Rahmet peygamberine tâbi olup izinden giden gerçek müminler hiçbir zaman Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve hükümlerinden dışarıya çıkmaz, çizilen hududu muhafaza eder ve bu hudud içinde ahkâm-ı ilâhiye'ye göre hareket ederler.
Bu hududu daraltan veyahut bu hududu genişletmeye çalışan kim olursa olsun, dinden çıkar ve kendi zannını doğru kabul ettiği için o zannı ile ahirete göçerse kaybedenlerden olur.
İşte bu kaybedenlerden olmamak için, gerçek müminlerin insanlık âlemine örnek olan hayatının içinde yaşadığı bazı vasıfları izâhlarıyla birlikte arz edeceğiz.
"İslâm'ım!" demek kolay amma İslâm'ı yaşamak esastır.
İslâm; öyle âli ve öyle münevver bir dindir ki özü ve esası; insanın dünya saadetini ve ahiret selâmetini temin etmektir. Kim ki İslâm'ın bu mânevi güzelliğinin içinde ahkâm mucibince hareket ederse dünyasını da ahiretini de mamur eder.
İslâm dini içtimaî hayatı düzenleyen, son dindir. İnsanlar arasındaki ilişkilere koyduğu emir ve yasaklarla en üstün ve mükemmel bir medeniyeti getirmiş, nezafetiyle insanları esas alıp münasebetleri sistemleştirmiştir.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman edip tabi olanlar, o münevver yolda yürüyenler için içtimaî hayatta huzur ve mutluluk vardır.
"İyilik yapın, çünkü Allah iyilik yapanları sever." (Bakara: 195)
Âyet-i kerime'si mucibince iyilik emredilmektedir. Yani insanlarla iç içe yaşanan karşılıklı hak ve hukukun olduğu bir hayattan bahsedilmektedir.
"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)
Bu Âyet-i kerime'de; akrabayı, eş, dost ve komşuyu ele almakta sonra birçok konuda emirler buyurulmakta ve yasaklar koymaktadır.
Ayrıca; "Kul hakkı"na riayetin Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerde emir buyurulması, konunun ehemmiyetini arz etmektedir.
Ana-baba hakkı, komşu hakkı, akraba hakkı, arkadaş hakkı gibi birçok konuda emirler vaaz edilmesi, dünyada huzur saadetinin temini, ahiret hayatının selâmeti içindir.
Hülasâ-i kelâm;
Bu "Hak" kavramı ve emanet duyguları imanî, ahlâkî ve vicdanî mesuliyetler, emir ve nehiylerle belirlenmiş olup en önce aile hayatımızı zapturapt altına alır.
"Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrîm: 6)
Âyet-i kerimesin'de; "Ateşten koruyun!" buyurulmakta olup asıl hayat olan ahiret hayatının kazanılması için bu emirlerin tutulması gerektiği vurgulanmaktadır.
İslâm ahlâkı ile hallenmek ve süslenmek ne kadar güzeldir. Her süs dünyada kalır, bu süs ise ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, ümmet-i muhteremesini de ümmetlerin en hayırlısı, en faziletlisi yapmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Bu efdâl ümmetin, bütün ümmetlerden hayırlı olması; tâbi oldukları âlicenap peygamberin bütün peygamberlerden hayırlı olmasından dolayıdır.
Bir Hadis-i şerif'te:
"Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı." buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ İslâm ahlâkı ile ahlâklanan hakiki müminlerin vasıflarını birçok Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece:'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
"Müminler saâdete ermişlerdir." (Müminûn: 1)
Rahmet peygamberine tâbi olup izinden giden gerçek müminler hiçbir zaman Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve hükümlerinden dışarıya çıkmaz, çizilen hududu muhafaza eder ve bu hudud içinde ahkâm-ı ilâhiye'ye göre hareket ederler.
Bu hududu daraltan veyahut bu hududu genişletmeye çalışan kim olursa olsun, dinden çıkar ve kendi zannını doğru kabul ettiği için o zannı ile ahirete göçerse kaybedenlerden olur.
İşte bu kaybedenlerden olmamak için, gerçek müminlerin insanlık âlemine örnek olan hayatının içinde yaşadığı bazı vasıfları izâhlarıyla birlikte arz edeceğiz.
"İslâm'ım!" demek kolay amma İslâm'ı yaşamak esastır.
Ahlâk, insan rûhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine "Ahlâk-ı hasene" veya "Ahlâk-ı hamide" adı verilir. Çirkin neticelerine ise "Ahlâk-ı zemime" denilir.
Edep, haya, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, suizan, koğuculuk... gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira din güzel ahlâktan ibarettir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin." buyurmuştur. (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır.
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin âhiret sermayesidir.
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." buyuruyorlar. (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Hayırlılarınız, ahlâk bakımından en güzel olanınızdır." (Buharî)
"Kıyamet günü müminin amel terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz." (Tirmizî)
"Bir mümin güzel ahlâkı ile gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadet için ayakta bulunan kimselerin derecesine erişir." (Ebu Dâvud)
"Allah katında kulun ziyâde sevgilisi güzel ahlâka sahip olandır." (Buhârî)
"Bana en sevgili olanınız ve kıyamet günü meclis bakımından en yakın olanınız ahlâkça en güzel olanınızdır." (Tirmizî)
"Sizlerden cennette bana refik olan kimse dünyada güzel ahlâka mâlik olanlarınızdır." (Münâvi)
"Güzel ahlâk kendi sahibini cennete dâhil eder." (Buharî)
"Sirke balı ifsâd ettiği gibi kötü huy dahî amel ve ibâdeti ifsâd eder." (Ebu Dâvud)
"Kötü huy insan için şeâmeti mûcib olur. Sizin en fenânız, kötü huy ve ahlâk sâhibidir." (Ebu Dâvud)
"İmanın kemâli güzel huydur." (Münâvi)
"Nerede bulunursan bulun Allah'tan kork! Bir günahın ardından hemen bir iyilik yap ki, o günahı gidersin. İnsanlarla güzel ahlâkla geçin." (Tirmizî)
"Siz mallarınızla insanların gönüllerini alamazsınız. Ancak güler yüzünüz ve güzel ahlâkınızla onlara yetişebilir ve onları memnun edebilirsiniz." (Beyhâkî)
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikâmet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış, dininin gönderdiği gibi tatbik edilmesini emir buyurmuştur:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür." (Buhârî)
"Yazıklar olsun o adama ki, derviş hırkası giyer de kavil ve fiili birbirine muhâlif olur." (Münâvî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki, lisan ile Cenâb-ı Allah'ı çok zikreder, fiile gelince şerîatın emrinin aksini irtikâb ile Allah'a âsî olur." (Münâvî)
Allah-u Teâlâ, mümin kullarına kendisinden korkmalarını ve doğru sözlü olmalarını emir buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ahzâb: 70-71)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onun kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerden birisi de, kendileriyle kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır." (Rûm: 21)
Âile efrâdı, karı-koca ve çocuklarından teşekkül eder. Hazret-i Allah aile fertlerinin herbirine karşılıklı vazifeler ve mesuliyetler yüklemiştir. Bu karşılıklı vazifelerin Hazret-i Allah'ın çizdiği sınırlar dahilinde yapılması âile yuvasının huzur ve saâdetini temin eder.
Yuvada huzur ve saâdetin devamı eşlerin birbirlerine karşılıklı değer vermeleriyle sağlanır.
Bir hanım "Ben evdeyim, kocam ise akşama kadar çalışıp çabalıyor ve bize her ihtiyacımızı getiriyor, ben bu nimetin kıymetini bilmeliyim." diye düşünecek, her getirdiği şeye teşekkür edip ona değer verecek.
Efendisi de "Ben dışardayım, o ise evin her türlü hizmetini görüyor, çocuklarımı yetiştirip terbiye ediyor, bana da hizmette kusur etmiyor." diyerek hanımını takdir edecek. Böylece birbirlerine değer vererek, vazifelerini ihmal etmemeye çalışacaklar.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." buyuruyor. (Bakara: 228)
İnsanlar yaratılış itibarı ile birbirlerinden farklıdırlar. Binaenaleyh erkek; kuvvet, cesaret, mukavemet ve idare kabiliyeti... gibi meziyetlerle kadından farklı olarak fıtrî bir üstünlüğe sahiptir.
Bu bakımdan erkek ailenin reisi ve sorumlusudur. Ailenin muhafazası, münasip bir ev, nafaka ve her türlü ihtiyaçların temini ona aittir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kimse tasadduk niyeti ile israf etmeksizin ehl-ü iyâline infak ederse niyeti nisbetinde sevab kazanır." (Buhâri)
"Kulun iyilik kefesine en evvel konan şey ehl-ü iyâline verdiği nafakadır." (Münâvî)
"İnsanların kötüsü iktidarı olduğu halde ehl-ü iyâlinin maîşetini dar tutan kimsedir." (Münâvî)
"Cenâb-ı Allah rızık bolluğu ihsan ettikten sonra iyâlini sıkarak iâşe eden kimse, ümmet-i kâmilemizden değildir." (Münâvî)
"Bir insanın kendi ehl-ü iyâline verdiği nafakası sadaka makamındadır." (Buhâri)
Âyet-i kerime'de:
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmaktadır. (Nisâ: 34)
Ancak bu hâkimiyet tahakkümle değil... Allah'ın kendisine bir emaneti olduğunu düşünerek ona sadâkat, nezaket ve muhabbetle muamele etmelidir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de de:
"Kadınlarınızla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız, olabilir ki hoşunuza gitmeyen bir şeye Allah bir çok hayırlar koymuş olabilir." buyuruluyor. (Nisâ: 19)
Hadis-i şerif'lerinde ise Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Kadınların haklarına riâyet ediniz. Bu hususta Allah'tan korkunuz. Zira siz onları Allah'tan emanet olarak almışsınızdır." (Ebu Dâvûd)
"Aranızda en hayırlı kimseler, kadınlarına karşı huyu en iyi olanlarınızdır." (Tirmizî)
"Kadınlarınıza karşı hayırlı olmanızı, iyi davranmanızı tavsiye ederim. Kadınlarınız üzerinde sizin hakkınız, sizin üzerinizde de kadınlarınızın hakları vardır." (Tirmizî)
"Mümin bir erkek mümin bir kadına, hoşuna gitmeyen bir huyundan dolayı buğzetmesin. Eğer onun bir huyundan hoşlanmıyorsa, başka bir huyundan hoşlanabilir." (Müslim)
"Kadın eğe kemiği gibidir. Onu doğrultmaya kalkışırsan kırarsın. Bulunduğu halde bırakırsan, eğriliğine rağmen ondan faydalanabilirsin." (Tirmizî)
Aile yuvasının sağlam, uzun ömürlü ve mesut olmasında en az erkek kadar kadının da payı büyüktür.
