Muhterem Okuyucularımız;
İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Akıl, Allah-u Teâlâ'nın kullarına lütfettiği en büyük nimetlerden birisidir. Buna rağmen vahiy nuru, peygamber nuru olmadan hakikati bilemez, doğru yolu bulamaz.
Aklı göze benzetirsek, din güneş mesabesindedir. Göz ne kadar keskin olsa da, gece karanlığında hiçbir yeri göremez, hiçbir işe yaramaz.
Aklın en büyük desteği dindir. Akl-ı selim, din ile birleştiği zaman, Hakk ve hakikati tasdik eder ve Allah-u Teâlâ'nın methine mazhar olur.
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)
Onlar nefislerinin arzularına kapılmayıp, dünya saâdetinin, ahiret selâmetinin yolunu takip etmeye devam edip dururlar.
Akıl ancak; İslâm dinine uymakla, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini yapıp nehiylerinden kaçınmakla, Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve izinden yürümekle Hakk'ın sevgisini kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i imrân: 31)
Kalplerinizden perdeleri kaldırsın, aşırılıklarınızı gidersin, sizi cennetlerine yaklaştırsın ve katında sizlere yer hazırlasın.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Bu hikmetli beyanlarının özünde çok gizli ilimler, çok gizli sırlar var. Az ve öz olan sözleri onun ilminin büyüklüğünü gösterir, o bir derya idi, bir âlemdi.
İşte bu ayki dergimizde; Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in bu beyanları tek tek ele alınmış, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında açıklanmış ve Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
•
Ekim ayı içinde vuku bulan ve Van ilimiz başta olmak üzere civar yerleri de etkileyen deprem nedeniyle, bütün milletimizin başı sağolsun. Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden ölenlere rahmet, geride kalan yakınlarına sabr-ı cemil, hasta ve yaralılara da acil şifalar niyaz ederiz.
İman ehli olanlar şehid olarak göçer.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz binaların yıkılması esnasında ölenlerin şehid olduklarını beyan buyurmuşlardır.
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebep olur." (Buhari)
Allah-u Teâlâ dilediğini korudu, murat ettikleri de şehid oldu.
Bu ilâhi bir hükümdür. Mülkün sahibi mülkünde murad ettiğini yapar, bunu kimse engelleyemez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez." buyurmaktadır. (En'am: 59)
En küçük misal olan "Yaprak düşmesi" misali ile bütün hâl ve ahvale işaret edilmiştir.
Kula düşen tam bir teslimiyet ile Hakk'a bağlanmak ve verilen akıl nimetiyle düşünüp her türlü tedbirini almak, sonra takdire rızâ göstermektir.
•
Ayrıca bu ay içinde idrak edilecek olan mübarek "Kurban Bayramı"nızı ve yine bu ay içinde başlayacak olan "Hicri Yeni Yılı"nızı tebrik eder, Cenâb-ı Hakk'tan hayırlara vesileler olmasını niyaz eyleriz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Akıllı insan kalbine dönüktür. Kalbiyle, kalbini nurlandırmakla, nefsin işgaliyetinden kurtarmakla meşguldür. Kalbini masivadan kurtarıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirirse o zaman imanı kemâle erer.
Başka sevgiler kalbi öldürür. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Masiva insanı Hakk'tan uzaklaştırır. Bir kalpte Allah varsa masiva olmaz. O kalbe masiva girmişse Hazret-i Allah o kalpte tecelli etmez.
O'nun tecelli etmesi için kalp kilidinin açılması lâzım, kalp kulağının açılması lâzım, kalp gözünün açılması lâzım. İnsan ancak kalp vasıtasıyla hikmetle idrak edebilir. İlim, amel, ihlâs üzere bulunursa gitgide melekiyet sıfatına nail olur, aksi halde hayvânî melekeye iner. Beden bir binek, azalar nefer mesabesinde, kalp ise padişah hükmündedir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur."
Bu hikmetli beyanlarının özünde çok gizli ilimler, çok gizli sırlar var. Az ve öz olan sözleri onun ilminin büyüklüğünü gösterir, o bir derya idi, bir âlemdi.
O kadar büyük bir zât-ı âlidir ki cennetle müjdelenmiş, İslâm'ın halifeliğini yapmış ciharyâr-ı güzîn hazerâtındandır.
Kendileri hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin." (Tirmizî)
İşte bu "İlmin kapısı" buyurulan bu âlî zâtın beyanlarındaki gizli hikmeti arz edelim:
Akıllı kimse kalbiyle konuşur, kalbiyle görüşür. Kalben söylenenleri duyar, bilir.
Hakikat yolundaki yakınlık kalbendir. Bu gönül yakınlığıdır, kalıp yakınlığı değildir. Bizim yolumuz Allah yoludur, kalp yoludur. Kalpten kalbe yol vardır ama kalıptan kalıba yoktur.
İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Akıl ancak; İslâm dinine uymakla, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini yapıp nehiylerinden kaçınmakla, Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve izinden yürümekle Hakk'ın sevgisini kazanır.
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)
Akıllar derece derecedir. Biz daha evvel kitaplarımızda Meaş akıl, Mead akıl, Akl-ı nûrani ve Akl-ı kül'ü açıklamış, aklın nihayeti ve en üstünü olan Ulül-elbâb'dan bahsetmiştik. Akılların derecelerine göre ilimlerin ve kalplerdeki durumlarını etraflıca izâh etmiştik.
Öz olarak şöyle arz edelim:
Akl-ı meaş olanların yalnız dünya işlerine akılları çok erer.
Akl-ı mead olanların hem dünyaya hem ahirete aklı erer.
Akl-u nur olanlar, süzülmüş olanlar, nurlanmış olanlar, temizlenmiş olanlardır. Onlar Hazret-i Allah'a o nispetle yakındır. Samimidir, ibadet ve taatini riyasız yaparlar. Ellerinden geldiği kadar lüzumlu olan yerlere sarfederler.
Akl-ı kül olanlar ise, artık onların Cenâb-ı Hakk dünyayla işlerini bitirmiştir. Hep O'nunla olmak ister. İbadet ederken O'nunla, sohbet ederken O'nunla... Hayatı O'nunla. Hep O'nunla hemhâl olmak ister.
Ulül-elbâb'a gelince; Cenâb-ı Hakk "Bu kul benimdir!" der. Hiç kimseye vermediği ilmi ona verir. Hiç kimseye bildirmediğini ona bildirir. Artık onun aklı değildir, o O'nun kudret elindedir, Allah-u Teâlâ'nın ilmi, hilmi, nuruyla hareket eder.
Akıllı insan kalbine dönüktür. Kalbiyle, kalbini nurlandırmakla, nefsin işgaliyetinden kurtarmakla meşguldür. Kalbini masivadan kurtarıp Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı yerleştirirse o zaman imanı kemâle erer. Başka sevgiler kalbi öldürür. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Masiva insanı Hakk'tan uzaklaştırır. Bir kalpte Allah varsa masiva olmaz. O kalbe masiva girmişse Hazret-i Allah o kalpte tecelli etmez.
O'nun tecelli etmesi için kalp kilidinin açılması lâzım, kalp kulağının açılması lâzım, kalp gözünün açılması lâzım. İnsan ancak kalp vasıtasıyla hikmetle idrak edebilir. İlim, amel, ihlâs üzere bulunursa gitgide melekiyet sıfatına nail olur, aksi halde hayvânî melekeye iner. Beden bir binek, azalar nefer mesabesinde, kalp ise padişah hükmündedir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Kalp bir hükümdardır ve kalbin askerleri vardır. Eğer hükümdar bozulursa askerler de bozulur, iyi olursa askerler de iyi olur." (C. Sağir)
Kalp bir melekût hazinesidir. Nurlandığı zaman nûru bütün uzuvlara dağılır, uzuvlardan sadır olan kötülüklerin kaynağı ise yine kalptir.
Ahlâk-ı zemîmelerle, hayvânî sıfatlarla örtülü olduğu zaman, beş duyuya açılıp şehvet ve lezzetlere daldığı, masivâ ile dolduğu zaman kapanıyor, hayvanî kalp oluyor.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
Buyurulduğundan, kalp ıslahı çok mühimdir. Bütün azalar onun emrindedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar. Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuârâ: 88-89)
Demek ki aranan salim, temiz bir kalp...
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ'yı zikir, kalp hastalıklarına şifâdır." (Münâvî)
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul'ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhî'ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saâdet ve selâmete namzet bulunmuştur. Bu da nefis derecelerini bilmek ve geçmekle mümkündür. Emmâre'den Levvâme'ye, oradan Mülhime, Mutmainne, Râdiye, Mardiye ve Sâfiye derecesine ulaşılacak ki bu hakikat husule gelsin.
Kalpte iki kapı vardır. Birisi dâhile yani melekût âlemine, diğeri hârice yani beş hislere açılır.
Allah-u Teâlâ insana bir baş gözü bir de kalp gözü vermiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz ona iki göz vermedik mi?" (Beled: 8)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her insanın kalbinin iki gözü vardır. O gözlerle gaybı kavrayabilir. Allah bir kuluna hayır murat ederse, gözünün göremediği şeyi gösterilmesi için kalbinin gözlerini açar."
Fakir der ki; Cennet-i âlâ ile dünya arasında incecik bir perde var, perdeyi kaldırdığın zaman cennettesin, amma sen görmüyorsun.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Minberim ile hanemin arası cennet bahçelerinde bir bahçedir." (Buhârî)
Sen orada bulunduğun zaman cennet bahçesinde bulunuyorsun amma görmüyorsun, halıları görüyorsun. Göremiyorsan suç kimin?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size Rabb'inizden basiret (kalp gözü) gelmiştir. Kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir." (En'âm: 104)
Bunun vebali kendisine dönecektir.
Göze göre "Görme" ne ise, kalbe göre "Basiret" de odur.
Beden gözü ile göremiyorsun, kalp gözün açılırsa sen de görürsün.
