Muhterem Okuyucularımız;
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185)
"Her doğan ölür, her gelen gider. Ölüm mahlûku, Hâlık'ına kavuşturur."
Binaenaleyh; Allah dostu veli kullar her an Allah ile olanlar, Allah-u Teâlâ'ya dönenlerdir. Allah-u Teâlâ'yı tercih edenler de bunlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Âlimler peygamberlerin varisleridir." buyuruyorlar. (Buhârî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmaktadırlar:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oluyor. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın emri ile izniyle olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" buyurmaktadırlar.
Niçin? Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, manevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor. Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah'ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.
"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
•
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 tarihinde ahirete irtihal etmişlerdi.
Her zaman asıl hayat olan ahiret hayatını anlatırlar ve bu hayatın üstünlüğünü duyurmaya çalışırlardı. Gelip geçici dünya hayatını bırakıp ebedî hayat için çalışmayı tavsiye ederlerdi. Nitekim Zât-ı âlileri 1991 yılında Düzce'deki evlerini ve dükkânlarını bırakarak, Adapazarı'ndaki Vakıf binasına yerleşmişlerdi.
"Efendim, orada her şeyinizi bıraktınız, evlerinizi, dükkânlarınızı!" diye soran bir kardeşimize; "Efendim! Zaten bırakacak değil miyiz, biz şimdiden bıraktık!" buyurmuşlardı.
Hastalığında ve vefatında hiç kimseye yük olmamış, şaşaayı, gösterişi değil, tevazuyu, sessizliği, sakinliği ve sadeliği tercih etmişlerdi.
"Kefenim, tahtam hepsi hazır. Birisine yüküm olmasın."
"Orası o kadar güzel ki, tarifi mümkün değil..."
"Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin. Orada yabancılık çekilmiyor." buyururlardı.
Bu esenlik ve mükâfat yurduna olan iştiyaklarını her vesile ile beyan ederlerdi.
Zât-ı âlileri ahirete irtihal ettiler, ancak şunu çok iyi biliyoruz ki; ruhaniyetleri aramızda. Zira Allah-u Teâlâ'nın büyük ihsan ve ikramlarda bulunduğu, vazifedar kıldığı bu zât-ı âlinin tasarrufları, mücadelesi vefatlarından sonra da devam ediyor. Bizim halihazırda her an müşahede ettiğimiz bu durumu birçok Evliyaullah Hazerâtı da asırlar öncesinden eserlerinde ifşa ediyorlar.
Binaenaleyh bu vesile ile; bu büyük Zât-ı âli'nin ölüm ve ahiret hayatının üstünlük ve güzelliğine dair beyanlarını, vazifesinin ve tasarruflarının vefatından sonra da devam ettiğine dair hakikatleri arzetmeye çalışacağız.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'i rahmet, minnet ve şükran ile anarak şefaatlerini niyaz eyleriz.
•
Bu ay içerisinde başlayacak olan "Üç Aylar"ınızı ve idrak edilecek olan mübarek "Regaip ve Miraç Kandilleri"nizi tebrik eder, tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Yüzlerce Evliyâullah Hazerâtı'ndan her biri Allah-u Teâlâ'nın gösterdiği ve duyurduğu kadarıyla "Hâtem-i Veli" Hazretleri'nin bir özelliğini, hayatından bir bölümü, eserlerini, mücadelesini anlatmaya ve duyurmaya çalışmışlar, yüzyıllar öncesinden onun geleceğini haber vererek büyüklüğünü ve mertebesinin âlî olduğunu vurgulayarak onunla aynı zamanda yaşayabilmeyi, onu görebilmeyi ve biat edebilmeyi arzu etmişlerdir. Hâl böyle iken aynı zamanda yaşayıp, haberdar bile olamayan, haberdar olup kötü zan besleyip tavır alanlar burada anlamasalar bile, ahirette gerçeği ayın on dördü gibi görecekler ve anlayacaklar, fakat iş işten çoktan geçmiş olacak. Nedâmet çok fakat faydası yok... Hayat-ı saadetlerinde göremeyip, şimdi eserlerine tutunan, muhabbet duyup "Keşke görebilseydim de ellerinden öpseydim!" diyerek samimi bir şekilde gönülden isteyenler muhakkak ki hayatlarında görmüş gibi olurlar ve onların şefaatine mazhar kılınırlar. Terk-i dünya eylediklerinin sene-i devriyesi hasebiyle her an anılan Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'i rahmet, minnet ve şükran ile anarak şefaatlerini niyaz eyleriz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 tarihinde ahirete irtihal etmişlerdi.
