Osmanlı târihinin ilk yazılı kaynaklarının hangileri olduğu bugüne kadar tespit edilemediği gibi; ikincil ve üçüncül kaynak mesâbesindeki Osmanlı kroniklerinde yalnız ismi zikredilen, fakat varlığı ve mâhiyeti tespit edilemeyen birkaç eski kroniğin aslî nüshalarından da hiçbiri günümüze ulaşabilmiş değildir. Bu durum, yaklaşık yüz elli yıldır yanlış bir biçimde şekillendirilen araştırmacı târihçiliğin ilk kıstaslarının da etkisiyle, bugünün araştırmacıları tarafından peşin bir yargıyla, kuruluş dönemine âit artık hiçbir kaynağın mevcut olmadığı, Osmanlı târihçiliğinin ilk olarak kuruluştan iki yüz yıl sonra, II. Bâyezîd döneminde ortaya çıktığı ve bu devir târihçilerinin devletin bu ilk iki asrının târihini içinde bulundukları zamâna göre kurguladıkları iddiâlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Osmanlı târih kaynakları üzerinde çalışan tüm araştırmacıların ortak bakış açısını yansıtan bu ifâdelerin hiç kimse tarafından yadırganmaması bir yana, bir asırdır kalıplaşmış, hattâ tabulaşmış bir anlayış hâline gelen "Anonim târihler"e yönelik yaklaşım da, mevcut tespitlerin üzerine bir şey koyma zahmetini göstermeyen, ya da kaynaklardan düzgün hüküm çıkarmayı bilmeyen kimi araştırmacılar tarafından hep ezberci bir yaklaşımla irdelenmiş ve bu tür eserler bugüne kadar müellifi bilinmeyen kaynaklar kapsamında değerlendirilmiştir.(1)
Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu özgün halk diliyle, çok sâde ve yalın bir üslûpla anlatan ve her biri "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" ortak adını taşıyan, ancak üzerinde kim tarafından yazıldığına ilişkin herhangi bir ibâreye rastlanmayan eski kronikler, akademik târihçiliğin gelişmeye başladığı ilk yıllarda haklı olarak anonim eserler kapsamına dâhil edilmiş ve o günden bugüne dek "Anonim târihler" adıyla anılagelmiştir. Kimi zaman ayrıntılı müstakil nüshalar şeklinde, kimi zaman da mecmû'aların ya da kronoloji listelerinin arasına yerleştirilmiş kısa birer "ara metin" (interpolation) şeklinde karşımıza çıkan bu kroniklerin birkaç bağımsız türü vardır ve bunların yurtiçi ve yurtdışı kütüphânelerinde çeşitli zamanlarda istinsah edilmiş farklı nüshalarına rastlanır.
Anonim Osmanlı kronikleri kapsamında değerlendirilen bu eserlerin diğerlerine nispetle daha yaygın olan ve vaktiyle çok geniş bir kitle tarafından okunduğu anlaşılan şekli, pek çok kütüphânede "Târîh-i Âl-i 'Osmân", "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", "Tevârîh-i Nesl-i Âl-i 'Osmân", "Hâzâ Târîh-i Âl-i Osmân", "Zikr-i Mülûk-i Âl-i 'Osmân" gibi adlarla anılan ve çeşitli devrilerde yapılmış zeyil ve ilâveler nedeniyle II. Murad devrinden II. Selim dönemine kadar uzayabilen farklı versiyonları bulunan kaynaktır. Bu kroniğin Avrupa kütüphânelerinde yer alan on üç nüshası, ilk kez I. Dünya Savaşı'ndan sonra ünlü Alman târihçi Friedrich Giese tarafından neşredilmiş ve nüshalara arasındaki farklar uzun son notlar hâlinde gösterilmiştir.(2) Akademik çevrelerde daha çok "Giese Anonimi" adıyla anılan bu karşılaştırmalı neşrin Türkçe'ye çevirisi 1992 yılında Nihat Azamat tarafından gerçekleştirilmiş(3) ve bu çalışmayı 2000 yılında, Giese'nin W1 olarak tanımladığı nüshalar kapsamına giren Topkapı Sarayı'ndaki bir yazmanın(4) Necdet Öztürk tarafından yapılan neşri tâkip etmiştir.(5) Şu kadar var ki, Giese'nin neşrinden sonra, dil ve metin yönünden çok sayıda tez, makâle ve araştırmaya konu olan eserin, bu kadar şöhretine rağmen kim tarafından yazıldığı tespit edilememiştir.
