Muhterem Okuyucularımız;
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.
Âyet-i kerime’de:
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kur’an-ı kerim nâzil oldu.” buyuruluyor. (Bakara: 185)
Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve bereketini bol bol ihsan ettiği, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “Ümmetimin ayıdır.” buyurduğu çok feyizli çok mübarek bir aydır. Bu ayda nafile olarak yapılan namaz, zikir, sadaka gibi her türlü ibâdetler, diğer aylarda edâ edilen farzlar gibidir. Ramazan’da edâ edilen bir farz ise sair zamanlardaki yetmiş farza muadildir.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah’ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, bir çok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah’ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?
Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib’inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Her şeyden evvel Ramazan-ı şerif’i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah’tan dilemek “Allah’ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et.” diye niyaz etmek lâzımdır. Bu ayı ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bizden hoşnut olursa, belki de ebedi kurtuluşumuza vesile olacak.
Diğer taraftan Ramazan-ı şerif gelince hayatımıza nizam ve intizam girer. Gece ibadetlerine kalkmayan bir insan dahi sahura kalktığı zaman hiç olmazsa iki rekât namaz kılar da yatar.
Hadis-i şerif’te:
“Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk’tan umarak Ramazan’da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” buyuruluyor. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ramazan-ı şerîf’te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir.” (Câmius-sağir)
İslâm’ın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkânından birisi Ramazan orucudur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerîme’sinde:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız.” buyuruyor. (Bakara: 183)
Oruç, niyet ederek, tan yeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar, yemek içmek, mukarenet gibi şeylerden uzak durmak demektir.
“Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif’te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.
İslâm’da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime’lerde namazla birlikte emredilmiştir:
"Namazı kılın, zekâtı verin." (Ahzâb: 33)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm’ın köprüsüdür." Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında "Oruç" ve "Zekât" ile ilgili hususlar açıklanmış, "İtikaf" konusu işlenmiş ve günü gizli olan "Kadir Gecesi"nin ehemmiyeti izâh edilerek Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerîf'lerde orucun fazilet ve ehemmiyetinin beyan edilmesi, mazeretleri sebebiyle tutamayanların kaza etmesi lüzumu, kasten bozanların misliyle cezalandırılması, ihtiyarlık ve hastalığından dolayı tutamayanların ise fidye vermeleri orucun ibadetler arasındaki değerini göstermektedir.
Oruç, diğer ibadetlerin kabulüne de sebep olur. Oruç bedenin zikri olur, ucbu ve kibri kırar, huşûyu artırır, kalbi ve aklı nurlandırır.
Hadis-i şerif'lere göre her şeyin bir kapısı vardır, ibadetlerin kapısı da oruçtur. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.
Oruçta sıhhat vardır. Oruç bir kalkandır. Oruç sabrın yarısıdır. Oruçta riyâ tasavvur olunamaz. Oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha sevimlidir. Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih sayılır. Ameli kat kat, duâsı makbul olur.
İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır. Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:
"Namazı kılın, zekâtı verin." (Ahzâb: 33)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsüdür." Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Âyet-i kerime'de:
"Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kur'an-ı kerim nâzil oldu." buyuruluyor. (Bakara: 185)
Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve bereketini bol bol ihsan ettiği, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Ümmetimin ayıdır." buyurduğu çok feyizli çok mübarek bir aydır. Bu ayda nafile olarak yapılan namaz, zikir, sadaka gibi her türlü ibâdetler, diğer aylarda edâ edilen farzlar gibidir. Ramazan'da edâ edilen bir farz ise sair zamanlardaki yetmiş farza muadildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ramazân-ı şerîfin girmesiyle rahmet nüzulü için cennet kapıları açıldığı ve yasaklardan sakınma sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincir ile bağlı ve hapsolunurlar." (Buhâri)
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah'ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, bir çok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah'ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?
Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib'inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Her şeyden evvel Ramazan-ı şerif'i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah'tan dilemek "Allah'ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et." diye niyaz etmek lâzımdır. Bu ayı ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bizden hoşnut olursa, belki de ebedi kurtuluşumuza vesile olacak.
Diğer taraftan Ramazan-ı şerif gelince hayatımıza nizam ve intizam girer. Gece ibadetlerine kalkmayan bir insan dahi sahura kalktığı zaman hiç olmazsa iki rekât namaz kılar da yatar.
Ramazan-ı şerif'te tutulan oruç da çok kıymetlidir.
Hadis-i şerif'te:
"Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır." buyuruluyor. (Tirmizî)
Bir diğer Hadis-i şerif'te de şöyle buyruluyor:
"Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir." (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif'te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Ramazan ayında oruç tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan kimse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir." buyurmuşlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Ramazan-ı şerîf'te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir." (Câmius-sağir)
İslâm'ın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkânından birisi de Ramazan orucudur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerîme'sinde:
"Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız." buyuruyor. (Bakara: 183)
Oruç, niyet ederek, tan yeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar, yemek içmek, mukarenet gibi şeylerden uzak durmak demektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için. Sonra da orucu gece oluncaya kadar tamamlayın." (Bakara: 187)
Bundan maksat, gündüzün beyazlığının gecenin siyahlığından ayırdedilmesidir.
Oruç gizli yapılan ve pek faziletli olan bir ibadettir. Orucun sevabı her türlü ölçülerin üstündedir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'de şöyle buyurur:
"Âdemoğlu'nun işlediği her iş kendisinindir, fakat oruç benimdir, onun mükâfatını ben vereceğim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 903)
Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:
"Cennette reyyan denilen bir kapı vardır. Kıyamet gününde bu kapıdan cennete yalnız oruçlular girerler, başka hiç kimse giremez. "Oruçlular nerede?" denilir. Hepsi kalkarlar ve içeri girerler, sonra da kapı kapanır, artık kimse giremez." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 898)
Oruçlu bir kimse, mükâfat olarak Allah-u Teâlâ'nın rahmeti ile karşı karşıya gelmekle vâdolunmuştur.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Oruçlu olan kimse bir mümini gıybet veyahut ezâ ve cefâ etmedikçe iftar edinceye kadar ibâdettedir." (Câmiu's-sağir)
"Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar ettiği zamanki sevinci, bir de Rabb'ine kavuştuğu zamanki sevinci." (Müslim)
"Oruçta riyâ tasavvur olunmaz." (Münâvî)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerîf'lerde orucun fazilet ve ehemmiyetinin beyan edilmesi, mazeretleri sebebiyle tutamayanların kaza etmesi lüzumu, kasten bozanların misliyle cezalandırılması, ihtiyarlık ve hastalığından dolayı tutamayanların ise fidye vermeleri orucun ibadetler arasındaki değerini göstermektedir.
Oruç, diğer ibadetlerin kabulüne de sebep olur. Oruç bedenin zikri olur, ucbu ve kibri kırar, huşûyu artırır, kalbi ve aklı nurlandırır.
Hadis-i şerif'lere göre her şeyin bir kapısı vardır, ibadetlerin kapısı da oruçtur. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.
Oruçta sıhhat vardır. Oruç bir kalkandır. Oruç sabrın yarısıdır. Oruçta riyâ tasavvur olunamaz.
Oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha sevimlidir.
Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih sayılır. Ameli kat kat, duâsı makbul olur.
Faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk'tan umarak Ramazan'da oruç tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Orucun sevabı mizanı doldurur.
Şeriatın emrettiği zâhiri orucun yanında ayrıca tarikat ve hakikat oruçları da vardır:
Zahiri oruç; gündüzleri yemekten-içmekten ve mukarenetten kesilmektir. Ramazan ayında tutulur.
Tarikat orucu ise, ömür boyu devam eder. Mürid, gece gündüz bütün âzalarını kötü duygulardan muhafaza etmek mecburiyetindedir. Gıybet etmez, hiçbir fenâlık düşünmez, kimseye zulmetmez, dövmez, sövmez, duygularını kötüye kullanmaz. Duygularını kötülüğe kullandığı anda, fiilen yapmasa da orucu bozulmuş olur. İşte asıl oruç budur. Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
"Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır." (İbn-i Mâce)
Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki, bir çok oruçlular iftar ediyorlar; farkında değiller, hem de oruç tuttuklarını zannediyorlar. Görünüşte yemeyip, içmeyip oruç tutuyorlar ama; yaptıkları hareketler hiç de bir oruçlunun hareketine benzemiyor.
