)
Lokman Aleyhisselâm nasihat ve vasiyetlerine devam ederken; insanları Allah yoluna dâvet etmenin edebini oğluna anlattı:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirme!" buyurdu. (Lokman: 18)
Halka yol göstermek, Hakk'a davet etmek, yanlışlıklarının giderilmesini hatalarının düzeltilmesini sağlamak, onların üzerinde üstünlüğü ve böbürlenmeyi gerektirmez.
Bu vazifeyi ifâ etmeye memur olanların tevâzu kanatları daima yerdedir, herkes basar da geçer. Kendisini herkesten küçük görür, herkese değer verir.
Tevâzu müminin şiârıdır. İnsanları küçük görmemek, onlara karşı büyüklük taslamamak bir emr-i ilâhîdir.
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah kendini beğenip övünen ve böbürlenen kimseleri asla sevmez." (Lokman: 18)
Kibriyâ ve azamet Allah-u Teâlâ'ya mahsustur, büyüklük ve ululuk ancak O'na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Allah-u Teâlâ insan haysiyetini ayaklar altına alan büyüklenmekten, kendini beğenip başkalarından üstün görmekten kullarını sakındırmak için diğer Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin." (İsrâ: 37)
Lokman Aleyhisselâm oğlunu böbürlenerek yürümekten sakındırırken, en güzel yürüme tarzını da açıkladı. Ne çok çabuk, ne de çok yavaş gitmemesini, ölçülü hareket etmesini öğütleyerek:
"Yeryüzünde mütevâzi ol!" buyurdu. (Lokman: 19)
Bir kimsenin kibir ve gururu yürüyüş biçimine de akseder. Takvâsı olmayan bir zenginlik, sahibini gururlu hâle getirir. Âmirlik, ilimde yükselmek, kuvvetli olmak, herhangi bir dalda tanınmış olmak... gibi şeyler o insanı gururlu bir hale getirir ve bu hal yürüyüşünde de kendini gösterir.
•
Âyet-i kerime'lerde nakledilen ve sadra şifâ olan öğütlerden başka, kendisinden birçok hikmetler ve nasihatler rivâyet edilmiştir:
Onlar peygamber oldukları halde, çocuklarına bir bir nasihat ettiler, uyandırdılar. Biz ne yaptık?
Çocuğun konuşmaya başladığı, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren dini esasların öğretimi yapılabilir.
Çocukta temyiz alâmetleri görülünce kontrol altına alınması gerekir. Bunun ilk işareti de hayâ belirtilerinin zuhurudur. Ne zaman utanarak bazı şeyleri yapmayı terkederse, bu durum akıl nurunun onda doğduğunu gösterir. Belli bir olgunluk seviyesi hâsıl olmadan öğretime zorlamak, fayda değil zarar getirir.
Çocuğa ilk öğretilecek şey Tevhid inancıdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Çocuklarınızı ilk olarak 'Lâ ilâhe illâllah' kelime-i tevhidi ile açınız, ölüm anında onlara 'Lâ ilâhe illâllah' sözünü telkin ediniz." (Hâkim)
Allah inancı küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille anlatılmalıdır. Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibadet şuurunun da geliştirilmesi gerekir.
Bir müslümanın kendisinin namaza bağlı bulunması yeterli olmayıp ev halkının da namaza bağlılığını sağlaması istenmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda sebat ile devamlı ol!" (Tâhâ: 132)
Müslüman çocuğunun ilk önce eğitilmesi, alıştırılması gereken şey namazdır, çünkü dal küçükken eğilir.
Küçük çocuklara namazın dışındaki ibadetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanların zaman zaman tatbik ettirilmesi de çok önemlidir.
Nitekim Asr-ı saâdet'teki uygulamanın da bu şekilde olduğu görülmektedir.
Aşure orucu tutulurken büyüklerle birlikte çocuklar da oruç tutmuşlardır.
Rubeyyi' binti Muavviz -radiyallahu anhâ- der ki:
"Bundan sonra artık biz bu orucu tutmaya ve küçük çocuklarımıza da Allah'ın izniyle tutturmaya başladık. Mescide gider çocuklarımıza renkli yünden yapma oyuncaklar verirdik. Onlardan biri yemek için ağlarsa iftar zamanı oluncaya kadar oynamalarını sağlardık." (Müslim: 1136)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, oruç yiyen bir kimseye serzenişte bulunarak:
"Nasıl oruç yersin, halbuki bizim çocuklarımız oruç tutmaktadır." buyurmuştur.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı çocuklarını toplar, iftar vaktinde kabulünü umarak Allah-u Teâlâ'ya duâ ederlerdi.
İnsan ömrü içerisinde en mühim safha, büluğ devresine kadar olan çocukluk devresidir.
Çocuk büluğa ermesiyle dini bir sorumluluk yüklenir. Bunun içindir ki çocukluk yılları çok büyük önem taşımaktadır. Çocukların zihni yapıları kendilerine öğretilecek herşeyi kabullenmeye gayet elverişlidir.
Büluğ, çocukluğun sona erdiği bir sınırdır.
"Âkil" iyiyi ve kötüyü, kâr ve zararı birbirinden ayıran kimse demektir.
"Bâliğ" ise çocukluk çağından çıkıp erkeklik veya kadınlık çağına eren kimse demektir.
Erkek çocuklar için erginlik çağı 12-15 yaş arası, kız çocuklar için ise 9-15 yaş arasıdır. Onbeş yaşını doldurduğu halde büluğa ermeyen erkek ve kız, bu yaştan itibaren hükmen mükellef sayılır.
Âkil ve bâliğ olan, Allah-u Teâlâ'nın "Yapınız!" veya "Yapmayınız!" tarzındaki emirleri ve yasakları karşısında sorumlu bulunan kimseye mükellef denir.
Mükellef olduktan sonra artık iyilikler-kötülükler, günahlar-sevaplar yazılmaya başlanır. Çocukluk sebebiyle tanınmış olan bütün muâfiyetler kalkar.
Allah-u Teâlâ'nın Kitab-ı kerim'inde, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sinde; yapılmasını istedikleri, hoşnut oldukları şeylere sevap, yasak ettikleri, yapılmasını istemedikleri şeylere günah denir.
Sevapları-günahları, emirleri-yasakları belirleyen kesin sözler ise "Ahkâm"dır. Ahkâm, hükümler demektir. "Namaz farzdır. Kumar haramdır..." gibi sözler birer hükümdür.
Mükellef olan herkesin "Farz" gibi yapmakla, "Haram" gibi yapmamakla sorumlu tutulduğu işlere ve hükümlere "Ef'âl-i mükellefin" denir; "Mükellefin görevleri"de denilebilir.
Bunun içindir ki bu mühim zamanın anne-baba tarafından bilinmesi gerekmektedir.
Asr-ı saâdet'te gençlerin büluğa erip ermedikleri takip ediliyordu. Nitekim Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"İhtilâm olduğum günün sabahı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzuruna çıkıp durumu bildirdim. Bunun üzerine:
'Artık kadınların içine karışma!' diye emretti. Bana bundan daha zor bir gün gelmemişti." (Mecma'uz-zevâid)
Keza huzuruna ince bir elbise ile çıkmış olan baldızı Esmâ -radiyallahu anhâ-ya:
"Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi doğru değildir." buyurmuş ve yüzü ile ellerini işaret etmiştir. (Ebu Dâvud: 4104)
Çocuk gelişme çağına girince, ona iman esaslarını telkin etmek gerekir. Böylece iman ve İslâm'la ilgi kurmuş olur.