XVI. yüzyıl Osmanlı târihçilerinin önde gelenlerinden olan Gelibolulu Mustafa Âlî, "Künhü'l-Ahbâr"ında Ankara Savaşı sonrası esir alınan Yıldırım Bâyezîd'le Timur'un, bir halı üzerine oturup söyleştiklerini ve Timur'un sofraya ilk olarak yoğurt getirilmesini emrettiğini gösteren bir rivâyeti "Ahmedî'nin kardeşi Hamzavî'nin 'Târîh'inden" naklettiğini belirterek şöyle der:
"'Câmi'u'l-Meknûnât' nâm kitâbda ve Ahmedî karındaşı Molla Hamza'nuñ 'Târîh'inde yazılmışdur ki: 'Ol şeb ki, Tîmûr'uñ meclisine Sultân Bâyezîd'i getürdiler; ba'de'l-iclâs huzûrına sofra yitürdiler ki, ol konılan ta'âm bir kâse yoğurd idi. Bâyezîd Hân ol yoğurdı gördükde hayrete varub düşündi, Tîmûr Hân: 'Bâ'is-i tefekkür-i mevfûr nedür?' diyu istihbâr kıldukda, cevâbında: 'Mukaddemâ Ahmed-i Bağdâdî bezmimüzde mihmân-ı derviş-nihâd iken sizüñle mülâkâtımuz niyyetine reml itmişidi; "Bi'l-âhare ikiñüz bir yire gelüb, ibtidâ sofrañuza gelecek yoğurd olacakdur!' diyu söylemişdi. Hâlâ anuñ 'ilmini tasavvur iderem!' didükde Tîmûr Hân: 'Fî'l-vâkı' Sultân Ahmed özge rimâl-i kıtâl idi. Ol senüñ yanuñda turmış olsa, bizüm Rûm'a teveccühümüz degmede vâkı' olmazıdı!' diyu cevâb virdi."(6)
Âlî'nin Hamzavî'ye âit olduğunu açıkça belirttiği bu rivâyet, Anonim târihlerin yukarıda işâret ettiğimiz versiyonundan başka hiçbir kaynakta yer almaz.(7) Onun verdiği bu ipucundan hareketle, bugüne kadar "Anonim Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adıyla bilinen bu nüshaların ilk yazarının Hamzavî olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.
Hamzavî'nin târih kaynağına dayanan yukarıdaki rivâyeti, anonim târihlerden sonra Kemâl Paşa-zâde, Lütfi Paşa, "Câmi'ü'l-Meknûnât" yazarı Mevlânâ Îsâ ve yukarıya aktardığımız metinde Âlî de nakletmiş; Solak-zâde ve Hayrullah Efendi ise bu kısmı Âlî'den özetlemiştir. Şu kadar var ki Âlî, bu rivâyeti pek inandırıcı bulmadığını, kıssayı naklettikten sonra: "Lâkin kütüb-i mu'teberede bu makûle mücâleset yazılmamışdur." diyerek açıkça belirtmiştir.(8) Muâsır bir kaynak olduğu hâlde Âlî'nin bu rivâyete ihtiyatlı yaklaşmasının sebebi; bu devirde yazılan kaynakların çoğunun târihî ayrıntı kaygısı taşımayan menkıbevî metinlerden ibâret olmasıyla izâh edilebileceği gibi; ağır ve süslü bir dille eser veren XVI. Yüzyıl Osmanlı müverrihinin güvensizliğinin ana nedenini teşkil eden; basit bir dille, fazla tafsilât içermeden yazılmış ilk Osmanlı eserlerini ve müverrihlerini küçümseme kompleksinden de kaynaklanmış olabilir. Fakat her ne sebeple olursa olsun, Hamzavî'ye âit olduğunu bildiğimiz bu rivâyetin sıhhatinden şüphe etmek için ortada mâkul bir sebep yoktur, Âlî'nin verdiği hüküm de herhangi bir gerekçeye dayanmayan, yalnız peşin yargıya dayalı sathî bir değerlendirmeden doğmuştur. Bununla birlikte çok önemli bir bilgi olarak, bu rivâyetin ve anonim "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ların Hamzavî'ye âit olduğunu da yine Âlî'den öğreniyoruz.
