Ülke olarak bir taraftan teknolojide, bilgi birikiminde, küresel arenada, (nispeten) ekonomide büyük bir inkişaf yaşıyorken; diğer taraftan dini, ahlâki, toplumsal, hukuki alanda üzüntü ve endişeye sevkeden, büyük depremlerin habercisi, öncü sarsıntılar yaşıyoruz. Bir tarafımıza bakınca yüzümüz gülüyor; başımızı diğer tarafa çevirip bakınca karşılaştığımız manzara üzüntü ve kedere sebep oluyor.
Meselâ; savunma sanayiinde büyük bir atılım içerisindeyiz. Kara, deniz, hava her sahada kendi teknolojimizle yerli üretimler yapıyoruz. Savaş gemimiz denizde. Zırhlı araç, obüs imalâtlarımızı tank imalâtı ile taçlandırmak üzereyiz. İnsansız uçağımız gökyüzünde test uçuşları yapıyor, kendi savaş uçağımıza dair planlar masanın üzerinde. Amerika'dan daha iyi savunma füzeleri yapabiliyoruz. Gerekli her şey yapılıyor demek zor, ancak tekerlek tümseği aştı, en önemli aşamayı geçtik, "özgüven" kazandık. Ayaklarımıza geçirilen "aşağılık kompleksi" prangasından kurtulduk. Artık; "Biz, kendi silahımızı kendimiz yapabiliriz!" diyoruz. Dostlarımız iftihar, düşmanlarımız haset ediyor. Bu manzara yüzümüzü güldürüyor.
Ancak yüzümüzü başka bir tarafa çeviriyoruz. PKK-KCK-BDP adı altında bir çığ gibi büyüyen fitneyi görüyoruz. Basiretsiz adımlar, hesapsız sözler sebebiyle adeta kendi ellerimizle büyüttüğümüz bir ateş üzerimize geliyor.
Çok hatalar yapıldı, yapılıyor. En büyük iki hatamız; konuya "Batı"nın gözlüğüyle bakmamız ve Kuzey Irak'ta Amerika ile karşı karşıya gelmekten korkmamızdır. Bu iki hata-eksiklik adeta bir domino etkisi yaparak strateji, hukuk, güvenlik hatalarını tetikliyor. Koca devlet terör örgütüne psikolojik üstünlüğünü kaybediyor.
Hâlâ 1 Mart teskeresini gündeme getirip "Amerika ile birlikte hareket etseydik terör yuvalarını kontrol ederdik." diyenlerin bulunması şayan-ı hayret bir durumdur. Çok daha güçsüz, zayıf bir ülke iken Kıbrıs çıkarmasını yapma cesaretini göstermiş bir ülkenin bu acziyeti üzüntü verici.
Zamanında yapılması gerekenler yapılmadığı için ceremesi misliyle büyüyerek karşımıza geliyor. Zira kendi kendimizi aciz, dirayetsiz, pısırık duruma düşürüyoruz.
Farz-ı muhal Türkiye'nin durumunda İngiltere veyahut herhangi bir Avrupa ülkesi olsa hangisi "Aman Amerika ile karşı karşıya gelmeyeyim." der, Amerika'nın ağzına bakardı?
İşte Protestan ittifakın en önemli üyelerinden, Amerikan müttefiki İsveç'ten bir haber:
"Svenska Dagbladet gazetesinin haberine göre ... İsveç istihbarat servisi, terörist olduklarından kuşkulandıkları kişileri izlerken, çevrede hiç tanımadıkları iki yabancının varlığını dikkat çekici buldular. ... kısa bir araştırma sonucu söz konusu kişilerin CIA ajanları olduklarını belirledi.