Cündüb bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Biz erginlik çağına yaklaşmış bir grup genç Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraberdik. Kur'an'ı öğrenmezden önce imanı öğrendik. Sonra da Kur'an'ı öğrendik. Kur'an sayesinde imanımız daha da arttı." (İbn-i mâce: 61)
Önce imanın öğretilmesi, sonra Kur'an-ı kerim ve diğer bilgilerin öğretilmesi talim ve terbiye sisteminde takip edilecek safhaların özünü teşkil etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz akrabalarından bazı çocuklara konuşmaya başlar başlamaz iman esaslarına giren bazı Âyet-i kerime'leri ezberletmiştir. Çocuklar o safhada henüz temyiz yaşında bile değillerdi. Temyiz yaşında namaz kılmaları emredilmiştir.
Çocuklar müslümanların en kıymetli varlıklarıdır. Çocuk anne-babanın yanında bir emanettir. Çocuğun kalbi tertemizdir, işlenmemiş sâde bir cevherdir. Kendisine verilecek herşeyi kabul edecek durumdadır.
Çocuğa doğru şeyler öğretilir ve iyi alışkanlıklar kazandırılırsa, bu duygu içinde gelişir. Anne-baba da Allah katında mükâfatlarını alırlar. Fakat onları hayvanlar gibi başıboş bırakırlar, kötü alışkanlıklar kazandırırlarsa, onların günahı anne-babanın boynuna olur.
Evlilik ve iyi bir nesil yetiştirmek, şüphesiz büyük bir sorumluluktur. Çocukların anne ve baba üzerinde bir takım hakları bulunmaktadır. Kıyamet gününde her anne-baba bundan dolayı mutlaka hesaba çekilecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra anası ile babası onu yahudi veya hıristiyan yahud da mecusi yaparlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 664)
Görüldüğü üzere din duygusu, hakikat aşkı insanlarda fıtrîdir, doğuştan vardır. Her doğan çocuk küfürden sâlim olarak, Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'ın sulbünden zürriyetlerini çıkararak aldığı söz üzerine, Rabb'ini tanıyacak şekilde doğar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif'leriyle çocuklarına dinlerini öğretmeyen, İslâm terbiyesi vermeyen anne ve babaların Allah katında sorumlu olduklarını haber vermişlerdir. Çocukların düzelmesi, onların düzgün davranmalarına bağlıdır. Anne-baba istikametten ayrılırlarsa, çocuklar da ayrılırlar. Bu durumda kendi cezalarını çekecekleri gibi, çocuklarının cezalarını da çekerler.
Çocuğunun terbiyesini vermeyen, onu başıboş bırakan kimse büyük bir vebal altına girmiş olur.
Çocukların çoğunun bozulması anne babaların onları ihmal etmelerinden kaynaklanmaktadır.
Anne-baba çocuklarına küçüklüğünde gereken âile terbiyesi vermeyince, çocuklar da büyüdüklerinde onlara faydalı olmamaktadırlar.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Ben kullarımın hepsini müslüman olarak yarattım. Amma onlara şeytanlar gelerek kendilerini dinlerinden alıp götürdüler. Benim kendilerine helâl kıldıklarımı onlara haram ettiler, benim hakkımda delil indirmediğim bir şeyi bana şerik koşmalarını emrettiler." (Müslim: 2865)
Çocuk tevhid ve marifet fıtratı üzere doğar. Bir çocuk kendi yaratılışı ve karakteri ile başbaşa bırakılırsa, kendiliğinden iman yolunu seçeceği şüphesizdir.
Güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, hakkı haksızlıktan ayırabilecek bir istidatta yaratılan insan, o büyük iman hakikatini de bulabilecek kabiliyettedir.
Çünkü güzelde, iyide, hak ve hakikatte hep O vardır ve yaratılışın gayesi de zaten O'dur. Hem O'nu arama, O'nu bulma ve O'nda özleşme gayesiyle yaratılalım, O'nun ahlâkına aynadar olma vasıfları ile donatılalım, hem de O'nu bulma kabiliyetinden yoksun olalım! Bu mümkün müdür?
Kardeşlerimizin birinin henüz iki buçuk yaşlarındaki kızı küçük Hatice bakın vücut nimetini ihsan edeni nasıl arıyor? Bilmek ve bulmak isteyip soruyor:
– Anneciğim şu elimi kim verdi?
– Kızım, Hazret-i Allah verdi.
– Peki anneciğim ayağımı kim verdi?
– Kızım, Hazret-i Allah verdi.
"Gözümü kim verdi, kulağımı kim verdi?" diye sual devam ediyor. Annesi kızının bütün suallerine: "Hazret-i Allah verdi." deyince, küçük Hatice her gezdiği yerde: "Anne, Hazret-i Allah çocuklara el-ayak, göz-kulak vermiş!.." deyip, bununla şükrünü yapmış oluyor ve Hazret-i Allah'ı zikretmiş oluyor. Oluyor da nice yaşlı, yaşlanmış, akıllıyım diye geçinen kimseler var, kendilerini görmüyor, göremiyorlar. Derinlemesine bir muhasebenin içerisine giremiyor, nefsini tanımıyor, sahibini de tanımıyorlar. Üstelik ıssız yerde de değil, kutuplarda da değil...
Bir ev sahibi düşünün. Misafirine sayılamayacak kadar ihsanda bulunsun, onu sayısız nimetlerle donatsın. Misafir de kalkıp: "Ben ev sahibini tanımıyorum." desin ve ev sahibinden beni kimse haberdar etmedi desin, sonra da mesuliyetten kurtulsun. Bu olacak iş midir?
Bir köpek kendine ekmek veren, su veren ve himaye eden tablacı hükmündeki ev sahibini tanısın da, aklı başında olan insanoğlu kendisine sayısız ihsanda bulunan, kendisinin ve âlemlerin Rabb'i olan yaratıcısını tanımasın! Elbette mesuliyetten kurtulamayacaktır.
Bunun içindir ki çocuğa kendini yoktan yaratan, nimetlerle donatan, mülkünde bulundurup çeşitli nimetlerle rızıklandıran Yaratıcı'yı, onun anlayacağı dil ile duyurmak gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in çocuk terbiyesi ile ilgili olarak verdiği en önemli talimatlardan biri, çocuğa namazın emredilmesi ile ilgilidir.
Allah-u Teâlâ'ya iman ettikten sonra müslümanların yerine getirmeleri gereken farzların başında namaz gelir. Yalnız ümmet-i Muhammed'e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesi'nde:
"Hepiniz Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakınınız. Namazı kılınız. Müşriklerden olmayınız." buyuruyor. (Rum: 31)
Namaz, Rabb'imizin görünür-görünmez, bitmez-tükenmez ihsan ve ikramlarına karşı şükran ve tâzimlerimizi sunmak için kalbimiz, dilimiz ve bedenimizle yaptığımız bir ibadettir.
Hadis-i şerif'lere göre İslâm'ın şartı, dinin direği ve temeli, ibadetlerin rehberi, cennetin anahtarıdır. Müminin miracı, kâlbinin nuru, ruhunun gıdasıdır. Muttakilerin göz aydınlığıdır.
Namaz kılmakla İslâm'ın esası ve büyük temeli kurulmuş, kişi kurtuluş ipine tutunmuş olur.
Namazı terketmek küfür alâmetlerindendir.