Gözlerin görmesine sebep olan görme nuruna göz denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan kalp gözüne de basiret denilir.
"Basiret: " Allah-u Teâlâ'nın subûtî sıfatlarından biri olan "Basar"ın kullarındaki tecellîsidir. Bu tecellîden nasibi olanların gözlerinden perde kalkar. İnsanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık, kalbin de iç âlemi gören gözü vardır ve buna "Mârifet gözü" ve "Kalp gözü" gibi isimler verilmiştir.
Basiret Allah-u Teâlâ'nın mümin kulunun kalbine attığı öyle bir nurdur ki, bu nur sayesinde hakikati kavrar.
Kalp gözü körleşmiş ve basireti bağlanmış kimseler hakkında da "Körler" gibi tabirler kullanılmaktadır. (Bakara: 18)
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir." (Hacc: 46)
Asıl körlük göz körlüğü değil kalp körlüğüdür. Bu körlükteki zararın sınırı ve sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ "Hakikat"i apaçık ortaya koyar, duyurmak istediklerinin basiretlerini açar, duyurmak istediğini duyurur, göstermek istediğini gösterir. Diğer taraftan da lâyık olmayan gözlere göstermez, basiretlerini bağlar, körlük ve karanlık içinde bırakır.
Kalbin dış âlemle temasını sağlayan ve dış âleme tanıtan beş duyu organıdır. Bu dünyaya ait tad ve lezzetler kalpten çıkarıldığı anda kalbe doğru gayb âlemi açılır ve hakikat görülür. Çünkü kalbin her iki âleme yönelip ikisini birlikte bilmesi mümkün değildir. Hakk'tan gayrı olan şeylere kapalı olduğu zaman ona gayb âlemi açılır. Esrar-ı ilâhiye zuhur eder.
Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse olur. Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa gayb âlemini görür, dilerse âlemleri seyrettirir. Kalp kulağını açarsa istediklerini duyurur. Bunların kalbine nurunu akıtmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gâfil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh, Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin! Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Et-Terğîb ve't-Terhîb, c. 1, s. 103)
İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ'dır.
Bu ilim doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan gelir, O'nun bildirdiği kimseler bu gizlenmiş mücevherâtı bilir, başkasına şâmil değildir. Burada Allah-u Teâlâ Ârif-i billâh olanları ayırmaktadır. Yani Allah-u Teâlâ'yı bilenler ve O'nun bildirdiği kimseler bu ilme mazhardır. Bu onlara mahsus bir ilimdir. Amma ister açar, ister açmaz.
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime'lerin ve bu Hadis-i şerif'lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.
Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kur'an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde parıldayan apaşikâr âyetlerdir." (Ankebût: 49)
Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan marifetullah ilmi husule gelir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İlimde derinleşenler ise: 'Ona inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlarlar." (Âl-i imrân: 7)
Buradaki akl-ı selim, "Ulü'l-elbâb" akıldır. "Ulü'l-elbâb" olan kimse bunu anlar, başkası anlamaz. Bu Âyet-i kerime'de çok derûnî mânâlar var.
Ulü'l-elbâb; Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen bir akıldır. "Akl-ı kül"den sonra artık akıl çalışmaz.
Allah-u Teâlâ kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Kişinin kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa o onu bilir.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz'daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. İşte gerçek duyma budur.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen ve aklı Ulü'l-elbâb'a varan hakikat ehlinin bu inceliği kavrayacağını, başkasının kavrayamayacağını beyan ediyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de:
"Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır)." buyuruyor. (Furkân: 59)
Zira onlara dilediği kadarını bildirmiştir.
Bu bir emr-i ilâhi'dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Onlar derûnî noktalara inebiliyorlar. Sen denizi görüyorsun amma dibini göremiyorsun! Bunlar da mâneviyat denizinin dibine inenlerdir.
Nitekim bir Hadis-i şerif'lerinde de buyururlar ki:
"İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün ceset iyi olur, o bozulursa bütün ceset ifsat olur. O et parçası kalptir." (Buhârî)
Vücut nurlanınca akıl da nurlanmış oluyor.
Kalpten murad, marifetullah ve ruhtur. Kalp, ilim ve irade ile teçhiz edilmiştir.
Kalp bir et parçası olmasına rağmen, içi ilâhidir. Allah'ı bilme ve sevme makamıdır. Kalbin büyük şânı ve fazileti bu özelliğindendir.
İrfan ehlinin kalbi, Allah-u Teâlâ'nın evidir, feyz ve keremin yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzelliği aksettiren bir ayna, O'nun ilim ve irfanının bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir.
Kalbin bu özelliğini bilen kişi, nefsini ve Allah'ını bilmesi için zikir ve ibadetlerle gönlünü temizler ve cilâlar. Böylece ilâhi güzelliğin aksetmesini sağlar.
İşte bundan sonradır ki kalp;
Allah-u Teâlâ'nın kudretini duyup güzelliğini seyreder. Görünmez âlemde uçar. Allah-u Teâlâ'nın lütfuna kavuşan kalp gözü, cemâlini görür. Zaman ve mekândan çıkarak gerçek makama yükselir. Peygamberler meclisine girer.
Allah-u Teâlâ'nın öyle veli kulları vardır ki, bedenleri dünyadadır amma, kalpleri arşın altındadır. Kalpleri Arşurrahman'ın altında olması, dünyada Allah-u Teâlâ'nın sırlarının kalbe tecelli etmesindendir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah'ın arşıdır." (K. Hafâ: 2/130)
Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür.
"Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı." Âyet-i kerime'si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11)
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Ben Allah'ı gördüm başka bir şey görmedim." buyurdular.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Kalbim, Rabb'imin nuru ile Rabb'imi gördü." buyurmuştur.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ise: "Görmediğim Allah'a ibadet etmem." buyuruyor.
Bunlar hep ayrı tecelliyattır. Bunların cümlesi Allah-u Teâlâ'nın sıfatlarının müşahedesindendir. Cama güneşin vurması gibidir.
Allah-u Teâlâ'nın imanı kalbine yazması ile, nuru kalbine akıtması ile, kalp kulağına duyurması ile, kalp gözüne göstermesi ile olur, Allah-u Teâlâ bu kullarına lütfu ile ilham eder.
Abdulkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri "Fethurrâbbâni" isimli eserinde; "O öyle bir kuldur ki, Hakk'a vâsıl olmuş, O'nu görmüş, masivâ denen Hakk'ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir." (60. Meclis)
İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bilgi esastır.
Nitekim Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kâşifü'l-Esrâri'l-Fusûs" adlı eserinde şöyle buyuruyorlar:
"İşte bunu düşündüğün zaman artık senin için, tek bir kişiye nisbet edilen ilim hakkında yararlı bir bilgi ortaya çıkmıştır. O zâhirî ve bâtınî, başlangıçta ve önde olup, ilimlerin hepsinin kaynağıdır. 'Ahmed'in içinde 'mim' olduğunda nasıl ki şüphe yoksa, onda da şüphe yoktur." ("Kâşifü'l-Esrâri'l-Fusûs", Hacı Mahmud Efendi, nr.: 2225, vr. 26b-27a)
Bu zât-ı muhterem; "Bu ilim öyle bir ilimdir ki hiç kimseye verilmemiş olup bir tek kişiye verilmiştir. Bütün zâhir ve bâtın ilimlerin kaynağı odur." diyor ve şüphe edenleri de ikaz ediyor.
Bu böyledir. Murâd-ı ilâhi olduğu için, hem O'dur, hem O'ndandır.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz de:
"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır." buyuruyorlar. ("Mektûbât"; 317. Mektûb)
Bu öz ilimdir, ilm-i billah'tır, has ilmullah'tır. Diğer velilerin ilmi bu ilmin yanında kabuk kalır.
Mârifetullah ilminden yoksun ve mahrum olanlar ise zaten gerçeği bilemedi, zahirde kaldı. Kalbin kilidini açamadı, kalp kulağını, kalp gözünü açamadı. Hazret-i Allah'ı görüp bilemedi, nefsini ilâh edindi. Esrâr-ı ilâhi'ye vakıf olamadı, imanı sureta kaldı, hem de yaratılmışlarda kaldı. Âlimim zannetti, cahil olduğunu bilemedi. İşte bunların konuşmaları boştur, dili ile konuşurlar, hem boştur hem tesir etmez. İlimleri de zandır, zandan ibarettir. Okumuş ve fakat nefsin kara tahtasını delememiştir. Bâtına geçememiştir.
Bu yüzden Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Ahmağın dili ağzındadır." buyurdular.
Süflî âlim, nefsine dayanarak zan ile hareket eder. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e bakmaya lüzum bile görmez. O "Biliyorum" der. Kendi hükmünü koyar. Bazısı Âyet-i kerime, Hadis-i şerif ortaya koyar ve fakat "Ben âlimim!" demekten kendisini alamaz. Onun için Allah-u Teâlâ'nın önüne geçmiş olur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir." (Yunus: 36)
Cehalet çok zemmedilmiştir ve fakat tahripçi nakilci âlimler daha zararlıdır. Zira cahil kimse bunların yaptığı tahribatı yapamaz.
Cahil kimse bilmediğinin düşmanıdır. Bilse düşman olmaz. Bilse konuşmaz, bilmiyor cahil ama cahil olduğunu da bilmiyor. Bir de "Ben âlimim!" diyor. Bu mânevi ilimlerden hiç haberi yok.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Bir kimseye ilim olarak Allah'tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir." (Câmiüs-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
"İki çeşit sarhoşluk sizi kaplamak üzeredir: Dünyayı haddinden fazla sevmek; zararını düşünmeden cehaleti sevmek!