Amerikan ajanlarının hükümetten izin almadan, istihbarat servisine bilgi vermeden ülke sınırları içinde faaliyet göstermesine tepki gösteren İsveç, ABD Büyükelçiliği'ndeki CIA temsilcisine sert bir uyarıda bulunarak ajanların derhal İsveç'i terk etmesini istedi. ... Amerikan ajanları İsveç'i hemen terk etti. Kısa bir süre sonra CIA'in İsveç'teki sorumlusu da ülkesine döndü." (Gazeteci.tv, 23.05.2011)
Adamlardaki devlet bilincini, bağımsızlık bilincini görüyorsunuz. Dünkü devletlerin durumuna bakın, binlerce yıllık devlet tecrübesi olan şu milletin durumuna bakın. En haklı bir davamızda "Amerika ne der?" diye bakıyoruz. Avrupa'nın verdiği at gözlüklerini kendi rızamızla kafamıza geçiriyoruz.
Avrupa gözlüğünü takınca ne oluyor? Şu oluyor:
Barış düşmanı örgüt "Barışsever", dünyanın en antidemokratik örgütü "Demokrat" sıfatı kazanıyor. Terörün adı "Siyaset"; molotofun, polis bıçaklamanın, işyeri yakmanın, otobüs kundaklamanın adı "Demokratik eylem"; devleti, ülkeyi, hükümeti, başbakanı tehdit etmenin adı "Siyasi söylem" oluyor. Doçka uçaksavarı ile sınırı geçen teröristi öldüren asker "Provokatör" damgası yiyor.
Sonra ne oluyor? Şu oluyor:
BDP'nin desteklediği bağımsız adaylar için yapılan törende Van Belediye binasına PKK bayrağı asılıyor.
Diyarbakır bağımsız adayı Leyla Zana, seçim gezisinde şöyle konuşuyor:
"Oyunuzu Kürdistan'a, barışa, kardeşliğe ve gerillaya verin", "Gün gelecek, Öcalan kendi halkının arasında bu halkın çocuklarına öğretmen olacak" (Taraf, 25.05.2011)
Diyarbakır'da toplanan Demokratik(!) Toplum Kongresi'nin açış konuşmasını yapan "Demokratik(!) toplumcu Aysel Tuğluk ise şöyle söylüyor:
"Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Ancak bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun savunulacaktır. Araf halindeyiz. Sorumluluk devlettedir, sayın başbakandadır. Cennet olsa birlikte yaşayacağız, cehennem olsa birlikte yanacağız!", "Şimdi yine keskin bir dönemeçteyiz. Dilim varmıyor demeye ancak, kötü şeyler olacak ifadesini bir his olarak dillendirmek durumundayım. Kürt meselesiyle ilgili olan herkes bilebilir ki, ağır ağır değil, hızlı hızlı sıfır noktasına doğru gidiyoruz." (DHA, 05.05.2011)
Batman milletvekili adayı Bengi Yıldız, seçim otobüsünün üzerinden sloganları mikrofonla tekrarlıyor:
"Evet Batman ovası Apocular yuvası. Kemal Pir'ler, Agit'ler, Hayri'ler bu coğrafyadan, Batman'dan beslendiler, bu kentte büyüdüler. Biz de daima onların anısına bağlı kalacağız." (Vatan, 14.05.2011)
Tabii bir de bunların, yakalandığı zaman kuyruğunu kısıp "Hizmete hazırım" diye yalvaran bir önderleri var. O da baktı meydan boş, kendini bir şey zannetmeye, kodesinden tehditler savurmaya başladı:
"Başbakan 15 Haziran'a kadar çıkıp konuşsun ve bana 'Silahlı güçlerini bir yere çek ve biz demokratik anayasa çözümü üzerinden çözüm geliştireceğiz' desin. O zaman bu savaşı durdurmuş olur", "Çözüm gelişeceğine dair bir bildirim yapılmazsa, beni ölmüş bilin. Artık ondan sonra yaşanacak olan başkaldırıdır, isyandır, her şey olabilir."
Adam kodesinden aylardır tehdit savuruyor. 17 Aralık'ta "Önümüzdeki 6 ay için şöyle diyorum: Demokratik çözüm için son şans. Aksi takdirde çatışmalar başlar, korkunç bir savaş gelişebilir."
