Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - "Tarih"ten Ders Almayan Çok Hata Yapar! - Ömer Öngüt
"Tarih"ten Ders Almayan Çok Hata Yapar!
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Temmuz 2011

 

"Tarih"ten Ders Almayan Çok Hata Yapar!

Tarih bir toplumun belleğidir, "Kültür geni"nin haritasıdır.
Kendi tarihini, kendisine dayatılan şeylerin tarihini bilmeyen toplumlar isabetli karar veremez.
Tarih demek kronolojik bilgi demek değildir. Tarih aynı zamanda sosyolojik bir veridir.

 

Krizdeki Yunanistan. Kritik durumdaki İspanya, Portekiz, İrlanda. Zor durumdaki Euro. Akıbeti meçhul AB... Ekonomik iktidarı sallanan, krizdeki AB sayesinde günü kurtaran ABD... Arap ülkelerini kavuran ateş. Koltuğuna yapışan Kaddafi. Halkına ateş açan Suriye. Rejim ve iktidar değişikliği baskısı altındaki Ortadoğu ülkeleri... Ortamı germek için her fırsatı kullanan BDP-KCK-PKK üçgeni. Anayasa değişikliği tartışmaları ile meşgul Türkiye...

Birçok sıkıntının kaynağı "Sömürgeci Batı"... "Batı"yı ve tarihi tecrübeleri analiz etmeden "Batı"yı taklit etme hastalığı...

...

"Batıyı taklit etme hastalığı"na düşmemek için; "Batı tarzı yönetim değişikliği" baskılarını iyi kanalize edebilmek için "Bilgi" ile, "Tarih ve Sosyoloji" bilgisine dayanan analizler ile günümüze bir perspektif sunabilmek lâzım.

 

Her Toplumun Kuruluş Temeli Farklıdır:

Toplulukların, toplumların, milletlerin, kurumların ve tabii devletlerin her birinin dayandığı temel, dayandığı değerler farklıdır. Hepsi tarihi bir süreç içerisinde ayrı, kendine has bir temel üzerine kurulmuştur. Bu temel sarsıldığı zaman bina da sarsılır ve nihayetinde yıkılır, veyahut yeni bir yapı kurulur.

Halka yani tabana yayılmış, geniş kitleler nezdinde meşruiyeti haiz yönetimler daha istikrarlı ve güçlü bir yapıya sahiptir.

Her ülkenin siyasal sistemi bugünkü durumuna gelinceye kadar birçok badireleri barındıran bir süreçten geçmiştir. Bu süreç, bu tarihi altyapı bugün içinde bulundukları durumu direkt olarak etkiler.

Amerikanın federal yapısı, Avrupa'nın monarşileri, Fransa'nın devrimi, Almanya'nın devleti... her birisinin ayrı bir tarihi altyapısı vardır. Biz bu tarihi altyapıyı, bu ülkelerin sosyolojik yapılarını bilmeden Avrupa'yı tanımlamaya, daha kötüsü kopyalamaya çalışıyoruz.

 

"Avrupa"yı Tanımak ve Anlamak:

"Kilise"yi, "Avrupa aristokrasisi"ni, "Burjuva sınıfı"nı, "Sanayi Devrimi ve işçi sınıfı"nı tanımadan; nasıl bir tarihi süreçle ortaya çıktıklarını, yükseldiklerini ya da mevzi kaybettiklerini bilmeden Avrupa'yı bilmek mümkün değildir.

Bu toplumsal sınıfların hiçbirisine sahip olmayan bir ülkeye Avrupa düzenini kopya etmeye çalışmak ise büyük bir hatadır.

 

"Kilise":

Ortaçağ Avrupa'sında "Kilise"; derebeyleri gibi şatoları, toprakları, bu topraklarda çalışan köle-köylüleri olan; dünyevî zenginliği her geçen gün çoğalan; paranın ve örgütlü yapısının gücü ile siyasal iktidar üzerinde söz sahibi; âdeta dinî bir aristokrasi haline gelmiş büyük bir güç merkezi idi.

Kilise yüzlerce yıl boyunca sadece zihinleri, serveti ve siyasal iktidarı değil, bilimi ve özgür düşünceyi de kontrol altında tuttu. Bilim insanları kilise öğretisine ters düşen eser yayınlamak için boyunlarına vurulacak engizisyon kılıcını göze almak zorundaydı.