Kadın yuvasını sevmeli, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı, çocuklarına şefkatli davranıp ahkâma uygun olarak yetiştirmeli, kocasına karşı daima saygılı olmalı, aile sırlarını korumalı, her işte onun rızâsını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı, yapacağı bütün işlerinde onunla istişare etmeli, kendinden evvel kocasını düşünmeli, hakkında iyilikten başka söz söylememeli, ahkâma aykırı olmayan meşru bütün hallerde kocasına mutlak surette itaat etmelidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, fakirliğinden dolayı sadaka veremediği için üzülen bir hanıma hitaben şöyle buyurmuştur:
"Zevcine ettiğin hizmet sadakadır." (Camius-sağir)
Âyet-i kerime'de:
"İyi kadınlar itaatkâr olanlardır." buyuruluyor. (Nisâ: 34)
Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kadın beş vakit namazını kılar, ramazan orucunu tutar, ırzını korur, kocasına itaat ederse cennete girer." (Camius-sâğir)
"Hangi kadın ki zevcini gadaplandırır, Cenâb-ı Allah'ın lânetine müstehak olsun." (Münâvî)
"Kocası kendisinden râzı olduğu halde bir kadın vefat ederse cennete dâhil olur." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'teki müjde büyük günahtan korunan hanımlara âit olduğu âşikârdır.
Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"Eğer bir kimsenin ötekine secde etmesini emredecek olsaydım, kocası üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim." (Tirmizî)
"Kadın için hakkına en çok riâyet edilmesi gereken kimse kocasıdır. Erkek için en büyük hak sahibi de anasıdır." (Camiüs-sâğir)
"Kişi karısını yatağına davet ettiğinde kadın kaçarsa, kocası da ona gücenerek gecelerse, melekler sabaha kadar ona lânet ederler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1337)
"Güzel kokusunu insanlara duyurmak üzere güzel koku kullanan kadınlar zinâ etmiş hükmündedir." (Tirmizî)
"Kocasından başkasına kendisini tezyine süse kalkışıp dışarıya çıkan bir kadın, kıyamet gününde nûrsuz bir karanlığa benzer." (Tirmizî)
"Dünya bir metâdır, o metânın en hayırlısı ise sâliha bir kadındır." (Müslim)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayete göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Bana cehennem gösterildi. Bir de ne göreyim? İçindekilerin çoğu kadın idi. Zira onlar küfrederler."
– Yâ Resulellah! Allah'a mı küfrederler?
"Onlar kocalarına karşı küfran ederler. Kendilerine alınanlara, giyecek ve yiyecek gibi nimetlere nankörlük ederler. Onlardan birisine oldukça ihsan etsen de bir defasında senden ufak bir itiraz görse, ben senden bu ana kadar hiçbir hayır görmedim der." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 27)
Kur'an-ı kerim'in ayrı ayrı yedi yerinde ana-babaya iyi davranılması, hürmet, hizmet ve itaat edilmesi; Allah-u Teâlâ'ya itaattan sonra ana-babaya itaat etmenin farz olduğu beyan buyurulmaktadır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Allah'a kulluk edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilikte bulunun." (Nisâ: 36)
İtaatsızlık etmek, karşı gelmek, gücendirmek ise büyük günahlardan olup kat'i haramdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah'ın rızası ana-babanın rızasında, gadabı da gadaplarındadır." (C. Sağir)
"Cenâb-ı Hakk'ın birinci sevdiği amel, vaktin girmesiyle beraber edâ olunan namazdır. İkincisi ana-babaya ihsân ve dine aykırı olmayan emirlerine uymaktır. Üçüncüsü Allah yolunda olan cihâddır." (Buhârî)
Yaptıkları fedakârlıklar göz önüne getirilirse, haklarını ödemenin imkânsızlığı ortaya çıkar. Bir evlât hiçbir surette onların hakkını ödeyemez. Allah-u Teâlâ onlara "Öf!" demeyi bile hoş görmüyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ana-babaların ihtiyarlık zamanlarında bunlardan birine veya her ikisine yetişip de, lâyık oldukları hürmette bulunmadıklarından dolayı cennete giremeyen kimsenin burnu yerlerde sürünsün!" buyurmuştur ve üç kere tekrarlamışlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyururlar:
"Bir evlât babasının hakkını lâyıkıyla ödeyemez. Ancak babasını başkasının kölesi olarak bulup da satın alırsa ve azad ederse ödeyebilir." (Müslim)
Büyük günahları sıralarken de "Allah'a ortak koşmak, ana-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak." buyurmuştur. (Buhârî)
Bir başka Hadis-i şerif'lerinde, Allah-u Teâlâ'nın dilediği bir çok günahların cezasını kıyamet gününe kadar tehir edeceğini, ana-babalarına isyan edenlerin ise cezalarını dünyada iken başlatacağını haber vermiştir. Ayrıca Allah-u Teâlâ'ya arzedilip de geri döndürülmeyen duâların arasında ana-babanın evlâtları için yaptıkları bedduâları da saymıştır. (Buhârî)
Bunun içindir ki bir evlât onlara karşı vazifesini hakkıyla yapmak mecburiyetindedir.
Maddî-mânevî ihtiyaçlarını istemeden karşılamalı, gönüllerini incitecek hareketlerden şiddetle kaçınmalı, kusurlarını görmemezlikten gelmeli, başkalarının yanında hep iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumalı, şikayet etmemeli, hayatta iken olsun öldükten sonra olsun haklarında duâ etmeli, vefatlarından sonra dostları ile ilgiyi devam ettirmelidir.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Biz insana anne babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Zira annesi onu karnında zahmetle taşımış ve güçlükle onu doğurmuştur." (Ahkâf: 15)
"Onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman: 15)
"Rabb'in yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya güzellikle muâmele etmenizi emretti.
Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında iken ihtiyarlığa ererlerse onlara öf bile deme, onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söz söyle.
Onlara acıyarak tevâzu kanatlarını yerlere kadar indir ve de ki:
Ey Rabb'im! Onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerine öylece merhamet et." (İsrâ: 23-24)
Allah ve Resul'ünün haklarından sonra anne ve baba hakkı gelmektedir.
Dünyaya gelmemize vesile olan, yetişmemiz için her türlü sıkıntı ve güçlüklere katlanan, istirahat ve istikbâlimiz uğruna kendi huzur ve rahatlarını fedâ etmekten çekinmeyen anne ve babamıza karşı evlâtlık vazifelerini hakkıyle yapmak mecburiyetindeyiz.
Onlara saygı ve sevgi göstermeli, gönüllerini incitecek ve kıracak hareketlerden şiddetle sakınmalıyız.
Hayırlı bir evlât, ana-babasının âdetâ gözlerinin içine bakar, ihtiyaç zamanlarında yardımlarına koşar. Cennet onların ayakları altında gizlidir.
Onlara itaat, hürmet ve ahkâma uygun olan emirlerine inkıyad etmek kati bir farz; itaatsizlik etmek, karşı gelmek ve gücendirmek ise büyük günahlardan olup kati bir haramdır. Çünkü büyük günahların başında Allah'a şirk koşmak, hemen sonra da ana-babaya isyan gelmektedir.
Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ana-babaya hizmet, itaat ve ihsan sebebiyle Cenâb-ı Allah insanın ömrünü artırır." (Camius-sağir)
"Ana-babaya kavlen ve fiilen ihsân eylemek Allah yolunda cihadda bulunmak kadar faideyi gerektirir." (Camius-sağir)
"Ana-babaya ihsan ömrü artırır. Yalan rızkı azaltır, hayır duâ kazâları savuşturur." (Camius-sağir)
"Üç şey vardır ki onlarla amel ve ibâdet faydalı olamaz. Birincisi Cenâb-ı Allah'a şirk, ikincisi mümin olan ebeveyne isyan, üçüncüsü savaşta cepheden kaçmaktır." (Camius-sağir)
"Cennete girmek analara tevâzu, itaat ve hoşnudluklarını kazanmak için ayaklarına kapanmakla olur." (Camius-sağir)
"Bir kimse ana-babasının üzülmesini gerektirecek harekette bulunursa büyük günah sâhibi olur." (Münâvî)
"Ana-babasına ve yaratıcısına itaatkâr olan kul, cennetin en yüce makamlarındadır." (Münâvî)
"Ana-babasına muhabbetle nazar etmek, evlâd için ibâdet makamındadır." (Münâvî)
Evlâdın ana-babaya hürmet ve itaatı farz olduğu gibi, anne babanın da çocuklarına karşı aynı güzellikte muâmele etmeleri dini bir vazifedir.
Çocuk anne-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve âhirette saadet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar. Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz." (Tirmizî)
"Cenâb-ı Hakk'tan korkunuz, in'âm ve ihsan hususunda evlâdınız arasında adâlet ediniz. (Müslim)
"Evlâdlarınızı Peygamber'inize, ehl-i beyt'ine ve kırâat-i Kur'an'a muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz." (Camius-sağir)
"Bir kimsenin üç oğlu olur da birisini olsun 'Muhammed' ism-i şerif'iyle tesmiye etmezse cehâlet etmiş olur." (Camius-sağir)
"Çocuğun kokusu cennette bulunan 'reyhan' kokusunu andırır." (Camius-sağir)
"Cenâb-ı Allah o babaya merhamet buyursun ki, evlâdına hayırlı işler için yardımcı olur." (Münâvî)
"Evlâdın pederleri üzerindeki hakları, güzel bir isim ile isimlendirip ve İslâm âdâbı ile kendilerini eğitmek ve yetiştirmektir." (Münâvî)
Çocuk dünyaya gözlerini açınca, yıkanıp kundaklandıktan sonra yapılacak ilk iş, sağ kulağına Ezân-ı Muhammedî sol kulağına ikâmet okumaktır. İkinci yapılacak iş çocuğa güzel bir isim koymaktır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'e bir adam gelerek "Oğlum bana ezâ-cefâ ediyor, beni dövüyor." diye şikayette bulundu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğu çağırarak "Hiç Allah'tan korkmaz mısın? Hiç evlât ana-babasına isyan eder mi? Babanın evlât üzerindeki haklarını bilmiyor musun?" diye sorunca:
"Güzel yâ Emîrel-müminin! Buna karşılık evlâdın da ana-babasının üzerinde bir takım hakları yok mudur? dedi.
Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Evet vardır. İffetli ve asâletli bir hanımla evlenmeli, çocuğuna güzel bir isim koymalı, ahkâm-ı ilâhiye'yi öğretmelidir." buyurdu.
Genç de şunları söyledi:
"Babam sizin bu saydıklarınızdan hiçbirini yapmamıştır. Annem olan kadını esir pazarından satın almıştır. Bana, pislik yuvarlayan böcek mânâsına gelen Cuâl adını takmıştır. Ahkâm-ı ilâhiye'ye âit hiçbir şey de öğretmemiştir."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğun babasına dönerek:
"Oğlum bana isyan ediyor diye bir de şikâyet ediyorsun. Aslında sen ona fenâlıkta bulunmuşsun. Bu hatâyı önce sen işlemişsin." buyurdu.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhi bir emirdir:
"Ey iman edenler! Kendinizi ve ehl-ü ıyâlinizi cehennem ateşinden koruyunuz, onun tutuşturucusu insanlar ve taşlardır." (Tahrim: 6)
Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife amma onları korumak mecburiyetindeyiz.
Bu emr-i şerifi bilen biliyorsa da, nerede ve nerden başladığı bilinmediği için herkes kabahati çocukta arıyor. Kendi kusurunu bilmiyor ve görmüyor.
Yuva kurmaya karar verdiğin zaman asil, dindar, iffetli ve temiz bir kız aradın mı?