Tabi bu demokrat(!)ların bir de demokrasinin beşiği(!) Avrupa ülkelerindeki uzantıları var. Demokrat(!) demokrat(!)ı çekiyor ne de olsa. 2007'de Fransa'da tutuklanan Rıza Altun'un yardımcısı Atilla Balıkçı, bizzat soruşturmayı yapan hâkime Fransız istihbaratı ile irtibatını, Sarkozy'nin danışmanı Ermeni milliyetçisi Patrick Deveciyan'la bağlantılarını anlattı. Fransız istihbaratı bu görüşmeleri doğruladı. Deveciyan ise, görüşmelerin içeriğini gizlemeyi tercih etti. (İbrahim Karagül, 18.05.2011)
Halk demokratik(!) eylem yapıyor, esnaf kepenk kapatıyor. Tabii demokratik(!) eylem yapmak istemeyen esnaf bulmak mümkün olmuyor. Çünkü kepenk kapatmayanın dükkanını yakıyorlar. Veyahut demokrat(!) belediyeler sudan sebeplerle ağır para cezaları kesiyor.
Köylü oyunu veriyor, tercihini bu demokratlar(!)dan yana kullanmıyor. Seçimden sonra bu demokratlar(!)ın demokrat(!) gerillası köylünün minibüsünü havaya uçuruyor.
Bu demokratlar(!) o kadar demokrat(!) ki, rakip partinin büroları kundaklanıyor, adayları tehdit ediliyor.
Bu demokratik(!) gerilla dağda doçkasıyla, keleşiyle demokratik(!) eyleme giderken demokrasi düşmanları(!) tarafından katlediliyor; Denizli'den İstanbul'a, Hakkâri'den Diyarbakır'a bütün demokratik(!) eylemciler ayaklanıyor, polisle çatışıyor. Bazı demokratik(!) eylemciler demokrasi(!) talep eden sloganlar atıyor: "Katil devlet", "PKK halktır halk burada", "Hepimiz Öcalan'ın askeriyiz, intikam intikam!"
Bu barış(!) kardeşlik(!) sevdalısı demokrat(!) gerillanın masrafları oluyor tabii. Uyuşturucu tüccarlığı iyi para getiriyor bu demokratlar(!)a.
Bu demokratlar(!) tek devlet filan derken fikirleri değişiyor "Tek başbakan yetmez." diyorlar artık.
Bu demokrat(!) gerilla demokratik(!) eylemde sınır tanımıyor, hizaya gelmeyen muhalifleri infaz ediyor.
Bazı demokrat(!) belediyelerin elemanları iş makineleri ile polis panzerlerinin karşısına çıkıyor. Devir değişti demokrasi(!) eylemleri çağ atladı.
Bazı demokratik(!) gerilla gece polis öldürüyor, gündüz belediyede çalışıyor.
Bazı demokrat(!) eylemci eylemini gündüz yapıyor. Gün ortasında, şehir merkezinde yolda yürüyen uzman çavuşun arkasından yaklaşıp kafasına sıkıyor.
Bazı demokrasi(!) eylemlerinde demokrasinin(!) tadına doyamayan eylemciler polis arabasının camını kırıp içindeki polisi bıçaklıyorlar.
Demokrat(!) adayları karşılayan demokrat(!) kalabalık en önde "Colemerg (Hakkari) Gençliği Kastamonu'daki eylemi selamlıyor" pankartı taşıyor.
Bu demokratlar(!) o kadar dindar(!) ki cuma namazlarını kaçırmıyorlar. Meydanlarda namaz kılıyorlar.