Bir müslümanın, kendisinin namaza bağlı bulunması yeterli olmayıp, ev halkının da namaza bağlılığını sağlaması istenmektedir:
"Âilene namaz kılmalarını emret, kendin de onda sebat ile devamlı ol." (Tâhâ: 131)
Namazı bırakanlar için azap vâdedildiği gibi, onların iyi kimseler olmadıkları da Âyet-i kerime'de beyan buyurulmaktadır:
"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezalarını çekeceklerdir." (Meryem: 59)
•
Müslüman çocuğunun ilk önce eğitilmesi, alıştırılması gereken şey namazdır, çünkü dal küçükken eğilir. Namaz normal olarak büluğdan sonra farz olmakla beraber, çocuğun buna alışması ve daha erken yaşlarda başlatılması gerekmektedir.
Sebre bin Mâbed -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı halde kılmazsa dövünüz." (Ebu Dâvud)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Çocuklarınıza yedi yaşındayken namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına bastıkları halde kılmazsa kendilerini dövünüz, yataklarını da ayırınız." (Ebu Dâvud)
Kendisi hiçbir çocuğu dövmeyen ve onların dövülmesini istemeyen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, on yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocukları sadece eğitim maksadıyla dövmeye izin vermiştir.
Bu Hadis-i şerif'te çocuklara verilmesi gerekli bazı eğitim ve öğretim esasları ele alınmaktadır.
Bunlardan birincisi, yedi yaşına basan çocuğa namazın nasıl kılınacağının öğretilmesidir. Yedi yaş sınırı hususunda kız ve erkek çocukları arasında fark yoktur. Dindar bir çevrede yetişen bir çocuk, namaz kılmayı yedi yaşına kadar zaten öğrenmiş olur. Bu durumda onun eksikliklerini tamamlamak anne ve babaya düşen bir görevdir.
On yaşına geldiği halde öğüt ve nasihata kulak vermeyip namaz kılmamakta direten çocukları azarlamalıdır. Azardan da anlamayanları, bir yerlerini incitmeyecek şekilde dövmelidir. Bu dövme işi eğitim maksadıyla yapılmalı, ona ancak mecbur kalındığı zaman başvurulmalıdır. Dövmeye gelinceye kadar azarlama, tehdit etme, kulak çekme gibi basamaklar vardır.
Zira o yaşlarda dinimizin en mühim emri olan namaza alıştırılmazsa, ondan sonra büyük zorluklar çıkabilir.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Çocuk sağını solundan ayırmasını bildi mi, ona namazı emredin!" (Ebu Dâvud: 497)
Namaz temyiz yaşında emredildiğine göre; çocuk daha önceden namazla ilgili farz, vâcip, sünnet gibi bazı bilgileri öğrenmelidir. Konuşmaya başladığı andan itibaren, en azından namazda okuyacağı sûre ve duâları öğrenmiş olmalıdır.
Çocuk namaz vakitlerini aksatmamalı, bu hususta gereken hassasiyeti göstermelidir. Bunu takip etmek de ana-babanın vazifesidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çocukların namaz hususundaki yanlışlıklarını bizzat düzeltirdi.
Ümmül-müminin Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, secdeye vardığında toprağı üfleyen Eflâh isminde bir çocuğa:
"Ey Eflâh! Yüzünü toprağa koy!" buyurmuştur." (Tirmizî)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Yavrucuğum! Namazda sağa sola bakmaktan sakın! Çünkü sağa sola bakmak helâktır. Mutlaka yapman icabediyorsa nafile namazda yap, farz namazda yapma." (Tirmizî)
•
Namaza alıştırma hususunda sadece beş vakit namaz anlaşılmamalıdır. Rivayetler saâdet devrinde çocukların bayram ve cenaze gibi diğer cemaat namazlarına da teşvik edilip götürüldüklerini göstermektedir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Çocuğun iyilikleri amel defterine yazılır, fakat kötülükleri yazılmaz."
•
On yaşına basan çocukların yataklarını ayırma hususu da çok mühimdir. Sadece erkeklerle kızları birbirinden ayırmakla kalmamalı, cinsiyetleri ne olursa olsun, çocukların yataklarını ayırmalıdır. On yaş büluğ çağının sınırıdır. Çocukta yavaş yavaş büluğ emâreleri başlar.
Babanın evlâdına İslâmî terbiye vermesi ve dini vecibelerini öğretmesi farzdır. Baba olmadığı zaman bu vazife anneye düşer. Çocuğa "Zarurât-ı diniye" denilen gerekli dini bilgileri, büluğa ermeden mutlaka öğretmek gerekir. Böylece mükellef olduğu çağı bulduğunda zorlanmadan seve seve ilâhî emirleri yerine getirmesi, kulluk şuuruna ermesi beklenebilir.
Mâlik bin Huveyris -radiyallahu anh- der ki:
"Medine'ye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına gittik. Hepimiz genç ve aynı yaştaydık. Orada yirmi gün kaldık.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- çocuklarımızı özlediğimizi tahmin etti ve evde kimleri bıraktığımızı sordu. Ona durumu anlattık. Kendisi çok yumuşak kalpli idi.
Bize şöyle dedi:
'Çocuklarınızın yanına dönün, onlara dinlerini öğretin. Benden gördüğünüz gibi namaz kılın. Namaz vakti olunca sizden biri ezan okusun ve en yaşlınız imam olsun.'" (Buhârî)
Çocukların maddî ihtiyaçlarını gidermek yeterli değildir, mânevî açıdan da doyurulmaları gerekmekte-dir. Çocuklara ölümü küçük yaşlarda duyurmalı ve sevdirmelidir, yoksa ölümü unutur ve dünyaya sarılır.
Dinin üzerinde kurulan âile terbiyesinde daha ciddi bir esas vardır. Çünkü kişinin gerek kendisini, gerekse çocuğunu yetiştirebilmesi için ilâhî hükümlere riâyet etmesi şarttır.
Her kız çocuğu ergenlik çağına gelince âdet kanı görür. Bu durumla karşılaşılmadan önce annenin kızını bilgilendirmesi gerekir. Kendisi bunu yapamıyorsa, yapabilecek bir kimse aracılığı ile kızını hayızla ilgili hususlarda bilgilendirmelidir.
Ergenliğe adım atan her genç kız telâşa kapılır, hırçınlaşır, ağlamak için âdeta bahane arar. Ana-babasının yüzüne bakmaktan utanır. Anlayışlı bir anne, kızındaki bu değişikliğin sebebini hemen anlar, ona bir arkadaş gibi yaklaşır. Kendisinin de bir zamanlar aynı duyguları yaşadığını söyleyerek onu teskin eder.
Ergenlik çağına giren kız çocuğu; artık namaz, oruç, tesettür... gibi İslâm dininin bütün emir ve yasaklarından sorumlu olur. Bunu bildirmek anneye vaciptir.
Çocuklara Kur'an-ı kerim öğretmek, İslâm dininin bir şiârıdır. Böylece günahlarla kirlenmeden, nefsânî duygular yerleşmeden önce, gönüllerine Kur'an-ı kerim'in nuru sirayet etmiş olur. Kur'an-ı kerim sevgisiyle ve Kur'an ahlâkıyla ahlâklanarak büyürler ve gelişirler.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Sizin en faziletliniz Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1776)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm'ın tâlimâtına uyarak çocuklarına Kur'an-ı kerim öğretmeye başlamışlar; Kur'an sevgisi ve tilâvetiyle çocuklarını büyütmüşlerdir.
Sehl bin Muaz -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Kim Kur'an'ı okur ve onunla amel ederse, kıyamet gününde Allah onun ana-babasına güneş ışığından daha parlak bir taç giydirir." (Ahmed bin Hanbel)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- Resulullah Aleyhisselâm'ın sağlığında henüz küçük bir çocukken Kur'an-ı kerim okumaktan büyük bir haz duyar ve onunla iftihar ederdi.