Dolayısı ile bir çok iftar edenler de vardır ki oruçludurlar, oruçları bozulmamıştır. Niyetleri dâima istikâmet üzerinde bulunur. Kötü duygu ve düşüncelerden kendilerini alıkoymuşlardır, istedikleri gibi hareket edemezler, istediklerini yiyip içemezler.
Hadis-i kudsî'de: "Oruç benim içindir, mükâfatını ben veririm." diye bildirilen oruç bu oruçtur.
Hakikat orucuna gelince; o da Hazret-i Allah'ın muhabbetini sırda muhafaza etmektir. Cenâb-ı Hakk'ı görmek sır gözü iledir, yoksa baş gözü ile görülmez. O muhabbeti duyacak ki, orucu devam edebilsin. Çünkü o insanları Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Hadis-i kudsî'de "İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım." buyuruyor. Onlar dâima Hakk iledir. Dolayısı ile Hazret-i Allah o kullarının başka bir şeyle meşgul olmasını da istemez. İşte âhirette O'nunla olacak yakın kullar bunlar olmuş oluyor.
• Erkek ve kadın her müslümanın teravih namazı kılması sünnet-i müekkededir.
• Ramazan gecelerinde yatsının son sünnetinden sonra yirmi rekât olarak kılınır. Vitir namazı ise teravihten sonra kılınır.
• Teravih namazını on selâm ile ikişer rekât kılmak sevaplıdır. Dörder rekât da kılınır. Dörtten fazla rekâtta selâm vermek mekruhtur.
• Teravih namazını evde cemaatle kılmak bir fazilet olmasına rağmen, mescitte cematle kılmak daha üstün bir fazilettir.
• Teravih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Bunun içindir ki oruç tutamayan hasta ve yolcu gibi özür sahiplerinin de bu namazı kılmaları sünnettir.
• Vakti geçirilmiş olan teravih namazının kazası yapılmaz.
• Yatsının farzı kılındıktan sonra camiye gelen bir kişi, önce yatsının farzını kılar, sonra teravih kılmak için imama uyar. Daha sonra kılamadığı rekâtları kendi başına kılar.
• Farz olan oruçlar: Ramazan ayı orucu, Ramazan ayı orucunun kazası, kefaret oruçları.
• Vacib olan oruçlar: Adak orucu, itikaf adağının orucu, bozulmuş olan nafile orucun kazası.
• Sünnet olan oruçlar: Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tuttuğu ve ümmetine de tutmasını emrettiği nafile oruçlar: Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günü oruç tutmak.
• Müstehap olan oruçlar: Kameri ayların on üç, on dört, on beşinci günleri, pazartesi ve perşembe günleri, şevval ayında altı gün oruç tutmak...
• Mekruh olan oruçlar: Muharrem'in yalnız onuncu günü, yalnız cuma günü oruç tutmak, kocasının izni olmadan bir kadının nafile oruç tutması mekruhtur.
• Haram olan oruçlar: Ramazan bayramı'nın birinci günü ile Kurban bayramı'nın dört gününde oruç tutmak.
• Vücubunun Şartları: Müslüman olmak, akıllı olmak, büluğ çağına ermek.
• Edasının Şartları: Sağlıklı olmak, mukim olmak.
• Sıhhatinin Şartları: Hayız ve nifastan temizlik, niyet.
•
• Hiçbir özürü yok iken Ramazan orucunu tutmamak veya tutulan orucu bozmak haramdır.
• Oruçta niyet şarttır. Asıl niyet, insanın kalben oruç tutacağını bilmesidir. Gece sahura kalkmak da niyet sayılır. Dil ile de söylemek sünnettir.
• Ramazan orucu, zamanı belirlenmiş adak orucu ve nafile oruçların niyet zamanı, güneşin batışından başlayarak oruç günü istivâ vaktine yani güneşin tepe noktasına gelmesinden öncesine kadardır.
Ramazan orucunun kazası ile nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve mutlak adak oruçlarının niyetini tan yeri ağarıncaya kadar yani geceden yapmak gerekir. Ayrıca bu oruçları niyette belirtmek lâzımdır.
• Ramazanda her gün için ayrı ayrı niyet etmek gerekir.
Hastalık, yolculuk, hâmile ve emzikli kadınların oruçtan zarar görme korkusu, hayız ve nifas hâli, şiddetli açlık ve susuzluk, düşkünlük ve ihtiyarlık.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"(Oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim o günlerde hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar." (Bakara: 184)
• Oruç tutmamayı mubah kılan özürlerin gündüz ortadan kalkması hâlinde, Ramazan ayına hürmet için, günün kalan kısmında yenilip içilmemesi gerekir.
• Şaban-ı şerif ve Ramazan-ı şerif aylarının yirmi dokuzuncu günleri hilâli gözetlemek farz-ı kifâyedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Şu halde sizden her kim o aya erişirse oruç tutsun." buyuruyor. (Bakara: 185)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ramazan hilâlini gördüğünüz zaman oruç tutunuz, Şevval hilâlini gördüğünüz zaman iftar ediniz. Hava bulutlu olursa Şaban'ın sayısını otuza tamamlayınız." (Buhârî)
• Şaban-ı şerif'in yirmi dokuzuncu günü güneşin batışından sonra hilâl görülürse, ertesi günü Ramazan orucuna başlanır. Hava bulutlu veya dumanlı olup hilâl görülmezse Şaban ayı otuz güne tamamlanır, diğer gün oruca başlanır.
• Şaban-ı şerif'in yirmi dokuzuncu gününden sonraki günün otuzu mu Ramazan-ı şerif'in biri mi olduğunda şüphe varsa bu güne yevm-i şek (şüpheli gün) denir. Bu gün Ramazan orucu tutulmaz, Ramazan orucuna niyetlenmek mekruhtur, çünkü kesinlik kazanmamıştır. Nafile niyetiyle oruç tutulabilir.
• Şevval ayının hilâli Ramazan-ı şerif'in yirmi dokuzuncu günü güneşin batışından sonra araştırılır. Hilâl görülürse ertesi günü bayram yapılır. Görülmezse Ramazan-ı şerif otuza tamamlanır, diğer günü bayram yapılır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim de hasta olur veya yolculukta bulunursa, tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez. Bu kolaylığı dilemesi, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmeniz içindir. Umulur ki şükredersiniz!" (Bakara: 185)
• Ramazan orucuna niyet etmeyerek gündüz yemek-içmek.
• Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak.
• Yenilip-içilmesi adet olmayan şeyleri bilerek yeyip-içmek. (çiğ pirinç, toprak, çakıl taşı, kâğıt, pamuk gibi)
• Makata fitil koymak, ilâç akıtmak.
• Buruna ilâç çekmek.
• Kulağa yağ, ilâç damlatmak.
• Bile bile genize duman çekmek. (Sigara gibi lezzet alınacak dumanlardan ise kefaret de gerekir.)
• Sahur vakti geçtiği halde, geçmedi sanarak yemek yemek, mukarenette bulunmak.
• İftar vakti gelmediği halde, geldi sanarak yemek yemek, mukarenette bulunmak.
• Bir defada çok miktarda tuz yemek.
• Dokunmakla veya elle oynamakla meni gelmesi.
• Boğaza kaçan kar tanesini istemeyerek yutmak. (İsteğiyle yutarsa kefaret gerekir)
• Şer'i bir şüphe üzerine orucu bozmak.
• Unutarak yedikten sonra, oruç bozuldu zannıyla bile bile yemek.
• Abdest alırken ağıza ve buruna alınan suyun hata ile boğaza kaçması.
• Zorla oruç bozmak.
• Mukim iken geceden niyet ettiği orucu, sefere çıkınca bozmak.
• Kadınlar tenasül uzuvlarının içine bir şey damlatmak, parmakları ile yaşlık salmak veya bez tıkamak.
• Büyük abdestten sonra temizlenirken makadın içine su kaçması.
• Makadın içine çubuk gibi, şırınga ucu gibi bir şey sokmak. Bu şey tamamen makadın içine girerse kaza gerekir, bir kısmı dışında kalırsa oruç bozulmaz.
• Mukarenette bulunmak. İki tarafı da gerektirir.
• Yenilip içilebilecek bir şeyi bile bile yemek ve içmek.
• Ağzına giren yağmur, kar ve doluyu yutmak. Çünkü ağzı biraz yummakla bunlardan korunabilir.
• Sigara içmek, enfiye çekmek.
• Azıcık tuz yemek, çünkü azında lezzet vardır.
• Karının, kocanın veya sevdiği bir kimsenin tükürüğünü yutmak.