Bu iki belânın karşısında artık siz Allah'ın emirlerini öğretip yaptırmaktan, yasaklarını ise terk ettirmekten vazgeçersiniz. (Bu tehlikeli zamanda) Allah'ın kitabını ve peygamberin hadislerini kendisine rehber yaparak bütün işlerinde uygulayan kimseler, Allah'ın nezdinde muhacir Mekkeli, ensari Medineli sahabiler kadar değerlidir." (C. Sağir)
Câfer-i Sâdık -rahmetullahi aleyh- Hazretleri'nin güzel ve öğüt dolu sözlerinin birinde şöyle buyururlar:
"Takvâdan daha değerli bir azık yoktur. Susmaktan güzel bir şey yoktur. Cehaletten daha zararlı düşman yoktur. Yalandan daha öldürücü bir hastalık yoktur."
Yine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'e sormuşlar.
"Akıllı kimdir?"
"Az konuşan!"
"Daha akıllı kimdir?"
"Hiç konuşmayandır!" buyurmuşlardır.
Edep mevzusuna gelince;
Edep nedir?
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz; "Edep, aklın suretidir." buyurdular.
Aklın aynasıdır, yansımasıdır. Akıl ne durumdaysa hangi derecede ise edep o derecededir. Aklın derecesine göre edebe yansır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu hususta şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İnsanların geçmiş peygamberlerden duyabildikleri (hikmetlerden) birisi de 'Utanmazsan dilediğini yap.' sözüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2002)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz "Edebi akla, aklı kalbe" bağladı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Edep, ilimden önce gelir!" buyurmuşlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Sizin en hayırlınız, ahlâkça en güzel olanınızdır." (Buhârî)
"Haya ancak hayır ve iyilik getirir." (Buhârî)
Yolumuz baştan başa edeptir. Edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk'ın iradesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır.
Hem Hazret-i Allah'a karşı edepli, hem Resulullah'a karşı edepli, hem de mürşide karşı edepli olmak yolun esaslarındandır.
Her zaman her yerde edepli, hayalı, ahlâklı olmaya çalışmalıdır!
Hadis-i şerif'te;
"Hayasızlık insanı küfre düşürür." buyuruluyor.
Haya, binayı ayakta tutan direk gibidir. Hayasız kimsenin de imanını muhafaza etmesi bu derece zordur.
Hazret-i Lokman Aleyhisselâm şöyle buyururlar:
"Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır."
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ise; "Haya, edep insanın siperidir, koruyucusudur." buyurmuşlardır.
Edep kazanmaya çalışmak, para kazanmaya çalışmaktan evlâdır...
İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri;
"Edebi gözetmeyen Allah'a kavuşamaz!" buyurarak, edebin ne kadar elzem ve gerekli olduğunu beyan etmişlerdir.
Hazret-i Mevlânâ; "Kur'an'ın mânâsı âyet âyet edepten ibarettir." buyurmuşlardır.
Edep bir mânevi disiplindir, havaîlik ve avarelikten, sünepelik ve serkeşlikten uzak kalmaktır. Daima uyanık bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk'ın görüp gözettiğini bilmektir. Her an Hakk'ın huzurunda olduğunu bilmek, Hakk ile olmaktır.
İnsanlarla güzel geçinmek, mütevazi olmak, iyilik etmek, riyâdan, kibirden, hasetten, menfaatten kaçınmak edeptendir.
Nefs-i emmârenin sıfatları olan; cehâlet, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, riyâ, yalancılık, kötü huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzâ, ahmaklık, unutkanlık, buğz, çabuk isyan, çok yemek, çok içmek, çok konuşmak, fazla neşe, âvârelik, şımarıklık, din ehlinin hâlini inkâr... ve benzerleri gibi alâmetlerden ve huylardan, hallerden kurtulmaktır.
Resul-i Zişân -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Hakiki mânâsı ile Allah'tan hayâ etmek şöyle olur:
Başını ve başında bulunan göz, kulak ve dil gibi âzâlarını, karın boşluğunda bulunan kalp, mide ve benzeri âzâlarını Allah'ın emirlerine aykırı hareketlerden muhafaza etmelisin. Bunun yanında ölümü hatırından çıkarma. Âhireti isteyen, dünya güzelliklerine gönül bağlamaz. Kim bunları yaparsa Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur." (Tirmizî)
Edep insana şeref verir, şerefli insanların şerefini artırır ama "Kötü bir edeple şeref olmaz, itibar olmaz."
Lokman Hekim Hazretleri çok yüksek edebe malikmiş. Sormuşlar; "Bu edebi nerden tahsil ettiniz?" "Edepsizden!" buyurmuş. "Nasıl?" "Kötü gördüğümü yapmamaya çalıştım, iyi gördüğümü de benimsedim."
Demek ki, kötü de büyük bir numune.
Edep hususunda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz'in "Divân-ı Es'ad" isimli eserinden bir şiirini arz edelim:
"Benim gözüm edep sofrasındaki nimetlerden asla doymaz. Her ne kadar cihanda edebin birçok ihsânlarını görmüş ise de.
Hızır'dan ölümsüzlük âleminin hayat suyunu isteyen insanın edep menbaından bir kaç yudum içmesi lâzımdır.
Övünmek, kibir ve cehalet illetlerinin def'i için edep ilâcı gibi hiçbir ilâç görmedim.
Akıllı insan edep eteğine sıkı sıkı sarılırsa kâdir kıymet tahtını ve itibar sadrını elde etmiş demektir.
Sülûk mumunun ışığı, cânı cânâna ulaştırır. Edebin parlak ayı ise gözü aydınlatır.
Eğer edep çeşnisinden dudaklarına bir zerre bulaştırmamış iseler, dostların sözünde ve dudağında güzellik neşesi bulunmaz.
Ey Es'ad, seferden vatanına dönünce edep ummânından (dostlarına hediye olarak) bir kaç inci getir."
Efendimiz edebi ne güzel tarif buyurmuşlar. Allah râzı olsun.
İnsan çok dikkatli olmalı, edepsizlikten, hâyâsızlıktan, ahlâksızlıktan, çirkin şeylerden, ahkâm-ı ilâhi sınırını, hududunu aşmaktan, çiğnemekten sakınmalı, nefis ve şeytandan Hazret-i Allah'a çok sığınmalı, O'nun muhafaza etmesini, korumasını, gönülden dilemelidir.
Dünya ve ahirette en büyük rehberimiz en güzel numunemiz; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarında şöyle buyuruyorlar:
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!"
"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatına çevir." (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Akıllı kimse kendisini sorguya çeken (muhasebe eden) ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kimse nefsinin hevâsına uyan ve Allah'tan olmayacak şeyler bekleyendir." (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem'ine saygı, hürmet ve tâzim etmenin ne kadar gerekli olduğunu göstermek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın." (Hucurât: 2)
Konuşurken sesleriniz onun sesinin vardığı hadden ileri geçmesin. Böylece onun sizden ileri ve önde olduğu açıkça ortaya çıksın. Bu şekilde hareket ederek nübüvvet makamına gereken saygıyı gösterin.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Peygamber'i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın." (Nûr: 63)
Onun şanına hürmet ve yüksek makamına saygı göstermek için en güzel şekilde hitap etmeleri emir buyurulmaktadır.
"Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın." (Hucurât: 2)
Birinci Âyet-i kerime'de ileri geçmek yasaklandığı gibi, bu Âyet-i kerime'de ise onunla akran gibi konuşmak, haddi aşmak ve aynı seviyede olmak yasaklanmıştır.
Bu Âyet-i kerime nazil olduğunda Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- "Yâ Resulellah! Vallahi ben bundan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum." demiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-de Resulullah Aleyhisselâm ile öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi.
"Yoksa farkına varmadan âmelleriniz boşa gidiverir." (Hucurât: 2)
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm'a saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olan şeyler insanı küfre götürür, küfür ise bütün iyi âmelleri iptal eder.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kim imanı kabul etmezse ameli boşa gider." (Mâide: 5)
Sesi yükseltmek saygısızlık kastıyla hafife alarak olursa açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, bazı söz ve davranışlar vardır ki, küfür kastıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Resulullah Aleyhisselâm'a sıkıntı vermek de böyledir.
Bu Âyet-i kerime inince, yaratılış itibariyle yüksek sesle konuşan Sâbit bin Kays -radiyallahu anh- "Ben cehennemliklerdenim!" diyerek üzgün bir şekilde evine kapanmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh-a:
"Sâbit ne haldedir, rahatsız mı?" diye sordu.
O da: "O benim komşumdur, rahatsızlığını bilmiyorum." dedi ve gitti, sordu. Sâbit -radiyallahu anh-: "Bu Âyet indirildi. Bilirsiniz ki ben sizin en yüksek seslinizim. Demek ki ben cehennemliklerdenim." cevabını verdi.
Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- bunu gelip haber verince Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Ona git ve söyle! Sen cehennemlik değilsin, bilâkis sen cennetliksin." (Buhârî)
Nitekim yakında çıkan bir harpte şehit oluyor, ebedî saadete eriyor.
Ashâb-ı kiram'ın yetişişi nasıl? "Ben Resullullah'a karşı sesimi yükselttim, helâk oldum." diyor. Onlar böyle duymuşlar, böyle anlamışlar, bu şekilde edebi tahsil etmişler ve binaenaleyh saadete ermişler.
Bizim halimiz ne olacak?
Allah-u Teâlâ daha sonra sesi kısmaya teşvik ederek bu edebe riâyet eden müminleri büyük bir mükâfât ile müjdelemiştir:
"Resulullah'ın huzurunda seslerini kısan kimseler, Allah'ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfât vardır." (Hucurât: 3)
Allah-u Teâlâ bu gönüllere, imtihan eden kimsenin davrandığı gibi muamele etti ve onların takvâ ve ihlâs sahibi olduklarını ortaya çıkardı.
Resulullah Aleyhisselâm'a karşı büyük bir hürmet ve tâzim göstererek huzurunda seslerini kıstıkları için ahirette pek büyük sevaplara ve nimetlere kavuşacaklardır.
•
Bu ilâhî ihtarlar üzerine Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın kalpleri titremiş, kendilerinden geçmişler, Resulullah Aleyhisselâm'ın gerek huzur-u saâdetlerinde ve gerekse gıyabında fevkalâde hürmetkâr, son derece edepli bir tavır takınmışlardır.
