Her şeyin en güzel numunesi, Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve süruru buyururlar ki:
"Fakirliğimle övünüyorum." (Münâvî)
Nefsi bilmek. "Ben fakirim! Ruhum, bedenim, malım her şey sahibime aittir."
Şimdi insan buna erebildi mi? Eremeyince de bilmesi mümkün değil. Tarikât-ı âliye bir ilim-irfan mektebidir. Eğer Allah-u Teâlâ ezelde nasip etmişse, lütuf ve ihsanda bulunmuşsa.
Çünkü:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafa)
Arşı da yaratan O'dur. Arşa koyacağı herkesin nasibini de hâlkeden gene O'dur. Mahlûkta hiçbir şey yok. Gel de nefse anlat. Niçin? İlmi, aklı ermediği için. Herkes zannı kadar bir şeyler biliyor. Fakat gerçek manada esası bilinmiyor. Niçin bilinmiyor? Mevlâ bildirirse, duyurursa, bildirdiği kadar, duyurduğu kadar bilir, ötesi gene kalır.
Bunun için şu dünya:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyuruldu. (Münâvi)
Ama çeşitli ürünler oluyor, ekiliyor. Zâhir ehlinin ayrı ekini var, tarikat ehlinin ayrı ekini var, hakikat ehlinin ayrı ekini var, mârifetullah ehlinin ayrı ekini var.
Zâhir ehlinin ekini sadırdandır. Bildiği kadar, zannettiği kadar Allah-u Teâlâ ona hidayet lütfetmişse yürümeye çalışır. Fakat zâhirdir, dıştadır.
Tarikat ehli hakikata vakıf olmak için yukardan aşağıya yavaş yavaş inmeye çalışır. Fakat bunun çalışması da rüyâ göreyim, yolda ilerleyim, bir şeylere nail olayım diyedir. Onun da çalışması bir başkadır.
Hakikat ehlinin çalışmasına gelince, O gerçekten Hakk'ı, hakikati aramaya başlamıştır. Zanlardan, vehimlerden sıyrılmaya, nefsin hilelerinden kurtulmaya, Hazret-i Allah'a yakın olma çarelerini arama çabasıyla ibadet-taatına da devam eder.
Fakat mârifetullah ehline gelince, bunlar hep dünya ekinleri. O ekini gönülde yapar. Niçin gönülde yapar? Onun işi ruhladır. Hazret-i Allah'ın ona bahşettiği ruh ile temasını kurar, o ruh ile ona hemhâl olur. Ve O'nunla hemhâl olduğu için O'nunla kâim olur. O her türlü gösterişten, riyâdan, maddeden, maksattan, sıyrılmaya çalışır. Elinden gelse vücut elbisesinden dahi, teninden dahi sıyrılmaya çalışır. Yani ona öyle bir zaman gelir ki, vücudu bile ona ağırlık verir. Niçin? Onun işi ruh olduğu için, ruhla hemhâl olduğu için, Hazret-i Allah'a en güzel şekilde yapışabilmek için, yaklaşabilmek için vücudu bile ona engel olur. Bunlar kendisi için yarattığı kullardır. Bunları dünya için, zevk için, sefa için yaratmamıştır. Kendisi için yarattığı kullar olduğundan, onlar hep O'nunla olmak ister, Hazret-i Allah da onlarla olmak ister. O kulun gayri şeyle meşgul olmasını sûret-i katiye de istemez; velev ki, çocuk dahi olsa. Yani Hazret-i Allah'ın sevgisinin üzerinde bir sevgi taşıdığını Cenâb-ı Hakk istemez.
Bunun güzel bir numunesini şöyle arz edelim.
Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Yâ Ali! Sen Hazret-i Allah'ı sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Beni sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Peki Fatıma'yı sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
"Hasan ile Hüseyin'i sever misin?"
"Severim yâ Resulullah!"
Bunlar hepsi sevilecek şeyler, fakat;
"Yâ Ali! Bir kalbin var. Dört sevgiyi nereye sığdırdın?"
İlmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz durdu, cevap veremedi.
Hadis-i şerif'te:
"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin." (Tirmizî)
Buyurulmasına rağmen Seyyid-i Kainat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu suâline cevap veremedi. Utandı ve hane-i saadetine döndü.