Der ki:
"Ben on yaşımda iken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat etmişti. O zaman ben Kur'an'ı okuyordum."
Kur'an-ı kerim okumak her şeyden önce bir zikir ve ibadettir. Ecir ve sevabı çok büyüktür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık sarfedenler asla tükenmeyecek bir kazanç umabilirler." (Fâtır: 29)
Bu gibi kimselerin gerek Kur'an-ı kerim okumalarından, gerek namaz ve infaktan maksatları; Allah-u Teâlâ'nın onları Rızâ-i Bârî'sine erdirmesi, onlara ecirlerini bol bol vermesidir. Bu gibi kimseler öyle bir ticaret ümit ederler ki, o ticaret elbette zarar getirmez.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Çocuklarınızı Peygamber'inize, Ehl-i beyt'ine ve Kur'an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." (Câmiü's-sağir)
Kalbine Peygamber sevgisi yerleşen çocuğun duyguları değişir, şuuru gelişir, gönülden Hakk'a yönelir.
Resulullah Aleyhisselâm, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta müstesnâ bir numunedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir."(Ahzâb: 21)
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Resulullah Aleyhisselâm'ın en güzel numune olması; izinin takip edilmesi, Sünnet-i seniyye'sine uyulması, söz ve hareketlerde ona muhalefet etmekten kaçınılmasıdır."
Onun mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi." buyurmuşlardır. (Câmiü's-sağir)
Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en güzelini harfiyyen önce kendisi tatbik ederdi.
İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem bir şekilde fazilet nümunesi oldu. Hayatı, Kur'an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ahlâkı sorulduğunda:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurmuşlardır. (Müslim)
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın çocukları, Peygamber sevgisinin doruk noktasına ulaşmışlardı. Herbiri Peygamber sevgisi ile büyüdüler, her fırsatta sevgili Peygamberleri'nin ihtiyaçlarını gözetlerler, o konuşmadan veya birşey söylemeden hemen yerine getirirlerdi.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir bahçeye girdi. Arkasından bir çocuk bir ibrikle onu takip ediyordu. Bu çocuk bizim en küçüğümüzdü. İbriği bir nebk ağacının yanına koydu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- abdest bozdu ve su ile temizlenerek yanımıza geldi." (Müslim: 270)
İçlerinde Peygamber düşmanları ile savaşan gençler de vardı.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- der ki:
Bedir günü harp dizisinde idim. Medine müslümanlarından sağımda ve solumda iki delikanlı vardı. Birinin adı Afra oğlu Muâz, diğerininki Âmir bin Cemuh oğlu Muâz idi. İçimden: "Keşke bu toylar arasında değil, tecrübeli yiğitler arasında olsaydım!" diye düşündüğüm sırada, onlardan biri beni eli ile dürterek: "Amca! Ebu Cehil'i tanır mısın?" dedi. "Tanıyorum amma, niçin soruyorsun yeğenim?" dedim.
Genç: "O bizim peygamberimizle savaşmış, vallahi eğer eceli gelmişse canını almadan bırakmayacağım!" dedi.
Öteki genç de aynı şeyi söyledi. Hayret ettim. Az sonra düşmanlar içinde Ebu Cehil gözüme ilişti. Gençlere: "İşte aradığınız şudur!" diye gösterdim. İkisi birden kartal gibi Ebu Cehil'in yanına süzüldüler ve kımıldayamayacak bir hale getirinceye kadar ona kılıç vurdular.
Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm'a gelip hadiseyi anlattılar.
"Onu hanginiz öldürdü?" buyurdu.
İkisi birden: "Ben öldürdüm!" dediler.
Resulullah Aleyhisselâm: "Kılıçlarınızı sildiniz mi?" buyurdu. "Silmedik." dediler.
Kılıçlara baktı. "Evet ikiniz de öldürmüşsünüz, fakat onun üstünden çıkanlar Cemuh oğlu Muâz'ındır." buyurdu.
Savaş kazanıldıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm: "Ebu Cehil ne yaptı, kim bakıp gelecek?" buyurdu. Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- derhal yerinden kalkıp Ebu Cehil'in yanına gitti. Afra hatunun iki oğlunun vurduğu kılıç yaraları ile düşmüş can çekişiyordu. "Ebu Cehil sen misin?" diyerek sakalını tutup çekti. Ebu Cehil: "Öldürdükleriniz içinde benden daha büyük kimse var mı? Bu ölüm bana ar değildir." dedi. Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh- onun göğsüne oturdu. Ebu Cehil: "En yüksek yere çıktın!" dedi. Sonra başını kesip sakalından sürükleyerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına getirdi. Resulullah Aleyhisselâm Ebu Cehil'in başını görünce:
"Hamd olsun o Allah'a ki kuluna yardım etti, dinini üstün kıldı." buyurdu.
Onun hakkında ayrıca: "Bu ümmetin Firavunu idi." buyurmuştur.
Doğrudan veya dolaylı olarak Resulullah Aleyhisselâm'a dil uzatan ve eziyet veren kimselere karşı mücadele hususunda selef-i sâlihînin çocukları da aynı yolu takip etmişlerdi.
•
Bahreyn sakinlerinden bir grup çocuk, ucu eğri değnekle oynanan bir oyun oynuyorlardı. Bahreyn piskoposu da orada oturuyordu. Çocukların oyun âleti birden piskoposun kucağına düştü, o da onu eline aldı ve ne kadar istedilerse vermedi.
İçlerinden bir çocuk: "Muhammed Aleyhisselâm hakkı için istersem onu bize verirsin değil mi?" dedi. Fakat o yine vermedi ve Resulullah Aleyhisselâm'a sövmekten çekinmedi. Bunun üzerine bütün çocuklar değneklerle üzerine saldırdılar, ölünceye kadar adama vurmaya devam ettiler.
Bu hadise halife Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e duyuruldu.
Râvi der ki:
"Yemin ediyorum, Ömer -radiyallahu anh- çocukların bu piskoposu öldürmelerine sevindiği kadar hiçbir fetih ve elde edilen ganimete sevinmemişti."
Şöyle söyledi:
"Artık şimdi İslâm izzet buldu ve güçlendi. Peygamber'ine sövülen küçük çocuklar öfkelenmişler ve zafer elde etmişlerdir. Piskoposun kanı heder olmuştur, herhangi bir diyet bahis mevzuu değildir. Allah-u Teâlâ daha iyi bilir."
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın çocukları Resulullah Aleyhisselâm'ın sevdiği şeyleri severlerdi.
Bir terzi, yaptığı bir yemeğe Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i dâvet etmişti.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"Bu yemeğe Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte ben de gittim. Yemek sahibi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arpa ekmeği içinde kabak ve pastırma bulunan bir çorba takdim etti. Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabağı tasın kenarından araştırdığını gördüm. Artık o günden sonra kabağı sevmekteyim." (Müslim: 2041)
Mahmud bin er-Rabi' -radiyallahu anh- der ki:
"Ben beş yaşındayken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bir kovada bulunan sudan ağzına alıp yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum." (Buhârî)
•
Çocuklara bereket olması için, anneleri Resulullah Aleyhisselâm'ın eser ve eşyasına çok düşkün idiler.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- (annem) Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-nın evine girer de, o yokken yatağında uyurdu. Bir gün yine gelerek onun yatağında uyudu. Hemen Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-ya giderek: 'İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- senin evinde, senin yatağının üzerinde uyudu.' dediler. Hemen akabinde Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ- geldi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- terlemiş ve teri yatağın üzerindeki bir deri parçasına toplanmıştı. Derhal çantasını açtı, teri kurulamaya ve onu kavanozuna sıkmaya başladı.