Allah-u Teâlâ'ya karşı bir kusur işlediğim zaman, affeder diye ümidim olur. Fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği için ona karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım. Ziyaretine giderken de: "Allah'ım lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bana bunu kolaylaştır ve kabul buyur." diye niyaz ederim.
Ebu Eyyûb -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah Aleyhisselâm evimizi şereflendirdiği zaman alt katta kaldı. Ben zevcemle yukarıda bulunuyorduk. Gece olunca ona dedim ki 'Resulullah Aleyhisselâm'ın üst katta kalması daha münasip olacaktır. Zira kendisine melekler geliyor ve vahiy iniyor.' Bunu düşünürken gece ikimiz de uyuyamadık. Sabah olunca meseleyi açtım. 'Anam babam sana fedâ olsun yâ Resulellah! Bizim yukarıda olmamız, senin de aşağıda olman bize çok ağır geliyor. Sen yukarıya çık biz aşağıda oturalım!' dedim.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Ebu Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız bizim için daha elverişlidir." buyurdu ve alt katta oturmaya devam etti. Sebeb olarak da alt katın ziyaretçiler için daha elverişli oluşunu gösterdi. Biz de istemeye istemeye üst katta bulunuyorduk.
Fakat bir gün, içinde su bulunan testimiz kırıldı. Suyun aşağıya damlayıp, onu rahatsız edebileceği endişesine kapılarak, tek örtüneceğimiz yorganımızı hemen suyun döküldüğü yere serip damlamasını önledik."
Ebu Eyyûb -radiyallahu anh- son derece sıkılıyordu. "Seni hak dinle gönderen Zât'a yemin ederim ki, altında sizin bulunduğunuz bir evin üst katında ben rahat edemem!" diye ısrar edince üst katta kalmayı kabul buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm, şu anda İstanbul'da metfun bulunan bu mübarek Sahabi'nin evinde, Mescid-i nebevi'nin yanındaki hücre-i saâdet yapılıncaya kadar yedi ay misafir kalmıştır. Bundan dolayı "Mihmandâr-ı nebî" ünvanıyla anılır.
Evs ve Hazreç kabilesi'ne mensup müslümanlar akın akın gelerek bağlılıklarını tazelediler.
Bu zaman zarfında her gün üç-dört evden müslümanlar gelip evlerine yemeğe dâvet ediyorlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın ihtiyaçlarını yerine getirmede âdeta yarışıyorlardı.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-in annesi pek fakir olduğundan, bir şey veremediğine üzülüp dururdu. Nihayet bir gün on yaşındaki oğlunu elinden tutup getirdi ve: "Yâ Resulellah! Bu da size hizmet etsin." diyerek bırakıp gitti.
Es'ad bin Zürâre -radiyallahu anh- direkleri saç ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş, hasırla kaplı bir sedir gönderdi. Resulullah Aleyhisselâm hâne-i saâdetlerine taşınıncaya kadar onun üzerinde uyumuştu, vefatına kadar da onun üzerinde uyudu.
Zeyd bin Sâbit -radiyallahu anh- der ki:
"Ebu Eyyûb'un evine indiği zaman Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına ilk önce girip ekmek, tereyağı, sütle yapılmış tirid ikram eden ben idim. 'Allah seni mübarek kılsın!' diyerek duâ etti. Ashâb'ını çağırdı, onu yediler."
Gelen yiyeceklerin pek azıyla yetinen Resulullah Aleyhisselâm, geri kalanını yoksul Muhâcirler'e dağıtır veya onları evine çağırarak kendi sofrasında ağırlardı. Ev sahiplerine her vesile ile duâ eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve afiyet içinde olmalarını dilerdi. Hücre-i saâdet'lerine taşındıktan sonra bile zaman zaman Ebu Eyyûb -radiyallahu anh-in evine misafir olurdu.
•
Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb -radiyallahu anhâ- ile birlikte müslüman olan Ebu Eyyûb Halid bin Zeyd -radiyallahu anh-, İkinci Akabe biatında da bulunmuştu. Resulullah Aleyhisselâm'la birlikte bütün savaşlara katılmış, ona bir zarar gelmesin diye hiç yanından ayrılmamıştı. Hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutardı.
Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle Kur'an-ı kerim âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. İlmiyle de temayüz ettiği için kendisine sorulan dini konularda fetvâlar verdi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- devrindeki savaşlarla Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde yapılan Suriye, Filistin, Mısır seferlerine katıldı. Kıbrıs seferinde de bulundu. Sağlığı yerinde olan herkesin Allah yolunda cihada katılması gerektiğine inanırdı. İhtiyarlık döneminde bile her sene bir savaşta bulunmaya gayret etti.
Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Kuşatma devam ederken hastalanarak vefat etti. Vasiyeti üzerine bir askeri birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek oraya defnedildi.
Hakikat yolu edepten ibarettir, tarikat baştan başa edeptir. Edepten mahrum olan her şeyden mahrumdur.
Mürid her zaman Hakk ile olduğunu düşünerek, hiçbir zaman edebe aykırı hareket etmemeli, velev ki yatakta bile olsa.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar." buyurmuşlar.
Onlar ayak ayak üzerine atmak şöyle dursun, yatarken dahi ayaklarını uzatmamışlardır.
Efendi Hazretleri otururlarken hep ayaklarını toplar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayat boyunca huzurda idiler. Öylece ahirete intikâl ettiler, öylece kabre kondular.
Bir şey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi. Mübârek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi. Fakat bir bıçak gezdirseniz, o boşluğu hissederdiniz. Bunu yapmak çok zor ve çok büyük bir iştir.
Onlar dünyaya niçin geldiklerini çok iyi bilmişler ve dünyayı bir geçit olarak kabul etmişlerdir. Dünyanın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah'ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısıyla edep hali husule gelir.
Allah'ımız o edeplilerin edebinden edep ihsan buyursun.
Edep elbisesi bir muhafazadır, kişiyi muhafaza eder. O bir lütuf tacıdır, onu giyen her belâdan kurtulur.
Bir zât der ki:
"Edep bir taç imiş nûr-i Hüda'dan,
Giy o tacı emin ol her belâdan,
İlim-İrfan meclisinde aradım, buldum talep,
İlim en gerideymiş, illâ edep, illâ edep..."
Onun için, o tacı giymek için, aşının tutması, meyvenin verilmesi, hazırlanıp da husule gelmesi lâzım ki, Cenâb-ı Hakk bize giydirsin.
Pejmürde bir elbise giymekle, güzel bir elbise giymek arasında fark olduğu gibi, mâneviyat da böyledir. Lâubâli bir hâl ile edep hâli arasında çok fark vardır. Mürid her hâl ve hareketinde kendisini kontrol altında bulundurmalı, adımlarını ölçü dahilinde atmalıdır. Zanla değil edeple yürümeli, sünepeliğe sapıp da hiçbir zaman lâubâli olmamalıdır.
Lâubâlilik mürebbi ile aradaki mesafeyi daraltır, eşitlik husule getirir. Nefis bunu ister. Fakat bu hâl, düşerek helâk olmaya vesile olur. Bakarsın ki, bir anda bütün amelleri boşa çıkar.
"Kurb-i sultan âteş-i sûzan."
Sultana yakınlık yakıcı ateş gibidir. Edebe mugayir küçücük bir hareket büyük felâketlere sebep olur.
Onun içindir ki uzak durmak hayırlıdır. Resmiyet, bilmeyerek de olsa yapılan hataları hep önler. Zaten hakikat yolundaki yakınlık kalbendir.
Eğer hayır istiyorsak, istediğimiz gibisini değil de, istendiği gibisini tercih etmemiz lâzım.
Yol edep yolu olduğu için, zanla değil edeple gideceğiz. Bu noktada müridan iç durumunu kontrol edemiyor. Zanla hareket etmeye başlıyor. Nefis de fırsat bulup sünepeleşiyor. Hakikat yolunda zanla yürünmez. Zannın girdiği yerde şüphe olur, şüphenin girdiği yerden de hakikat çıkar.
Ciddiyetle hassasiyetle işi takip etmemizin icabettiğini bize öğretiyorlar. Fakat maalesef bunu nefsimiz öğrenmek istemiyor.
Bu yolda lâubalilik, sünepelik olmayacak. Herkesin haddini bilmesi lâzım.
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir.
İlim çok güzeldir. Edep ise ondan üstündür, bunu sakın unutmayın.
Herkes asaletinin ve yediği lokmanın icraatını yapacak.
Terbiye ayrı şey, asalet ayrı şey, edep ayrı şeydir.
Terbiye; insanı olduğu gibi hayvanı da terbiye etsen bir şey beklenir. Çünkü terbiye gerekli. Fakat o terbiye için fakir demişti ki: "Bir kaplamadır." Asaleti görünce icraatını yapar. O terbiye onu muhafaza edemiyor, kabuktur. Asil azmaz, ama asaletin kendi hududu dairesinde büyük bilgisi, ilgisi var.
Terbiye insan üzerinde muvakkaten kaplanan bir kaplamadır. Karşıdan çok güzel görünür. Yakından ünsiyet edilirse kaplama sıyrılır ve insan icraatı ne ise onu yapar.
Asalet'ten ise insan çok şey alır. Bir tabir var "Asil azmaz" hududunu muhafaza eder. Bunun için demişlerdir ki:
"Nadir bulunur tiynet-i kemâlde kusur,
Kem mâyede eyler, ne ki eylerse zuhur."
Yani güzel bir mayadan husule gelmiş bir insanda kusur nadir bulunur, mayası kötü olanda ise akla gelen her kötülük mevcuttur.
En mühimi "Edep"tir. Edep mânevi aşı ile husule gelir. Meselâ; yabani ağacın meyvesi de yabani olur. Fakat bir ehil tarafından aşılanıp, aşısı tutarsa, ağaç yabani de olsa meyvesi ehil olur.