Şimdi burada onların yaşayışını size anlatmaya çalışıyorum. Onlar nerede, biz nerede?
Hazret-i Fatıma annem buyurdu ki:
"Yâ Ali! Seni çok üzülmüş görüyorum. Eğer dünya içinse bize yakışmaz, ahiret içinse söyle, derdini paylaşayım."
"Yâ Fatıma! Resulullah Efendimiz bir suâl sordu, ben bunun cevabını veremedim. Onun üzüntüsünü yaşıyorum."
"Nedir?"
Anlattı.
"Ah o pek kolay yâ Ali!" buyurdular.
Çünkü o Resulullah Aleyhisselâm'ın ağacının dalından husule gelmiş. O ilmin kapısı olan Hazret-i Ali Efendimiz bu sefer daha da hayret etti.
"Zira kalbin altı ciheti vardır. Hazret-i Allah'ı sever misin deyince, ruhumla severim."
Demek ki o hale ermiş. Şimdi burada herkesin durumunu da anlatmaya çalışıyorum, kimin nelere erdiğini.
"Beni sever misin deyince, imanımla severim.
Fatıma'yı sever misin deyince, insanlık nefsiyle severim."
Demek nefis; insani ve hayvani nefis var.
"Çocukları sever misin deyince, babalık şefkatiyle severim, dersin."
Demek ki burada da kimin, nerede olduğunu, hangi derecede olduğunu, kalbin kaç cihette olduğunu, kimin nasıl sevebileceğini anlatıyor.
Hazret-i Ali -keremallahu veche- Efendimiz döndüğünde Resulullah Efendimiz hutbeye çıkmıştı ve gülümsedi.
"Cevapları getirdin mi?" buyurdu.
"Getirdim." dedi.
"Sen de o peygamber dalı varken cevapsız kalmazsın." buyurdular.
Yani ondan öğrendiğini biliyor.
Binaenaleyh şimdi bakınız herkesin ayrı bir durumu, âlemi var. Hazret-i Fatıma annem deyince gayri ihtiyari bir mevzu aklıma geldi. Demek ki; o, o kadar âli ki, Hazret-i Ali Efendimiz ilmin kapısı olmasına rağmen bu suâle cevap veremedi, o verdi.
•
Geçen günlerde buraya bir kardeşimiz geldi; "Gölcük'te o rüyâyı gören budur." dedi.
Yani hanımını tarif etti. Gölcükte bu kitaplar çok büyük bir şekilde görülüyor. Hazret-i Fatıma annem de orada; "Bu kitaplar nedir?" buyuruyor.
O hanım diyor ki; "Bizim Efendimiz'in kitapları."
"Onu biz yazdırıyoruz." buyuruyor.
Haa iş değişti şimdi.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki, o Nur'un ışığı altında, o ruhun izniyle bunlar oluyor. Yaptım, ettim, hiçbir şey yok. Fakat insan gerçek hakikati bilemediği için, Hakk'ı da bilemediği için Allah-u Teâlâ'nın ona ihsan ettiği nimetleri de nefis benimsediği için "Benim!" diye çıkıyor. Ne kadar acayip.
Allah'ım Zât'ına has bir kul, Habib'ine ümmet etsin. Rızâ yolunda nasıl icap ediyorsa o çalışmayı bize nasip etsin. Rabb'imiz bizi güzel haliyle hemhâl ettiği, ahirette de lütuf birliğiyle haşr-u cem ettiği kullarından eylesin...
•
Yaptığınız konuşmayı, yaptığınız zikri Hazet-i Allah'a duyurun. Diyeceksiniz ki; nasıl duyuracağım? Evvela kendin duy, kendin duyduğun zaman O'na da duyurmuş olursun. Ama kendin duymazsan O'na nasıl duyuracaksın? Ne kadar ince değil mi?
Meselâ burada bir tabaka var. Tabaka, perde sensin. Perdenin altında O'ndan başkası yok. Çünkü her şeyi halk eden O.
"Allahu Lâ ilâhe illa hüvel hayyül kayyum."
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyûm'dur." (Bakara: 255)
Hepsi "Lâ" dan ibaret "Hayy" ve "Kayyum" olan O'dur. Şimdi bütün varlıkların perdeden, bir maskeden ibaret olduğunu gözün ile gördüğün zaman senin de bir perde olduğun ortaya çıkar.