Necip Âsım "Türk Tarih Encümeni Mecmuâsı"nın ilk cildinde, bu rivâyete bakarak "Câmi'u'l-Meknûnât"ı büyük bir dikkatsizlikle Hamzavî'ye atfetmiştir.(9) Hâlbuki bizzat Âlî, naklettiği rivâyetin "Câmi'u'l-Meknûnât' nâm kitâbda ve Ahmedî karındaşı Molla Hamza'nuñ 'Târîh'inde" yazılı olduğunu söyleyerek, bunların iki ayrı kaynak olduğunu açıkça belirtmiştir.(10) Kezâ bugün biliyoruz ki, "Câmi'u'l-Meknûnât" Kanûnî Sultân Süleyman döneminde Mevlânâ Îsâ tarafından kaleme alınmış muahhar bir kaynaktır ve Yıldırım Bâyezîd'in Timur'la yoğurt yemesi rivâyetinde görüldüğü üzere, o da sâdece diğer Osmanlı müverrihleri gibi Hamzavî'nin "Târîh"inden yararlanmıştır.
Anonim "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ı ilk derleyenin Hamzavî olduğuna Âlî'nin yukarıdaki kaydı açık ve kesin bir delil teşkil ettiği gibi; metnin onun kaleminden çıktığı, eserin içindeki önemli bâzı ipuçlarından da tespit edilebilir. Bu delillerin başında Hamzavî'nin aktardığı rivâyetler ve bunların aslî kaynakları gelmektedir. Âşık Paşa-zâde'nin ilk üç Osmanlı pâdişâhı ile ilgili bilgilerinin kaynağının, Orhan Gâzî'nin imamı İshak Fakih'in oğlu Yahşi Fakih'in, Çelebi Mehmed devrinde babasından işittiği bilgileri bir araya topladığı "Menâkıb-nâme"si olduğunu biliyoruz.(11) Osmanlı kaynaklarının geniş bir tenkidi, bu "Menâkıb-nâme"den yararlanan tüm müverrihlerin, kaynağı doğrudan değil, Âşık Paşa-zâde'nin özetlediği metin üzerinden tâkip ettiklerini gösterir. Yalnız, anonim olarak bilinen "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", Âşık Paşa-zâde'nin özetlediği metni tekrâr etmez; aksine aynı rivâyetlerde farklı ifâdeler veyâ daha eksik ya da fazla bilgiler içerir. Demek ki XV. yüzyıl sonlarında "Menâkıb'ın aslî nüshası mevcut değildi, ondaki bilgilerden arta kalan yegâne metin Âşık Paşa-zâde'nin çıkardığı özetten ibâretti. Bu durumda Âşık Paşa-zâde "Menâkıb"ın özetini Geyve'de, evinde kaldığı sırada Yahşi Fakih'teki orijnal nüshadan çıkardığı gibi; "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" yazarının da aynı devirde yaşayan biri olması ve notlarını yine onun yazdığı aslî nüshadan çıkarmış olması gerekir. Ki, bu da açıkça Âlî'nin "Molla Hamza'nuñ Târîhi" diye vasfettiği eserle "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ın aynı eser olduğunu gösterir. Hamzavî Yahşi Fakih rivâyetini kısaltıp özetlemiş ve Âşık Paşa Târîhi, Rumca bir kronik, târihî bir takvim ve alternatif başka bir kaynakla birleştirmiş; araya da -diğer kaynaklarda rastlanmadık bir tarzda- kardeşi Ahmedî'nin "İskender-nâme"deki Osmanlılar'la ilgili manzûmelerini kronolojik sıraya uygun şekilde metnin içine serpiştirmiştir.
"Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"da Osman Gâzî'nin Bapheus zaferinin anlatıldığı yerde, müellifin İznik'in o yıllardaki durumunu özellikle "ol zamânı görmüş âdemîler"in ağzından nakletmesi dikkate değerdir.(12) Eserin yazarının, XIV. asrın başlarında bölgeyi iyi bilen kimselere yetişmesi ve onlarla görüşebilmesi için, bu anlatıları onlardan en geç aynı yüzyılın sonlarına doğru dinlemiş olması lâzım gelir ki, bu da elimizdeki metnin yazarının gerçekten Hamzavî olduğunu doğrulayan başka bir delildir. Yine eserde Hamzavî'nin yaşadığı zamâna rastlayan; Yıldırım Bâyezîd'in son yılları, Ankara Savaşı ve Fetret devri ile ilgili bilgilerin doğrudan görgü şâhidlerinin dilinden aktarılmış olması ve diğer kaynaklarda görülmedik derecede ayrıntılı oluşu da, müellifinin bu asırda yaşamış bir kimse olduğunu ve bunları ilk ağızdan işitip esere kaydettiğini kuvvetle te'yid eder niteliktedir.
Müellifin Yıldırım Bâyezîd'le ilgili betimlemeleri, eserin onu yakından tanıyan; huy, ahlâk ve tavırlarını çok iyi bilen biri tarafından kaleme alındığını güçlü bir biçimde hissettirir. Onun Yıldırım'ı dâimâ söz dinlemeyen, başına buyruk hareket eden, Timur'un müsâmahakâr tavrı karşısında hakâretâmiz sözler sarfederek, bir bakıma başına gelen musîbetleri haketmiş bir karakter gibi tasvir ettiği dikkat çeker.(13)Kardeşi Ahmedî ile birlikte onun hânedânının himâyesinde yaşadığı hâlde, Hamzavî'nin Yıldırım'ı haksız, Timur'u haklı gösteren bu şaşırtıcı üslûbu, onun objektif bir târihçilik yaklaşımına sâhip olduğu şeklinde değerlendirilebileceği gibi; o yıllarda Osmanlı topraklarını kasıp kavuran sert ve baskıcı Tatar hâkimiyetinin yol açtığı korkunun bir ifâdesi olarak da görülebilir. Buna göre Hamzavî, eserini Ankara Savaşı'nın izleri henüz silinmeden kaleme almış olmalıdır.
Öztürk'ün neşrettiği Topkapı Sarayı nüshasında satır arasına sıkışan önemli bir kayıt, Hamzavî'nin eserin ilk versiyonunu 816 (1413) yılından sonra, Çelebi Mehmed'in cülûsunu ve Karaman-oğlu'nun yenilgiye uğratmasını müteâkip kaleme aldığını ortaya koyar. Burada Karamanoğlu'nun perişan hâlini tasvir eden bir beytin iki mısrâsı arasına "Temmet" kaydı sıkıştırılmıştır ki,(14) bu kaydın eserin ilk nüshalarından birinden intikâl ettiğinde şüphe yoktur. Müellif bu metne eklediği ilk zeylde, söze beyitle ilgili şu cümle ile başlar: "Bu sözi ol zamân düzmişlerdi."(15) Muhtemelen bu ilk zeylin yazılışı, 1421 yılı civârında olmuştur. Nitekim başta İnalcık olmak üzre pek çok târihçi, Âşık Paşa-zâde, Oruç Beg ve anonimlerin 1422 yılına kadar ortak bir metni kullandıklarını doğru olarak belirlemişler,(16) ancak bu metnin kim tarafından yazıldığını tespit edememişlerdir.