Derken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- uyandı ve:
'Ne yapıyorsun ey Ümmü Süleym?' diye sordu.
Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-: 'Yâ Resulellâh! Çocuklarımız için bunun bereketini umuyoruz.' diye cevap verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'İsabet ettin!' buyurdu." (Müslim: 2331)
Resulullah Aleyhisselâm bu sözü ile, bu hareketi benimsediğini göstermektedir.
Çocuğun dikkat ve şahsiyet kazanmasında, akıl ve fikir bakımından uyanmasında kıssa anlatmanın ve ondaki ibretli safhaları, öğüt alınacak yerleri çıkarıp ortaya koymanın önemli rolü vardır. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, aralarında çocukların da bulunduğu Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'na önceki peygamberlerden ve ümmetlerinden kıssalar anlatırdı. Çocuklar başta olmak üzere hepsi de bu kıssaları büyük bir dikkatle dinlerlerdi.
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in Kur'an-ı kerim'de ibretli kıssaları, güzel halleri anlatılmış, yürüdükleri yoldan ve izden gitmemizin, onları numune almamızın gerektiği beyan edilmiştir:
"O peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü." (En'âm: 90)
"Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar." (Hûd: 120)
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri buyurur ki:
"Âlimlerden bahsetmek ve onların güzel hâllerini anlatmak, bana birçok fıkhî meseleden daha hoş geliyor. Çünkü bu hayat hikâyeleri, o büyük şahsiyetlerin ahlâk ve âdâbı ile doludur."
Çocuğun sevgiye, iyi örneklere, açıklayıcı doğru bilgilere ihtiyacı vardır.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın çocukları Resulullah Aleyhisselâm'la beraber mescidde namaz kılmaya heves ederlerdi.
Câbir bin Semura -radiyallahu anh- çocukluğundan ve Resulullah Aleyhisselâm'la olan beraberliğinden bahsederken şöyle demiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte ilk namazı kıldım. Sonra âilesinin yanına çıktı, onunla birlikte ben de çıktım. Derken bir takım çocuklar onu karşıladılar. Onların herbirinin yanağını teker teker sıvazlamaya başladı. Bana gelince benim yanağımı da sıvazladı. Elinde öyle bir serinlik ve bir koku hissettim ki, sanki elini bir kokucu sepetinden çıkarmıştı." (Müslim: 2329)
Ebu Mâlik el-Eşârî -radiyallahu anh-: "Ben size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in namazını anlatayım mı?" sualini sorduktan sonra kendisi şu cevabı vermiştir:
"Namaz için kâmet ettirir, erkekleri saf yapar, sonra çocukları onların arkasına alır ve onlara namaz kıldırırdı." (Ebu Dâvud)
Ahmed bin Hanbel'in bir rivayetinde ise, kadınları çocukların arkasına aldığı belirtilmiştir.
Emzikli bir annenin cemaatle namaz kılmak için çocuğuyla birlikte camiye gitmesi câizdir.
Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çocuğunun ağlamasına dayanamaz endişesiyle, böyle kadınların bulunduğu namazları hafif tutar ve acele kıldırırdı.
Tuvalet ihtiyacını kendisi gideremeyen ve bunu anne-babasından birine söyleyemeyen çocukları mescide getirmek doğru değildir.
Asr-ı saâdet'te çocuklar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilim ve sohbet meclislerinde hazır bulunurlardı. Babaları onları ellerinden tutar, istifade edilecek yerlere beraberlerinde götürürlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- bir defasında oğlu Abdullah -radiyallahu anh-ı Resulullah Aleyhisselâm'ın meclisine götürmüştü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Ağaçlardan bir ağaç vardır ki, yaprağı düşmez. Bu ağaç müslümanların misalidir. Bana söyleyin, bu ağaç nedir?" diye sordu.
Orada bulunanların zihinleri kırlardaki ağaçlara takıldı.
Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Benim içimden onun hurma olduğu geçti, fakat utandım, söylemekten çekindim. Orada Ebu Bekir ve Ömer -radiyallahu anhümâ- da vardı. Onlar birşey demeyince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun hurma ağacı olduğunu söyledi.
Babamla beraber çıktıktan sonra bunu babama andım.
Babam: 'Onu söylemene engel ne idi? O hurma ağacıdır deseydin, benim için filân filân şeyden daha makbul olurdu!' dedi." (Buhârî - Müslim: 2811)
Asr-ı saâdet'te namaz haricinde okunacak bir kısım duâların çocuklara ezberletildiğine dâir rivayetler mevcuttur.
Hizmet etmesi babası tarafından Resulullah Aleyhisselâm'a verilen Kays bin Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anhümâ-, Resulullah Aleyhisselâm'ın kendisine:
(Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm)
"Güç ve kuvvet ancak ve ancak Allah'ındır." duâsını öğrettiğini haber vermiştir. (Tirmizî: 3596)
Çocuklara yavaş yavaş günlük hayatta okuyacakları bazı küçük duâlar öğretilmelidir ki, Allah-u Teâlâ'ya yalvarmaya alışsın ve O'nun büyüklüğünü tarif etsin.
Küçük Hatice'ye şu duâyı öğretmiştik:
"Allah'ım! Bana kâmil iman ihsan et. Rızâna mucip amel ikram eyle. Zâtına kul, Habib'ine ümmet eyle!"
Duâ Allah-u Teâlâ'nın ululuğu ve azameti karşısında kulun aczini itiraf etmesi, O'na muhtaç olduğunu bilmesi, tazarru ve niyaz ile sevgi ve tâzim duyguları içinde lütuf ve kereminden hayır ve rahmet dilemesi, dergâh-ı ulûhiyetine yüz tutup ihtiyaçlarını yalnız O'na arzetmesidir.
Duâ sınırlı, sonlu ve âciz olan varlığın yüce Yaratıcı ile kurduğu bir köprüdür.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ'nın katında duâdan daha değerli bir şey yoktur." buyurmuşlardır. (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Duâ namaz, oruç ve diğer ibadetler değerindedir. Hatta ibadetlerin özüdür. Duâda Allah-u Teâlâ ile kul arasında bir vasıta olmadığı için duâ kulluk makamlarının en önemlisidir.
Duâ demek Hakk'ın kapısını çalmak demektir, sadece dil alışkanlığı halinde bazı sözleri tekrarlayıp durmak demek değildir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz özlü duâları severdi.
Duâ ve niyaz peygamberlerin, velilerin ve kâmil insanların yoludur.
Deccal'in zuhuru, yapacağı icraatlarla İsa Aleyhisselâm'ın inişini ve yapacağı icraatları anlatan uzun Hadis-i şerif'in râvilerinden Abdurrahman bin Muhârbî'nin, Hadis-i şerif'i rivayet ettikten sonra:
"Mahalle mekteplerinde çocuklara öğretilmesi için bu Hadis'in terbiyecilere verilmesi gerekir." demiştir. (İbn-i Mâce: 4077)
Bunun içindir ki çocuklara kıyamet alâmetleri ile ilgili bir takım bilgilerin öğretilmesinde pekçok faydalar vardır.
Çocukların ana-babaları üzerinde hakları olduğu gibi, ana-babaların da çocukları üzerinde hakları vardır. Kur'an-ı kerim'in yedi ayrı yerinde ana-babaya iyi davranılması, hürmet, hizmet ve itaat edilmesi; Allah-u Teâlâ'ya itaattan sonra ana-babaya itaat etmenin farz olduğu beyan buyurulmaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Rabb'in yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya güzellikle muâmele etmenizi emretti.
Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlığa ererlerse onlara öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle.
