Âni bir baskına karşı müslümanlar silâhlandılar, Medine'nin mühim yerlerine nöbetçiler diktiler.
Resulullah Aleyhisselâm bu hususta nasıl bir yol takip edileceğine dair Muhâcirler'le Ensâr'ı çağırdı. Vahiy gelmediği zaman bütün işlerini meşveretle yapardı. İstişare yapılan husus şu idi: Medine içinde kalarak müdafaa tertibatı almak mı doğrudur, yoksa Medine dışına çıkılarak düşmanı karşılamak mı?
İleri sürülen ilk fikir, şehrin içeriden savunulması idi. Çoğunluk ise şehir dışına çıkıp göğüs göğüse çarpışmayı istedi.
Toplantıda münâfıklar da bulundu. Hatta münâfıkların reisi Abdullah bin Ubeyy, Medine'de müdafaa savaşı yapılması yönünde ısrarlı fikirler ileri sürmüştü. "Câhiliye günlerinde kale içinde sebat edildikçe zafere kavuştuklarını, karşılık vermeye çıkınca mağlup olduklarını" söyledi.
Gerçekten de Medine'nin her tarafı binalarla kuşatılmış ve geçitlerle kapatılmış olduğundan kolaylıkla düşmanı savabilirlerdi.
Resulullah Aleyhisselâm bir gece önce rüyâsında; yanında bir sığır boğazlandığını, kılıcının ağzında bir gedik açıldığını ve mübarek elini sağlam bir zırhın içine soktuğunu görmüştü. Kılıcında açılan gediği, bir zarara uğrayacağına; sığırın boğazlanmasını, Ashâb-ı kiram'ından bazılarının şehit düşmelerine; zırhı ise Medine ile tâbir buyurmuş, bu sebeple şehir dışına çıkılmayarak Medine'de savunma yapılmasını uygun görmüştü. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Sa'd bin Muâz -radiyallahu anh- gibi kibar-ı Ashâb'dan olan kimseler de bu fikirde idi.
Fakat Bedir savaşına katılmayan ve hususiyetle bu savaşta bulunanlar hakkında nâzil olan beşaretli Âyet-i kerime'lerin etkisi altında kalan gençler düşmanın dışarıda karşılanmasından yana fikirler ileri sürdüler:
"Yâ Resulellah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar. Bizim kendilerinden korkup sinmediğimizi anlasınlar."
"Eğer onları dışarıda karşılamazsak, düşman bizi zayıf zanneder, cesaretlenir."
"Biz Allah'tan bugünü istiyorduk. Savaşı kazanırsak ne âlâ! Ölürsek, bu uğurda şehit olmayı tercih ederiz." diyorlardı.
Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de meydan savaşına taraftardı.
"Yâ Resulellah! Sana kitabı indiren Allah'a andolsun ki, kılıcımla Medine dışında Kureyşliler'le çarpışmadıkça bir şey yemeyeceğim." diyordu.
Bu arada Resulullah Aleyhisselâm Medine'de kalıp savunmada kalmakla ilgili fikrini tekrar açıkladı. Fakat "Medine dışına çıkalım" fikrinde olanlar ısrarla bunu istiyorlardı. Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh- ve Numan bin Mâlik -radiyallahu anh- gibi hatırı sayılır sahabiler de bu arzuyu taşıyanları desteklediler.
Çoğunluk şehir dışına çıkma taraftarı olunca, Resulullah Aleyhisselâm da Medine'den çıkmaya karar verdi. Günlerden Cuma idi. Mescidde Cuma namazı kılındı. Cuma'dan sonra müslümanlara öğütlerde bulundu. Cihadı, cihad için nasıl hazırlanacağını anlattı.
"Eğer sabrederseniz bu sefer de Allah size yardım eder." buyurdu.
O gün cemaate ikindi namazını da kıldırdı. Müslümanların hazırlandığını görünce şahsen hazırlanmak üzere hâne-i saâdete girdi. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de birlikte giderek zırhını giymesine, kılıcını kuşanmasına yardım ettiler.
Bu arada Ensâr'dan Sa'd bin Muâz -radiyallahu anh- geldi. Orada bulunanlara "Medine'den çıkmak istemediği halde, siz Resulullah Aleyhisselâm'a ısrar ettiniz durdunuz. Halbuki ona emir semâdan iner. Siz bu işi ona bırakınız." dedi.
Düşmanı Medine dışında karşılamak fikrinde olanlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın arzusuna aykırı davranmakla hata ettiklerini anladılar. Onu sıkıntıya düşürmüş olmaktan endişelendiler ve yaptıklarına pişman oldular.
Resulullah Aleyhisselâm'ın üst üste iki zırh giymiş, kılıcını kuşanmış başına miğferini geçirmiş olarak hane-i saâdetten çıktığını görünce: "Yâ Resulellah! Biz sana muhalefet ettik. Sen nasıl murad edersen öyle yap!" dediler.
Ancak Resulullah Aleyhisselâm:
"Bir peygamber, zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz." buyurdu.
•
Resulullah Aleyhisselâm zırhını kuşanmış ve silâhlanmış olarak hâne-i saâdetten çıktığı zaman musallaya Neccar oğulları'ndan Mâlik bin Âmr -radiyallahu anh-in cenazesi konmuş bulunuyordu. O gün vefat eden Mâlik -radiyallahu anh-in cenaze namazını toplanan mücahidlerle birlikte kıldı.