Mânevi aşı da böyledir. Hazret-i Allah bir kimseye lütfu ile yardım etmeyi murad ederse, onu bir mürebbiye sevkeder. O da ondan aşısını alır. O aşı ile ahlâk-ı zemimeleri giderir, ahlâk-ı hamideye sahip olur ve hep güzel mevye verir. Artık onun yabanilik vasfı kalmamıştır. Edep aşılanmış bir ağaca benzer. Aşısı tutarsa yabaniliği gider, eğilmeyi öğrenir. Artık onda asaletinde hükmü kalmadı, edep kaldı. Onun için bu yol edeple kaim.
Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak, yolunu düzeltecek.
Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak, yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı tuttuğu zaman nasibini alır.
Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime'den, Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif'ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade eder. Kuru sözle olmaz.
İhvan, ihvanı bırakmamalı, düştüğü zaman kaldırmalı. Çünkü çok büyük tuzaklar var. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan, şehvet, dünya muhabbeti… Bunlar insanın imanını yok edecek kadar büyük düşmandır. Bunun için desteğe ihtiyaç var.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır!"
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri de buyururlar ki:
"Bizim yolumuz sohbet yoludur."
Ağaç sulama ile, insan sohbet ile yetişir. Bunun için sohbetten ayrıldığı anda şeytan kapar ve götürür. Onu bir süre basit bir şeyle oyalar ve böylece onun bütün ebediyetini götürür. Ona çeşitli vaatlerde bulunur, dünyayı süslü gösterir, öleceğini hatırlatmaz ve bu yüzden onu bulunduğu yerden alır, oyalar, oyalar sonra çukura atar. Çukurdan sonra cehenneme gider.
Allah'ım korusun. Onun için iyi arkadaş insanı çeker, kaldırır, götürür, selâmete erdirir. Bunun için sâlih arkadaşa ihtiyaç var.
İhvan demek; her haliyle numune demektir.
İhvanın yetişmesi lâzım. Mesela Ashâb-ı kiram o nurun karşısında nasıl yetişti?
Hani bir tabir var: "Üzüm üzüme baka baka kararır." Nura bakar nurlanır, o tecelliyat onu mest eder.
Allah-u Teâlâ bir kulunu karşısına alırsa onun hâli ne olur? O Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nurlanır, ona dilediğini akıtır, bildireceğini bildirir. Sonra o, içinde o akıntıyı çözer. O nur onu ihya eder.
Bir peygamberin huzurunda bulunmak da, bir velinin huzurunda bulunmak da böyledir. Bir insan nurlu bir insanın karşısına oturduğu zaman, o nur ona akseder.
Bunun delili:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zâtın:
"Yâ Resulellah! Huzur-u saâdetinizde bulunurken, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılıp da çoluk-çocuk, iş-güç ile meşgul olmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz huzurumda bulunduğunuz o hâl üzere zikre devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederdi." (Müslim)
Yolunu açmazsa göremezsin ki! Hidayetini artırmazsa, bilemezsin ki! İmanını kemâlleştirmezse bulamazsın ki!
Bunun da özünü şöyle arzedelim: Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'ne karşı bir kusur yaparsam, affeder diye ümit ederim. Çünkü O'nun sonsuz, engin rahmet ve merhameti karşısında ümit kapıları açıktır. Fakat Habibi'ni çok sevdiği için, ona yapılan küçücük bir hatayı çok büyük görür. Bu sebeple Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e karşı bir kusur yaparsam affetmez diye kanaatim husule gelmiştir.
•
Onun için ne varsa aşağıda var, yukarıda hiçbir şey yok. Cenâb-ı Hakk hoşlandığını hissettirdiği iki nokta var:
Birincisi; tevâzudan...
Herkesi hoş kendini boş bilmek ve edna yerleri seçmek.
İkincisi; kimseye yük olmamak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Vallahi Allah sevdiği kulunu cehenneme atmaz." (Münâvi)
Cenâb-ı Hakk onu seviyor, ama onun da günahı var. Sevdiğinden ötürü borcu varsa borcunu ödetir, bir haksızlık yapmışsa onu yaptırır. Muhakkak ki ona ödettirir ve onu cehenneme atmaz. Adil-i mutlak olduğu için karşıdakinin hakkını Allah-u Teâlâ verir.
Buna bir temsil verelim:Deniz harbine niyet-i halisa ile iştirak eden bir insan harp esnasında ölürse, boğulursa Allah-u Teâlâ onun bütün günahlarını affettiği gibi kul hakkını da ödüyor. Yalnız o kulu cehenneme atmaz. Niçin? Deniz harbine iştirak ettiği için.
İtimat edin, değil insan maldan, mülkten, ailesinden, çocuğundan, kendisinden bile o hâl geldiği zaman ikrah ediyor. Çünkü ruh lâtiftir. Hazret-i Allah'ın kabzasında, idaresindedir, ama vücut bir çok günahlar işliyor. "Ben senden değilim." diyor ruh ona, hitap ediyor.
İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Akıl, Allah-u Teâlâ'nın kullarına lütfettiği en büyük nimetlerden birisidir. Buna rağmen vahiy nuru, peygamber nuru olmadan hakikati bilemez, doğru yolu bulamaz.
Aklı göze benzetirsek, din güneş mesabesindedir. Göz ne kadar keskin olsa da, gece karanlığında hiçbir yeri göremez, hiçbir işe yaramaz.
Aklın en büyük desteği dindir. Akl-ı selim, din ile birleştiği zaman, Hakk ve hakikati tasdik eder ve Allah-u Teâlâ'nın methine mazhar olur.
"O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir." (Zümer: 18)
Onlar nefislerinin arzularına kapılmayıp, dünya saâdetinin, ahiret selâmetinin yolunu takip etmeye devam edip dururlar.
Akıl ancak; İslâm dinine uymakla, Allah-u Teâlâ'nın emirlerini yapıp nehiylerinden kaçınmakla, Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve izinden yürümekle Hakk'ın sevgisini kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Onlara söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i imrân: 31)
Kalplerinizden perdeleri kaldırsın, aşırılıklarınızı gidersin, sizi cennetlerine yaklaştırsın ve katında sizlere yer hazırlasın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Sünnet-i seniyeme sarılan mümin cennete girer." (Münâvî)
Yani ancak Resulullah Aleyhisselâm'a uymakla Allah sevgisi kazanılır, aksi halde mümkün değildir.
Dinin kılavuzluğundan uzak kalan akıl ise, güneş olmadığı için göremeyen göz gibidir. Hakikati idrâk edemez. Allah-u Teâlâ onlardan akıl ismini almış ve Âyet-i kerime'lerde onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Bakara: 44)
Nedir bu yaptığınız hareketler?
"Böyle yapmaları, akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır." (Mâide: 58)
Çünkü aklı başında olan her insan geleceğini düşünür, ona göre tedbirini alır, tedarikini yapar.
Ebu Zerr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Tedbir gibi akıl yoktur. Sakınmak gibi vera yoktur. İyi huy gibi itibar vesilesi yoktur."
"Onların çoğunun akılları ermez." (Mâide: 103)
Yaptıkları işin asılsız olduğu hususunda akıllarını kullanmazlar.
"Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun?" (Furkân: 44)
Çünkü onlar hak ve hakikati işitmek için kulak vermiyorlar, düşünmek için akıllarını kullanmıyorlar. Ne delil, ne şahit, ne de hak ve hakikat tanıyorlar.
İlâhî bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk'tan ayrılan, Hakk ve hakikati kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, cezâ günü geldiğinde pişmanlık ve hasretler içinde kendilerini kınayacaklar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar diyecekler ki: 'Eğer biz dinler yahut akıl eder olsaydık şu çılgın cehennem ehli ile beraber olmazdık.'" (Mülk: 10)
Demek ki bizler ne söz dinleyen, ne de aklını kullanan kimseler değilmişiz. Yazıklar olsun bize!
•
Akıl derecelerinin kemâl bulması lâzımdır. Anlatılan şeylerle irfan husule gelmeyiş sebebi de budur.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)
Bu Kudsî Hadis-i şerif göz önünde bulundurularak aklın dereceleri bidayetten başlayarak nihayete kadar arzedilecektir.
1. Akl-ı meaş
2. Akl-ı mead
3. Akl-ı nûrânî
4. Akl-ı kül
Allah-u Teâlâ birisine çekişiyor, birisine tembih ediyor, diğerine sofrasını açmış, bir diğerini kucaklamış.
Bu akıl sahipleri baygındır. Kısa görüşlüdür. Sadece görünüşe göre hüküm yürütür.
Âyet-i kerime'de:
"Onlardan kimi nefsine zulmedendir." buyuruluyor. (Fâtır: 32)
Allah-u Teâlâ bizi kendisini bilmemiz ve kendisine ibâdet etmemiz için yarattığı halde, nefs-i emmaredeki bu insanlar; emanet-i ilâhi olan aklı kötüye kullanmış, gönderiliş sebebini bilememiş, lütuf ve ihsanları vereni unutmuş, şeytana uymuş, dünyaya tapmış ve böylece yolunu değiştirmiştir.
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gafil olanlara fâsık ismini vermiş, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir."(Haşr: 19)
Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler. Ahirette kendilerini azaptan kurtaracak, ilâhî hoşnutluk kazandıracak olan işlere yönelmezler.
"Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler." (Nahl: 107)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, Akl-ı meaş'ta olanlar sadece dünya hayatına rağbet ederler. Dünyayı mâbud edinerek ona taparlar. Zamanlarını bütünüyle dünyaya hasrederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyaya muhabbet etmek, büyük günahların en büyüğüdür." (Câmiu's-sağir)
Nefsin arzularına uymuş, zevk ve sefâya dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş; böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyururlar:
"İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar." (Keşfü'l-hafâ)
Halk niçin uykuda? Çünkü Hakk'tan sapmış, nefsine tapmış, şeytanın peşinde koşup duruyor. Böylece Hakk'tan, hakikattan ayrılmış.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan tembih ediyor, şeytanın düşmanlığından kullarını korumak ve sakındırmak için Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ey Âdemoğulları! Ben size: 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.' diye emretmedim mi?"(Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Bu bir emr-i ilâhî'dir.