Bu demokrat(!)lar Van'da başka bir partinin mitingine katıldıktan sonra Türk Bayrağı ve parti bayrağı taşıyanlara saldırıyor, tekme tokat meydan dayağı yiyenler polisin yardımıyla kurtuluyor. (İHA, 20.05.2011)
Bu demokratları tanıyan yöre insanlarından Diyarbakır Mustazaf-der şube başkanı Hüseyin Yılmaz meşhur bir demokrat(!)a atıfla "Allah göstermesin özerklik Pol Pot'u aratır." diyor. (Taraf, 10.05.2011)
"Barış", "Demokrasi", "Kardeşlik" gibi bütün kavramların ırzına geçen; bütün bu kavramlardan anladığı tek şey "Öcalan'ın serbest bırakılıp siyaset yapmasına izin verilmesi" olan; yöre halkına elinde silah her türlü yıldırma taktiğini uygulayan; dağdaki terörün sona erdirilmesini "Tasfiye", bunu isteyenleri "Tasfiyeci" olarak yaftalayan; uyuşturucu ticareti yapan; İslâm'la alakaları düşmanlık boyutunda olduğu halde "Sivil itaatsizlik" adı altında camilerde bölücülük yapan; KCK adı altında şehirlerde illegal örgütlenme yapan; Kürt gençlerini devlet düşmanlığı ile, faşist bir zihniyetle dolduran; televizyon kullanarak bütün Türkiye'deki şehir örgütlerini, dağdaki kadrolarını tek merkezden yönlendirebilen; sadece eylemleri değil, söylemleri de kontrol edip yönlendirebilen; despotluğun her türlü yöntemini içselleştirmiş bir örgütle karşı karşıyayız.
Daha ötesi bu örgüt 6 aylık, 1 senelik, 3 senelik planlar yapabiliyor, eylemlerini söylemlerini kademe kademe bir strateji çerçevesinde değiştirebiliyor. (Mesela camide bölücülük için 3 yıl önce imam yetiştirmeye başladılar.)
Bu kademeli ve profesyonel stratejiye bir kısım işbirlikçi medyanın ve diğer destekçilerin uyumu-desteği bizi tek bir sonuca götürüyor:
"Dağdaki teröristin eylemini", "Şehirdeki yapılanmanın hareketlerini", "Sokaklardaki eylemleri", "Medyadaki gündemi", "İmralı'daki papağanı", "Politikadaki zaafları", "Belediyelerdeki işbirlikçileri", "Kürt gençlerinin gönlündeki kin ve nefreti" üretip yönlendirebilen, bunu yıllara yayabilen büyük bir arkaplan, merkezî bir stratejik akılla karşı karşıyayız. Bu organize Kandil'deki Karayılan'ın, kodesteki Apo'nun yapabileceği bir şey değil. Burada çok daha büyük bir düşmanımız var. Ve bu düşman maalesef bu zavallıları hem Türkleri hem de Kürtleri yakmak için kullanmak istiyor. Milletvekilleri adaylarının tehditlerinde kullandığı dille: "Birlikte yanacağız."
Kürt gençlerinin gönlüne kin yerleştiriliyor. Adeta eski pagan dinlerin kötülük tanrıları gibi devlet veyahut Türk imgesi adeta şeytanlaştırılıyor, putlaştırılıyor. Sonra kendi siyasetçileri bile çıkıp "Bu gençleri kontrol etmek çok zor korkuyorum!" diye itirafta bulunuyor. (Ahmet Türk, Akşam, 02.11.2010)
Aynı oyunu yüz yıl önce Ermenilerle yaptılar. Osmanlı zarar gördü, Ermeni daha büyük zarar gördü.
Durum bu. "Demokratik Temsil" filan hikâye. Halk kimde güç fehmediyorsa onun yanına geçiyor.
Bu iş, bu fitneyi söndürme işi; terör örgütünü halka şikâyet etmekle olmaz. Hukuk nosyonunu kaybetmiş hukuk uygulayıcıları ile olmaz. "Amerika ne der?"ci zihniyetle de olmaz. "Bunlar şunun komplosu bunun komplosu" deyip sıyrılmakla yahut enseyi karartmakla hiç olmaz.
Şu içine düştüğümüz durumun en büyük vebali devlet emanetini taşıyan sorumlularındır.
Gerçekler iyice acılaştı. Gerçeklerle yüzleşmek lâzım. Zira bu ateş iç harbe-dış harbe, her şeye yol açabilir. Eyvah! denir ama iş işten geçmiş olur.