Kadınlar kalelere yerleştirilmiş, eli silâh tutan müslümanlar orduya katılmıştı. Resulullah Aleyhisselâm arkada kalanlara namaz kıldırmak için Abdullah bin Ümmü Mektum -radiyallahu anh-i vekil bıraktı. Müslüman ordusu bin civarında idi. İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı. Mus'ab bin Umeyr -radiyallahu anh- Muhâcirler'in sancağını taşıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm atına binmiş, zırhlı iki sahabi Sa'd bin Muâz -radiyallahu anh- ile Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh- önünde, mücahidler sağ ve solunda yer alıyordu.
İkindiden sonra bin kişilik bir kuvvetle yola çıkıldı. İçlerinde üç yüz kadar münâfık vardı. Reisleri Abdullah bin Ubeyy: "Ben meydan savaşına taraftar değilim, Medine'den çıkılmamasını istedim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüzü dinlemedi." diyerek kavminden ve münâfıklardan üç yüzünü alıp geri döndü. Böylece İslâm ordusunun sayısı yedi yüze inmiş oldu.
Onların dönüp gitmesi Evs'ten Hârise oğulları ile Hazreç'ten Seleme oğullarını tereddüte düşürdü. Bir ara onlar da ayrılmayı düşündüler, dönecek gibi oldular. Fakat Allah-u Teâlâ'nın hidayeti erişti, onları şeytanın vesvesesinden kurtardı.
Bu hususla ilgili olarak Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O zaman içinizden iki taife bozulmaya yüz tutmuştu. Oysa Allah onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah'a güvensinler." (Âl-i imrân: 122)
Kalplere kuvvet veren O'dur, zayıflık veren de yine O'dur.
Ashâb-ı kiram'dan bazıları yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resulullah Aleyhisselâm:
"Bir şirk ehlinden birine karşı, diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz." buyurdu.
Münâfıkların İslâm ordusundan ayrılıp Medine'ye geri dönmeleri üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Onlara: 'Gelin! Allah yolunda çarpışın, veya savunun!' denildiği zaman: 'Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik.' dediler." (Âl-i imrân: 167)
Onların bu sözleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar müşriklerle aslâ savaşmak istemiyorlardı. Asıl istedikleri de müslümanların müşrikler karşısında yenik düşmeleri ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi. Müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ediyorlardı.
Nitekim:
"Onlar o gün imandan daha çok kâfirliğe yakın idiler." (Âl-i imrân: 167)
Bu hadiseden önce onlar dışa karşı mümin görünüyorlardı, küfürlerini belli edecek herhangi bir belirtileri yoktu. O gün İslâm ordusundan ayrılınca ve o sözleri de söyleyince, sahip oldukları zannedilen imandan uzaklaşmış ve küfre yakınlaşmış oldular.
Zira geriye çekilmekle müminlerin kalabalığının azalmasına sebep teşkil etmek, müşrikleri güçlendirmek demekti. Allah yolunda cihaddan geri duran, İslâm yurdunu müdâfaadan kaçınan kimselere "Mümin" vasfı lâyık olamaz.
Davranışlarıyla küfre imandan daha yakın olan bu münâfıklar:
"Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı." (Âl-i imrân: 167)
Bu onların her zamanki halleridir. Söyledikleri kalplerinden gelmez. İçlerinde gizlediklerinden başkasını açığa vururlar.
Aslında savaş olacağını biliyorlardı. Çünkü müşrikler Mekke'den kalkıp Uhud'a kadar gelmişler, Bedir'de şereflilerinin öldürülmesi sebebiyle savaşmayı arzuluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm da ashâbıyla birlikte Medine'den çıkmış Uhud yolunu tutmuştu. Binaenaleyh savaşın olmaması için hiçbir sebep yoktu. Buna rağmen: "Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik!" demişler ve başka hiçbir sebebe dayanmadan İslâm ordusundan ayrılmışlardı. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler, kalplerinde ne gizlerlerse gizlesinler, Allah-u Teâlâ onların gizlediklerini elbette bilmektedir.
"Onların gizlediği şeyi Allah en iyi bilendir." (Âl-i imrân: 167)
Ne küfürleri ne de nifakları kendilerine aslâ fayda vermeyecek, yaptıklarının cezasını dünyada da ahirette de mutlaka çekeceklerdir.
•
Münâfıklar bir savaş durumu ortaya çıkınca Resulullah Aleyhisselâm'ın emrine uyup olanca güçleriyle savaşa çıkacaklarına dâir yemin ederlerdi. Fakat savaş emri verilince, olmadık mazeretler göstererek kaçamak yollarını araştırırlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"(Münâfıklar) Allah adına en ağır yeminleri ile yemin ederek; eğer kendilerine emredersen mutlaka savaşa çıkacaklarını söylediler. De ki: 'Yemin etmeyin! İtaatınız mâlumdur. Hiç şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.'" (Nûr: 53)
Belki insanları kandırabilirsiniz amma, açık ve gizli olan her şeyden haberdar olan Allah-u Teâlâ'yı aslâ kandıramazsınız.