• Son derece istekle zevcesine dokunmakla veya öpmekle inzal vaki olmadığı halde oruç bozuldu sanarak iftar etmek.
• Oruçlu olduğunu unutarak yemek, içmek, mukarenette bulunmak.
• Bakmak ve düşünmek suretiyle meni gelmesi.
• İhtilâm olmak.
• Cünüp olan kimsenin gusletmeyi sabah namazı vaktine kadar geciktirmesi. (Cünüp olarak üzerine güneş doğarsa günah olur.)
• Boğaza toz veya sinek kaçması.
• Dişleri arasında sahurdan kalan nohut tanesinden küçük bir şeyi yutmak.
• Boğazına gelen balgamı yutmak.
• Kulağa su kaçması.
• Elde olmayarak boğaza duman gitmesi.
• Ağıza alınan ilâcın tadının boğaza kaçması.
• Mideden gelen kusuntuyu geri almak.
• Göze ilâç akıtmak.
• İdrar yoluna ilâç veya su akıtmak.
• Çok az bile olsa kendi iradesi olmadan kusmak. Kendi isteği ile parmağını boğazına sokup ağız dolusu kusarsa bozulur.
• Orucu bozmaya sadece niyetlenmek.
• Ağız çalkalandıktan sonra ağızda kalan yaşlığı tükürükle birlikte yutmak.
• Diş çektirmek bozmaz fakat çektirirken iğne vurulursa oruç bozulur.
• Kan aldırmak veya Hacamat yaptırmak.
• Sahura kalkmak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sahur yemeğini tavsiye buyurmuşlar ve onda bereket olduğunu söylemişlerdir.
• Sahura kalkmak; teheccüd namazı kılmaya, zikrullahla, istiğfarla meşgul olmaya vesile olur. Sahuru geciktirmek de faziletlidir.
• Güneş batar batmaz namazdan önce acele olarak orucu bozmak.
İftarı açtıktan sonra namaz kılınabilir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"İftarda acele, sahûru imsak vaktine doğru geciktiriniz." (Tirmizî)
• Orucu hurma ile, bulunmadığında su ile açmak.
• İftar esnasında me'sur duâlardan okumak.
"Allahümme leke sumtu ve alâ rızkıke eftartü, ve aleyke tevekkeltü ve bike âmentü: Allah'ım! Senin için oruç tuttum, Senin rızkınla iftar ettim, Sana tevekkül ettim, Sana iman ettim."
• Lüzumsuz fazla lâf konuşmaktan sakınmak.
• Akrabalara, fakirlere yardımı ve sadakayı her zamankinden çok yapmak,
• İbadetleri arttırmak, Kur'an-ı kerim okumak, zikrullahla, salât-ü selâmla meşgul olmak.
• İtikafa girmek.
"Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin, bulamadığı halde su ile iftar eylesin ki su temizdir." (Tirmizî)
• Mideye inmeyecek şekilde birşey tatmak.
• Özürsüz ve gereksiz yere birşey çiğnemek.
• Tükürüğü ağızda biriktirip yutmak.
• Nefsinden emin olamayan bir oruçlunun zevcesini öpmesi, okşaması.
• Nefsinden emin olsun olmasın, çıplak olarak sarılmaları, mekruhtur, buna fahiş mubaşeret denir. Dudaklarını emmesi de mekruhtur ki, buna da fahiş kuble denir.
• Oruçlunun kendisini oruç tutamayacak kadar güçsüz duruma düşürecek kadar ağır iş yapması.
Bu sayılanlar harama yakın mekruhtur.
• Gül ve misk gibi birşey koklamak.
• Kendisini zayıf düşürmeyecekse kan aldırmak.
• Misvak kullanmak.
• Su ile ağzını çalkalamak.
• Göze sürme çekmek.
• Nefsinden emin olmak şartıyla oruçlunun zevcesini öpmesi, okşaması.
Müslümanlara Allah-u Teâlâ'nın bir ikramı olarak Ramazan gecelerinde mukarenette bulunmak helâl kılınmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin örtünüz, siz de onların örtülerisiniz. Allah sizin nefislerinize hiyanet etmekte olduğunuzu bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı." (Bakara: 187)
• Düşkünlükleri sebebiyle ölünceye kadar oruç tutamayacak kadar yaşlanmış olan veya iyileşmesi umulmayan sürekli hasta olan kimseler, tutamadıkları her orucun bedeli olarak bir fidye verirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Oruç tutmaya gücü yetmeyenler ise, bir yoksul doyumu fidye verir. Kim kendi isteğiyle nafile olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara: 184)
• Bir fidye bir fıtır sadakası karşılığıdır. Yani bir fakiri iki öğün doyurmaktır. Bunun karşılığı para olarak da verilebilir.
• Fidye veremeyecek kadar fakir olan kimseler ise Allah-u Teâlâ'dan mağfiret dilerler.
Her haftanın pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak müstehabtır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Ameller pazartesi ve perşembe günleri Allah'a arzolunur. Ben de oruçlu bulunduğum halde amelimin Rabb'ime arzolunmasını severim." (Tirmizî)
Efdâl olanı "Eyyam-ı biyd" denilen kameri takvime göre her ayın 13, 14 ve 15. günleri oruç tutmaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurur:
"Her aydan üç gün oruç tutmak, bütün seneyi oruçla geçirmek gibidir." (Buhârî)
Ramazan ayının orucu on ay oruç tutmaya, Şevval ayında tutulan altı gün oruç da iki ay oruç tutmaya bedeldir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Her kim Ramazan orucunu tutar, sonra da ona Şevval ayından altı gün daha eklerse bütün seneyi oruç tutmuş gibi olur." (Müslim)
Muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günleri oruç tutmak sünnettir. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Aşure günü oruç tutar ve o günün orucunu emir ve tavsiye ederlerdi. Fazileti hakkında da:
"Geçmiş senenin günahına kefaret olur." buyurmuşlardır. (Müslim)
• İtikaf bir mescidde veya o hükümdeki bir yerde itikaf niyetiyle bir süre durmak demektir.
• Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve zevceleri buna hayatları boyunca devam etmişler, her Ramazan-ı şerif ayının son on gününü itikafla geçirmişlerdir.
• Üç türlü itikaf vardır: Müekked sünnet olan itikaf, müstehap olan itikaf, vacib olan itikaf.
a. Ramazan-ı şerif'in son on gününde yapılan itikaf, kifaye suretiyle tekidli sünnettir. Yani bir yerleşim biriminde bunu bir kişinin yapması diğer müslümanları sorumluluktan kurtarır.
b. Müstehap olan itikaf, Ramazan-ı şerif'in son on günü dışında her zaman yapılabilir ve istenildiği kadar durulabilir. Bunun belirli bir zamanı ve süresi yoktur. Hatta mescide giren kimse, çıkıncaya kadar itikafa niyet etse, orada kaldığı sürece itikafta sayılır. Bu itikafta oruç şart değildir.
c. İtikaf ister herhangi bir dileğinin olmasını şart koşarak olsun, ister şartsız olsun adanınca vâcip olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mescid-i haram'da bir gece itikafa girmeyi adadığını söyleyen Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-a "Adağını yerine getir." buyurmuştur. (Buhârî)
Adak itikafının da müstehap olan itikaf gibi belirli bir zamanı ve bir günden az olmamak üzere belli bir süresi yoktur. Adak olan itikafta oruçlu bulunmak şarttır, niyetin de dil ile ifade edilmesi lâzımdır.
• İtikafa girecek olan kimse müslüman ve akıllı olmalıdır. İtikafta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir, iyiyi kötüden ayırabilen mümeyyiz bir çocuk da itikafa girebilir.
• İtikafa niyet edilmiş olmalıdır. Niyetsiz hiçbir itikaf olmaz.
• Cemaatle namaz kılınan herhangi bir câmide itikaf yapılabilir. Kadınlar ise kendi evlerinde mescid edinecekleri bir odada itikafa girerler.
Kadınların itikafa girebilmeleri kocalarının iznine bağlıdır. Kadın izin aldıktan sonra itikaftan alıkonulamaz.
• İtikafa giren kimse, itikafa girdiği yerden çıkamaz, özürsüz olarak çıkması itikafını bozar. Delirmek, bayılmak, mukarenette bulunmak veya mukarenete yol açan hareketlerde bulunmak itikafı bozar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Mescidlerde itikafta iken hanımlar(ınız)a yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın bu sınırlara yaklaşmayın. Allah insanlara âyetlerini böyle açıklar ki, korunup sakınsınlar." (Bakara: 187)
• İtikafta olan bir kimse; itikafa girdiği mescidde Cuma namazı kılınmıyorsa başka bir camiye gidebilir, tuvalet ihtiyacını gidermek, abdest tazelemek, ihtilâm olmuşsa gusletmek üzere mescidden dışarı çıkabilir.