Çünkü Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mâide sûresi 5. Âyet-i kerime'sinde, mümin, hür ve iffetli kadınlarla evlenmeyi emrederken Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise "Mezbelelikte biten yeşillikten sakınınız." buyurmuşlardır.
Helâl yiyip helâl yedirdin mi? Bu evliliğin Rızâ-i ilâhiye'ye uygun olup olmadığına dikkat ettin mi?
Çocuğa güzel bir isim verip Ahkâm-ı ilâhiye'yi öğrettin mi? Ekilmemiş gönül bahçesine Allah ve Resul'ünün sevgisini ektin mi?
Göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâlarının Hazret-i Allah tarafından verildiğini; sıhhat, âfiyet, rızık ve mâişet gibi sonsuz nimetler verdiği gibi, ahirette de daha nicelerini vereceğini haber verdin mi? Ölüm, kabir, mahşer, sırat, cehennem gibi vartalardan kurtulması için nasıl hazırlanması gerektiğini bildirdin mi? Cennet ve Cemalullah'a kavuşması için kendisine yardımcı oldun mu? Bu uğurda harcanan masrafın en kıymetli sadaka-i câriye olduğunu ve ona bırakılacak en kıymetli mirasın din terbiyesi olduğunu bildin mi?
Çocuklarından şikâyetçi olanlar, bu hususlara dikkat ettiler mi?
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?...
Salih bir evlâdın yetişebilmesi için insan yatakta dahi edebini muhafaza edecek, şayet edep muhafaza edilirse Hazret-i Allah da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne-babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk onlardan gördüklerini, iyi veya kötü hemen kapar.
Çocuklara dâima hayır-duâ edilecek, onlara şer ve zarar verici duâlar etmekten kaçınılacak.
Yaşı ilerledikçe nerelere gidip, kimlerle arkadaşlık ettiği, her hâl ve hareketi inceden inceye takip edilecek.
Zira Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Günahkâr ve isyânkâr arkadaşlardan sakın. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır." (Câmius-sağir)
Evine helâl lokma, seçme lokma kazanıp getirilecek.
Alttan, göz görmemiş, gizli ve kapalı olanını tercih edecek; açıkta satılanlardan almayacak, çünkü onu almaya gücü yetmeyen vardır, gözü kalmıştır.
Haramla beslenen bir vücud hep kötü şeylere meyleder. Bu gibi kimselerin asi olması gayet tabiidir.
Şeyh Vefa Hazretleri ile ilgili şöyle bir kıssa naklederler:Bu zâtın küçük oğlu yoldan geçen sakaların su tulumlarını iğne ile delmeyi âdet hâline getirir. Sakalar bu durumu âlim zâta söylemeye utanırlar. Nihayet birgün tahammül edemeyip Şeyh Vefa Hazretleri'ne meseleyi intikal ettirirler.
O da kendi kendine bunda çocuğunun değil, ya annesinin ya da kendisinin suçu olabileceğini düşünür ve derin bir murakabaya dalar. Bir hatasını göremez, hanımına sorar. Hanımı iyice düşünür ve der ki:
"Efendi ben bu çocuğa hamile iken komşuya misafirliğe gitmiştim. Masanın üzerinde portakallar vardı. Çok canım istedi, söylemeye utandım. Bir ara ev sahibinin yokluğundan faydalanarak elimdeki iğneyi batırdım ve portakaldan çıkan suyu azıcık emdim."
Bu cevabı alan şeyh hazretleri "Hemen git komşudan helâllık al." buyurur. Ertesi günden itibaren çocuk da bu huyundan vazgeçer.
Bu durumdan çok hislenen anne "Benim güzel yavrum, en ufak hatamı bile gizlemedin!" der.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının." buyuruyor. (Nisâ: 1)
Akrabayı ziyaret etmeye, onlarla muhabbetle kaynaşmaya ve devam ettirmeye sıla-i rahim denir. İslâm'ın farzlarından biridir.
Akraba haklarına riâyet; onları unutmamak, görüşüp-konuşmak, gidip-gelmek, hediyeleşmek, yardıma muhtaç olanlarına maddi ve mânevî yardımda bulunmak demektir.
Akraba ziyaretleri imkânlara göre yapılmalı, mümkün olmadığı durumlarda telefonla veya mektupla da olsa hâl-hatır sorulmalıdır.
Zekât verecek seviyede zengin olan bir müslüman evvelâ fakir olan erkek veya kız kardeşlerine, sonra amca-hala, daha sonra da dayı-teyze ve bunları takip eden diğer fakir akrabalarına vermesi gerekir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Sadakanın en makbulü, dargın akrabaya verilen sadakadır." (Ahmed bin Hanbel)
"Yâ Resulellah! Benim akrabalarım var, onları ziyaret ediyorum, onlar benimle alâkayı kesiyorlar. Onlara iyilik ediyorum, onlarsa bana fenâlık ediyorlar. Onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana karşı câhilce hareket ediyorlar." diyen bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Sen bu hâl üzere devam ettikçe Allah'ın lütfu ve yardımı seninle beraberdir." buyurmuştur. (Müslim)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"İyiliğe iyilikle mukabele eden kimse tam manası ile akrabaya sıla yapmış değildir. Hakiki sıla; kendisi ile münâsebeti kesenleri görüp gözetmektedir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1970)
"Akrabaya verilen sadakada iki sevap vardır. Birisi sadaka, diğeri de akrabayı görüp-gözetme sevabıdır." (Tirmizî)
"Rızkının bollaştırılmasını, ömrünün uzun olmasını isteyen kimse akrabasını ziyaret etsin." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 965)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Yakın ve uzak komşuya iyilik edin." buyuruyor. (Nisâ: 36)
Evimizin dört tarafından kırkar hâne komşularımızdır. Dinimiz komşu haklarına büyük ehemmiyet vermiştir. Hadis-i şerif'te "Ev almadan evvel komşu, yola çıkmadan evvel arkadaş araştırınız." buyurulmuştur.
Komşuların birbirlerine karşı dini ve ahlâkî bir takım hakları vardır:Muhtaç olduğunda ihtiyacını gidermek, sevinçli ve tasalı günlerinde yanında olmak, komşusunun malını, canını, ırz ve namusunu, şeref ve haysiyetini gözetmek gerekir.
"Cibril bana komşuya iyilik yapmayı, haklarına riâyet etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki, nerede ise komşuyu komşuya mirasçı yapacak sandım." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1979)
Komşulukta esas olan komşuya eziyet etmemek değil, bilâkis onların ezâ ve cefâlarına tahammül etmek, kötülüklerine iyilikle mukabelede bulunmaktır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Komşunun komşu üzerinde büyük hakkı vardır." (Camius-sağir)
"Komşusu aç ve kendisi tok olan bir merhametsiz, mümin-i kâmil olamaz." (Münâvî)
"Komşusu aç iken tok yatan bir mümin hakkıyla iman etmiş değildir." (Mişkatül Mesâbih)
"Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse sakın ha komşularına eziyet etmesin. Onları üzücü, zarara uğratıcı söz ve hareketlerden sakınsın." (Müslim)
"Allah'a ve kıyâmet gününe imanı olan kimse komşusuna ihsân etsin." (Müslim)
"Şerrinden komşusu emin olmayan kimse cennete giremez." (Müslim)
"Ey müslüman kadınlar! Komşuya verilen veya komşudan alınan bir hediyeyi velev ki paça dahi olsa az görmeyin." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1123)
"Komşuların sınırı kırk hânedir." (Münâvî)
Yâni bunun hâricine komşu denilemez.
Her insanın sevincini, kederini ve sırlarını paylaşacağı, içini dökeceği, samimiyetle bağlanacağı dostlara ihtiyacı vardır. Hiç bir maksat ve menfaat düşüncesi olmadan, sırf Allah için kurulan dostluklar uzun ömürlüdür. Ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime'de:
"Dostlar, o gün birbirine düşmandır; takvâ sahipleri müstesna." buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
Aslında bütün müslümanlar birbirlerinin dostu ve kardeşidir. Fakat buna rağmen bir müslümanın herkesten daha çok sevdiği, daha samimi duygularla bağlandığı dostlarının bulunması normaldir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz arasındaki dostluk buna mümasil bir dostluktur.
Evlerini ve mallarını Mekke'de bırakarak hicret eden muhacirleri Medine'li ensar evlerine almışlar, onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarına tercih etmişlerdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu samimiyeti takviye etmek için Muhacir ve Ensar arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti.
Sâlih arkadaş edinmek, arkadaşlık haklarına azami riayet ederek bu dostluğu devam ettirmek dünya ve âhiret saâdeti bakımından son derece değerlidir.
Hayırlı bir dosttan mahrum kalanlar, Âyet-i kerime'ye göre âhirette bunun hasretini hayıflanarak şöyle dile getirecekler:
"Şimdi artık bizim ne şefaatçımız var, ne de sıcak bir dostumuz!" (Şuarâ: 100-101)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sâlihlerden bir çok dostlar edininiz. Zirâ sülehâdan her fert kıyamet gününde şefaat etmek için izinlidir." (Camiüs-sâğir)
"Sâlih bir dosta sahip olmak, kişinin saâdetindendir" (Münâvî)
"İyi ve kötü arkadaş misk taşıyan ve körük çeken gibidir. Misk taşıyan ya sana misk verir ya sen ondan satın alırsın, yahut üzerinde güzel koku bulursun. Körük çeken ise ya senin elbiseni yakar, yahut kötü koku duyarsın." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1884)
Bir kimse ile kardeşlik akdedince nikâh akdi gibi bazı haklar ortaya çıkar.
Hadis-i şerif'te:
"İki dost, birbirini yıkayan iki el gibidir." buyuruluyor.
Arkadaşının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından üstün tutmalı. İstetmeden mal ve bedenle her türlü yardımına koşmalı, ilk seçme ve tercih hakkını arkadaşına bırakmalıdır.
Sevinçte ve tasada, kâr ve zararda yanında bulunmalı, müsamahalı olmalı, daima hüsnüzan beslemeli, sırlarını saklamalı, hatalarını bağışlamalı, kusurlarını örtmeli, her hususta onun hukukunu gözetmelidir.
Hayatında da vefatında da arkadaşını hayır duâ ile anmalı, çocuklarını ve yakınlarını arayıp sormalı, vefâkâr olmalıdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Din kardeşinin dünyevî ve uhrevî bir sıkıntısını halleden kimse için hacc ve umre gibi sevab yazılır." (Münâvî)
"O bir kimse ki din kardeşinin ihtiyacını def'eyler, Cenâb-ı Allah da o kimsenin ihtiyaçlarını giderir." (Buhârî)
"Bir kul, din kardeşinin yardımında bulundukça Cenâb-ı Allah da o kula muâvenet buyurur." (Tirmizî)
"Bir topluluğa hizmet eden, sevâb almak için cümlesinin fevkindedir." (Münâvî)
"Kendisine ilticâ edenlerin ricâsını yerine getirmeyenlerin ricâsını Cenâb-ı Allah kabûl buyurmaz." (Münâvî)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Size misâfir geldiği zaman ikram ediniz." buyuruyor. (Camiüs-sâğir)
Bu ikrâm hâli, kâli, fiili olur.