Onlara acıyarak tevâzu kanatlarını yerlere kadar indir ve de ki:
Ey Rabb'im! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerine öylece merhamet et." (İsrâ: 23-24)
Allah ve Resul'ünün haklarından sonra anne ve baba hakkı gelmektedir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yanında oğlu olan bir kimse gördü. Çocuğa: "Bu kimdir?" diye sordu. Çocuk: "Babamdır." deyince şöyle buyurdu:
"O halde onun önünde yürüme, onun hoşlanmayacağı ve karşı çıkacağı birşey yapma, ondan önce oturma ve onu adıyla çağırma." (Ezkâr)
Çocuğun dünyaya gelmesine vesile olan, yetişmesi için her türlü sıkıntı ve güçlüklere katlanan, istirahat ve istikbâli uğruna kendi huzur ve rahatlarını fedâ etmekten çekinmeyen anne ve babaya karşı, çocuklar evlâtlık vazifelerini hakkıyle yapmak mecburiyetindedirler.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir kimse gelip:
"Yâ Resulellah! Çocuğu üzerine baba ve ananın hakkı nedir?" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Onlar senin cennetin ve cehennemindir." buyurdu. (İbn-i Mâce: 3662)
Onlara saygı ve sevgi göstermeli, gönüllerini incitecek ve kıracak hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz insana anne-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir." (Ankebût: 8) (Bakınız: Lokman: 14)
"Çünkü annesi onu güçsüzlük üstüne güçsüzlüğe düşerek (nice sıkıntılarla) taşımıştı. Sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Öyleyse bana ve anne-babana şükret. Dönüş ancak banadır!" (Lokman: 14)
Onlara itaat, hürmet ve ahkâma uygun olan emirlerine uymak kesin bir farz; itaatsizlik etmek, karşı gelmek ve gücendirmek ise büyük günahlardan olup kati bir haramdır.
Maddî-mânevî ihtiyaçlarını istemeden karşılamalı, gönüllerini incitecek hareketlerden şiddetle kaçınmalı, kusurlarını görmemezlikten gelmeli, başkalarının yanında hep iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumalı, şikayet etmemeli, hayatta iken olsun öldükten sonra olsun haklarında duâ etmeli, vefatlarından sonra dostları ile ilgiyi devam ettirmelidir.
Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ'ya isyan ettirecek hususlarda itaat edilmez, çünkü Allah-u Teâlâ'nın hakkı daha önce gelir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme!" (Lokman: 15)
Onların hatırları için Hakk yoldan ayrılma, sırat-ı müstakim'den ayrılma.
Başta anne-baba olmak üzere bütün büyüklerin küçüklere olan münasebetlerinde en mühim esas, onlara gösterilecek sevgi ve şefkattir. Çocuklara merhamet etmek Allah-u Teâlâ'nın kullarına olan bir bağış lütfudur. Bu ise çocuk terbiyesinde son derece faydalı ve feyizli bir şuurdur.
Musa Aleyhisselâm'a: "Çocuk niçin çok sevilir?" diye sorulduğunda: "Cânân ilinden yeni geldiği için." cevabını vermiştir.
Sevgi ve şefkat çocukların gelişmesinde gıda hükmündedir. Çocuk havaya nasıl muhtaçsa, aynı şekilde sevgi ve şefkate de muhtaçtır. Çocuklara karşı duyulan sevgiyi ifade etmenin en iyi yollarından biri, onların kucaklanıp öpülmesidir.
Çocuklar belirli süre değil sürekli olarak sevilmelidir. Sevgi her yaştaki insanlar için gerçekten büyük ihtiyaçtır.
Ümmül-müminin Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyurur ki:
Çölde yaşayan bedevîlerden bir grup Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin huzuruna geldiler ve:
"Siz çocuklarınızı öpüyor musunuz?" diye sorduklarında:
"Evet." cevabını verdi. Onlar:
"Fakat biz, Allah'a yemin ederiz ki onları öpmüyoruz." dediler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah sizin kalplerinizden merhamet duygusunu çıkarıp almışsa, ben ne yapabilirim?" buyurdu. (Buhârî - Müslim)
Esved bin Seri' -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraber bir savaşa çıkmıştık. Derken müşrikleri yakalamıştık da, halk öldürme hususunda acele etmiş ve çocukları bile öldürmüşlerdi. Sonra bu durum Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e ulaştı.
O da şöyle buyurdu:
'Bazı topluluklara ne oluyor ki; ölüm, çocukları öldürmeye varacak kadar onların (aklını başından alıp) götürmüş! Dikkat edin! Hiçbir çocuğu öldürmeyin!'
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunu üç defa tekrar etti." (Sünen-i Dârimî: 2466)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insanlara emrettiği şeyleri kendi hayatında bizzat tatbik etmiş, çocuklara sevgi ve şefkat göstermiştir. Kendi torunlarına ve diğer bütün çocuklara karşı muhabbeti pek fazlaydı, sevgi, şefkat ve merhamet hisleriyle doluydu. Yolda karşılaştığı çocuklara selâm verir, konuşur, hâl ve hatırlarını sorar, okşayıp bağrına basar, sever, öper, hoşlarına gidecek şeylerle onları sevindirir, hayır duâda bulunurdu. Müslüman olmayanların çocuklarını da aynı derecede sever ve öperdi.
Zaman zaman çocukları, hususiyetle torunlarını omuzuna ve sırtına bindirir, hoşlanacakları lâkaplar takmak suretiyle çocuklarla şakalaşır ve onları eğlendirirdi.
Küçük çocukları öpmek, şefkat ve merhamet alâmetidir. Büyük ile küçük arasındaki sevgi bağlarının güçlendirilmesine, sağlam bir irtibatın kurulmasına sebep teşkil eder. Büyüğün küçüğe gösterdiği tevazunun bir delilidir. Şefkat ve merhametten mahrum olanlar, bunlardan hasıl olan sevaptan da mahrum olurlar.
Şefkat önce insanın kendi âilesinden, çocuklarından başlar.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Her ağacın bir meyvesi vardır, kalbin meyvesi de çocuktur. Çocuğuna merhamet etmeyene Allah merhamet etmez. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki cennete ancak merhametli olanlar girer." (Bezzar)
Ana ve baba, çocuk sevgisi taşıyan bir fıtratta yaratılmışlardır.
Eğer bu fıtrî duygu ve ilgi olmasaydı, insan türü yeryüzünde son bulur, ana ve babalar çocuk yetiştirmeye sabır ve tahammül gösteremez, terbiyeleri ile meşgul olmaz, gece uykularını terketmezlerdi.
Çocuk Allah-u Teâlâ'nın anne-babaya ihsan buyurduğu bir nimet, bir hediyedir.
Hayata gözünü açan yavru, etrafında güvenli bir dünyanın mevcut olduğu hissini yaşadığı ölçüde ruhen gelişip olgunlaşmaya doğru ilerler.
Fıtrî olan anne sevgisi ve şefkati çocuğun ruhen gelişmesinde en büyük unsurdur. Bu sevgiden mahrum olarak büyüyen çocuklarda bu eksiklik açıkça görülür. Bu bakımdan İslâm dini çocuğun belli bir yaşa kadar annenin bakım ve terbiyesinde kalmasını ister. Çocuğun anne şefkatine ve sevgisine en çok muhtaç olduğu devre "Temyiz yaşı" denilen yedi yaşına kadarki devredir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz torunlarına olan sevgisini çeşitli şekillerde ortaya koymuştur.
Bir defasında Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-i çocuklarla oynarken gördü. Ellerini açtı, tutmak istedi. O ise bir oraya bir buraya kaçıyordu. En sonunda tuttu. Kucağına alıp öptü.