Şeytanlaşmış insanlarla da arkadaşlık yapmamak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur." buyuruyor. (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Mümin-i kâmilden başkası ile sohbet etme!" (Tirmizî)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in de bu hususta güzel bir beyanları var:
"Görüştüğün kimseden fayda görüyorsan, onunla görüşmen vaciptir, zarar görüyorsan ayrılman vaciptir." buyururlar. Çünkü görüştüğün kimsenin hali üzerine intikal eder.
•
Akl-ı meaş'da olanların kimi para hırsındadır, kimi lezzetler peşindedir. Kimisi çocuğunu düşünür, kimisi şehvet yolundadır.
Ve fakat gün gelir, ömür sona erer. Tûl-i emel bitmiştir. Herkes sorguya çekilmiştir. Kimisi saâdet-i ebediyeye varmıştır, kimisi de kendisini helâk etmiştir. Zira o, niçin yollandığını bilmedi, dünyaya o kadar tapmıştı ki, onun için gönderildiğini sanmıştı.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime'nin tefsiri mahiyetinde olmak üzere bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı olacak." (Süyûtî)
Bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zaptediliyor.
İnsanların hidayetine vesile olan güzel arkadaş olduğu gibi, isyana teşvik eden de kötü arkadaştır.
Bunun içindir ki, insanın bu noktada aklını kullanması lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların çoğu akıllarını kullanmazlar." buyuruyor. (Ankebût: 63)
Nice nice güzel yolda olanlar, arkadaşlarının kurbanı olmuşlar; ebedî hayatlarını kaybederek, cehenneme düçar olmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan hazer et. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır." (Câmiu's-sağir)
•
Allah-u Teâlâ insanların yaratılış sebebini açık olarak bildirmiş ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ben cinleri ve insanları, ancak (beni bilsinler) bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât: 56)
Allah-u Teâlâ'yı bilmeyen, O'na gerçek mânâda ibadet edemez. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ'yı bilmek, Allah-u Teâlâ'yı bilmek için de kişinin nefsini bilmesi gerekir.
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkça kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücut binasında düşmanların yer alması ile, yani Hakk'tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış olur.
Çünkü Âyet-i kerime'de:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah-u Teâlâ kendisi için halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Allah-u Teâlâ'nın muhabbeti mevcutsa, daha doğrusu Allah-u Teâlâ mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez.
Para varsa kasada kesede, malı varsa dükkanda evinde olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk'ın ihsan ve ikrâm ettiği latîfeleri ifsad etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsad ederler.
Kişi artık görünüşte insan, fakat icraatıyla hep hayvan, hatta hayvandan da elli derece daha aşağı. Zira o hayvan amma, Yaratan'ını biliyor ve tesbihini yapıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmiş olmasın. Fakat siz, onların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsrâ: 44)
Yaratılan her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder, amma siz duymuyorsunuz.
•
Akl-ı meaş olanların sıfatları hayvanîdir, çok korkunç bir şeydir. Bu sıfatlar izâle edilmezse, o ahlâk-ı zemime sebebi ile âhirette de hayvan suretinde çıkar. Çünkü her ahlâk-ı zemime'nin kendine mahsus bir sıfat-ı hayvâniyesi vardır.
Allah-u Teâlâ herkesin mukadderâtını alnına yazmıştır, insan amelinin karşılığında bir rehindir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Biz herkesin dünyadaki amelini kendi boynuna doladık." buyuruyor. (İsrâ: 13)
Her insanın amel defteri boynunda takılı gibi kendisinden ayrılmayacaktır.
Herkesin sıfat-ı insaniyesi veyahut sıfat-ı hayvaniyesi bellidir, fakat okunmuyor. Perde kalkınca her şey görülecek, herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber. Vücut elbisesini soyunca, diğer elbiseyi giyince, işte o zaman bütün hakikatler ortaya çıkacak.
Ve denilecek ki:
"Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." (İsrâ: 14)
Herkes kitabını okuduğu zaman, dünya hayatında yaptığı her şeyin en ince teferruatına kadar yazılmış olduğunu görecek. Artık dünyadaki kitap dürülmüş, âlem-i berzahtaki kitap açılmıştır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin."(Âl-i imrân: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.
Bu Âyet-i kerime karşısında âlimler değil, veliler değil, sâdıklar değil, peygamberler dahi korkmuştur.
Yusuf Aleyhisselâm'ın şöyle bir niyazı vardır:
"Allah'ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
O, bu dilek ile âhirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'nin de son sözü bu oldu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz."
Hangi hayvani sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ'yı zikir, kalp hastalıklarına şifâdır." (Münâvî)
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul'ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhî'ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saâdet ve selâmete namzet bulunmuştur.
Allah-u Teâlâ kendisine yönelen tevbekâr kullarını af edeceğini, isyan batağına düşen kullarının ümitsizliğe kapılmamaları için, bir çıkış yolu bulunduğunu Âyet-i kerime'sinde haber vermektedir:
"Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım." (Tâhâ: 82)
Günahı işleyen, hatayı yapan biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ bizi tevbeye çağırmakta ve affedeceğini müjdelemektedir.
Süflî âlim, nefsine dayanarak zan ile hareket eder. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'e bakmaya lüzum bile görmez. O "Biliyorum" der.
Kalp bir melekût hazinesidir. Fakat ahlâk-ı zemimelerle, hayvânî sıfatlarla örtülü olduğu zaman, beş duyuya açılıp şehvet ve lezzetlere daldığı, masivâ ile dolduğu zaman kapanıyor, hayvanî kalp oluyor.
Meselâ bir pınar var. Su kaynayıp beşeriyetin su içme imkânı olduğu gibi, çöplerle dolarsa hiç hükmü kalmaz.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar. Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuârâ: 88-89)
Bu akıl sahipleri yarı aygın, yarı baygındır. Hakk'a giden bir rehber bulursa ayılır, bulamazsa bayılır.
Âyet-i kerime'de:
"Kimi mutedildir (ortadadır)." buyuruluyor. (Fâtır: 32)
Bunlar orta yolu tutanlardır. Allah-u Teâlâ'nın emirlerine riâyet etmeye gayret göstermelerine rağmen, gevşek davranırlar ve günah işlerler. İyilikle kötülüğü birbirine karıştırırlar.
Akl-ı mead olanlar hem dünya hayatını hem de ahireti düşündükleri için sayıları Akl-ı meaş'da olanlar kadar çok değildir, nispeten ayıklanmışlardır. İbadet de ederler, kabahat da ederler.
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini nâr-ı cehennemden muhafaza etmiş olur.
Allah-u Teâlâ kendisine nasıl sığınmamız icabettiğine dair Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey Rabb'imiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru." (Bakara: 201)
Bu duâ bütün hayırları içine almaktadır, bütün şerleri de uzaklaştırır.
Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde kullanılırsa cehennemin dibine indirir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır." (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişlerdir.
Ukbâyı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk'ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve uğursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm: 39)
Gece gündüz çalışmak gerekiyor. Zira burası bir tarladır. Bir ebedî hayatın ekimine geldik. Ya saâdet-i ebediye veya felâket-i ebediye ile karşı karşıyayız.
Buradan da anlaşılıyor ki dünya hayatı çok mühimdir, çok sakınmamız gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur." (Câmiu's-sağîr)
Aslında merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ hiçbir zaman kuluna azap etmez, cehennemine atmaz. Fakat bir kul Hakk'ı bırakır, nefis putuna tapar, şeytana uyar, dünyaya dalarsa, o zaman kendi nefsine zulmettiği için şeytanı ile beraber cehenneme atılır.
Çok korkmak gerektiği gibi, ümitsizliğe de kapılmamak gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın merhametinin ne kadar çok olduğunu Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan etmektedir:
"Allah kulunun tevbe etmesinden, şu kişinin sevinmesinden daha çok hoşnut olur.
Şöyle ki, bu kişi yanında devesi, üstünde suyu, azığı olduğu halde varıp sahrada tehlikeli bir yere kondu ve başını yere koyup uyudu. Bir de uyandı ki, devesi başını alıp gitmiş. (Onu ararken) Sıcaktan bunalmış, susuzluğa, korkuya düşmüş, işi Allah'a kalmıştı. Bari eski yerime olsun döneyim diye dönüp geldi. Az bir uyku kestirip sonra başını kaldırınca devesini yanında buldu." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2143)
Yeter ki kul niçin geldiğini bilsin, Allah-u Teâlâ'ya yönelsin, ibadet-taatına devam etsin.
•
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah-u Teâlâ aklı yarattığı zaman ona: 'Gel!' dedi, o da geldi. Sonra: 'Geri dön!' diye emretti. O da geri döndü. Bunun üzerine akla buyurdu ki:
'Ben kendime senden daha sevgili olan başka bir şey yaratmadım. Seni, nezdimde mahlûkatın en sevgilisi olana bildireceğim.'" (Rezîn)
Akıl odur ki harfi harfine Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emirlerine itaat eder.
Hadis-i şerif'te:
"Cenâb-ı Allah'a itaat et ki, akıllı denmeye şâyân olasın." buyuruluyor. (Münâvî)
Mead akla sahip olanlar; zâhidler sınıfına dahildirler, iyiliği ve kötülüğü tefrik etmek suretiyle hareket ederler, ibâdet ve taata devam ederler. Fakat yaptıkları her hayırlı işlerde nefis karışır ve müdahale eder ve payını alır.
İyi arkadaş bulursa iyiliğinde devam eder, ibadet ve taatını artırır. Fakat kötüsü ile olursa onu oradan çabuk saptırabilir. Çünkü mânen kuvvet bulmuş değildir.
Ölümü ve ahiret ahvalini tefekkür etmek, âhiret derdi ile dertlenmiş kimselerle hemhâl olup sohbet etmek, akl-ı mead'ı kuvvetlendirir, nurânileşmesine vesile olur.