Hâli ikrâm; bir insan misafirin gelişinden hoşlanacak ve hoşlanıldığı hissini verecek.
Kâli ikrâm; gönül alıcı sözler söyleyecek. Çünkü misâfir gariptir, ufak bir şeyden gönlü incinebilir. Hoşlanacağı tatlı kelimeler kullanacak ki, emniyette olduğunu bilsin.
Fiilî ikrâm ise; o anda nasıl gerekiyorsa misâfirini rahat ettirecek. Hazret-i Allah'ın ikrâm ettiğinden o da ikrâm edecek. Zira Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Misâfire hürmet ve riâyet vâcibdir." (Buhârî)
Herhangi bir yere misâfir olunduğunda misâfir edenin ve misâfirin, misâfirlik âdabına riayet etmeleri, hususiyetle yeme-içme durumlarında çok dikkatli olmaları lâzımdır.
Şöyle ki:
Bir yere ağırlık yapıp-yapmadığınızı, sizi sevip sevmediğini kalbinize bakıp öğreneceksiniz. Ona karşı bir muhabbetiniz varsa, o size geldiği zaman bir hoşnutluk hissediyorsanız, o sizden hoşlanıyor ve sizi seviyor demektir.
Eğer misafir hoşlanıldığı yere gidiyorsa, her attığı adımda sevap alır. On rızıkla gelir, birini yer, dokuzunu hâne sahibine bırakır. Giderken de hâne halkının günâhlarının affına vesile olarak gider.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Bir kavme misâfir geldikte rızkıyla gelir. Gittikte o kavmin sebeb-i mağfireti olarak gider." (Ahmed bin Hanbel)
Bir de var ki, ev sahibi onun gelmesinden hoşlanmıyorsa, o kimse istenmeyerek, gönülsüz veya mahcubiyetten dolayı yemeğe veya misâfirliğe dâvet edilmişse, her attığı adımda günah alır, her yediği lokma haram olur. Çünkü istenmiyor, o ise gidiyor.
Bunu kalpte ölçmeden hareket etmek çok yanlıştır.
Halkın kalbini İslâm'a ısındırmak maksadı ile halktan toplanan zekât, sadaka veya teberrularla verilen yemeklerden zengin olan kimse yiyemez. İnsanın feyzi kesilir, rahmetten mahrum kalır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'i bir kimse yemeğe dâvet etti.
O da "Üç şartla gelirim:Benim için hiçbir şey satın almayacaksın. Evinde hazır olandan yedireceksin, başkaca külfete girmeyeceksin. Bir de çoluk-çocuğunun nasibini kısmadan vereceksin." buyurdu.
Sıkıntıda bulunan bir ev sahibi, misâfirine çoluk-çocuğunun nafakasını yedirirse, o yemek haram olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Misâfir için tâkat hâricinde sıkıntıya girerek hazırlık yasaklanmıştır." (Buhârî)
Misafirlikte yük olmamalı, asla zahmet vermemeli, müslüman kardeşini usandıracak derecede sık sık ziyaret etmemelidir. Her şey ahkâma göre olmalıdır.
Şefkat, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere saygı, küçüklere şefkat göstermek, emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki faziletlerdendir. "Allah-u Teâlâ'nın emirlerine tâzim, mahlûkatına şefkat" büyük bir esastır.
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce "Besmele" ile, yani Allah-u Teâlâ'nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu bildiren Rahman ve Rahim ismi ile başlamaları emredilmiştir. Her şey ilâhî rahmetin bir tecellisidir. Melâike-i kiram duâlarında şöyle söylerler:
"Ey Rabb'imiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi içine almıştır." (Mümin: 7)
Müminlere duâlarında şöyle söylemeleri beyan buyuruluyor:
"De ki:Ey Rabb'im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın." (Müminûn: 118)
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"İnsanlara merhamet etmeyenlere Allah merhamet buyurmaz." (Buhârî)
Bir gün huzur-u saâdetlerine bir grup insan gelmişti. "Siz çocuklarınızı öper misiniz ya Resulellah?" dediler. "Evet" buyurunca "Fakat biz vallahi öpmeyiz!" dediler.
Buyurdular ki:
"Allah sizin kalplerinizden merhameti aldıysa ben verebilir miyim?" (Buhârî-Müslim)
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Rıfk ve şefkat; yâni halk ile mülâyemet ve lütuf ve merhamet eylemek akıl ve hikmetin başıdır." (Camiüs-sağir)
"Küçüğümüze merhamet, büyüğümüze hürmet ve itaat etmeyenler seçkin ümmetimizden değildir." (Tirmizî)
"Bir kalbden merhamet eksik olmaz, meğer ki o kalbin sâhibi şakî olsun." (Ebu Dâvud)
"Şefkat insan için uğurlu ve mes'ûd olduğu gibi aksi olan sertlik dahî uğursuzluk sebebidir." (Münâvî)
"Bir mümine yapılan zillet ve hakareti görüp engel olmaya gücü yettiği halde yardımda bulunmayanları, Cenâb-ı Hakk mahşerde zelîl eder." (Ahmed bin Hanbel)
"Cenâb-ı Allah'a kasem ederim ki, kimse azâb görmeden cennete giremez, illâ ki merhamet sâhibi olsun." (Münâvî)
"Bir topluluğun muhterem ve mükerremi Cenâb-ı Allah'ın rızası için kavmine hizmet eden kimsedir." (Camiüs-sağir)
"Yumuşakbaşlı olanlar dünyada ve âhirette büyük ve muhteremdir." (Camiüs-sağir)
"Yumuşakbaşlılık peygamberliğe yakın bir özelliktir." (Camiüs-sağir)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri af ve müsamahanın kin ve intikamdan daha faziletli olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Kim sabreder, kendisine yapılan kötülüğü affederse, şüphesiz ki bu çok mühim işlerden birisidir." (Şurâ: 43)
"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affeder, barışırsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez." (Şurâ: 40)
Af; kusurları bağışlamak demektir. Hazret-i Allah'a nispet edildiği zaman, kullarına azab etmemesi, günahlarını bağışlaması mânâsını taşır. İnsanların af ile muamele etmesi ise; kendilerine yapılan zulmün intikamını almaya güçleri yettiği halde bağışlamalarıdır. Elinde her türlü fırsat varken intikam almamak, affetmek herkesin kârı değildir. İşte Cenâb-ı Hakk bize bunu emretmektedir.
Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruyor:
"Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir." (A'râf: 199)
"Güzel bir hoşgörü ile muâmele et." (Hicr: 85)
"O takvâ sahipleri bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever." (Âl-i imrân: 134)
"Affetmeniz takvâya daha yakındır." (Bakara: 237)
"Eğer bir iyiliği açığa vurur veya gizlerseniz yahut size yapılan bir fenalığı affederseniz, bilin ki Allah çok affedicidir, her şeye kâdirdir." (Nisâ: 149)
"Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez, istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Nûr: 22)
"Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı çok merhametlidir. (O da sizi bağışlar)" (Teğabün: 14)
Musa Aleyhisselâm "Yâ Rabb'i! Senin ind-i ulûhiyetinde en değerli kulun kimdir?" diye suâl eylediğinde:
"Kendisine ezâ edenin cezasını vermeye kudreti olduğu halde affeyleyenlerdir." buyurdu. (Camiüs-sağir)
Bu yüksek ahlâkın en güzel numunesi Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'dir.
Şahs-ı âlîlerine yapılan bütün hakaret ve kusurları daima affetmişler, ceza ve intikam yoluna gitmemişlerdir.
Risâletinin ilk yıllarında İslâmiyet'i yaymak için Tâif'e gitmişti. Dâvetini kabul etmedikleri gibi, taşa tuttular. Vücudu kan içinde kaldı. Buna rağmen onlara bedduâ etmedi, Hazret-i Allah'a hidayete ermeleri için niyaz etti.
Kendi kavmi olan Kureyş, Uhud savaşında mübârek yüzünü yaraladılar, dişini kırdılar. Bu durumda bedduâ etseydi, helâk olacaklardı. Fakat o, yüzünden kanlar akarken şöyle duâ ediyordu:
"Peygamberini öldürmek isteyen bir kavim nasıl felâh bulur? Allah'ım, sen kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar." (Buhârî)
Kureyş'lilerin Mekke'de on üç yıl boyunca ona ve müslümanlara yaptıkları eziyet ve işkenceler saymakla bitmez.
Alay ettiler, hakaret ettiler, ölümle tehdit ettiler. Yoluna dikenler serdiler, üzerine pislikler attılar. Mübarek boynuna kement atarak sürüklemek istediler. Sihirbaz, kâhin, mecnun... dediler. Müslümanları uzun zaman muhasara altında tuttular. Nihayet memleketlerinden çıkmaya mecbur bıraktılar...
Mekke fethedildiği gün, bütün bu zulüm ve işkencelerin intikamını alma fırsatı eline geçmişti. En azılı düşmanları ayakları altına serilmiş, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Her an ne suretle öldürüleceklerini bekliyorlar ve bunun kendileri için haklı bir ceza olduğunu da biliyorlardı.
Fakat o şefkat ve merhamet timsali yüce zât onlara "Ey Kureyş! Bugün benim size ne yapmamı beklersiniz?" diye sordu. "Hayır umarız. Sen kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeş oğlusun..." diye cevap verdiler.
Rahmet Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
"Size bugün Yusuf -Aleyhisselâm-ın kardeşlerine dediği gibi diyorum. Bugün siz hesaba çekilmeyeceksiniz ve ayıplanmayacaksınız. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz."
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kendi gadabını def' edenlerden Cenâb-ı Allah azâbını ref' eder." (Camius-sağir)
"İntikama kâdir olduğu halde kendine zulmedeni affeyleyen kimseyi Cenâb-ı Allah kıyamet gününde affeder." (Camius-sağir)
"Öldürülen kimsenin kanını affeden vârisler için cennetten başka bir ecir yoktur." (Camius-sağir)
"Öldürülmek istenmesi ya da yaralanması halinde katlini affeden maktûl cennete dahil olur." (Camius-sağir)
"Ümmetimin hayırlısı şol bir hürlerdir ki, gadab ettiklerinde (Nefslerine esir olup fenalık yapmazlar.) Allah için gadablarından rücû ederler." (Münâvî)
"Sirke balı ifsâd ettiği gibi gadab dahî imanı ifsâd eyler. Yâni lütuf, şefkat ve hilim gibi güzel sıfatlarını izâle eder." (Münâvî)
"İnsanlar üzerine idareci olduğunuz zaman halka ihsân ve kölelerinize ve işçilerinize af ile muâmele ediniz." (Camius-sağir)
"Mümini sövüp saymak fısk ve haksız yere katli ise küfre yakındır." (Buhârî)
"Her kim ki İslâm devletinin kanadı altında ve emaneti altında bulunan bir gayr-i müslim'e ezâ ederse ben o kimsenin hasmıyım." (Câmiu's-sağir)
"Müminlere kullanmak üzere silâh taşıyan kimse, cemâat-i müminine iltihak etmez." (Buhârî)
"Kölesini ve işçisini haksız yere döven kimse, kıyâmet gününde mahbûsiyetle cezâ görür." (Müslim)
"Müslümanı öldürmek küfür gibi günah, sövüp saymak ise günaha girmeye sebeptir. Aynı şekilde bir mümin için üç günden ziyâde din kardeşiyle kîn tutmak câiz olamaz." (Buhârî)
"Gerçek müslüman şol bir kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn olsun." (Buhârî)
"Yazıklar olsun o şahsa ki bir mümine gadab eder, Cenâb-ı Hakk'ın gadabını düşünmez." (Münâvî)
"Şüphesiz şeytan namaz kılan kimselerin kendine ibâdet etmesini beklemez. Lâkin o gibiler arasına buğz ve adâvet gibi kötülükler sokmak üzere son derecede çalışıyor." (Müslim)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Bu kardeşliğe zarar verecek söz ve hareketler yasaklanmış, müslümanın müslümana sert davranması, birbirlerinden uzaklaşmaları haram kılınmıştır.