• İtikaf sırasında Kur'an-ı kerim okumalı, zikrullah ve ibadetle meşgul olmalı, yalnız hayır söz söylenmeli, boş laf konuşulmamalıdır.
• İtikaf sırasında temiz elbise giymeli ve güzel kokular sürünmelidir.
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
İslâm'da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime'lerde namazla birlikte emredilmiştir:
"Namazı kılın, zekâtı verin." (Ahzâb: 33)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm'ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise "İslâm'ın köprüsüdür." Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ'nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde, zekâtı İslâm'ın beş temel esasından birisi saymıştır.
Bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:
"İslâmiyet'inizin kemâli zekât vermenize bağlıdır." (Münâvî)
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.
Fakat Allah'ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, o böyle değildir. O zekâtı veren kimseler (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır." (Rûm: 39)
İyiliklerinin karşılığı kat kat verilecek kimseler bunlardır. Zekât fakirlerden önce zenginlerin menfaatınadır. Çünkü hem kat kat sevap kazanıyorlar, hem malları bereketleniyor, hem de malları zekâtla korunmuş oluyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Zekâtı vermek suretiyle malınızı muhafaza ediniz. Fakirlere sadaka vererek hastaları tedavi ediniz. Duâ ve tazarru ile belâ ve musibetleri reddediniz." (Münâvi)
"Sermayeden zekâtın çıkarılıp verilmesi serveti azaltmaz." (Müslim)
•
Zekât farz olan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. Zekât farizasını yerine getirmekle sadakadan kurtuluş olmayacağı gibi, sadaka vermekle de zekât emri yerine getirilmiş olmaz.
Zekât verenler Kuran-ı kerim'de övülmektedir:
"Onlar verdiklerimizden hayra sarfederler." (Bakara: 3)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler." (Fussilet: 7)
Buyurularak, zekât vermemenin âhireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kim ki Allah kendisine mal verir, o da malın zekâtını vermezse, zekât verilmeyen mal kıyamet gününde mat zehirli, iki boynuzlu, gözleri kuru üzüm tanesi gibi bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanır, avurtlarını ağzı ile tutar, sonra ‘Ben senin malınım, ben senin hazinenim!' der." buyurdu ve şu Âyet-i kerime'yi okudu:
"Allah'ın, kereminden kendilerine verdiği şeyde cimrilik edenler hiçbir zaman onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Bu onların zararınadır. Cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır." (Âl-i imrân: 180)
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, ahirette ise azaptan kurtulmuş olunur. En mühimi, emr-i şerif yerine gelmiş olur.
Kulların mülkiyetinde olan her şey gerçekte Allah-u Teâlâ'nındır, müstakilen O'nun mülküdür. Bunlara sahip olanların hakiki mülkleri yoktur, kısa bir müddet için verilmiş birer emanettir. Herkes şu kısa ömür içinde kendisinin olduğunu zannettiği serveti, gün gelecek bırakmak zorunda kalacaktır. Sonra hepsi O'na dönecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Altınla gümüşün haklarını vermeyen hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, kıyamet gününde bunlar ateşten levhalar hâline getirilip de cehennem ateşinde kızdırılarak onlarla sahibinin yanları, alnı ve sırtı dağlanmasın.
Bu levhalar soğudukça miktarı elli bin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar sahibine azap için tekrar kızdırılarak geri çevrileceklerdir. Nihayet kendisine ya cennet ya da cehenneme doğru (giden yol) gösterilecektir."
– Yâ Resulellah! Ya (zekâtı verilmeyen) develer ne olacak?
"Hiçbir deve sahibi de yoktur ki, bu hayvanların hakkı su başlarına geldikleri gün sağılıp muhtaçlara vermek iken, onların hakkını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleri ile ısırmasınlar.
Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden (çiğnenip) geçtikçe son tarafı onun üzerine iade edilir. Bu iş, miktarı elli bin sene olan bir günde kullar arasında verilecek hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete yahut cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."
– Yâ Resulellah! Sığırlarla koyunlar ne olacak?
"Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki, onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, o hayvanlardan hiçbirisi hariç kalmamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile onu boynuzları ile sürmesin, tırnakları ile ezmesinler.
Bu hayvanların önde bulunanları, üzerinden çiğneyip geçtikçe, sondakiler onun üzerine tekrar iade edilirler. Bu, miktarı elli bin sene olan bir günde tâ kullar arasında hüküm bitinceye kadar devam eder. Nihayet ya cennete veya cehenneme giden yolu kendisine gösterilir."
– Yâ Resulellah! Ya atlar ne olacak?
"Atlar üç kısımdır: Bir kısmı sahibi için bir yük, bir kısmı sahibi için örtü, bir kısmı da sahibi için ecirdir.
Bir kimsenin övünmek, gösteriş ve müslümanlara düşmanlık için bağlayıp beslediği at, sahibine bir yüktür.
Bir kimsenin Allah yolunda bağlayıp beslediği ve onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unutmadığı at, onun için bir örtüdür.
Bir kimsenin Allah yolunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği at, sahibi için ecirdir.
At bu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler sayısınca sahibine sevap yazılır. Ona atın pislikleri ve idrarı sayısınca dahi sevap yazılır.
At, ipini koparır da bir veya bir iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca sevap yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde o nehirden su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca sevap yazar."
– Yâ Resulellah! Ya merkepler ne olacak?
"Merkepler hakkında bana şu bir tek şümullü âyetten başka bir şey indirilmedi. Her kim zerre miktarı hayır işlerse onun mükâfatını görür, zerre miktarı kötülük işleyen de onun cezasını görür." (Müslim: 987)
Diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.
Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hâli ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.
Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve ‘Yâ Muhammed!' diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona ‘Bugün seni kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-i ilâhi'yi ulaştırdım' diye cevap veririm.
Deveyi yüklenerek gelip de ‘Ya Muhammed' diye feryad etmesin. ‘Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-i ilâhi'yi ulaştırmıştım.' diye cevap veririm." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 690)
"Cenâb-ı Allah zekât vermeyenlerin imanını da namazını da kabule şâyân buyurmaz." (Münâvî)
"Malının zekâtını vermeyen kıyâmet gününde cehennem ateşindedir." (Câmiu's-sağir)
"Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele." (Münavî)
•
Hazret-i Allah bize vermiş, bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.
Zekât veren bir insan ayrıca "Allah'ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun." diye de şükretmelidir.
Zekât dinde zengin sayılan erkek ve kadın her müslümanın, zekâtı hak eden bir kısım müslümanlara sırf Allah rızası için senede bir kere malının muayyen bir miktarını vermesidir.
Zekâtın farz olması için mülkiyetteki malın nisaba ulaşması şarttır. Nisab miktarından az mala zekât düşmez.
Nisab demek, zekâtın farz olması için dinin tanıdığı mal miktarı demektir. Zekât verilecek malın cinsi değişmekle nisab şekli de değişir.
Allah-u Teâlâ'nın kuluna ihsan ettiği mal, borcundan ve hâcet-i asliyesinden yâni aslî ihtiyaçlarından sonra, zekât verecek nisab miktarına yükselirse, bu gibi kimseler dinde zengin sayılırlar.
Meselâ koyun kırka, sığır otuza, deve beşe ulaşır; gümüş iki yüz dirhemi, altın yirmi miskali bulursa veya bunların değerinde ticaret malı mevcut olursa, zekât vermek farz olur.
Böyle altını olmaz da, onların tutarı kadar nakit para bulunursa, onların da zekâtı verilecektir.
Zekât verebilmek için eldeki malın Nâmî yani artmaya müsait olması, Hakikaten veya Hükmen artıcı olması gerekir. Malın hakikaten artıcı olması, ya ticaret yolu ile veya hayvanlarda olduğu gibi üreme sureti ile olur. Hükmen artıcı olma, ticarete konmayan altın, gümüş ve paradır.