Gelip geçici dünya hayatını bırakıp, her zaman asıl hayat olan ahiret hayatını anlatıp orası için çalışılması gerektiğini vurgulayan Zât-ı âlileri 1991 yılında Düzce'deki evlerini ve dükkânlarını bırakarak, Adapazarı'ndaki Vakıf binasına yerleşmişlerdi.
"Efendim, orada her şeyinizi bıraktınız, evlerinizi, dükkânlarınızı!" diye soran bir kardeşimize; "Efendim! Zaten bırakacak değil miyiz, biz şimdiden bıraktık!" buyurarak, sohbetlerinde bizlere daima; ahiret yaşantısını, ahiret hayatının üstünlüğünü ve güzelliğini anlatmaya ve duyurmaya gayret etmişlerdi.
"Orası o kadar güzel ki, tarifi mümkün değil..."
"Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin, severek gidin. Orada yabancılık çekilmiyor." buyururlardı.
Bu esenlik ve mükâfat yurduna olan iştiyaklarını her vesile ile beyan ederlerdi.
"Gönlüm ahirete akıyor amma O murat ettiğini yapar."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum..." buyurmuşlardı.
Zât-ı âlileri ahirete irtihal ettiler, ancak şunu çok iyi biliyoruz ki; ruhaniyetleri aramızda. Zira Allah-u Teâlâ'nın büyük ihsan ve ikramlarda bulunduğu, vazifedar kıldığı bu zât-ı âlinin tasarrufları, mücadelesi vefatlarından sonra da devam ediyor. Bizim halihazırda her an müşahede ettiğimiz bu durumu birçok Evliyaullah Hazerâtı da asırlar öncesinden eserlerinde ifşa ediyorlar.
Binaenaleyh bu vesile ile; bu büyük zât-ı âli'nin ölüm ve ahiret hayatının üstünlük ve güzelliğine dair beyanlarını, vazifesinin ve tasarruflarının vefatından sonra da devam ettiğine dair hakikatleri arzetmeye çalışacağız.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruyor. (Âl-i imrân: 185)
"Her doğan ölür, her gelen gider. Ölüm mahlûku, Hâlık'ına kavuşturur."
Binaenaleyh; onlar Allah ile olanlar, Allah-u Teâlâ'ya dönenlerdir. Allah-u Teâlâ'yı tercih edenler de bunlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefat ettiklerinde, Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz;
"Ey insanlar! Kim ki Muhammed Aleyhisselâm'a tapıyorsa bilsin ki o vefat etmiştir. Her kim ki Allah'a tapıyorsa, bilsin ki Allah daim ve bâkidir, asla ölmez..." buyurdu ve Kur'an-ı kerimden şu Âyet-i kerime'leri okuyarak sözlerini bitirdi:
"Resul'üm! Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler." (Zümer: 30)
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz topuklarınız üzerine geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah'a hiçbir şeyle zarar yapmış olamaz. Allah şükür ve sebat edenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imrân: 144)
O insan hayatının her safhası için, her sınıftan insan için, imanda, ibadette, ahlâkta müstesna bir numunedir. Hayatı Kur'an-ı kerim'in canlı bir tatbiki ve tefsiriydi. Onun ahlâkı Kur'an'dı.
Onun vekili de öyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." buyuruyorlar. (Buhârî)
O hakiki peygamber aşığı, onun vekili, onun ve yolunun bağlısıydı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde;
"Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" buyurdular.
Niçin?
Bu zâtlar cemiyetlere manen yön verirler, manevi kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi müslümanların umumi meselelerinde yardımcı ve tasarruf sahibidirler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevâdir-ül Usül)
Yani onlar Allah-u Teâlâ'nın nazargâh-ı ilâhiye'si, tecelliyât-ı ilâhiye'si oluyor.