Meşru bir sebeple ve terbiye maksadıyla olmaksızın bir müslümanla üç günden fazla dargın durmak, câiz değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir mümin, mümin kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Üç gün geçince hemen onu bulsun ve selâm versin. Selâmını alırsa, her ikisi de ecir ve sevapta ortak olurlar. Karşılık vermezse o günaha girmiş, selâm veren de dargınlıktan çıkmış olur." (Ebu Dâvud)
"Her Pazartesi ve Perşembe günleri mükellef olanların amelleri Allah'a arzolunur. Cenâb-ı Hakk kendisine şirk koşmayan her kulunun günahını mağfiret eder. Yalnız mümin kardeşi ile aralarında kin bulunan kimseyi affetmeyip 'Birbirleriyle barışıncaya kadar bunları bırakın.'" buyurur. (Müslim)
"Bir kimse müslüman kardeşine bir sene dargın durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girmiş olur." (Ebu Dâvud)
Hele bu dargınlık akraba arasında olursa mesuliyeti daha da ağırdır.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"Akrabalık bağı arşa asılmıştır. Şöyle der durur:Beni birleştireni Allah birleştirsin. Beni ayıranı Allah da ayırsın." (Müslim)
Dargın olanları barıştırmak müslümanların üzerine bir vazifedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde:
"Müminler kardeştirler. Dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin." (Hucurât: 10) "Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır. Kim Allah'ın rızâsını kazanmak için bunları yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz." buyuruyor. (Nisâ: 114)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanların arabuluculuk yapmalarını tavsiye ettiği gibi, kendileri de bizzat gidip dargın olanları barıştırırlardı.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"İki kişi arasındaki düşmanlığı izâle ve ıslah, sadakaların fazîletlilerindendir." (Buhârî)
"Halkın arasını ıslah et, velev ki yalan bir sözü irtikâb ile olsun." (Câmiu's-sağir)
– "Size namaz, oruç ve sadaka derecesinden daha üstün ve sevaplı bir şey söyliyeyim mi?"
– "Evet Yâ Resulellah!"
– "Arabulmaya çalışmak, barıştırmaktır. Çünkü aranın bozuk olması kökünden kazır. Saçı kazır demiyorum, dini kazır." (Tirmizî)
Yalan büyük günahlardan olmasına rağmen, karı-koca ve diğer insanların arasını bulmak için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna müsaade etmişlerdir.
Müminleri birbirine bağlayan iman kardeşliğidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müminler arasında sevgi husule gelmesi için Hadis-i şerif'lerinde hediyeleşmeyi tavsiye buyurmuşlardır:
"Birbirinize hediye veriniz, aranızda muhabbet vücûda getiriniz." (Camiüssağir)
"Hediyeleşiniz, bu sûretle aranızdaki muhabbeti artırmış olursunuz." (Münâvî)
"Birbirinize hediye veriniz; zîra hediye kalpteki muhabbeti artırır." (Münâvî)
"Hediyeleşiniz; çünkü hediye nefret ve kinleri giderir." (Tirmîzi)
"İstemeksizin sultanların mallarından Cenâb-ı Allah sana bir şey ihsân ederse onu alıp yemeli ve kendine mal etmelisin." (Câmiûs-sağir)
"Dünya malından her kime istemeksizin bir şey verilirse onu kabûl etmeli." (Nesâî)
"Birbirinize karşılıklı yemek ikram ediniz. Çünkü rızkın bollaşmasına sebep olur." (Câmiûs-sağir)
Hediye verenin maksadı sırf rızâ olmalıdır. Eğer hediyede minnet olursa, riyâ ve şöhret olursa, verileni kabul etmemek gerekir. Alındığı takdirde verenin kötü maksadına yardımcı olunmuş olur.
Kabirleri haftada bir gün, Perşembe öğleden sonra, Cuma ve Cumartesi günleri gidip ziyaret etmek erkekler için menduptur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Bir kimse ebeveyninin veya onlardan birisinin Cuma günü kabrini ziyaret ederek Yâsin-i şerif okursa, küçük günahları affedilir." (Münâvî)
"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira ahireti hatırınıza getirir." (Münâvî)
"Dünyada garip yahut yolcu gibi ol! Nefsini ehl-i kuburdan say!" (Tirmizî)
Hadis-i şerif'lerde kabristana uğrayan bir kimse Yâsin-i şerif veya on bir İhlâs-ı Şerif okuyup sevabını ölenlere bağışlayacak olursa, Allah-u Teâlâ'nın onlara kolaylık vereceği, okuyanlara da ölüler sayısınca sevap ihsan buyuracağı beyan buyurulmuştur.
Kabristana varınca selâm vermelidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlardı:
"Ey müminler yurdunun sakinleri! Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İnşaallah biz de sizlere katılacağız." (Ebu Dâvud)
Kabristanın ağaçlarını kesmek, yeşilliklerini yolmak ve biçmek mekruhtur. Fakat kurumuş olanları sökmekte ve yolmakta mahzur yoktur.
İslâmiyet'te ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf ve itidâlden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim şartlarındandır.
Bu mühim şartlara riayet edenler Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından övülmüşlerdir.
Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyânetsiz olan alış-verişidir." (Ahmed bin Hanbel)
"Veren el alan elden hayırlıdır." (Buhârî)
"Yediğinizin en temizi kendi kazancınızdan olandır." (Ebu Dâvud)
"Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek asla yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud Aleyhisselâm da kendi eliyle kazandığını yerdi." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 967)
İslâm'da ticaret pek mühim bir kazanç yoludur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Rızkın onda dokuzu ticarettedir."
"Doğru ve emniyetli bir tüccar kıyamet gününde peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraber haşredilecektir." (Tirmizî)
"Geçimini sağlamak için çalışan hirfet ve san'at sahiplerini Cenâb-ı Hakk sever" (Münâvî)
"Sıdk ile mevsûf olan tâcir kıyamet gününde Allah'ın Arş'ının gölgesinde harâretten korunur." (Camiüs-sağir)
"Korkak tacir ticâretten mahrum ve cesûr tacir ise bilâkis rızkı bol olur." (Camiüs-sağir)
"Vatanına hizmet ve kendisine ticâret maksadıyla başka beldeden rızık getirenler rızkı bol, yüksek fiyatla satmak amacıyla rızıkları hapseden karaborsacılar mel'ûndur." (İbn-i Mâce)
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi; alış-verişle uğraşan her müslümanın ticarî muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Ticaret hakkındaki dinî hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz." buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Tevazu ahlâk-ı hamidenin temeli ve kaynağıdır. Peygamberlerin ve salihlerin ahlâkındandır. Hakk yoluna girenlerin işaretidir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri mütevazi kullarını Âyet-i kerime'sinde meth-ü senâ ediyor:
"Rahman'ın öyle kulları vardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vekar ile yürürler." (Furkân: 63)
Esas mânâsı ile tevâzu; hiç kimseyi hakir ve küçük görmemek, her gördüğünü kendinden daha hayırlı bilmektir.
Kendinden genç olanları gördüğünde "Genç yaşta Hazret-i Allah'a yönelmiş tevbekâr olmuş, nefsini bütün arzularından tecrit etmiş, Mevlâ'ya isyan etmemiş. Bu benden hayırlıdır." diye düşünecek.
Kendinden yaşlı kimseler için de "Bu benden daha çok ibadet etmiştir, Cenâb-ı Hakk'a daha yakındır." diyecek.
Cahil bir kimseyi gördüğü zaman "O bilmeyerek günah işliyor, ben bilerek işliyorum." diye içinden geçirecek.
İnançsız birisi ile karşılaştığında veya böyle bir kimseyi duyduğunda ise "Belki bir gün hidayete erer, müslüman olur. Belki ben günahlarım yüzünden imansız gidebilirim. Sonumuzun ne olacağı öldükten sonra bilinir." diye düşünecek. Çünkü hiç kimse son nefesini ne şekilde vereceğini bilemez.
Bu değerler Hakk'a dayanır. Bu değer gerçekleştiğinde, değere değer verdiği için dilerse Hazret-i Allah o kulunu değerlendirir, salih kullarından eyler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hem vakur hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idi. Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı onun yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi işlerini kendi görürdü. Tevazunun kemâl mertebesinde bulunduğundan dolayı elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, evi süpürür, hamur yoğurur, koyunları sağar, develeri bağlar, yemlerini verir, hastayı ziyaret eder, cenazelerde bulunur, misafirlerini bizzat kendisi ağırlar, hizmetlerini görürdü. Ashab'ını evlerinde ziyaret ederdi. Hiç bir resmiyet ve külfete bakmadan, en fakir insanlar arasında oturur, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı.
Meclislerde kendisi için hususi yer ayırttırmazdı. Nerede boş bir yer bulursa oraya otururdu. Övülmekten asla hoşlanmazdı. Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi.
Hazret-i Allah onu "Hükümdar peygamber" veya "Kul peygamber" olmak arasında muhayyer bırakmış, o "Kul Peygamber" olmayı tercih etmişti. Allah-u Teâlâ da bu tevazusuna karşı onu, kıyamet günü insanların şefaatçisi yaptı.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Allah, tevâzu ediniz, diye bana emir buyurdu." (Ebu Dâvud)
"İnsanlarla tevâzu ve fukarâ ile oturup kalkınız. Zîrâ Allah katında mükerrem olduğunuz gibi kibirden dahi kurtulursunuz." (Camiüs-sağir)
"Allah için tevâzu gösteren kimseyi Allah yükseltir." (Camiüs-sağir)
"Âlim olan zât, halka tevâzu gösterirse değer ve şerefini artırmış olur." (Münâvî)
"Fukara ile oturup kalkmak tevâzudandır." (Münâvî)
"Mütevâzi olmadıkça zâhid olamazsın." (Münâvî)
"Toplantı yerlerinin eser-i şeref olmayan bir noktasında oturmaya râzı olmak tevâzudandır." (Münâvî)
İhtiyaç sahiplerine infakta bulunmak Allah-u Teâlâ'nın bir emridir.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"Allah ve Resul'üne iman edin. Sizden önce geçenlerin ardından Allah'ın size sarf için yetki verdiği şeylerden sarfedin. İçinizden iman edip de sarfeden kimselere büyük mükâfat vardır." buyuruyor. (Hâdid: 7)
Fakirlere infak etmek Allah'a ve Resul'üne imandan sonra emredilmesinden anlaşılıyor ki, salih amellerin en önemlilerinden birisidir.