Hâcet-i asliye demek, hayatta oldukça insanın muhtaç olduğu şeyler demektir. İnsanın geçimini sağlayan zarurî ihtiyaçlar her şeyden önce gelir. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Her mal sahibi malında daha çok hak sahibidir." buyurmuşlardır. (Beyhâkî)
Ev-apartman, dükkân-mağaza, bağ-bahçe, han-hamam-otel, ev döşemesi, mobilyalar, altın ve gümüş olmayan kap-kacak gibi eşyalar, ev eşyaları, silahlar, ilim adamının kitapları, her türlü sanat aletleri, binek hayvanları, otomobil, ihtiyaçtan fazla bile olsa yazlık-kışlık elbiseler, yatak-yorgan, cariye, kişinin geçindirmek mecburiyetinde olduğu kimselerin bir yıllık masrafları aslî ihtiyaçlardır.
Bu sayılanlardan ayrı ayrı her biri veya hepsi ihtiyaçtan fazla ve kıymetleri de zenginlik derecesinden aşırı bile olsa, meselâ lüzumundan fazla halı, buzdolabı, çamaşır makinesi olsa, bunları bulundurmakta ticaret kasdı yoksa, zekât lâzım gelmez.
Hatta değerlendirildiği takdirde nisaba baliğ olsalar bile, zekât vermeye mecbur değildirler.
Ancak bunlar zengin durumda oldukları için kurban kesmeleri gerekir. Zekât da alamazlar.
Kadınların ziynet için kullandıkları inci, elmas, zümrüt, yakut veya bunlara benzer mücevherlerden ticaret kasdı olmadıkça zekât lâzım gelmez.
Sanat erbabının kullandığı aletlerden, meselâ bir doktorun âlet ve makinalarına da zekât gerekmez. Yalnız bu yollardan elde ettiği sermayenin gereken şartlardan sonra zekâtını vermesi fârzdır.
Fabrika, dükkân, daire, otomobil gibi enval, ticaret malı olmazsa zekâta tabi değildir. Bunların gelirlerinden zekât verilir.
Zekât verilecek malın hem borçtan, hem de sahibinin aslî ihtiyaçlarından artmış olması şarttır.
Aslî ihtiyaçların başında orta halli bir mesken gelmektedir. Aynı zamanda âile fertlerinden bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık nafakası olması gerekir.
Elinde bulunan altını veya hazır parası nisab miktarına ulaşsa bile, başını sokacak orta halli bir evi ve bir yıllık nafakası olmayan bir kimseye zekât farz değildir.
Bu neye benzer? Suyu bulunan bir yolcu, yolda susuz kalabileceğini hesaba katarak, suyunu kullanmayıp teyemmüm etmektedir. Böyle bir durumda su yok hükmünde olduğu için teyemmüm câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin aslî ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere nisab miktarının üstünde parası olsa bile yok hükmündedir.
Meselâ bir kimsenin kırk koyunu olunca birini zekât olarak vermesi gerekiyor. Otuz dokuz olunca, arada bir fark olmasına rağmen zekât düşmüyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez." buyuruyor. (Bakara: 185)
Allah-u Teâlâ hiç kimseye takatinin dışında bir yük yüklememektedir.
Nisab miktarındaki altın ve gümüşten, ticaret niyet edilsin veya edilmesin zekât vermek farzdır.
Altının zekât nisabı 20 miskal,
Gümüşün zekât nisabı ise 200 dirhemdir.
Bugünkü ölçüye göre 20 şer'i miskal 80.18 gram, 200 şer'i dirhem ise 561.2 gramdır.
Şu halde borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla olarak 80.18 gram altını veya 561.2 gram gümüşü, yahut bunlardan birinin karşılığı parası olan bir kimse dinen zengin sayılır ve üzerinden bir sene geçmişse zekât vermekle mükelleftir.
Altın, gümüş ve parada zekât nispeti kırkta bir yâni yüzde iki buçuktur.
Her 20 miskal altında yarım miskal (1/40), her 200 dirhem gümüşte 5 dirhem (1/40) zekât verilir.
Altın ve gümüşün antika değerleri göz önüne alınmayıp, tartılarına göre değerlendirilir. İtibar kıymete değil tartıyadır.
Ticari muâmelâtta kullanılan ve tedavülde olan banknot paraların kıymeti üzerinden zekât verilir. Çünkü zamanımızda altın ve gümüş paralar tedavülden kalkmıştır.
Bir malın ticaret eşyası sayılabilmesi için, kâr sağlama gayesi, fiilen satışa arzetme unsurlarının bulunması gerekir.
Bütün ticaret mallarına zekât düşer.
Ticaret malları için ayrıca nisab miktarı belirtilmemiştir. Hangi cinsten olursa olsun bir ticaret malına zekât düşmesi için o malın değeri altın ve gümüşün nisabına göre râyiç para ile kıymetlendirilir ve ona göre zekât verilir.
Alım satım mallarında nisab miktarı 80.18 gram altının veya 561.2 gram gümüşün piyasa değeridir.
Bu değerde olan ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince, sene sonu değerlerinden zekât verilir.
Ticaret malının zekâtı altın ve gümüşten fakirlerin menfaatine hangisi daha uygun ise onun üzerinden hesap edilip verilir. Eldeki nakit paralar da ticaret malına eklenir.
Altın ile gümüşün nisabında, bunların bir cinsten bulunmaları şart değildir.
Binaenaleyh bir kimsenin bir miktar altını ile gümüşü bulunup da hepsinin kıymeti bir nisab miktarına, yâni 200 dirhem gümüşün değerine muadil bulunsa (1/40) nispetinde zekâtları lâzım gelir.
Meselâ bir kimsenin 100 dirhem gümüşü, yüz dirhem gümüş nispetinde de 10 miskal altını bulunsa, bunun için 5 dirhem 1/40 miktarı zekât lâzım gelir.
Bir kimsenin bir miktar altını, bir miktar gümüşü, biraz da ticaret malı bulunur ve hepsinin toplamı altın ve gümüş nisablarına baliğ olursa o surette verilmek lâzımdır.
Altın ve gümüşten başka, cins ve nisabları ayrı ayrı olan mallar birbirine katılmaz. Her cinsin zekâtı kendi nisabına göre verilir. Meselâ 35 koyunu, 25 sığırı, 4 devesi bulunan bir müslüman bu mallarının üzerinden bir yıl geçse dahi zekât vermekle mükellef değildir.
Ticaret mallarının her çeşidi birleştirilerek, meydana gelen nisabtan zekât verilir. (Bakkaliye malları, manifatura mağazasında bulunan mallar, eczanedeki ilâçlar, sebze ve meyva ticareti... gibi.)
Zekâta tâbi malların değerinin yıl içinde zaman zaman artıp eksilmeleri her zaman muhtemeldir. Onun için sene başında ve ortasındaki değer nazar-ı itibara alınmaz. Mühim olan sene sonundaki kıymetleridir.
Meselâ sene başında ve ortasında nisabın altına düşse ve böylece onbir ay devam ettikten sonra on ikinci ayda yine çoğalıp nisab miktarına ulaşsa, bunun zekâtını vermek icâbeder.
Bunun gibi, sene başındaki nisab miktarı mala, sene sonuna yakın ilâve edilen ziyade mal üzerinden ayrıca bir sene geçmesi düşünülemez. Ana para esastır, buna bağlı olarak diğer mallardan da sene geçmiş sayılır.
Sene tamam olunca o günkü râyice göre her çeşit malın toptan fiyatları yerinde tespit edilerek değerlendirilir, zekât matrahı bulunur. Bu matrah nisaba ulaşırsa yüzde iki buçuk nispetinde zekât verilir.
Zekât için kameri yıl (354 gün) esas alınır.
Ticaret için alınıp satılan arsa ve dairelerin zekâtı, bedelleri üzerinden verilir. Zirâ elde edilen bu mülk ticaret malı gibidir. Ticaret için olmayan ev ve arsaların zekâtı yoktur.
Zekâtta asıl olan her cins maldan aynen vermektir. Ancak zekât olarak ayrılan malın kıymetini de vermek caizdir.
Meselâ bir kimse altının zekâtı için para veya gümüş verebileceği gibi, zâhire veya kumaş da verebilir. Koyunun kendisi verilebileceği gibi, aynı kıymette elbise veya buğday, arpa, pirinç ve un gibi yiyecek, giyecek maddeleri de verilebilir.
Bu hususta fakirler için daha faydalı ve lüzumlu cihet tercih edilmelidir.
Bir kimse zekât vereceği malın cinsinden değil de parasını vermek isterse o malın o günkü alış fiyatından hesap ederek vermelidir.
Zekât vermek için ayırırken veya verirken niyet etmek şarttır. Niyetsiz zekât nafile olmuş olur.
Zekât verilen kimselerin zekât olduğunu bilmesi şart değildir.