Hamzavî, eserini zaman zaman yeni ilâvelerle genişletmiş, devrin pâdişâhı Fâtih'i, âlimleri ve kadıları, sık sık "şimdiki zamân"la "ilerü (geçmiş) zamân"ı kıyas ederek: "Şimdiki zamânda ne kâdîlara yetişdük!" gibi sözlerle eleştirmiştir.(17)
Şiirle uğraştığını ve "Hamza-nâme" adlı manzum eserin müellifi olduğunu bildiğimiz Hamzavî'nin şâir kimliği göz önünde bulundurulduğunda, eserde yer alan manzum parçaların da onun kaleminden çıktığını peşinen söyleyebiliriz. Nitekim "Tevârih"teki şiirlerin tümünün toplu analizi, hepsinin tek bir şahsın kaleminden çıktığını göstermektedir. Eserde Hamzavî'ye âit şiirler, İstanbul'un fethinden sonra gelen "Kostantîniyye'nin târihçesi" ile ilgili metnin sonuna kadar devâm eder. Buna göre Hamzavî, tıpkı çağdaşı Âşık Paşa-zâde gibi uzun bir ömür sürmüş ve XV. yüzyılın sonlarına doğru vefât etmiş olmalıdır.
Hamzavî'nin "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ının bundan sonraki metnini daha sonraki asırda Muhyiddîn Çelebi ve Lütfi Paşa gibi müellifler, yeni bilgi ve zeyiller ilâve etmek sûretiyle Kânûnî ve II. Selim zamânına kadar getirmişlerdir.
(1) Biz, anonim "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"lar kapsamında gözüküp, yurtiçi ve yurtdışı kütüphânelerinde toplam dört nüshası bulunan ve bir kronoloji listesinin içinde yer alan "Târîh-i İbtidâ'-i Âl-i 'Osmân" adlı kısa kroniğin, 'Osman Gâzî ve Orhân Gâzî devrinin meşhur mutasavvıflarından Âşık Paşa'nın kaleminden çıktığını târihî, toponomik ve filolojik kanıtlar ışığında tespit etmiş bulunuyoruz. Yine Hacı Bektâş-ı Velî menâkıbının içinde de, günümüz araştırmacılarının dikkatini çekmeyen XIV. yüzyıla âit bir başka târih metninin, "Otmân ('Osmân) Târîhi" adını taşıyan kısa bir kroniğin özeti yer alır. Bu kroniğin, Orhan Gâzî-Yıldırım Bâyezîd dönemlerinde yazılmış "Oğuz-nâme" zeyillerinden aktarılan rivâyetlerin birleştirilmesiyle oluşturulduğu analitik bir yaklaşımla ortaya çıkmaktadır.
(2) F. Giese, "Die Altosmanischen Anonymen Chroniken", Breslau, 1922.
(3) N. Azamat, "Anonim Tevârîh-i Âl-i Osmân", M. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1922.
(4) TSMK, Sultan Mehmed Reşad ve Tiryal Hanım Ktp. nr.: 700.
(5) N. Öztürk, "Anonim Osmanlı Kroniği: 1299-1512", TDAV Yay., İstanbul, 2000. Müellif bu neşrin giriş kısmında, Türkiye kütüphânelerindeki 23 farklı nüshayı da kısaca tanıtmıştır.
(6) Gelibolu'lu Mustafa Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", c. V, s. 94, bas.: İstanbul, 1277.
(7) Rivâyet için, bk. TSMK, Sultan Mehmed Reşad ve Tiryal Hanım Ktp. nr.: 700, vr. 27a-28a; Giese neşri, s. 40-41.
(8) Krş. Âlî, a.g.e., c. V, s. 94.
(9) Necib Âsım (Yazıksız), "'Osmânlı Târîh-nüvisleri ve Müverrihleri", Târîh-i 'Osmânî Encümeni Mecmû'ası, 1/46, İstanbul, 1327/1909.
(10) Krş. Âlî, a.g.e., c. V, s. 94.
(11) Âşık Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 91. H. N. Atsız neşri, bas.: Türkiye Yay., İstanbul, 1949.
(12) Giese neşri, s. 9, st. 15.
(13) Krş. TSMK nüshası, vr. 23b-31b; Giese neşri, s. 34-47.
(14-15) Krş. TSMK nüshası, vr. 35b.
(16) Halil İnalcık, "Osmanlı Tarihçiliğinin Doğuşu", Söğüt'ten İstanbul'a, s. 97-100, Ankara, 2000.
(17) Krş. TSMK nüshası, vr. 20b; Giese neşri, s. 30, st. 13-14.