Sonra da şöyle buyurdu:
"Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim. Allah Hüseyin'i seveni sever.
Hüseyin torunlardan bir torundur." (Tirmizî - İbn-i Mâce)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz her iki torununu da çok severdi.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün kızı Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın evine gelerek:
"Ufaklık burada mı, ufaklık burada mı?" diye sordu. Anladık ki annesi onu tertemiz yıkayıp giydirmek ve boynuna güzel kokulu gerdanlık takmak için alıkoymuş. Çok geçmeden koşarak geldi ve birbirine sarmaştılar. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'Allah'ım! Ben bunu seviyorum, onu sen de sev! Onu seveni de sev!' buyurdu." (Müslim: 2421)
Diğer bir Hadis-i şerif'te beyan buyurulduğuna göre Hasan ve Hüseyin'e bakarak:
"Allah'ım! Ben bunları seviyorum, sen de sev!" diye duâ etmiştir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Hasan ve Hüseyin cennet ehlinin iki gencidir." (Tirmizî: 3778)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:
"Şu iki kulağım duymuş ve şu iki gözüm görmüştür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- iki eliyle Hasan'ın veya Hüseyin'in iki avucunu tutar, sonra çocuğun iki ayağını kendi ayağı üzerine koyar ve:
'Yukarı çık!' derdi.
Çocuk ayaklarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in göğsüne koyuncaya kadar çıkardı. Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
'Ağzını aç!' derdi. Sonra çocuğu öper ve: 'Allah'ım! Bunu sev, çünkü ben bunu seviyorum.' derdi." (Buhârî)
•
Havle binti Hakîm -radiyallahu anhâ- der ki:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın iki oğlundan birini kucaklamış olduğu halde evden çıktı ve şöyle diyordu:
"Siz var ya siz! Sizin yüzünüzden anne-babanız cimriliğe, korkaklığa ve cehâlete düşüyorlar.
Ve siz Allah'ın reyhanlarısınız!" (İbn-i Mâce: 3666)
Çocuğu olan babalar onların sebebiyle cihada gitmekten korkarlar. Onlar için birçok hayır harcamalarına karşı cimrilik ederler. Rızıklarını sağlamak için meşgul oldukları için ilme vakit ayıramazlar, câhil kalırlar.
•
Şu kadar var ki aşırı sevgi ve şefkatten dolayı çocuğu nazlı yetiştirmemelidir. Nazlı büyüyen çocuk, sonra çok sıkıntı çeker. Ana-babanın çocuklarına gücü yettiği bir hususta hiçbir iş yaptırmamaları, lüzumundan fazla üzerlerine düşmeleri doğru değildir. Küçük yaşlarda çocuk sıkıntıya alıştırılmalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz küçük yaşlarda koyun gütmüştür. (Buhârî)
•
Çocukları sevmek övünme ve ziynet için olursa Âyet-i kerime'nin hükmüne girer.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Servet ve oğullar dünya hayatının süsüdür." buyurulmuştur. (Kehf: 46)
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Ümmet-i Muhammed'in çoğalması gayesiyle güzel bir terbiye ile yetiştirilirlerse elbette hayırlı bir iş yapılmış olur. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştikleri için anne-baba da onun ecir ve sevabına ortak olurlar.
Ana-baba, çocuğun gelişimini göze alarak hareket etmeleri gerekir. Bunu dikkate alan ana-baba çocuğun anlayacağı şekilde konuşmalı, çocuğa ne zaman ve nasıl konuşacaklarını, konuşacakları kelimeleri ve anlatmak istenilen fikirleri iyi bilmiş olmalıdırlar.
Anne-babanın titizlikle üzerinde duracakları en önemli sakındırmalardan birisi de çocuğu haramdan koruyup uzak tutmaktır. Çocuklara daha küçük yaşlarda helâli ve haramı öğretmek suretiyle dini terbiye verilmelidir.
Çocuğun yetiştirilmesinde ilk dikkat edilecek husus onun gıdası ve beslenmesidir. Çünkü çocuğun aldığı gıdalar, onun karakterine iyi veya kötü yönde tesir eder.
Ana-babanın çocuklarını bilgilendirmesi gereken bir husus da âdâb-ı muâşerettir. Çocukların yemesinden içmesine, yatmasından kalkmasına, konuşmasından susmasına kadar her şeyiyle ilgilenmelidir.
Yapılacak öğütler yumuşak bir dil ile olmalıdır.
Yemek ve sofra âdâbı çocuğa ilk öğretilmesi gereken bilgi ve alıştırmalar arasında yer alır. Ana babanın çocuklarına yemek yemenin âdâbını öğretmeleri gerekir, bu hususta onlara çok iş düşmektedir. Evlerde en çok ihtiyaç duyulan muâşeret kâidelerinden biri de budur. İslâm dini insanın her yönü ile ilgilendiği için, bu hususta birçok Hadis-i şerif'ler mevcuttur.
Evvelâ sofraya baban otursun, sonra sen. Önce baban kalksın sonra sen. Bunlar çocuğa öğretilmelidir.
Hangi yolla olursa olsun ana-babanın çocuğu aldatması doğru değildir. İslâm ahlâkının en mühim esaslarından birisi olan doğruluğu çocuğun zihnine yerleştirmek için çaba sarfetmesi gerekir.
Müslümanlık temizlik üzerine kurulmuştur. Dinimiz temizliğe çok büyük önem vermiştir. Sağlığımız veya dini görevlerimizle ilgili her hususta temizliğe dikkat etmemiz emredilmiştir. Zira temizlik her güzel görünüşün temelidir.
Bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak İslâm ahlâkındandır.
Çocuğa sağ yanı üzerine uyumayı sevdirmeli ve yüzükoyun yatmaktan uzak tutmalıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde uyuma şeklini beyan etmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz saçından, elbisesinin rengine kadar çocuğun kılık-kıyafetine ihtimam göstermiştir. Hadis-i şerif'ler incelendiğinde görülecektir ki, kıyafet kişinin şahsiyetinin vazgeçilmez bir parçasıdır, insan ruhuna bile tesir eder.
Ana-baba çocuklarının oturuş biçimlerine, hususiyetle büyüklerin yanındaki oturuşuna dikkat etmeli, nasıl oturacaklarını öğretmelidirler. Kendileri de oturup kalkmalarıyla çocuklarına numune olmalıdırlar.
Nazardan, cin ve şeytanın kötülüğünden korunmak için çocukların üzerine okumak mühim bir husustur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunu çocuklara yapmış ve ana-babanın da yapmalarını teşvik etmiştir.
Çocuğun takdir edilmesi, onun ruh dünyasında çok büyük etki bırakır. Yerine göre takdir edilen çocuk, övülen hasletlerini devam ettirir, tekrar duymak için o davranışı tekrarlar. Anne ve baba çocuğun yaptığı iyi bir davranışı ne kadar beğendiklerini belirtmeli, sevinçlerini dile getirmelidir. Çünkü insan hazza, takdir ve teşvike yönelik bir varlıktır.
Çocuğun eğitiminde takdir ve teşvik, ödülden daha önemlidir. Zira zamanla ödülün etkisi kaybolur, fakat çocuk anne ve babasının takdirini duymak için o davranışını tekrarlar. Yeni öğrenmeye başlayan çocuklar için takdir ve âferinlerin faydası çok büyüktür. Ödül ise, küçük çocuklarda iyi davranış alışkanlıkları geliştirmek için ölçülü olarak kullanılmalıdır.