Âyet-i kerime'de ayrıca, önce geçenlerden intikâl eden malın, hakikatte Allah'a ait olduğu hatırlatılıyor. Meşru şekilde faydalanmaları için kullarına yetki vermiş, emr-i ilâhi'ye uygun olarak kullanılması için de kullarını vekil kılmıştır.
Şu halde her şeyin hakiki sahibi Allah-u Teâlâ, muhtaç olanlara sadaka vermeyi emrettiğine göre, O'nun malını O'nun yolunda istediği şekilde sarfetmek gerekir. Bir kul kendisinin bu mal üzerinde vekil olduğunu unutup da, kendisine ait olduğunu zannederse; O'nun malında O'na ortak olmaya kalkmış ve böylece de büyük bir günaha cesaret etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin uğrayacağı cezayı bildirmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i imrân: 180)
Zekât, mal ile yapılacak mecburi bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım sadece zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından ihtiyaç sahiplerine infak etmeleri emir ve tavsiye edilmiştir. İnfak zekâttan ayrı bir farizadır.
İslâmiyet bir çok vesilelerle fakirlere yardım edilmesini teşvik etmiştir.
Ezcümle;
Ramazan-ı şerif'te hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle oruç tutmaktan âciz kalan kimse, tutamadığı gün sayısınca bir fakiri doyurur veya bedelini para olarak verir.
Ramazan bayramından önce fıtır sadakası vermek vâciptir, bu sadaka fakirlere verilir.
Kurban bayramında mâli gücü yerinde olan kimse kurban keser ve etini fakirlere dağıtır.
Adak adayan kimse, adağı yerine gelince, adadığı şeyi fakirlere tasadduk eder.
Bir kimse yemin edip de yemininden dönerse, on fakiri doyurur veya giydirir.
Hacc'da cezalanan bir kimse, bunun kefareti olarak bir kurban keserek etini fakirlere dağıtır.
Umumun menfaatine sarfedilmek üzere kurulan vakıflar da ayrı bir hususiyet arzeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Her kim ki duâlarının kabulünü ve gam ve sıkıntısının def' ve ref'ini murad ederse sıkıntıda bulunanların imdadına yetişsin." (Ahmed bin Hanbel)
"Sadaka ile cehennem ateşinden korununuz. Velev bir hurmanın yarısı ile olsun. Ona da mâlik değilseniz insanların gönüllerini hoş edecek güzel ve hoş bir sözle olsun tasadduk ve takvâda bulununuz." (Buhârî)
"Sadakaların en fazîletlisi vücudun sağlam, malın sevilen, hayatının devamının umulduğu ve fakru zaruretten korkulduğu bir zamanda geciktirmeden tasadduk ettiğin bir maldır. Can boğaza gelinceye kadar geciktirip de o vakit 'Filâna şu kadar ve filâna şu kadar' deme ki, o anda ister istemez mal senin değil gösterdiğin kimselerindir." (Müslim)
"Şüphesiz tasadduk, Cenâb-ı Hakk'ın gadabını söndürür ve insanı saâdette ibka ile kötü sondan muhafaza eyler." (Tirmizî)
"Yâ Bilâl i'tâ ve infak et! Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla mallarına noksan ârız olacağından korkma!" (Câmius-sağir)
"Sadaka veriniz! Zirâ sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır." (Camius-sağir)
"Müslüman kimsenin sadakası ömrün artmasını gerektirdiği gibi kötü sondan da muhafaza eder." (Tirmizî)
"Sadaka yetmiş nevi belâyı men'eder. Bunların hafifi cüzzâm ve baras (alatenlilik) meşhur hastalığıdır." (Câmiussağir)
"Şüphesiz sadakayı, ihtiyaç sahibi almadan, Cenâb-ı Hakk kudret eliyle kabûl edip alır." (Münâvî)
"Sadaka oruçtan efdâldir. Oruç ise insanı cehennem ateşinden korumak için kalkan makamındadır." (Münâvî)
"Biliniz ki sizden bir ferd yoktur, illâ vârisin malını kendi malından ziyâde sever. Hâl-i hayatında tasadduk ettiğin şeyler, kendi mülkündür ki, ölümden sonra semeresini koparırsın. Senden sonraya terkettiğin mal ise vârislerinindir." (Nesâî)
Verilen sadakayı başa kakmak, fakirlerin gönlünü incitici bir söz ve harekette bulunmak da haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey inananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın.
O gösteriş yapanın durumu, üzerinde biraz toprak bulunan kayaya benzer. Şiddetli bir sağanak isabet eder de onu sert bir kaya halinde bırakıverir. (Toprağı gider, kaya kalır.) Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.
Allah inkâr eden kimselere hidayet etmez." (Bakara: 264)
İhtiyacından dolayı zaten üzüntülü olan bir kimsenin, verdiğini başa kakmak suretiyle kalbini kırmak; sadakanın sevabını giderdiği gibi, ayrıca kişinin günaha girmesine vesile olmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde; verdiği şeyi başa kakanlarla Allah-u Teâlâ'nın kıyamet günü konuşmayacağını, rahmet nazarıyla yüzlerine bakmayacağını, onları temize çıkarmayacağını haber vermiştir. (Müslim)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan kimselerin Rabb'leri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara: 262)
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, sadaka verenler, verdiklerini başa kakmadıkları takdirde; dünyada kat kat fazlasını kazanacakları gibi, ahirette de Rabb'leri katında bunun mükâfatını ayrıca göreceklerdir.
Hadis-i şerif:
"İhsan sâhibi olan zenginlerin fukara tarafından mükâfatı nasîhat ve öğüt ile hayır duâ eylemektir." (Münâvî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur'an-ı kerim'inde:
"Ey müminler! Size ne oluyor ki, Allah yolunda infakta bulunmuyor, mallarınızı sarfetmiyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası zaten Allah'ındır." buyuruyor. (Hadîd: 10)
Bu Âyet-i celile müminlerin kurtuluşa ererek cennete girmelerini sağlayacak olan sadaka ve infaka riâyet etmeyen ümmetin hâlini hayret ifâdeleriyle ferman buyurmaktadır.
Servet sahibi zenginlerin Allah yolunda infak hususundaki gevşekliği cidden üzüntü vericidir.
Hazret-i Allah diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Sevdiğiniz şeyleri Allah yolunda infak etmedikçe aslâ iyiliğe eremezsiniz." (Âl-i imrân: 92)
"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tanesi olan ve yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Allah dilediğine fazlasıyla verir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilendir." (Bakara: 261)
"Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır." (Nisâ: 114)
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vâd olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saadettir." (Tevbe: 111)
İnfak hususunda en güzel numune Ashâb-ı kiram -radiyallahu anh- Efendilerimiz'dir.
Onlar Allah'a ve Resul'üne o kadar inanmışlardı ki, hiç tereddüt etmeden mallarını ve canlarını fedâ etmekten çekinmediler. Hazret-i Allah'ın vâd-i sübhânisine kavuştular.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- bütün malını ortaya koymuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Yâ Ebâ Bekir! Ehline ve çocuklarına ne bıraktın?" diye sorduğu zaman "Allah ve Resul'ünü bıraktım." buyurmuştu.
Onlar kardeşlerini kendilerine tercih ettiler. Ensar, muhacir kardeşlerini bağrına bastı. Mallarını aralarında bölüştüler.
Eğer biz de onlara benzemek istiyorsak, bize düşen de onların yaptığını yapmaktır. İcabettiği zaman canımızı, icabettiği zaman malımızı tereddütsüz verirsek, Allah-u Teâlâ'nın vaadini kazanmış oluruz.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir." (Ahzâb: 23)
Bunlar Allah'a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir.
Fâni olan dünya evinde bâki değiliz. Ebedî olan ahiret evine gitmeye ve bilhassa elimizde mevcut olan bütün mal ve eşyadan sadece bir kefen kadarını alıp diğerlerini terketmeye mahkûmuz.
Kiralık evlerde oturmakta olan kiracıların ev taşırken bütün eşyasını beraberinde götürüp, sevdiği mallarından hiçbir şeyi bırakmayacağı herkesçe bilindiği halde, her şeye muhtaç olan kabir evine gidenlerin sevgili eşyalarından kısmen olsun bir şey beraberinde götürmemeleri gerçekten hayret ve dehşet verici bir durumdur.
Cenâb-ı Hakk'ın kullarına emaneten ihsan buyurduğu mal ve servetin tamamından kulun ayrılacağı şüphe götürmez bir gerçektir.
Şu kadar var ki, din-i İslâm'ın izzeti ve ehl-i imanın kuvvet bulması için gerekli olan malı infak edenler böyle değildir. O, malını ahirete intikâl ettirdiğinden Hazret-i Allah onun mükâfâtını kat kat ihsan edecektir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
"Hanginiz var ki, vârisinin malı ona kendi malından daha sevgili olsun." buyurdukları zaman Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- "Yâ Resulellah! İçimizde hiç kimse yoktur ki, kendi malı başkasınınkinden daha sevimli olmasın."dediler. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Önce gönderdiği kendisinin malıdır. Geriye bıraktığı da vârisinindir." (Buhârî)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"İki haslet sahibinden başkasına gıbta edilmez. Bunlardan birisi, Allah tarafından kendisine mal verilip de Hakk yolunda onu sarfa muvaffak olan kimse. Diğeri ise, kendisine ilim ve hikmet ihsan olunup da, onunla hükmeden ve onu öğreten kimsedir." (Buhârî)
"Yarım hurma tasadduk etmek suretiyle de olsa, cehennemden korunmaya çalışınız." (Buhârî)
"Kulların, sabahına erdikleri hiçbir gün yok ki, bunda iki melek inerek birisi 'Allah'ım! Malını infak edene bereketli ve çok mal ver. Diğeri de malından vermeyene yokluk ver diye dua etmesin." (Buhârî)
"Sadaka malı eksiltmez." (Müslim)
"Allah ancak temiz olanı kabul eder. Bir kimse helâl kazancından bir hurma miktarı tasadduk ederse, Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu sizden birinizin tayını büyüttüğü gibi ihtimamla sahibi için büyütür, hatta dağ gibi olur." (Buhârî)
"Bir insan öldüğünde amel defteri kapanır. Yalnız sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimsenin amel defteri kapanmaz." (Müslim)
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'âm: 151)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)
"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Helâk edici yedi şeyden sakının!" buyurdular. "Yâ Resulellah! Bunlar hangileridir?" diye sorulduğunda şöyle buyurdular:
"1. Allah'a şirk koşmak,
2. Sihir yapmak,
3. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek,
4. Fâiz yemek,
5. Yetim malı yemek,
6. Savaşta cepheden kaçmak
7. Namuslu müslüman kadınlara zinâ isnad etmek." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1172)
Bu yedi günahın dışında büyük günahlar olduğunu belirten başka Hadis-i şerif'ler de vardır.
Allah-u Teâlâ'nın nâmütenahi ihsanlarına ve nimetlerine karşı isyan etmek nankörlük demek olduğundan, aslında günahların hepsi büyüktür. Buna rağmen Hadis-i şerif'te beyan buyurulan yedi büyük günah, diğer bütün günahların anası olduğu için, hususiyetle bunlardan sakınmak lâzımdır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır ve diğeri emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Camius-sağir)
"Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 10)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:
"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.
Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azab eder." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 18)
Dil Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetlerinden birisidir. Kendisi küçük olmakla beraber; itaat ederse itaatı, isyan ederse isyanı çok büyüktür.
Bunun içindir ki ağızdan çıkan sözlerin doğru olması, gerçeğe aykırı olmaması farzdır.
Bir Âyet-i kerime'de:
"İnsanlarla güzel konuşun." buyuruluyor. (Bakara: 83)
Allah-u Teâlâ her kulu için, iyi ve kötü her işi ile beraber sözlerini de âhirette delil olmak üzere, yazıcı melekler vazifelendirmiştir.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"O bir söz atmaya dursun mutlaka yanında onu gözetleyen, söylediği her sözü zabteden (bir melek) hazır bulunur." (Kâff: 18)
Dilin tehlikelerinden, vereceği zararlardan kurtulmanın birinci yolu sükuttur. Bütün ehl-i kemâl mertebeyi sükutta bulmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok az konuşur, konuşulanları dinler, ashabına da boş ve faydasız sözlerden kaçınmalarını tavsiye buyururdu.
"Yâ Resulellah! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?"diye soran bir zâta, mübârek dilini tutarak "İşte budur" buyurmuşlardır. (Tirmizî)
"Kurtuluş yolu nedir yâ Resulellah?"diyen bir zâta ise şöyle buyurmuşlardır:
"Dilini aleyhine (çıkacak sözlerden) muhafaza et, evin ile meşgul ol, hatalarına ağla!" (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah'a ve ahiret gününe imanı olan ya hayır söylesin veya sussun." (Buhârî)
Diline sahip olan, diğer uzuvlarına da sahip olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Âdemoğlu sabaha çıktığı vakit, bütün uzuvları dile derler ki:Bizim hukukumuzu korumak hususunda Allah'tan kork! Biz sana tâbiyiz, bizim doğruluğumuz sana bağlıdır. Eğer sen dosdoğru olursan biz de doğru oluruz, doğruyu buluruz. Şayet sen eğrilirsen biz de öyle oluruz." (Tirmizî)
İnsan ehemmiyetsiz sandığı öyle sözler konuşur ki, bu sözler onu Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden uzaklaştırır, ebedî hayatını kaybetmesine vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Bir kimse, Allah'ın sevdiği bir söz söyler de o söz ile Allah-u Teâlâ'nın rızasına ulaşabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o hayırlı söz sebebiyle kıyamete kadar o kimseden râzı olur.
Diğer bir kimse de Allah'ın gazabını mucip bir söz söyler, o sözün kendisini Allah'ın gazabına ulaştırabileceğini zannetmez. Halbuki Allah-u Teâlâ o kimseye o kötü söz sebebiyle kıyamete kadar buğzeder." (Tirmizî)
İnsanın diline sahip olmasının ne kadar mühim olduğunu Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar:
"Bir kulun imanı istikamette olmaz, kalbi istikamette olmadıkça; kalbi de istikamette olmaz, dili istikamette olmadıkça." (Ahmed bin Hanbel)
"Cenâb-ı Hakk'ın ziyâde sevdiği amel, lisanı boş sözlerden husûsiyle yalan ve gıybet, sövüp-sayma gibi yasaklardan korumaktır." (Buhârî)
"Sadakaların en değerlisi boş ve haram olan sözlerden lisanını korumaktır." (Camius-sağir)
"İnsanoğlunun başına gelen günahların ekserisi lisanındandır." (Camius-sağir)
"Hikmet ondur. Dokuzu uzlette, diğeri sumt ve sükuttadır; yâni mâlâyânîden lisanını korumaktadır." (Camius-sağir)
"Çok söyleyenlerin hatâsı çok olur. Hatâsı çok olanların ise günahları çok olur, günahı çok olanlara da kıyâmet gününde lâyık olan azâbdır." (Camius-sağir)
"Haramlardan sakınan sâimin sükûtu tesbîh, uykusu ibadet, duâsı makbûl, amel ve ibâdeti kat kat olur." (Camius-sağir)
"Mâlâyâniden sükût, ibâdetlerin efdâlidir." (Münâvî)
"Konuşmaya dîni bir gerek bulunmazsa sükût âlimleri tezyîn eder, câhillerin ayıbını örter." (Camius-sağir)
"Sükût, güzel ahlâkın başıdır." (Münâvî)
"Selâmetini arzu edenler lisanlarını hıfz eylesinler." (Buhârî)
"Selâmetini isteyen kimse, sumt ve sükûtu iltizâm etsin." (Münâvî)
İnsanı imandan soyan küfür lâfızları, dilin en büyük zararıdır.
Gıybet, yalan, iftira, nifak, riyâ, hakaret, alay etmek, verdiği sözde durmamak, yalan şahitliği yapmak, söz taşımak, gönül kırmak... hep dilin âfetleridir.
Dilin husule getirdiği bütün bu kötülüklere karşı:
"Sükût eden kurtulmuştur." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i bir müslüman için ölçü olmalıdır.
Yalan; doğru olanın veya doğru bildiğinin aksini söylemektir. Dinimiz yalanı haram kılmış ve şiddetle menetmiştir.
Âyet-i kerime'lerde:
"Yalan sözden çekinin." (Hacc: 30)
"Şüphesiz ki Allah, aşırı yalancıyı doğru yola eriştirmez." buyuruluyor. (Mümin: 28)
Doğruluk imanın sermayesi, yalan da nifakın sermayesidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kişinin her işittiğini söylemesi, yalan olarak yeterlidir." (Müslim)
"Söylediklerine inanacak bir mümin kardeşine yalan söylemen, çok büyük bir hıyanettir." (Ebu Dâvud)
"İnsan yalanı irtikâb edince o yalanın kötü kokusuyla muhâfızı olan melâike-i kirâm kendisinden bir mil uzaklaşır." (Tirmizî)
"Günahların en büyüğü lisânın yalanıdır." (Camiüs-sağir)
"Yalandan sakınınız. Zira yalan ile iman bir arada bulunmaz." (Ahmed bin Hanbel)
"Yalan insanın yüzünü kara eyler, iki şahsın arasını bozmaya çalışmak, kabir azâbını gerektirir." (Münâvî)
"Yalan rızkın bereketini azaltır." (Münâvî)
"Yalan söyleyenler muhakkak lânete uğramıştır." (Münâvî)
"Bir defa yalan söyleyen üç defa lânete müstehak olur." (Münâvî)
Yalanın en kötü olanı yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Bu ise büyük günahtır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar ki yalan şahitlik etmezler." buyuruluyor. (Furkân: 72)
Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Yalancı şahitlikten sizi men ederim." (Camiüssağir)
"Yalancı şâhid, şahidlik etmek üzere daha yerinden hareket etmezden evvel, kendisini Cenâb-ı Allah cehennem azabına müstehak eder." (İbn-i Mâce)
"Şahidlik etmek üzere çağrılan kimse gördüğünü söylemezse yalancı şâhid gibi bir büyük günah irtikâb etmiş olur." (Münâvî)
Bir kimsenin işlemediği bir suçu işlemiş gibi anlatmak, kendisinde bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermek gıybetten de büyük bir günahtır ve haramdır.
Âyet-i kerime'de:
"Kim bir hatâ veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." buyuruluyor. (Nisâ: 112)
Hususiyetle iffetli kadınlara iftira etmeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz helâk edici yedi şeyden birisi saymıştır.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Zinadan haberi bulunmayan iffetli mümin kadınlara zinâ iftirâ edenler, dünyada da âhirette de lânetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır." buyuruluyor. (Nûr: 23)
Dargınlığa kırgınlığa sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak şiddetle haram kılınmıştır.
Cenâb-ı Hakk buyuruyor:
"Herkesi ayıplayan, söz götürüp getiren ve çok yemin eden, aşağılık zorbaya itaat etme!" (Kalem: 10-11)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"İki kişinin arasını bozmak için söz taşıyan nemmam cennete giremez." buyuruyorlar. (Buhârî)
Bir defasında iki kabrin yanından geçiyorlardı. Şöyle buyurdular:
"Bunlar azab görüyorlar. Hem de azab görmeleri kendilerince büyük bir şeyden değil.
Evet günahları büyüktür. Birisi idrardan sakınmaz, taharetlenmezdi.
Diğeri de iki kişinin arasını bozmak için söz taşırdı." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 163)
Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın." buyuruyor. (Hucurât: 11)
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cahiliyet devrinde takılan küçük düşürücü lâkap ve adlardan bir kısmını değiştirmiş, onların yerine güzel ad ve lâkaplar vermiştir.
İstihza; küçük düşürücü ve güldürücü hareketlerle insanların ayıplarını, noksanlıklarını ortaya koymak, eğlenceye almak demektir. O kimse bundan rencide olursa haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler." (Hucurât: 11)
Kimin kimden hayırlı olduğu insanlar için mâlum değildir. Hayırlı olanı ancak Allah bilir. Şu hâlde Allah indindeki kendi durumunu bilmeyen bir insanın başkalarını hâkir görüp alay etmesi asla caiz değildir, mümine yakışmaz, kâfirlerin, münafıkların, hususiyetle yahudilerin âdetidir.
Bir kimsenin yellenmesine gülenleri Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Niçin gülüyorsunuz?" diye ikaz etmişlerdi.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bacaklarının zayıf oluşuna gülenlere ise şöyle buyurmuşlardır:
"Siz onun bacaklarının inceliğine mi gülüyorsunuz? Hayatım yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, terazide onlar Uhud dağından daha ağır olacaklardır."
Dünyada iken ehl-i imanı hakir gören ve alaya alan mücrimlerin ahirette alay mevzuu olacaklarını Allah'ımız Kur'an-ı kerim'inde haber veriyor:
"Suçlular inananlara gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman, birbirlerine göz kırparlardı. Kendi taraftarlarının yanına döndükleri zaman da (Müminleri ortaya atıp) eğlenirlerdi. İnananları gördüklerinde 'Bunlar sapık insanlar.' derlerdi. Oysa kendileri inananlara gözcü olarak gönderilmemişlerdi. İşte bugün de inananlar kâfirlere güler. Tahtlar üzerinde, inkârcıların yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildiğini seyrederler." (Mutaffifîn: 29-36)
Gıybet bir müslümanın, duyduğu zaman hoşuna gitmeyecek ayıp, noksan ve kusurlarını arkasından söylemektir.
Gıybet insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletleri ortadan kaldırarak yerine buğz, kin, düşmanlık getiren kötü bir huydur. Bundan dolayıdır ki, haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirip gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tiksindiniz değil mi? O halde Allah'tan korkun." (Hucurât: 12)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklanmasını sevmez. Allah işitir ve bilir." (Nisâ: 148)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gıybetten sorulduğu zaman:
"Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Eğer o şey kendisinde mevcut ise, onu gıybet etmiş olursun, değilse iftira etmiş olursun." buyurdular. (Müslim)
Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in kısa boylu olduğundan bahseden Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Öyle bir söz söyledin ki o denize atılsa denizi kirletir." (Tirmizî)
Gıybet eden kimse haram işlediği gibi, gıybeti duyup da tasdik eden veya susan da gıybet edenin harama ortağıdır.