Eğer bir Mürşid-i kâmil bulursa, nasibi varsa nasibini günâ gün alır. Nefsiyle mücadele nispetinde, biiznillâh-i Teâlâ bir gün olur zafere ulaşır.
Bir Âyet-i kerime'sinde ise:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif'e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
İntisap edenler şeytanın emrine mukavemet ederler. Çünkü o tarikat-ı aliye'deki mevcut olan zevât-ı kiramın mânevî yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
"Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur." (Ebû Davud)
Hadis-i şerif'i mucibince, bir insan muhabbetle bir topluluğa iltihak ederse onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de onlarla haşrolunur.
Bunların bazısı "Ben âlimim!" der. Hem kendi hükmünü koyar, Allah-u Teâlâ'nın önüne geçer, "Bu böyledir!" der; hem de Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'sini, Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'ini koyar ve fakat "Ben âlimim!" demekten kendisini alamaz. Onun için Allah-u Teâlâ'nın önüne geçti.
Cehalet çok zemmedilmiştir ve fakat tahripçi nakilci âlimlerden daha güzeldir. Zira cahil kimse bunların yaptığı tahribatı bari yapamaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi tahripçiler hakkında Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)
Hiç şüphe yok ki nakilci âlimlerin içinde çok iyileri de vardır.
Akl-ı mead'ın kalpteki durumu:
Akıl insanî ruhtur ve hayvanî ruhun binicisidir.
Akl-ı mead madde ve mânâ arasında bulunur. Bazen dünyaya meyleder, bazen ahirete. Kapısı beş hislere açık olduğundan, göz gördüğü şeylere, kulak duyduğu, burun kokladığı, dil tattığı, el dokunduğu şeylere meyleder. Bunun için de kalp bazen ölür, bazen de dirilir.
Allah-u Teâlâ ilim ve irade ile insanı süslemiştir. Akıl odur ki, peygamber yoluna harfiyyen uymuş, iyilikle kötülüğü tefrik etmiş, iyiliği emretmiş, kötülüğü nehyetmiştir. Nefis ise arzularından sıyrılmıştır.
Nûrânî akla sahip olanlar gönderiliş sebebini bilmiş, Allah-u Teâlâ'ya yönelmiş ve içini nurlandırmaya çalışıyor.
Murakaba sayesinde ilâhî tecelliyâtı kalbine almıştır, kalp aynasına cemal nûrları tecelli eder. Bu sayededir ki huzur, huşû ve maiyyete nail olabilir. Kurbiyet ancak Akl-ı kül'dedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin müminin aynasıdır." buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Birinci müminden mümin-i kâmilin kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir. Mümin Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisidir.
Allah-u Teâlâ onun kalbine tecelli ettiği zaman mârifetullah husule gelmeye başlar. Bunun hâsıl olması kalp aynasındaki bir müşâhedeye dayanır.
Nitekim diğer bir Hadis-i şerif'lerinde de buyururlar ki:
"İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün ceset iyi olur, o bozulursa bütün ceset ifsat olur. O et parçası kalptir." (Buhârî)
Vücut nurlanınca akıl da nurlanmış oluyor.
Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
Kalbinde ilâhî nur tecelli edip durmaktadır.
Bu nuru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyururlar:
"Mümin-i kâmilin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celîl olan Allah'ın nuru ile bakar." (Tirmizî)
Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı keşfedeceği büyük ihtimaldir.
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubûdiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nurlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
Kim bildiği ile amel ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediklerini öğretir.
Ve Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız, mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah'a yaklaşmak için çalışırsa, Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.
Vücudunu tamamen nurlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çünkü sıfat-ı hayvaniyeden ayıklanmış, insan suretine girmiş, nur olmuş. Onlar insan suretinde haşrolunur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İyi bilin ki Allah'ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." buyuruyor. (Yunus: 62)
İşte çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın!
Kafa gözü ile, kafa kulağı ile, çalışması ve gayreti ile zâhirî ilimde derinleşmiş, Allah-u Teâlâ'nın methini kazanmış olan âlimlerdir.
Buraya kadar zâhirîdir, bundan sonrası bâtınîdir.
Kalp aynasının Cemâl nurları tecelli eder, kalp gözü görür.
Âlim nakış yapar, ârif ise parlatır.
İlâhî isimlere devam etmek suretiyle kalp tasfiyesi tamam olunca, Allah-u Teâlâ'nın sıfatlarının tecellisi ile marifet husule gelir. Bunun hâsıl olması, kalp aynasındaki bir müşahedeye dayanır.
Bu akla sahip olanlar Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği kullardır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurur:
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûra: 13)
Onu kurbiyete nâil buyurur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denktir." (Keşfü'l-hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.
O kadar ince bir mevzu ki, bunu size temsille arz edeyim.
Farz-ı muhal ki bir kimse Kâbe yoluna çıkmış yürüyerek gidiyor, diğeri ise teyyare ile gidiyor. Seyr-ü süluk yolunda da bu böyledir. Kimisi nasibi kadar yürüyerek yola çıkar. Kimisi daha çok nasip almıştır, daha ileriye gider. Allah-u Teâlâ'nın keramet bahşettiği kimseler ise; kimisi uçarak gider, kuş gibi istediği yere konar. Sonra yürür, meclise varır. Kimisi de tayy-i mekân gider. Allah-u Teâlâ onlara yeri yürütür, bir adımda dilediği yere ulaşır.
Gönül yolcuları ise bir anda varır.
Bir anda nasıl vardığını size Âyet-i kerime ile ispat edeyim.
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs'ın tahtını kimin getirebileceğini sorduğu zaman cinlerden bir ifrit; "Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm." dedi. Hızır Aleyhisselâm ise bir anda getirebileceğini söyledi.
Bu husus Âyet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmaktadır:
"Yanında kitaptan ilim bulunan kimse (Hızır) ise: 'Gözünü açıp kapatmadan ben onu sana getiririm.' dedi. Süleyman, tahtı yanıbaşına yerleşivermiş görünce dedi ki: 'Bu, Rabb'imin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabb'im müstağnidir, çok kerem sahibidir.'" (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki taht bir anda bir memleketten bir memlekete geldi. Allah-u Teâlâ tahtı da bir anda, kâinâtı da bir anda bir yerden bir yere nakletmeye kâdirdir, değil insanı!
Demek ki Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği kulunu kendisine çektiği zaman bir anda varıyor. Değil Kâbe-i muazzama'ya, itimat edin huzur-u ilâhi'ye bir anda varır. Sevdi de seçti, seçtiği için çekti.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına çeker. Aklını kullanan bu sevgili kullar üç yoldan Hakk'a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü açarak, onları mârifet nûruna ulaştırmış, rızâ-i Bâri'sine kavuşturmuş.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir, bunu bilin. Çünkü bir kulun Hakk'a ulaşması, Hakk'ın o kulunu kendi tarafına çekmesi ile mümkündür. Hiçbir kimse kendi kendiliğiyle Hakk'a ulaşamaz.
Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası, Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz. Hakk'tan geldiği için Hakk'a ulaştırır.
Mahviyyet de öyle bir lütf-u ihsandır ki Allah-u Teâlâ'ya kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları, dilekleri kül eder.
Aşk ateştir, aşk lezzettir, Hakk'a ulaşmak için güç kaynağıdır.
Mevlânâ Câmi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
"Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vazgeçme, zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür."
Aşık olanın elem ve mihnete alışması lâzımdır. Çünkü sevilen, sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık bunları hoş karşılamalıdır.
"Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir."
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O'na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.
•
Bunlar akıl yolu ile Hakk'a varan hakikat yolcularıdır. İnsan-ı kâmil'in makamıdır. O Hakk'a varmış ve Hakk'ta kül olmuştur. Bunlara "Hakk'a varmış." denir. Kelime-i Tevhid'in sırrına mazhar olmuştur. O zamana kadar kendisinin de kâinatın da yokluğunu düşünüp, Allah-u Teâlâ'nın varlığını tesbih ederken; bu makama geldiğinde, kendisinin de kâinâtın da hakikatini görür. Meğer hep O imiş. Başka bir şey yok.
Müminlerin kalp gözlerini açarak, onları mârifetin nuru ile rızâ-i Bâri'sine eriştiren Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun.
Allah-u Teâlâ tecelli edince, her şey helâk olucudur. Zât-ı ilâhi'nin nurları tecelli edince, beşeri vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Bu öyle bir tecelliyâttır ki kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun varlığından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman artık Hakk vardır. Ne kendisi ne de aklı kalır. O var, başka bir şey yok.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar." (Râd: 39)
Bu halden sonra kudsi ruh bâki kalır. Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nazar eder. O'na bakar, O'ndan bakar, O'nunla bakar.
Demek ki Allah-u Teâlâ bir kula neler bahşediyor-muş! Bir kula yapıyor bunu, bir lütf-u ihsan olarak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlardan bir kısmı da Allah'ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır. İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir." (Fâtır: 32)
Bunlar hakikate alınmıştır, hiçbir şey olmadığını görür, gayesi vâsıl-ı Hakk'tır ve fakat o daha asıl akl-ı kül'e ermemiştir. Orası ilk basamağın tırnağıdır. Bu nokta daha evvel şöyle izah edilmişti: Çalışır çalışır çalışır, teyyare meydanına kadar gelir, amma vâsıl-ı Hakk olmak murakaba ile kaimdir.
Kelime-i Tevhid'i sır gözü ile söylemek gerekir. Bu söylendikten sonra sır gözü ile tevhid nuruna nazar etme imkânı hâsıl olur. Zât-ı ilâhî'nin nurları tecelli edince, beşerî vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Burası "İstihlâk" makamıdır. Yokluğun da ötesinde bir yokluktur. Bu tecellide kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Bu âlem "Tecrid" âlemidir. Allah-u Teâlâ'dan gayri her şeyden soyunulur. Bunun da sonu vuslattır.