Senenin çoğunu ahırda geçiren hayvanlara Alûfe denir. Altı ay veya altı aydan daha az bir zaman dışında otlayanlar için zekât yoktur. Hususî otlaklarda mera parası verilerek yaydırılan hayvanlar da böyledir. Çift sürmek, yük taşımak ve et için beslenenlere de zekât lâzım gelmez.
Bu hayvanlar ticaret malı olarak elde bulundurulursa, ticaret malı zekâtına girerler. Kıymetleri itibariyle zekâtı verilir. Nisab adedi gözetilmez.
Üretmek, süt almak ve kuvvetlendirmek maksadıyla beslenip de senenin çoğunu kırlarda otlamak suretiyle geçiren hayvanlara ise Sâime denir.
İşte bu tarzda beslenen hayvanlar üzerlerinden sene aştığında zekâta tabi olurlar.
Koyun ve keçide nisab kırktır, kırktan noksan olursa zekât yoktur. Kırk koyun için bir koyun zekât verilir. Kırktan sonra yüz yirmi bir koyuna kadar zekâta tabi değildir. Yüz yirmi bir koyundan iki yüz bir koyuna kadar iki koyun, iki yüz bir koyundan dört yüz koyuna kadar üç koyun, tam dört yüz koyun için de dört koyun zekât verilir. Sonra her yüz koyunda bir koyun daha verilir. Beş yüzde beş, altı yüzde altı... gibi. Aradaki miktar zekâta tabi değildir. Verilecek koyun bir yaşını doldurmalıdır.
Keçi de koyun gibidir, bunlar bir cins sayılır. Erkek ve dişileri ayırt edilmez. Zekât nisabını tamamlamak için birbirine ilâve edilir. Meselâ otuz koyun ile on keçiden bir koyun zekât verilmesi gerekir.
Bu hayvanlar yalnız koyun veya keçiden ibaret bulunursa, koyun yerine keçi, keçi yerine koyun verilmez.
Bir yaşından aşağı olan kuzulara zekât düşmezse de, içlerinde bir tek bile büyük davar bulunacak olursa, bu küçük kuzular büyükmüş gibi sayılır. Zekât olarak da o büyüğünün verilmesi gerekir.
Sığırda nisab otuzdur, daha azında zekât yoktur. Otuz sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak bir yaşını doldurmuş erkek veya dişi bir buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar iki yaşını doldurmuş erkek veya dişi buzağı verilir. Altmış sığırdan ise birer yaşını doldurmuş iki buzağı verilir. Yetmiş olursa birisi bir yaşını doldurmuş buzağı, diğeri iki yaşını doldurmuş bir dana verilir. Seksende iki yaşını doldurmuş iki dana, doksan olursa bir yaşını doldurmuş üç buzağı verilir. Yüz olursa; ikisi birer yaşını doldurmuş, birisi iki yaşını doldurmuş üç dana verilir.
Sığır ile manda arasında fark yoktur, ikisi de bir cins sayılır. Karışık oldukları takdirde birbirine ilâve edilir.
Develerin nisabı beştir. Beş deveden dokuz deveye kadar bir koyun, onda iki, on beşde üç, yirmide dört koyun verilir. Yirmi beşde iki yaşında bir dişi deve yavrusu verilir. Otuzbeş deveye kadar bir şey verilmez, otuz altı olunca, kırk beşe kadar üç yaşında bir dişi deve verilir. Kırk altıda dört, altmış birde beş yaşında bir dişi deve verilir. Yetmiş altı olursa üç yaşında iki dişi deve, doksan birden yüz yirmiye kadar dört yaşında iki dişi deve verilir. Bundan sonra yüz kırk dörde kadar dört yaşında iki dişi devenin üzerine her beş devede bir koyun eklenir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde ekinleri ve meyveleri yaratanın kendisi olduğunu beyan buyuruyor:
"Çardaklı ve çardaksız cennet gibi üzüm bağlarını, tadları ve yemişleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytin ve narları, birbirine hem benzer hem de benzemez bir halde meydana getiren hep Allah'tır." (En'âm: 141)
Onlardan bir kısmı çardaklı olup, yüksek ağaçlar üzerine konulmuştur. Bir kısmı da çardaksız olarak, tarladaki hâliyle bırakılmıştır.
İnsanlar için meyve ve azık veren hurma ağaçlarını, yarattığı gibi; meyve ve tanelerinin rengi, tadı, hacmi ve kokusu farklı olan çeşitli gıda maddeleri veren türlü ekinleri yaratmıştır.
Allah-u Teâlâ bütün bu nimetleri yaratmasındaki ihsan ve iyiliği ortaya koyarak, bu nimetlerden faydalanmada helâl ve mubah oluşun asıl olduğunu belirtmek üzere şöyle buyuruyor:
"Herbiri mahsul verdiği zaman mahsulünden yiyin." (En'âm: 141)
Buradaki emir mubahlık ifade eder. Bu tür meyveler yetişip olgunlaştığında herbirinin meyvesinden, hurmasından ve üzümünden yiyin.
Bununla beraber:
"Hasat zamanı devşirildiği ve toplandığı gün de hakkını verin." (En'âm: 141)
Bağ, bahçe ve hububat gibi Allah-u Teâlâ'nın verdiği nimetlerden yemek mubah olduğu gibi, toplandığında da fakir fukaranın hakkını unutmamak gerekmektedir.
"İsraf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (En'âm: 141)
Hepsini tasaddukta bulunup da, bunun sonucunda kendinizi muhtaç bir halde bırakmayınız, çoluk çocuğunuzun geçimini zorlaştırmayınız. Böyle yapmakla bu nimetlerin kadrini bilmemiş olursunuz. Çünkü israf eden kimseler, hakları yok ederler ve hadleri aşarlar.
İnsanın kazandığı malı zekât nisabına ulaşınca zekât farz olduğu gibi, topraktan alınan her türlü mahsulden, ağaçlardan alınan her türlü meyvelerden de "Öşr-i şer'î"adı ile zekât vermek farzdır.
Bu hususta diğer bir delil de şu Âyet-i kerime'dir:
"Ey inananlar! Kazandıklarınızın temizlerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan (Allah için) sarfedin.
Size verilirse göz yummadan alamayacağınız kötü ve değersiz şeyleri sakın vermeye kalkmayın. Biliniz ki Allah ganidir, övülmeye lâyıktır..." (Bakara: 267)
İhsanda bulunanlara en güzel bir şekilde karşılığını verecektir.
Bugün bu emr-i ilâhî bilinmiyor veya bilinse de verilmesi ihmal ediliyor. Halbuki vermeyenler haram yemiş ve dolayısı ile de günahkâr olmuş olurlar.
Hatta öyle ki eğer bir kimse mahsul zekâtı olan öşürü vermeden ölürse, borçlu olduğu öşür miktarı terikesinden alınır. Diğer malların zekâtı öyle değildir, yani mirasçılar isterlerse verirler. Ölenin vasiyeti varsa o takdirde verilmesi gerekir.
Daha öşrü verilmemiş olan hububattan veya ağaç üstündeki meyvelerden yemek doğru değildir. Ancak öşrünü hesap edip ödemek niyetiyle yenilmesi helâl olur.
Öşür zekâtında itibar araziyedir, mal sahibine değildir. Bu bakımdan akıl ve büluğ şartı aranmaz, deli ve bunağın mahsulüne de farzdır.
Öşürde nisab şartı, aradan bir yıl geçmesi şartı da yoktur. Senede bir kaç mahsul alınsa bile, her defasında zekâtlarının fakir müslümanlara mutlaka verilmesi gerekir.
Azla çoğun farkı yoktur. Zira azdan az, çoktan çok verilir. Şu kadar var ki, çok bile olsa ev bahçesindeki meyve ve sebzeler için öşür verilmez.
Dağlardan ve kimseye âit olmayan dağ ağaçlarından toplanan meyvelerden de öşür verilir.
Toprağa bağlı ağaçlara zekât düşmez, meyvelerine düşer.
Sahibinin elinde olmayan her hangi bir sebeple mahsul yok olursa zekât kalkar.
Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Nehirlerle yağmur sularının suladıkları mahsullerde öşür (yani onda bir) alınır. Hayvanla sulanan mahsullerde öşrün yarısı (yani yirmide bir) alınır." (Müslim: 981 - Ebu Dâvud: 1597)
Hadis-i şerif yağmur ve nehir suları ile sulanan mahsullerden onda bir yani yüzde on öşür verilmesi icabettiğine, hayvanla sulananlarda ise meşakkat ve masraf daha çok olduğu için yirmide bir yani yüzde beş öşür verilmesi icabettiğine delildir.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- şöyle buyurmuştur:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana, semâdan inen suyun suladığı mahsulden tam öşür (yani onda bir), âletle çıkarılan suyun suladığı mahsulden yarım öşür (yani yirmide bir) almamı emretti." (Nesâî)
Fakat günümüzde masraflar çok değişmiştir. Suya para verilmekte, sulamak için motora, biçilmesine, dövülmesine masraf yapılmakta, yakıta, ilâca, gübreye, ameleye para verilmekte, bir ürünü elde etmek için kat kat masraf yapılmaktadır. Dolayısıyle bu durumlarda da yirmide bir yani yüzde beş vermek gerekir.
Bu, Ümmet-i Muhammed'e bir kolaylıktır. Veren vermiş, alan da almış olacak. Verene kolaylık, alana nimet olacak.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in oğlu Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
"Babam Ömer, Nebat halkından buğday ve zeytinyağından öşrün yarısını (yani yirmide bir nisbetinde) alırdı. Bu davranışıyla kastı Medine'ye bunlardan çokça gelmesini sağlamaktı. Kıntiyye (denen buğday ve arpa dışında kalan nohut, mercimek, bakla nevinden tahıl) dan da öşür (yani onda bir) alıyordu." (Muvatta)
Buğday, arpa, pirinç, mercimek, nohut, darı, susam, fiy... gibi hububat çeşitleri, baklagiller, kokulu bitkiler, gül, çay, tütün, şeker kamışı, şeker pancarı, bal, pamuk, yonca, karpuz, kavun, zeytin, hurma, salatalık, patlıcan, domates, soğan, sarımsak... vb.
Müslümanların ellerinde bulunan araziler hukuki yönden kısımlara ayrılmıştır.
Bunlar, isteyerek müslümanlığı kabul edenlerin ellerindeki topraklarla, harp neticesinde zorla fethedilip ganimet olarak İslâm mücahidlerine taksim edilen ve mülkiyet olarak verilen arazilerdir. Bu arazilerden öşür adı altında zekât alınır.
Bunlar sulh yoluyla veya zorla fethedilip, eski gayr-i müslim sahiplerine veya başka gayr-i müslimlere mülk olarak verilen arazilerdir. Bu arazilerden harac adı altında vergi alınır. Bu topraklar öşre tâbi değildir.
Alâ bin Hadramî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Resulullah Aleyhisselâm beni Bahreyn'e veya Hecer'e gönderdi. Ben orada iki kardeş arasında müşterek olan bir bağdan vergi almak üzere giderdim. Kardeşin biri müslüman ise, onun payına düşenden öşür, müşrikten de harac alırdım." (İbn-i Mâce)
Demek oluyor ki müslüman olan kimse zekâtla, kâfir ise haracla mükelleftir.
Günümüzdeki müslümanların ellerindeki topraklar için "Öşrî" veya "Haracî" diye bir mesele kalmadığına göre; müslümanların ellerindeki toprakları geçmişteki durumuna göre değil de "Öşür arazisi" olarak kabul etmek gerekir.
Bu memleket İslâm beldesidir ve günümüzde bulunan araziler devlet tarafından halka mülk olarak verilmiştir. Zekât öşrî arazide gerekli olduğu gibi, haracî olan arazinin sahipleri müslüman oldukları zaman veya müslümanlar tarafından satın alındığı zaman artık o arazi haracî değil öşrî statüsüne girip zekâtının verilmesi gerekli olur.
•
Şehirlerin anası, nûr kaynağı belde Mekke-i mükerreme'dir. Fakat Allah-u Teâlâ Araplardan emaneti aldı Türklere verdi.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'lerinde Türk milletini meth-ü senâ etti. Fatih Sultan Mehmed'i ve ordusunu övdü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesinde buyurmadı mı?:
"Bu nasihatlarımı burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsinler. Umulur ki söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü bizzat dinleyenden daha iyi anlar."
Onlar bütün güçleri ile Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a itaat ettiler.
İslâm dünyasında bir çok hizmetlerde bulundular. İslâm'ın yayılmasına çalıştılar. Bunca zaman halifeliği üzerlerinde bulundurdukları için İslâm'ın merkezi olmuş oldu.
Binaenaleyh zekât verildiği gibi öşür de vermek gerekir. Zekât farz olduğu gibi öşür de farzdır. Her ikisi de fakirin hakkıdır.
• Altın, gümüş, bakır, nikel, demir, kurşun gibi ateşte eriyen madenlerden beşte biri zekât olarak çıkarılır ve geriye kalan beşte dördü arazi sahibinin veya sahibi yoksa bulanındır.
• Kireç, alçı, yakut, elmas gibi erimeyen madenlere zekât düşmez. Bunların tamamı sahibinindir, sahibi yoksa bulanındır.
• Su, tuz, zift, petrol... gibi sıvı madenlerden de zekât alınmaz, tamamı arazi sahibine aittir. Ticarette kullanılanların gelirlerinin ticaret eşyası gibi zekâtı verilir.
• Üzerinde müslümanlara âit bir yazı veya işaret olan defineler yitik hükmüne girerler. Bunları bulanlar fakir iseler kendilerine harcarlar, değilseler fakirlere verebilirler.
• Üzerinde müslüman olmayan milletlerin işareti olan defineler beşte bire tâbidir. Beşte dördü arazi sahibine, arazinin sahibi yoksa bulana ait olur.
• Bir kimse kendi mülkünde define bulursa tamamı kendisine ait olur, beşte bir zekâtı yoktur.
• İnci, mercan, balık... gibi denizden çıkarılan şeylere zekât düşmez. Ticaret için kullanılırsa zekâtı verilir.
Zekât verilecek sekiz sınıf Kur'an-ı kerim'de belirlenmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Zekâtlar: Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, hakîmdir." (Tevbe: 60)
Allah-u Teâlâ her şeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup neye olmadığını bilir. Her şeyi yerli yerine koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Yemen halkına vali olarak gönderdiği Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-e şu talimatı vermiştir:
"Onları, Allah'tan başka tapacak ilâh olmadığına ve benim Allah'ın elçisi olduğumu tasdik etmeye çağır. Bunu yaparlarsa, Allah'ın her gün beş vakit namazı farz kıldığını onlara bildir. Bunu da yerine getirirlerse, Allah'ın onlara zenginlerinin mallarından alınacak ve yoksullara dağıtılacak zekâtı farz kıldığını bildir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 686)
Zekât verilmeye hak kazanan sekiz sınıf:
Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisap miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, meskenleri de olsa iş ve güçleri de olsa zekât verilebilir.
Nice fakirler vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara: 273)
Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede düşkün kimseler.
Bir Âyet-i kerime'de onlar için:
"Yere serilmiş miskin." (Beled: 16)
İfadesinin kullanılması, bu gibi kimselerin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduklarına işaret etmektedir.
Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Hasılı, zekât herşeyden önce fakirler ve düşkünler içindir.
Bunlar zekâtları toplamak için görevlendirilen memurlardır. Tahsildarların, kâtiplerin, koruyucuların, hâsılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmaktadır.
Günümüzde ise zekât memuru yoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke'nin fethinde yeni İslâm'a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm'a girmeyenler de vardı.
Bunlardan bazıları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında yine zekâttan hisse almak için geldiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- "Bu, Resulullah Aleyhisselâm'ın sizi İslâm'a ısındırmak için verdiği bir şeydi. Bugün ise Allah dini, size ihtiyaç olmayacak derecede yükseltti." buyurdu. Başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmak üzere bütün Ashâb-ı kiram bunu muvafakat ettiler.
Gerek kölenin bizzat kendisine, gerekse köleyi satın alıp azad edecek kimseye verilebilir.
Fakat günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
Borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek, borçsuz fakire vermekten daha faziletlidir.
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği fâiz, içki, kumar gibi haramları işleyerek borçlu düşenlere asla zekât verilmez.
Allah-u Teâlâ'ya itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer. Böylece Allah yolunda cihad eden ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur.
Allah için ilim öğrenen kimseler de bu sınıfa girerler.
Kendi memleketlerinde zengin de olsalar, yolculuk sırasında muhtaç duruma düşenlere, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilebilir. Ancak böyle bir yolcunun, mümkünse zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.
• Bir kimse zekâtını bu belirtilen sınıflardan herhangi birine verebileceği gibi, ikisine üçüne veya hepsine dağıtabilir.