İslâm coğrafyasında ve hususiyetle tasavvuf öğretisinin egemen olduğu Türk imparatorluklarında böyle bir din sınıfı bugüne kadar hiç olmadı. (Oysa günümüzde, şu modern zamanda tamamen dünyevî maksatlar etrafında örgütlenen bu gibi benzer din sınıflarının bu coğrafyada türemesi kör Avrupa taklitçiliğinin bir semeresi olsa gerek!)

Kilise, ruhbanlık kisvesi altında dünyevî iktidar ve zenginlik peşindeki bir esnaf sınıfı gibi hareket etti. Dinsizlik fitnesinin en büyük müsebbibi oldu.

 

"Aristokrat" Sınıf:

Hindistan'daki "Kast" sistemini çağrıştıran Avrupa aristokrat sınıfı Ortaçağı anlatan Holywood filimleri sayesinde en çok bildiğimiz sınıf.

Kralların siyasal iktidarına ortak olacak kadar büyük bir etkinliğe sahip bu sınıf, zenginliği ve iktidarı aynı zamanda kilise ile paylaşmak zorundaydı. Ancak kendileri birinci sınıf vatandaş oldukları gibi yönetme hakkı da sadece bunlara aitti.

Bu gibi bir toplumsal sınıf Türk toplumunun geçmişinde hiçbir zaman olmamıştır.

 

Burjuva (Yeni Zengin Sınıf):

Sömürgecilik çağının başlamasıyla Avrupa'da yeni bir zengin sınıf türedi. Bunlara çoğunlukla "Burjuva" ismi uygun bulundu. Bu yeni zengin sınıf "Para"nın gücü sayesinde diğer rakiplerine karşı, kilise ve aristokrasiye karşı yeni bir güç merkezi olarak ortaya çıktı.

Sömürgecilik, zenginliği "Kilise"nin tekelinden çıkardı.

"Sömürgecilik"in getirdiği zenginlik, Avrupa'daki değişimlerin itici gücü oldu. Ekonomi ile beraber siyasal yapı, devlet güçlendi. Bilim gelişti. Batı Osmanlı karşısında üstünlük kurmaya başladı.

Ancak Avrupa'nın zenginliği kan ve vahşetle elde edilen, manevî temelden yoksun bir zenginlik olduğu için kendisine de, dünyaya da huzur getirmedi. Bugün dünyada yaşanan huzursuzlukların, burnumuzun dibinde yaşanan çatışmaların da bir noktasında mutlaka bu ihtiraslı kanlı geçmişin ve düşünce yapısının etkisi var.

Meselâ bugün Ortadoğu'daki sınırların hemen hepsi bu sömürgeci ülkelerin çıkarlarına göre çizilmiş suni sınırlardır. Yine bu sömürgeci ülkeler askerî işgal ile elde tuttukları sömürgelerinden çekilmek zorunda kaldıkları 20. yüzyılda kendi çıkarlarının devamı için uygun siyasal zeminler oluşturmak istediler. Yönetici eliti azınlık grupları içerisinden oluşturdular. Suriye'de ve diğer benzer ülkelerde yaşanan sıkıntıların en büyük sebebi işte budur.

 

Sanayi Devrimi ve İşçi Sınıfı:

Sanayi devrimi ile ortaya çıkan işçi hareketleri de bize tamamen yabancı bir tarihi altyapıya sahiptir.

Avrupalının genlerindeki sınıfsal toplum düzeni anlayışının bir yansıması olarak dünyevî ihtirasların pençesindeki zengin sınıflar fakir işçi sınıflarını fabrikalarda karın tokluğuna adeta ölümüne köle gibi çalıştırdılar.

İşçi sınıfı Avrupa'da öteden beri köle muamelesi görmüştü. Ancak sanayi devriminden sonra üretim patlamasının, büyük fabrikaların ortaya çıkmasının neticesi olarak işçi sınıfı büyük şehirlerde toplanmaya ve sayıları hızla artmaya başladı. Marksizm ve komünizm gibi ideolojilerin sömürülen ve hemen hiçbir hakka sahip olmayan bu işçi sınıfına dayanmasında bu tarihi vakıa vardır.

Batılı devletler halk ayaklanmasından, Rusya'daki gibi bir devrim yaşamaktan korktukları için işçileri pastaya ortak yapmışlardır.