Bu da Cenâb-ı Hakk'ın emri ile izniyle olur.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah'ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.
"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Zât-ı âlileri hususi sohbetlerinde sık sık âhiret hayatından bahsederler; bazı tecelliyatları, bazı hikmetli olayları sevenleriyle paylaşarak asıl hayatın ebedî hayat olduğunu, dünyanın gelip geçici bir hayat olduğunu duyurmaya çalışırlardı.
"Elinizde çantanız her zaman hazır olsun!"
"Bir oda altının var, ruhunu almaya geldiler, o anda o altının kırk para kadar değeri var mı? Kıymeti var mı? Şu halde kıymetli olana değer ver, değersize değer verme." buyururlardı.
Dünya hayatına hiçbir şekilde değer vermedi, her zaman âhiret hayatını sevdirdi, onu anlattı ve orası için hazırlık yapılması gerektiğini beyan buyurdu.
"Dün kıştı, bugün bahar. Bugün üsttesin, yarın alttasın, bugün gözün açık, yarın kapalı."
"Küçükler büyüyecek, büyükler gidecek böylece devr-i âlem bitecek."
O dost olarak Hazret-i Allah'ı seçmişti. Dünyada da, ahirette de O'nunlaydı.
"Dostun seni mezara kadar götürür. Amma öyle bir dostla ol ki, ebedi hayatta beraber olursun." buyurmuşlardı.
Hastalığında ve vefatında hiç kimseye yük olmamış, şaşaayı, gösterişi değil, tevazuyu, sessizliği, sakinliği ve sadeliği tercih etmişlerdi.
"Kefenim, tahtam hepsi hazır. Birisine yüküm olmasın." buyurmuşlardı ve her türlü hazılıklarını bizzat kendileri yapmışlardı.
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah'a adayan Efendi Hazretlerimiz; hayatı boyunca dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmaya ve İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imânını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı. Bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardı:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yapılmamış yolu yaptı. O yapılmış yol üzerine asırlar sonra kar yağdı. Biz o karı açıp yolu meydana çıkarıyoruz, yolu o yaptı. Sonra bu bölücüler ifsat ve fesat çıkararak yolu örttü. Biz Cenâb-ı Hakk'ın izniyle bu örtülmüş olan yolun üzerinde yürüdük, yolu açtık, onun yolu meydana çıktı. Yol onun yolu. Onun yolunu çıkardığımız için fazilet budur, başka kimseye verilmemiş, nasip etmemiş bunu.
Çünkü herkes kürsüde konuştu, kitap yazdı amma cihada giren olmadı."
Yegâne gayesi; "Nûr-i Muhammedî"nin yayılması, "İlâhi Görüş Birliği'ne Dâvet"ti. Yani Ümmet-i Muhammed'in, Allah ve Resul'ünde birleşmesiydi. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihat etti.
Bir keresinde; "İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihat içindir. Beni tek tutan cihattır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihat olmasa yaşamanın âlemi ne!.." buyurmuştu.
Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.
Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişlerdi.
Kendileri büyük bir şefkat ve merhamet timsali idi.
Almanya'dan iki misafir ziyaret ettikten sonra şöyle demişlerdi:
"Biz bu yaşa geldik sevgi nedir, şefkat nedir görmedik. Her şeyi burada gördük."
Arz edildiğinde;
"Elhamdülillâh! Gönül herkese sevgi, saygı göstermek ister; çocuk olsun, büyük olsun, kadın olsun herkese... Şükürler olsun ki o hâli bahşetmiş." buyurmuşlardı.
Konuşulan, ortaya konulan her sohbet, her olay yaşanarak anlatıldığı için hiçbir yerde olmayan, hiçbir yerde geçmeyen nice ince sırlar, nice hikmetler açıklanıyor ve izâh ediliyordu.
Öyle bir ilim menbaı, hilim ve hikmet sahibi, mahviyyet numunesi idi ki, bu hususu İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "317. Mektub"unda ifade etmiş ve:
"Bu mârifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür." buyurmuştur.
İşte o ilim bu ilimdir.
Bir defa geldi, daha gelmeyecek.