Allah-u Teâlâ'nın akl-ı meaş'ta olanlarla çekiştiğini, akl-ı mead'da olanlara tenbihat yaptığını, akl-ı nûrânî'dekilere sofrasını açtığını, akl-ı kül'de olanları kucakladığını beyan etmiştik.
Önemli olduğu için bunun da izahını yapalım:
Çekiştiği kimse; Hakk'tan ayrılmış, nefsin yaşama malzemesini temin etmeye çalışıyor. Bunların hayatları bomboştur. Çünkü Hakk'ı bırakmışlar, yoldan sapmışlar, şeytana uymuşlar, nefsine tapmışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı." buyuruyor. (Kehf: 104)
Tembih ettiği kimse; hem nefsini düşünüyor, hem de ahirete götürecek şeylerin teminini düşünüyor. Fakat yalnız düşüncede kalıyor, ya götürür ya götüremez.
İnsanoğlu mala-mülke bel bağlamış, hepsi kendisinin zannediyor. Halbuki mülkün vârisi yine Allah-u Teâlâ'dır.
Sofrasına aldığı kimse; o artık hakikati kavramış, yükünü atmaya çalışıyor, Hakk'a yaklaşmaya çare arıyor. O ancak burada ayılıyor.
Kucakladığı kimse; o Hakk iledir, Hakk'dan ayrılmamak için niyaz ediyor. "Allah'ım beni zâtından ayırma!" diyor. O ahirette de Naim cennetindedir. Daima Allah-u Teâlâ'nın huzurundadır.
Bu gibi kimseler hem dünyada hem ahirette Allah-u Teâlâ ile olmak isterler. Dünyadaki durumları da bu, ahiretteki durumları da bu. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." buyuruyor. (Necm: 39)
Bu "Kucaklamak" kelimesi belki yabancı gelebilir. Âyet-i kerime'ye dayanarak bu sözleri söylüyorum.
Çünkü Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullar hakkında Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Hükümdar'ın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Onları çok sevdiği için, onlar hakkında böyle buyurduğu için, bu kelimeyi kullandık.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse kendisine yaklaştırır. Sevdiği için, o kul kendisine yakın olmak ister. Bu kimse için hayat, ölüm, kabir, mahşer... diye bir şey yoktur. "Allah'ım beni dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de lütfundan ayırma!" diye niyaz eder. O yalnız Hakk'ı ister, Hakk ile olmak ister.
•
Aklın derecelerini ve her derecedeki akıl sahiplerinin durumlarını daha güzel kavrayabilmeniz için bazı misaller:
Bir babanın dört oğlu var. Bunlardan bir tanesini büyütmüş, okutmuş, sermaye vermiş ve ona şu tembihi yapmış: "Şu komşu bize düşmandır, çok kötüdür, ondan sakın, onunla görüşme, konuşma!" demiş. Bu tembihi yaptığı halde, o bunun tam aksini yapmış, onunla dostluk kurmuş. Onunla beraber isyana ve tecavüze yönelmiş, yoldan çıkmış, âsi olmuş.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurmuştu ki:
"Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana ibâdet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60)
Ona bu tembihat yapıldığı halde, o düşmana uydu, üstelik tecavüze de kalktı.
Oğlunuz bu hakareti size yapsa, bir baba olarak siz ne yaparsınız? Ya bir kul Allah-u Teâlâ'ya karşı bunu yaparsa, bunun cezasını siz düşünün ve kararınızı verin.
İsmi üstünde fâsık!
"Allah'ı unuttuklarından dolayı Allah'ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir." (Haşr: 19)
İkincisine de aynı tembihi yapmış. O babasının yanında görünüyor ve bazı işler de görüyor. Fakat düşmanı ile gizlice dostluk kurmuş, alış-verişini onunla da yapıyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere de şöyle buyurmuştu:
"Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah'ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın." (Fâtır: 5)
Bakanlar onu burada zannediyor, o ise sıfat-ı hayvâniyesinin icabını, icraatını yapıyor. Kiramen kâtibin melekleri ise hem her anının fotoğrafını çekiyor, hem de her kelimesini teybe alıyor. Bu işten de onun hiç haberi yok.
Üçüncüsü hâlisane hizmet ediyor, hainlik yapmıyor. Kendisini yetiştireni, yedirip içireni, mallarını emniyet altında tutanı biliyor ve şükrünü yapıyor, sahibini itiraf ediyor, yüksek maaşla da çalıştırılıyor.
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, imtihan sahasında olduğunu, gönderiliş sebebini biliyor.
Dördüncüsü ise, tam bir itimat sağlamış olduğu için, kısmen işin idaresi dahi ona teslim edilmiş. Onun bu durumu, Yusuf Aleyhisselâm'ın zindandan çıkıp maliye nazırı olmasına benzer. Bir köle iken onu efendi yapmış, onu lütfu ile vazifelendirmiştir. Bu ne büyük bir saâdettir!
Buna da ihlâsı, güzel davranışları, her hususta itimada şayan oluşu sebep olmuştur. Dünyada da, ahirette de saâdet ve selâmete erdirilmiştir.
Akl-ı meaş'ta olup Allah-u Teâlâ'nın çekiştiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in, Hadis-i şerif'lerinde haber verdiği ve "Binde biri cennete, dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme." buyurduğu cehennemliklerdir.
Akl-ı mead'da olup Allah-u Teâlâ'nın tembih ettiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerinde "ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, yetmiş ikisinin cehenneme gideceğini" haber verdiği dalâlet fırkalarından olanlardır.
Herkes bir dolap çeviriyor, amma o dolabın kendisini nereye çevireceği belli değil. Çünkü dünya bir dolap, Allah-u Teâlâ'nın hükmü onu nereye çevirecek?
Akl-ı nûrânî'de olup Allah-u Teâlâ'nın sofrasına aldığı kimseler; yetmiş üç fırkaya ayrılan müslümanların o bir kurtuluş fırkasına dahil olanlardır.
Akl-ı kül'de olup, Allah-u Teâlâ'nın kucakladığı kimseler; artık onlar O'nun öz kulu olmuşlardır. O bir kul iken sahibi onu efendi yapmıştır.
•
Satır ilim sahipleri "Akl-ı meaş", "Akl-ı mead" ve "Akl-ı nûrânî" ye kadar çıkar ve orada kalır.
"Akl-ı kül" ve "Ulü'l-elbâb" akıllar sadır ilmine dayanır. Allah-u Teâlâ dilediğini ulaştırır.
Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen bir akıldır. "Akl-ı kül"den sonra artık akıl çalışmaz. Ancak ondan sonraki beşinci akıl, Allah-u Teâlâ'nın duyurması ile ve göstermesi ile olan bir akıldır. Bu ise "Ulü'l-elbâb"dır.
Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'sinde "İlimde derinleşenler" diye vasıflandırdığı kimseler işte bunlardır. Bu ilim doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dan gelir, bu ilmi ancak bildirdiği kimseler bilir, başkasına şâmil değildir ve faydalı olan hakiki ilim de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Tarif edilen bu ikinci yol, yani münevver yol bu Hadis-i şerif'le öğrenilmiş oluyor.
Bir "Satır ilmi" vardır. Bu ilim duymakla, okumakla öğrenilir. Bir de Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilim vardır ki, bu "Sadır ilmi"dir, buna "Mârifetullah ilmi" de denir. İşte bunlar bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan mârifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için iki kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Ulü'l-elbâb, bütün varlığından soyunur, hiçbir şey bilmediğini ve câhil olduğunu itiraf eder. Çünkü dıştan içe geçmiştir, zâhirden bâtına intikal etmiştir.
"Ölmeden evvel ölünüz." (Keşfü'l-hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrının tecelliyatı burada başlar.
Yerine göre ne akıl ne ilim burada çalışmaz. Burası Ulü'l-elbâb'a âittir. Bunlar Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya gelenlerdir.
Allah-u Teâlâ ona ne bildirirse onu bilir, ne gösterirse onu görür. Gerçekten hiç olduğunu gözü ile görür ve bilir. Çünkü Hakk'a vâsıl olan Hakk'ı görür, kendisini görmez. Allah-u Teâlâ'ya iman eder, kendisini inkâr eder. Bu öyle bir makamdır.
Allah-u Teâlâ o kulundan perdeyi dilediği kadar kaldırır ve esrârını ona duyurur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İlimde derinleşenler ise: 'Ona inandık, hepsi Rabb"imizin katındandır.' derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlarlar." (Âl-i imrân: 7)
İşte Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen ve aklı Ulü'l-elbâb'a varan hakikat ehlinin hakikati kavrayacağını beyan ediyor, başkası kavrayamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyuruyor:
"Ancak akl-ı selim sahipleri öğüt ve ibret alırlar." (Zümer: 9)
Ulü'l-elbâb'dan başka kimse bunu tefekkür edemez. Bu sırlara ancak o mazhar olur.
Bu doğrudan doğruya vehbidir, Allah vergisidir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vârisidir.
Allah-u Teâlâ'nın imanı kalbine yazması ile, nuru kalbine akıtması ile, kalp kulağına duyurması ile, kalp gözüne göstermesi ile olur, Allah-u Teâlâ bu kullarına lütfu ile ilham eder.
1. Zâhirî ulü'l-elbâb: Allah-u Teâlâ kimi ilimde derinleştirdiyse bunlar ilimde derinleşenlerdir.
2. Bâtınî ulü'l-elbâb: Allah-u Teâlâ'nın kendinde derinleştirdiği kullar vardır ki, bunlar Hakk'a vâkıftır, Allah-u Teâlâ'ya vukûfiyet kesbederler.
Ezcümle kimi ilme vâkıftır, kimi Hakk'a vâkıftır. Kimisini ilimde derinleştirmiştir, kimisini Zât-ı akdes'inde.
Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder. Binaenaleyh Ulü'l-elbâb'da olanlar doğrudan doğruya vehbîdir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın vârisidirler. Allah-u Teâlâ bir peygambere dilediğini verdiği gibi, vehbi ilim de böyledir, çalışmakla okumakla öğrenilmez.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)