Oysa bizde bazı haksızlıklar yaşansa da hiçbir zaman işçiye sınıfsal olarak yaklaşılmamış ve bu derece hakkı gasbedilmemiştir. Ülkemizde komünizm gibi ideolojiler işçi sınıfından ziyade en büyük desteği; devlete ve dine olan düşmanlığını kanalize edecek bir mecra bulan çeşitli etnik ve mezhepsel azınlıklardan görmüştür.

 

Her Bir Avrupa Ülkesinin Tarihi Tecrübeleri Farklıdır:

Yukarıda saydığımız sınıflar ve sınıfsal-ayrımcı toplum düzeni Avrupa'nın ortak özelliği olmasına rağmen, bu sınıflar arasındaki iktidar ve zenginlik çatışmaları, din ve mezhep çatışmaları her ülkede farklı şekilde cereyan etmiş, Fransa gibi kimi ülkelerde devrim yaşanırken İngiltere ve Hollanda gibi birçok ülkede monarşiler ve aristokrat düzen şekil değiştirmekle beraber hayatiyetlerini devam ettirmişlerdir.

Fransa'da yaşanan 1789 Fransız ihtilali ile hem aristokrat sınıf hem de kilise büyük bir darbe yemiştir. Bu yüzden Fransız laikliği diğerlerine göre daha bir ateist karakter taşır.

Kilisenin dünyevî ihtirasları uğruna insanlara zulmetmesi, bilimsel gelişmeleri engellemeye çalışması Avrupa'da özellikle entellektüel tabakada geniş bir ateist sınıf oluşmasına sebep olmuştur. Ancak buna rağmen günümüzde Fransa'da bile kilise toplum üzerindeki etkisini devam ettirir.

Almanya 1802'de katolik ve protestan iki büyük kilise ile sulh yaparak bugüne gelmiştir. Bu sulh ile kilise siyasal gücünden taviz vermiş, karşılığında büyük arazi mülkiyetlerini ve zenginliğini muhafaza etmiştir. (Arazi derken ülke toprakları üzerindeki önemli bir yüzdeden bahsediyoruz.)

Dünyadaki bütün katolik kiliselerinin bağlı olduğu Vatikan'ın hâlâ devam eden gücünü ve etkinliğini anlatmaya gerek yok.

Avrupa tarihi aynı zamanda büyük din savaşlarının tarihidir.

İngiltere'nin başını çektiği anglo-sakson ülkelerde aristokrasi sınıfı halkın taleplerine karşılık vererek varlığını devam ettirme noktasında daha becerikli hareket etmiştir. Bugün İngiliz ordusundaki generallerin büyük kısmı aristokrat sınıftandır.

Batıdaki ekonomik ve toplumsal dönüşümü yahudiler kendi lehlerine iyi değerlendirmiştir. Bugün bazı Avrupalılar Avrupa medeniyetini "Yahudi-hıristiyan medeniyeti" olarak tanımlar.

Avrupalı göçmenlerin kurduğu Amerika'yı ise yahudi-mason imalatı bir devlet olarak tanımlamak mümkündür.

 

Avrupa Sömürgecidir, "Paracı"dır, "Dünyaperest"tir:

Avrupa için "Para" daima ön planda olmuştur. Haçlı seferlerinden gününümüze bu böyledir.

"Sömürgecilik" Avrupa'nın icatıdır. Zira bir ülkeyi işgal edip bütün zenginliklerini gaspetmeyi ve dahi yerli halkı köleleştirmeyi bu derece sistemleştiren başka bir düzen dünya tarihinde görülmemiştir.

Avrupa Birliği'nin kurulmasında da, diğer ülkelerin birliğe üye olmak için can atmasında da zenginlik hayalinin önemli rolü olmuştur.

Avrupa Birliği ilk olarak 25 Mart 1957 tarihinde (Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya arasında) "Avrupa Ekonomik Topluluğu" adıyla kurulmuştur. Yani "Avrupa Birliği" dediğimiz topluluğun temelinde "Ekonomi", "Para" önemli bir unsurdur. Kilise de "Hıristiyan Birliği" gayesi güdülmesi şartıyla bu birliği desteklemiştir.