Ayrıca işaret, ima, göz-kaş işaretleri, yazı gibi gıybet kasdını ifade eden her hareket gıybet sayılır ve haramdır.
Ancak bazı istisnaî hallerde iyi niyete dayanmak, doğru olmak ve haddi aşmamak şartıyla zaruret nispetinde ruhsat verilmiştir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Gıybetten sakınınız; zira gıybetin bir kısmı zinâdan beterdir." (Camius-sağir)
"Gıybet, zinânın kızkardeşi ve onun benzeridir." (Münâvî)
"Gıybet edenlerle, gıybeti dinleyenler günahta ortaktırlar." (Münâvî)
"Fısk-u fücûru âşikâr olanların gıybeti haram olmaz." (Camius-sağir)
"Bir kimse hayâ elbisesini bırakırsa (hayasızlaşırsa) gıybeti haram olmaz." (Camius-sağir)
"Fâsıkları irtikâb ettikleri fısklarıyla zikrediniz ki insanlar kötülüklerinden sakınsınlar." (Câmius-sağir)
Haset, Allah-u Teâlâ'nın bir kuluna ihsan ettiği nimetlere karşı kıskançlık duymak, o nimetin ondan çıkmasını istemektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yoksa onlar, Allah'ın lütfundan verdiği kimselere haset mi ediyorlar?" (Nisâ: 54)
Allah-u Teâlâ şeytanın şerrinden korunmamızı emir buyurduğu gibi;
"Haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden sabahın Rabb'ine sığınırım." (Felâk: 5)
Âyet-i kerime'si ile, haset edenin şerrinden de sakınmamızı tavsiye buyuruyor.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Birbirlerinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin. Kardeş olun ey Allah'ın kulları!" (Buhârî-Müslim)
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediğinden alır. O'nun bir kuluna lütuf buyurduğu her hangi bir nimeti kıskanmak, ilâhi taksime itiraz etmek demektir.
Haset eden kimse gıybet ettiği için, ibadetlerinin sevabını da gidermiş olur.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hasetten sakınınız. Şüphesiz ki ateş odunu mahvettiği gibi, haset de sevap ve iyiliklerin yok olmasına sebep olur." (Ebu Dâvud)
"Acı otun balı ifsâd ettiği gibi hased de müminin imanını ifsâd eder."
"İmân ile hased bir mümin-i kâmilin kalbinde kat'iyyen birleşmez." (Nesâî)
"Ateş odunu yakıp imhâ ettiği gibi başkasında olan nimetin zevâlini arzu eylemek mânâsında olan 'hased' dahî insanın amel ve ibâdetini mahveyler." (Ebu Dâvud)
Gıpta ise güzel bir huydur. Bir kimsede bulunan güzel huyların kendisinde de bulunmasını istemek demektir.
Suizan, insanlar hakkında aslına ermeden kötü bir fikre sahip olmaktır. Böyle zandan sakınmak farzdır.
Dille başkasının kötülüğünü söylemek haram olduğu gibi, bir müslüman hakkında da açık bir delile dayanmadan, tahmin ve ihtimalle suizanda bulunmak, zanla hareket etmek haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira bazı zan vardır ki günahtır." (Hucurât: 12)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:
"Suizandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalanıdır." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1993)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlar helâk oldu, bozuldu diyen kimse, halkın en fazla helâke uğrayanlarındandır." (Müslim)
Takvâ kalptedir ve kalpte olanı ancak Allah bilir. Onun için dış görünüşüne bakılarak insan hakkında kötü hükmü verilemez. Kötü zan beslemek insanı kendini beğenmeye götürür ki, çok çirkin bir huydur.
Hüsn-i zan ise, bir kimsenin veya bir hadisenin iyiliği hakkındaki vicdanî kanaat demektir. Övülmüş bir haslet, güzel bir huydur.
Hüsn-i zan, olgunluğun eseridir. Kâmil insanlar başkalarını da öyle görmek isterler.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Müminler hakkında güzel zan, güzel ibadetten sayılır." (Ebu Dâvud)
"Hüsn-i zanın fevkinde, bir ibâdetle Cenâb-ı Allah'a ibâdet olunmamıştır." (Münâvî)
"Şer-i şerif dâiresinde hareket eden müminlere hüsn-i zan, insanın güzel ibâdetlerindendir." (Camius-sağir)
İnsanların kusurlarını sorup araştırmak tecessüstür ve sûizanın meyvelerindendir. Zirâ kalp yalnız zan ile kanaat etmez, araştırmak ister, böylece tecessüsle meşgul olur. Bu ise yasaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirinizin kusurlarını, gizli şeylerini araştırmayın." buyuruyor. (Hucurât: 12)
Başkalarının ayıbını arayan, kendi ayıbını arıyor demektir.
Gıybet, sûizan ve tecessüsün her üçü de Âyet-i kerime'de haram kılınmıştır.
İnsanın kendi kusurunu görüp onu ıslaha çalışması gibi bir irfan olamaz.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadîs-i şerîf'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Müjdeler olsun o kimseye ki, kendi kusurları ile meşgul olması, insanların kusurlarını araştırmaktan kendisini alıkoymuştur." (Bezzar)
"Ayıbını yüzüne söylemek üzere kısa boylulara 'Ey kısa boylu!' diyerek hitab etme." (Münâvî)
"Kim bir müminin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kurtarmış gibi olur." (Ebu Dâvud)
"Müslümanların gizli hallerini araştırmaya kalkışırsan, onları ifsad eder veya ifsada yaklaştırmış olursun." (Ebu Dâvud)
"Müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıran kimsenin, Allah-u Teâlâ gizli taraflarını araştırır. O kimin gizli tarafını araştırırsa, evinin içinde bile olsa onu herkese karşı rüsvay eder." (Tirmizî)
"Din kardeşinin bir ayıbından dolayı ayıplayan kimse, o ayıbı bizzat kendisi yapmadıkça vefat etmez." (C. Sağir)
"Bir insanı onda olmayan bir şeyle ayıplayan kimse, kendisini doğrulayacak bir delil getirinceye kadar Allah tarafından cehennem ateşi içinde hapsedilir." (Taberânî)
Dinimiz bir kimsenin evine izin almadan girmeyi de bu sebeple yasaklamıştır:
"Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, sahipleri ile alışkanlık temin edip, izin almadan ve selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Olur ki iyice düşünür hikmetini anlarsınız.
Eğer evlerde bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size 'Geri dönün' denilirse dönüp gidin. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah bütün yaptıklarınızı bilendir.
Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere izinsiz girmenizden dolayı size bir vebâl yoktur. Allah açığa vurduğunuzu da bilir, gizlediğinizi de." (Nûr: 27-28-29)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadîs-i şerif'lerinde:
"İzin istemek üç defadır. Eğer sana izin verilirse gir, şayet verilmezse geri dön." buyuruyorlar. (Buhârî)
Eve girebilmek için hariçten gelen bir kimsenin izin istemesi lâzım olduğu gibi, ev içinde olanların dahi bir odadan diğer odaya geçmek için izin istemeleri gerekmektedir.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (Köleler, hizmetçi)ler ve sizden olup da henüz büluğa ermemiş çocuklar, şu üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler. Sabah namazından evvel, öğle sıcağında elbisenizi çıkardığınız sırada ve bir de yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği vakitlerdir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de onlara da bir günah yoktur." (Nûr: 58)
"Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden önce bülûğâ eren büyüklerin izin istedikleri gibi kendileri de odanıza girmek için izin istesinler.
İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor. Allah her şeyi bilir, hükmünde hikmet sahibidir." (Nûr: 59)
Ömür insan için en büyük sermayedir. Bu sermayeyi mâlâyâni ile boşa sarfetmemek gerekir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kişinin mâlâyâniyi terketmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır." buyururlar. (Tirmizî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz meşru olmayan şakalaşmayı yasaklamıştır. Haram olan şaka; devamlı yapılan, ifrata vardırılan, arasında boş lâf ve alay bulunan, insanları kahkaha ile güldüren, heybet ve vakarı gideren şakalardır.
Haram olan şakalarda, o şakayı yapan kimsenin girdiği günaha o şakaya gülen kimseler de girmiş olur.
Fazla şaka ve mizah vakti öldürür. Çok gülmek de kalbi karartır. Çok güldüren her şey kötüdür.
Ancak yalandan ve müslümanı korkutmaktan uzak olmalı, ifrata gidilmemek, devamlı olmamak şartı ile arada bir yapmak mubahtır. Gönül ferahlandırmaya vesile olur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ben de şaka yaparım, fakat ben ancak hakkı söylerim." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce)
Enes -radiyallahu anh-e "Ey iki kulaklı!" diyerek lâtife yapardı.
İhtiyar bir kadın huzura gelerek "Cennete girmem için bana duâ ediniz!" demişti. Resulullah Aleyhisselâm ona "İhtiyar kadınlar cennete giremez." cevabını verince ağlamaya başladı. Bunun üzerine "Sen o zaman ihtiyar olmayacaksın. Allah-u Teâlâ seni gençleştirecektir." buyurdu.
Yine huzura bir kadın geldi. "Yâ Resulellah! Kocam sizi dâvet ediyor." dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Kim o? Gözünde beyazlık olan kimse mi?" buyurdu. Kadın "Hayır vallahi onun gözünde beyazlık yoktur." dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Evet, onun gözünde beyazlık vardır." buyurdu. Kadın "Vallahi yoktur!" deyince "Hiç kimse yoktur ki gözünde beyazlık olmasın." buyurarak lâtife yaptığını ihsas ettirdiler.
Bir kimse gelerek kendisine bir binek verilmesini istemişti. "Peki, seni bir deve yavrusuna bindirelim." buyurdu. "Ben deve yavrusunu ne yapayım." diye karşılık veren kimseye "Deve deveden doğar, her deve bir devenin yavrusu değil midir?" buyurdu.
Gözünde trahom olduğu halde hurma yiyen bir zâta "Gözünde trahom olduğu halde hurma mı yiyorsun?" buyurdu. "Sadece bir tarafıyla yiyorum ya Resulellah!" deyince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz azı dişleri görülecek derecede gülümsediler.
O bu gibi lâtifeleri gönül almak için, gönülleri takviye etmek için yapardı.
Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Şerîat sınırından hârice çıkmamak şartıyla birbirinizle muhabbet ve lâtife ediniz; zirâ dininize sertlik ve kabalık isnâdını sevmem." (Câmius-sağir)
"Kavlen ve fiilen insanlar ile hoş geçinmek ve şakalaşmak sadakadır." (Camius-sağir)
Arada sırada böyle lâtifeler sünnet olup, âdet hâline getirmek câiz değildir.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Farzların yerine getirilmesinden sonra Cenâb-ı Hakk'ın ziyâde sevdiği amel müslüman bir kimsenin kalbini mesrûr eylemektir." (Câmius-sağir)
"Bir müminin kalbini sevindiren kimse, beni sevindirmiş olur." (Münâvî)
"Aklın başı insanlarla yumuşak muâmele ve iyi geçinmedir." (Camius-sağir)
"Din kardeşlerine karşı tebessüm, sevgi ve sevinçle muâmele etmek sadakadır." (Tirmizî)