Bir yandan takdir ve teşvik etmek, diğer yandan da korkutmak ve sakındırmak, çocuğun olgunlaşmasında faydalı bir yoldur.
Çocuğa kızarken çirkin sözler söylememeli, ölçülü bir biçimde serzenişte bulunmak ve azarlamakla yetinmelidir. Dövmek gerekiyorsa, çocuğun başına ve yüzüne vurmaktan kaçınmalıdır.
Müslümanlar, başkalarına âit eve gittiklerinde, içeri girmek için izin istemek mecburiyetindedirler. Çünkü, ev her zaman girilmeye müsait bir durumda olmayabilir. Sahiplerinden izin almak bunun için gereklidir. İzin verilmediği takdirde evlere girilmesi câiz değildir. Dinimiz bir kimsenin evine izin almadan girmeyi yasaklamıştır.
Dinimizde mahremiyet duygusu müstesnâ bir yere ve öneme sahiptir.
Çocuğu, bilhassa eve girdiği zaman selâm vermeye alıştırmalıdır.
Çocuğa selâm verme Sünnet-i seniyye'sinin kazandırılması hususunda Resulullah Aleyhisselâm'da ve Ashâb-ı kiram'da en güzel tatbikat görülmektedir. Onlar onun Sünnet-i seniyye'sini aynı şekilde yapmaya çalışırlardı.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- çocukların yanından geçerken onlara selâm vermiş ve:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de çocuklara böyle selâm verirdi." buyurmuştur. (Buhârî)
Çocuklara selâm vermek; onları ilâhî hükümlerin âdâbına alıştırmak, yaşlıların kibir ve gururu bırakarak şefkat, merhamet ve tevâzu numunesi gösterme mânâsı taşır.
Ev içinde ve dışında çocuklara selâm verilmeli, güler yüzle hâl ve hatırları sorulmalı, her hususta ciddiye alınmalı, onların da küçük büyük herkese selâm vermeleri, sevgi ve saygı göstermeleri temin edilmelidir. Çocuklara selâm vermek ve selâmlarını almak onlara şahsiyet kazandırır, küçük yaşlardan itibaren eğitilmelerine büyük katkı sağlar.
Müminleri birbirine bağlayan iman kardeşliğidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminler arasında sevgi husule gelmesi için hediyeleşmeyi Hadis-i şerif'lerinde tavsiye buyurmuşlardır:
"Hediyeleşiniz, bu suretle aranızda muhabbeti artırmış olursunuz." (Münâvî)
Oynamak çocukların en çok sevdiği şeydir. Bu haktan onları mahrum etmek, zararlı neticeler doğurabilir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bazı oyunlara izin vermiş, hatta bunları teşvik etmiştir.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Çocuğu olan onunla çocuklaşsın." buyurmuştur. (Deylemî)
Çocuğun yaramazlıklarına tahammül etmek gerekmektedir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; çocuğun küçüklüğündeki yaramazlığını, büyüdüğü zaman aklının çok olacağına alâmet olarak saymıştır.
Sebepleri yerine getirin, gerisini Allah'a bırakın.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"(Güneş batıp) gece karanlığı başladığı, yahut akşama girdiğiniz zaman çocuklarınızı (dışarıya çıkmaktan) men ediniz. Çünkü şeytanlar o sırada dağılırlar.
Geceden bir saat geçince de (dışarıdaki) çocuklarınızı evlerinize koyunuz. O zaman Allah'ın ismini anarak kapıları kapatınız. Çünkü şeytan, kapatılmış kapıyı açamaz." (Buhârî)
Âileden sonra her gün düşüp kalkılan arkadaşlar zümresi, çocuk için onu saran muhitin ikincisidir. Bu muhit çocuğun bir kısım alışkanlıklar kazanmasında etkili olabilmektedir.
Çocuğun terbiyesi için yaşı ilerledikçe hususiyetle kimlerle arkadaşlık yaptığı, nerelere gidip geldiği inceden inceye takip edilmelidir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan sakın. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır." (Câmiü's-sağir)
Çocuk bazı alışkanlıkları çevresinden ve arkadaşlarından kazanır. Bu da ona iyi veya kötü yönde tesir eder.
Kelime mânâsı: "Örtünmek, gizlenmek, bir şeyin içinde veya arkasında saklanmak" olan tesettürün dini terim olarak mânâsı:
"Erkek veya kadının ilâhî ahkâma göre örtülmesi gereken yerlerinin örtülmesi" demektir.
Bir müslümanın örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine "Avret" denir.
Avret sayılan kısımların örtülmesi hususunda emr-i ilâhî mevcuttur.
Kadınlara tesettür farzdır. Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil, namusuna el uzatılmasını önlemek için müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin olarak emir buyurmuştur.
Kur'an-ı kerim'de erkek elbisesi hakkında hiçbir teferruattan söz edilmezken, kadın elbisesi hakkında oldukça geniş hususiyetler belirtilmektedir.
Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime'sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar." (Nûr: 31)
Bu Âyet-i kerime, avret yerlerinin örtülmesinin farz olduğuna delâlet eder. Zira namusu korumayı emrettiği gibi, başkalarının gözlerinden avret mahallinin korunmasını da emretmektedir.
Mahrem yerlerin korunmasından önce gözlerin sakınmasından söz edilmesinin sebebi, bakışın zinanın aracısı olmasındandır. Çünkü bakış, fiiliyata geçmeye dâvet eder. Göz, her şeyi kalbe ulaştıran en büyük kapıdır. Bakış tebessüme, tebessüm konuşmaya, konuşma anlaşmaya, anlaşma da gayr-ı meşru bir şekilde bir araya gelmeye vesile olur.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanında bakış tehlikesinin büyüklüğüne dikkat çekmek için, harama bakmanın yasaklanışı ile namusu korumayı bir arada zikretmiştir.
"Ziynetlerini açıp göstermesinler." (Nûr: 31)
Ziynetlerden kasıt, küpenin takıldığı kulak, kolyenin takıldığı boyun gibi kadınların süs olarak kullandığı şeylerin takıldığı yerlerdir. Bunların yabancılara gösterilmesi tesettür emrine aykırıdır. Kadının asıl ziyneti, vücudunun güzel yaratılışlı olup, ziynet takmaktan maksat da vücudun süslenmesidir.
Süs ve ziynet kadının yaratılışında olduğu için, süs ve ziynetten menetmek kadına ağır gelir. Dinimiz kadına bu hususta ruhsat vermiştir. Şu kadar var ki namahrem olan yabancı erkeklerden sakınmalarını, süslerini ve ziynet yerlerini göstermemelerini emir buyurmuştur.
"Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan kısımlar müstesnâdır." (Nûr: 31)
Bu kısımlar yüz ve ellerdir.
"Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler." (Nûr: 31)
Saçlarını, kulaklarını, küpelerini, boyunlarını, gerdanlarını, sinelerini yabancılara karşı örtmek üzere başörtülerini yakalarının üzerine alsınlar.
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanı ile kadınlara başlarını örtmelerini ve örtüsünün fazlasını da boyun ve yakayı kapamak üzere aşağıya indirmelerini emir buyuruyor.
İslâm dini, kadını erkeğin kötü nazarından korumak için ona en uygun örtünme şeklini, kıyafet ölçüsünü getirmiştir. İslâm'ın terbiye sistemi hem âilenin namus ve şerefini, hem de insan haysiyetini korur.
Hülasâ-i kelâm; sen bu vazifelerini tam yap, evlâdına ver ve öğret ki o da sana Hazret-i Allah'ın râzı olduğu bir evlâtlık yapsın, numune olsun. Senden sonra seni yaşatsın...