"Değerler topluluğu" gibi tanımlar işin hikâye kısmıdır. "Ekonomik temel" tehlikeye düştüğü zaman ilkeymiş, Avrupa değerleriymiş kimsenin umurunda olmaz.

"Temel" ekonomi olunca, içerisinde "İhtiras", "Dünyaperestlik" gibi birçok kötülükleri barındırması da tabii bir neticedir.

Büyük çelişkilere rağmen "Ekonomi" geniş halk kitleleri yani "Taban" tarafından benimsenen, kabul gören bir temel olmuştur. Fakat tabii bu kabul görme işler iyi gittiği sürecedir. İşler yani ekonomi kötüye gittiğinde temel de sarsılmaya başlar. İşte bir zamanlar girmek için can attığımız Avrupa Birliği sadece küçük Yunanistan'ı kurtarabilmek için 120 milyar euro destek vermek zorunda. Almanya hariç hemen bütün Avrupa ülkeleri sapır sapır dökülüyor. Borç dağlarını büyüterek günü kurtarmaya çalışıyorlar. Nihai çözüm ufukta görünmüyor. Gün gün işler kötüye gidiyor. Bir zamanlar küresel ütopyalarla geçtikleri tek para (Euro) bugün kendi kendilerine ayaklarına bağladıkları bir prangaya dönüştü.

Para varken işler iyi idi, para gitti işler her an bozulabilir.

Bugünkü Batı Avrupa devletlerinin temeli farklı kombinasyonlar içerse de özde hemen hepsinde "Sömürgecilik" ile kilise ile yapılan iktidar ve zenginlik yarışı vardır. Onun da derininde Haçlı Seferleri vardır. Haçlı Seferlerinde de bilindiği üzere "Doğunun zenginliklerini gaspetme" ve "Kilise" iki temel itici güçtü.

 

Kültür Geni:

Toplumlar da yaşayan organizmalardır. Fiziksel özellikleri kadar kültürel ve toplumsal özelliklerini de geçmişlerinden alırlar. Bazı bilim adamlarımızın kullandığı tabirle buna "Kültür geni" denir.

Bu sebeple bugün ortalama bir Avrupalı'nın düşünce yapısı ve günlük yaşantısı bu geçmiş tarihi süzgeçle anlaşılabilir. Meselâ Fransa gibi ülkelerde eski aristokrat sınıf ne kadar ortadan kaldırılmış olursa olsun yeni ortaya çıkan elit tabaka aynı şekilde bir aristokrat gibi hareket eder. Ekonomik alt sınıflara ve diğer milletlere tepeden bakar. Kendisini ayrı bir sınıf gibi görür. Bu zihniyet bütün Batı toplumunda vardır.

 

Avrupa'nın "Sömürgeci", "Gaspçı" Kültürü:

Avrupa'nın zenginlik gaspetme ve sömürgecilik alt yapısı bugüne kadar hiç değişmedi. Avrupa'nın kültür(!) genlerinin ana damarlarından birisi oldu.

Ortadoğu başta olmak üzere bütün dünyada yaşanan huzursuzlukların en büyük sebebi budur; "Batı"nın dünyanın dört bir yanındaki sömürgelerini etki altında tutma, yeni sömürgeler ele geçirme gayretidir. Bu ihtirası uğruna insani değerleri hiçe saymaktan, çiğnemekten çekinmemesidir. Halbuki Batı kendisini "İnsan Hakları Şampiyonu" olarak görür, büyük bir riyakârlık sergiler.

Dünyayı paylaşmak ve sömürmek ihtirası ile yola çıkan Batı'lı emperyalist ülkeler bütün dünyada olduğu gibi Ortadoğu'da da çıkarlarına hizmet edecek sınırlar ve siyasal yapılar oluşturdular. Ülkeleri kendi aralarında taksim ederken zenginliklerini paylaşma düşüncesi ile hareket ettiler. İşgal ettikleri ülkelerdeki insanların ihtiyaçları ve gerçekleri gözardı edildi. Sonra bu ülkelerde işgalci olarak tutunamayacaklarını anladıklarında arkalarında yönlendirebilecekleri bir idari yapı kurmaya çalıştılar. Bu kapsamda iktidarı azınlıklara verdiler.