Zekât yakınlık sırasıyla önce yakın akrabaya, erkek kardeşlere, kız kardeşlere ve bunların çocuklarına, amca-hala ve bunların çocuklarına dayı ile teyzeye ve bunların çocuklarına, sonra diğer yakın akrabalara, komşulara, meslektaşlara, bulunduğu mahalle, kasaba ve şehir fukarasına, sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara verilmesi daha sevablıdır.
Aynı zamanda aldığı parayı isyân ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere vermemek, fukaranın işine yarayacak surette vermek, borçlu olanları borçlu olmayanlara tercih etmek efdâldir.
Ana-baba, dede ve ninelere, oğul, kız ve torunlara, karı veya kocadan herbiri diğerine, zekât vermekle mükellef bulunanlara, gayr-i müslim fakirlere zekât verilmez.
Zekât verilmesi câiz olmayan kimselere bile bile zekât vermek, verilmemiş hükmündedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Malının zekâtını zekât düşmeyen kimseye veren, zekât vermemiş gibi olur." (Tirmizî)
Fâsık olanlara zekât verilemeyeceği gibi, dinde bölücülük yapanlarada zekât verilmez.
Çünkü bir başka Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur." (Münâvi)
Zekât fakirin hakkıdır. Bunlar ise fakirin boğazındaki lokmayı alıyorlar, süse lükse harcıyorlar.
Bir müslüman sahip olduğu zekât malının miktarını bir yere yazmalı, zekâtın mutlaka hesabını yapmalıdır. Hesabı yapıldıktan sonra da belki boşluk kalmıştır diye fazla vermelidir. Saçıp savurmak da doğru değildir. Birden verirse, yarın veremeyecek hâle gelinebilir.
Zekât verecek olan bir kimse, sene dolmadan evvel zekâtını verebileceği gibi, gelecek bir kaç senenin zekâtını da önceden verebilir.
Senenin dolmasını beklemeden, zekât niyetiyle mübrem ihtiyaçlılara ödemede bulunmak daha iyidir. Verdikçe kaydedilir, sonunda hesabı yapılır. Fazla çıkarsa gelecek senenin zekâtına sayılır, az ise tamamlanır.
Diyeceksiniz ki Ramazan-ı şerif'te vermek daha çok sevaplıdır. Ramazan-ı şerif'te herkes veriyor. Sen yapacağını Allah için yap, rızâyı gözetle, ötesini bırak. İhtiyaç zamanında ver, yeter ki ver...
Zekât, fakir borçludaki alacağa sayılmaz.
Başka birinden alacağı olan kimse, alacağını aldığı vakit, geçen seneler için zekâtını verir.
Akrabaların fakir çocuklarına verilen bayram bahşişleri bile, niyet ile zekât yerine geçer. Yalnız çocuklar kâr ve zararı ayırt edebilecek yaşta olmalıdırlar.
Bir kimse, hanımının başka kocadan olan fakir çocuklarına zekât verebilir.
Zekât hesabedilirken kadının malı erkeğin malına ilâve edilmez.
Zekât fakirlere helâldir. Zenginin zekât alması ise haramdır.
Fâiz alandan da fâiz verenden de zekât alınmaz.
Borcun kul borcu olması gerekir. Yoksa kefâret, adak ve haccın farz oluşu gibi borçlar zenginin zekât vermesine mani değildir.
Vergi borçları, borç hükmündedir. Nisabdan düşülür.
Senetlerin veya çeklerin hepsi alacak veya borç hükmündedir.
• Zekâtı gönül hoşluğu içinde ayırıp vermelidir.
• Kazancın en helâlinden ve en hayırlısından vermelidir.
• Zekâtı gizli olarak çıkarıp vermek daha faziletlidir. Çünkü bu durum gösterişten uzaktır.
• Zekâtı vermekte acele etmelidir. Çünkü Allah-u Teâlâ'nın emirleri, acele yerine getirilmesi gereken işlerdendir.
• Fakirliğini gizli tutanları, hastalıklı ve âilesi kalabalık olanları, zâhid ve takvâ sahibi kimseleri bilhassa arayıp bulmak gerekmektedir.
Bir çok Aşevleri'nde fakirlere aş dağıtılmaktadır:
• Zâhid ve takvâ sahibi olanları,
• Fakirliğini gizli tutanları,
• Hastalıklı ve âilesi kalabalık olanları bilhassa arayıp bulmak lâzımdır.
• Fâiz alana ve verene,
• Süslü lükslü hayat sürene,
• Keyf için evine televizyon alana aş verilmez.
• Fâsıklara da verilmez, zira verilirse fıskının artmasına vesile olur.
Vergi kesinlikle zekât yerine geçmez. Çünkü her ikisinin gayeleri, sarf edilecek yerleri, miktarları birbirinden apayrıdır.
Zekâtın devlet eliyle alınması:
"Onların mallarından zekât al." (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime'si ile ifade edilmiştir.
Asr-ı saâdet'te zekâtlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onun görevlendirdiği memurlara verilirdi. Ondan sonra halife olan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e veya tayin ettiği memurlara, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde de yine kendisine veya zekât memurlarına veriliyordu.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında da aynı şekilde devam etmişse de, onun şehid edilmesinden sonra müslümanların bir kısmı zekâtını devlete vermekte devam ettiler, diğer bir kısmı da kendileri dağıtmaya başladılar. Bu uygulama o günden bu güne kadar bu şekilde devam edegelmiştir.
Binaenaleyh İslâm devletinde toplanan zekâtlar Beytülmâl'e konulur, devlet üzerine aldığı fakirin hakkını yine fakirlere sarfeder, Tevbe sûre-i şerif'inin 60. Âyet-i kerime'sinde tespit edilen yerlere harcar. Zekât her şeyden önce bir ibadettir ve dinin gereğidir. Bu ibadet dinin emrettiği şekilde yapılır.
İslâm yaşanmıyorsa bu durumlar nazar-ı dikkate alınmadığı için, verilen vergiler hâliyle zekât yerine geçmez. Günümüzde her hâlükârda malın zekâtını çıkarıp vermek, mal sahiplerine âit bir vecibe durumuna gelmiştir.
Aslî ihtiyaçlardan başka en az nisab miktarı bir mala sahip olan her müslümanın vermesi vâcip olan ve yiyeceklerle takdir edilen bir sadakadır.
Fıtır sadakasının vâcipliği Ramazan bayramı sabahı, sabah vaktinin girmesi ile başlar. Ancak bayramdan önce vermek câizdir. Böylece yoksullar bununla, bayram namazından çıkmadan önce ihtiyaçlarını karşılamış olurlar. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi gerekir.
Nisabdan murad, 200 dirhem (561.2 gram) gümüş veya 20 miskal (80.18 gram) altın veyahut bunların kıymetlerine muâdil bir maldır.
Bunda nisabın büyüyücü, artıcı olması ve üzerinden bir yıl geçmesi şart değildir.
Her zekât veren mükellefe fıtır sadakası vermek vâcip olduğu gibi, zekâtta nisaba girmeyen bazı mallara sahip olan kimselere de fıtır sadakası vâcip olur.
Meselâ bir kimsenin aslî ihtiyaçları dışında nisab miktarı değerinde fazla eşyası, ihtiyaç dışı ev ve arazisi olursa, bunların üzerinden bir yıl geçmese bile zengin sayılır. Fıtır sadakası vermesi gerekir. Çünkü bu sadakada nisab için ticaret niyeti aranmaz.
Fitre, verileceği yerler bakımından her durumda zekâtın benzeridir. Bir kimse eşine, anne-babasına, çocuk ve torunlarına fitresini veremez.
Kurbanın nisabı da fıtır sadakasının nisabı gibidir. Bu gibi kimselerin kurban kesmeleri vâciptir.
Bir kimsenin kurban kesmesi için bütün vakitlerinde zengin olması şart değildir. Kurban Bayramı günlerinin başında veya sonunda zengin bulunması kurbanın vücubu için yeterlidir.
•
Bir de tarikat zekâtı vardır. O ise ahiret fakirlerine, ahiret geçitlerinde lâzım olacak uhrevî bilgilerini vermektir. O onun hakkıdır. Hakikat ehli sevabını da onlara bağışlar. Onlar müflistir. Ne iyilikleri ne de sevapları vardır. Onlarda hiç sermaye bulunmaz. Yok ki olsun. Hakikat ehli kendini böyle bilir, böyle görür...