Çünkü aslında O var. Perdeye, kendine duyurursan O da duyar. Ama sen perdeye duyuramazsan O'na nasıl duyuracaksın? Bununla demek istiyorum ki; insan "Allah" derken içinde şuurla söylemeli, dudak arasında kalmamalı. Allah dediğin zaman Allah-u Teâlâ'nın ondan daha içeride olduğunu ve O'nun duyduğunu bildiğin zaman; sende duyarsın O da duyar. Ama senin duyamadığını O nasıl duyar?
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
"İçindeyim, duyuyorum" diyor. Ama bunu görmek, anlamak ne kadar zor oluyor. Fakat insan varlık perdesini kaldırıp O'ndan başka bir mevcut olmadığını görürse, her şeyin perdeden ibaret olduğunu bilirse rahat olur. Bu da ancak O'nunla var olmakla kâimdir.
Perde, maske, kaplama bunların hepsi bir mana taşıyor. Mühim olan O'nu bulmak. O'nu nerede bulacaksın? İçinde bulacaksın. Bizim şimdi Cenâb-ı Hakk'a ne kadar şükretmemiz lâzım? Acaba bununla iftihar etmemiz mi lâzım yoksa bunu bize duyurana nasıl secde etmemizi mi düşünmemiz lâzım? Nasıl yüzüstü kapanmamız lâzım? Nasıl bükülmemiz, nasıl istiğfar etmemiz lâzım? Çünkü Halik-ı azimüşşan bunu bize duyurmuş.
Neyi duyurmuş? Bizden daha evvel olduğunu, bizim bir kaplama, maske olduğumuzu ve kâinatın da böyle olduğunu duyurmuş.
Demek en mühim nokta O'nunla olmak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Muktedir olan padişahın huzurunda hiç olmak.
Bu noktada hiç olmayı size şöyle tarif edeyim:
O gibi noktaya geldiğim zaman "Rabb'im senden tek dileğim hiç olmak" derim ve o esnada hiç olurum, yalnız O'nun varlığı kalır. O'nun varlığı kaldığı zaman, hüküm O'nundur, hükümdar O'dur, her şey O'dur. Bundan çok hoşlanırım.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir."
Benim de Rabb'imle öyle vaktim olur ki dünya küçücük kalır. Niçin?
Hükümsüz olan şeye ne diye değer verirsin? Madem ki hüküm yalnız O'nun, O'ndan geliyor... O'nunla olmaktan daha büyük şeref olur mu?
İşte bunu duyduğunuz zaman Hakk'ı duymuş oluyorsunuz, meğer Hakk buymuş. Artık bunu duyan insan dünyaya da halka da değer veremez.
Biz maske tabirini O'nun varlığını örttüğünden hem insan için hem kâinat için kullanırız. Sen de bir maskesin, yer de, gök de, arş da hepsi bir maskeden ibarettir. Çünkü "Ol!" dediği zaman olduruyor, "Öl!"dediği zaman öldürüyor. Hepsi yok oluyor ve yalnız O kalıyor.
Zaten Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah var idi ve Allah'tan başka bir şey mevcud değildi." buyurdular. (Buhârî)
İşte bütün incelik burada. Var gibi görünenler, hikmet tahtında sahneye sürülmüş.
Öyle tecelliyatlar görürdüm ki onlardan bir tanesini siz görseniz kâinatı öğrendim zannedersiniz. Bunlar peşi peşine gelirdi. Kimseye bir şey söyleyemezdim.
Her şeyi bildiğimi zannederdim. Vaktaki Hazret-i Allah lütfuyla içeri aldı, hepsi kapıda kaldı. Hiçbir şey bilmediğimi öğrendim. Daha içeri aldıklarında ise hiçbir şey olmadığımı orada öğrendim.
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir:
"Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dininin şerefi yeter."
Bize bu gerek efendim. Varlık, varlık satanların olsun. Çünkü onlar o varlık putu ile ayakta duruyor. O varlık putunu indirirlerse zaten bir şeyleri kalmayacak.
Allah'ım bizleri varlığını ifna edip kendi varlığı ile yaşattığı kullardan etsin.