 

Suriye:

Suriye'de de öyle yaptılar. Alevi azınlığa iktidarı teslim ettiler. Suriye'nin Arap ülkelerini saran badireleri daha az hasarla atlatma şansı varken, kendi kendisini ateşe atmasının altında iktidarın dayandığı bu azınlığın kontrolsüz ve basiretsiz icraatlarını görmekteyiz. Bu da Fransız sömürgeciğinin Suriye'ye hediyesi!...

Halbuki Suriye Türkiye'nin desteğini büyük memnuniyetle kabul etmiş, Türkiye sayesinde küresel işgalcilerin taarruzundan kurtulmuş, yönetim bu politikası ile geniş halk kitlesi nezdinde bir nebze meşruiyet kazanmıştı.

Ancak halk hareketlerini şiddetle bastırırken Suriye istihbaratının ve askerinin adeta kin ve düşmanlıkla intikam alırcasına halka saldırması her şeyi berbat etti.

Arap ülkelerini etkisi altına alan olaylar Suriye'ye de sıçradığı zaman durumun bu kadar kötüye gideceği pek tahmin edilmiyordu. Ancak Suriye'deki yönetici azınlık bağnaz zihniyetine gem vuramadı, iç yüzünü gösterdi.

Tabii bundan çıkartılacak dersler var...

Türkiye biraz da eli-kolu bağlı vaziyette durumu yönetmeye çalışıyor. Biraz da ok yaydan çıktı. Esad yönetimi güvenilirliğini kaybetti. Suriye yönetimi Türkiye'ye kızgın ama pek sesini çıkartamıyor.

Binaenaleyh her ülkenin ve milletin yaşadığı tarihi tecrübeler farklıdır. Her milletin sınıf anlayışı farklıdır, değişik toplumsal sınıflara bakışı farklıdır. Siyasal sisteminin dayandığı toplumsal sınıflar farklıdır.

Görüldüğü üzere sömürgeci ülkelerin işgaline uğramış ülkelerin durumları ise bambaşkadır. Bazı yerlerde içler acısıdır. Afrika'da 100-150 yıl önce aynı dili konuşan bazı halklar iki ayrı sömürge ülkesi tarafından paylaşıldığı için farklı dil konuşan iki halk haline getirilmiştir. Avrupalı sömürgeciler acımasız sömürge yöntemlerini özellikle gariban Afrika halkları üzerinde daha kolay uygulamışlardır.

 

Avrupa Anayasaları ve
Türkiye'deki Anayasa Tartışmaları:

Avrupa anayasaları yukarıda anlatmaya çalıştığımız yüzlerce yıllık tarihi altyapının bir sonucu olarak ortaya çıkmış toplumsal sözleşmelerdir.

Avrupalılar sebepleri es geçerek ulaştıkları sonuçları allayıp pullayıp pazarlamayı severler. Kendilerinin üstün ırk olduğuna, kendi düzenlerinin en iyi düzen olduğuna inandıkları için her topluma kendi düzenlerini dayatmaktan zevk alırlar.

Avrupa tecrübesini kendi kültürel yapısı ile harmanlayıp kendine has bir yapılanma inşa edebilen Japonya gibi ülkeler ilerleme kaydederken Avrupalıların reklamlarının etkisi ile Avrupa'nın ulaştığı sonucu olduğu gibi kopya etmeye çalışan Türkiye gibi ülkeler büyük bocalamalar yaşamıştır.

Yüzeysel tartışmalar yerine, kopyacılık yerine, Türkiye tarihini iyi irdelemek gerekir. Osmanlı devrindeki "Adem-i merkeziyet" tartışmaları, Mısır'daki Mehmet Ali Paşa vakası, Ayanlar meselesi, Meşrutiyet ilanı ile kurulan meclisteki azınlıkların hakimiyeti, buna mukabil Avrupa ülkelerinin meclislerindeki yapı, Ermeni tecrübesi, Rum Patrikhanesinin Yunan isyanındaki rolü, hepsi bu tartışmalar bağlamında gündeme gelmesi gereken konulardır.

İnsan beyni teorik şablonlar kurmaya meyyaldir. Ancak mesele kağıt üzerinde teoriyi kurmak değildir. Esas önemli olan "İnsan unsuru"dur. İnsan gibi bir insanla muhatap olursanız yapacağınız uygulama başkadır, terör fitnesine düşmüş bir insanla muhatap olursanız yapacağınız uygulama başkadır.

"Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"

Mehmet Akif Ersoy


  Önceki Sonraki