Bazen bir rüyâ ile mevzu açılır, bazen de gelenin haline, ahvaline, dert ve sıkıntısına göre Zât-ı âlileri kendileri bir mevzu açarak sohbet yaparlardı. Fakat o ilhamât-ı ilâhi ile öyle feyz ve bereket olurdu ki gelen, gören, dinleyen, o an kim huzurda ise istifade eder, huzurla evine, işine dönerdi.
Herkesle ayrı ayrı ilgilenir; çocuk-yaşlı, fakir-zengin, garip-yetim, âlim-cahil, âmir-memur, herkes mest-u hayran olur, alacağını alırdı.
Ömrü hep uykusuz ve fakat ibadetle geçmiş olduğundan vücut yorgundu. Sevenleri etrafında pervane olmak isterken o seneler senesi yalnız yaşadı. Kendi işini kendisi görürdü. Azmi ve dirayeti her şeyin fevkinde idi. Düşünün tam 11 yıl hiç su içmemiş bir vücut. Niçin? Emir olduğu için...
Hülâsa, son iki yılında rahatsızlığı vesilesiyle numune bir tevekkül, teslimiyet, sabır ve şükür timsaliydi.
Bir ayda üç ameliyat olduğu zaman oldu. Ama "Hep Hakk'tan, O'ndan gelen her şey güzel" der, son âna kadar, "Buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, hep şükür, şükür, şükür" buyururlardı.
Zaten Peygamberân-ı izam ve Evliyalullâh Hazerâtı'nın hayat-ı saadetleri ibtila ve musibetlerle doludur. Bu ibtilalar peygamberlerden mirastır, Sünnet-i seniyye'dir.
O Hazret-i Allah'a öyle bağlıydı ki; "Bin tane can, bin tane canan verse, bin canımdan da, bin cananımdan da vazgeçerim." derdi.
O Hazret-i Allah'ı tercih ederdi. Hep Hazret-i Allah ve Resulullah'tan bahseder, kavuşmak için bir an evvel gitmeyi arzular, "Gönül oraya gitmek istiyor." derdi.
"Gidiyoruz ne zaman çekeceği belli olmaz. Gönlüm ahirete akıyor amma O murat ettiğini yapar." buyururdu.
Son zamanlarında;
"Ben Rabb'ime misafireten gideceğim."
"Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhi'ye, ziyafet-i ilâhiye'ye gidiyorum, müsterih olun!.." buyurmuşlardı.
Bu hususta, Evliyâullah Hazerâtı'nın çok önemli bazı ifşaatlarını arz edelim:
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye"nin bir noktasında; Hızır Aleyhisselâm gibi Hâtemü'l-evliyâ'nın da ölümsüz kılındığına işâret ederek şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir. O, hakîkat ve mecaz mekânıdır, en ulu mekândır; o, mülk ve akıl içindeki sevinç ve kurtuluş mekânıdır. O, hayâtın aslından tahsis edilen hayat ve ölümün indirildiği 'Hayy' ismine ulaşan 'Kazâ' mekânındaki Rabb'in ismine vâsıl olur. Hattâ ebedî ölümsüz olan Hızır ve gâib olmayan birini Allah, korunmuş olan gökyüzünde asılı duran bir yıldızın altındaki bir mülke, ya da yıldızın en altındaki mülke indirir; Hâtemü'l-evliyâ'ya ise hakîki hayatın ilerleyişini içirir, tâ ki ortaya çıksın ve yok olmasın, ebediyen ölümsüz kalsın." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdir'ül Usûl"ün "İki Yüz Altmış İkinci Asıl"ında Hazret-i Allah'ın, Hatem-i veli'yi, Hızır Aleyhisselâm'ı kullandığı gibi kendi himayesinde kullandığını beyan buyurmuştur:
"İşte Allah velilerinin sonuncusunun mülkü bundan sonra gelir. O Allah'ın himayesinin hâkimiyeti içinde, kendisine Allah'ın yerleşmesiyle hâsıl olmuş bir kalptir. Onu, zâhirdeki ilâhî hudut aşıldığı vakit; ifsadı, tahribi ve herhangi bir kimsenin değiştirmeye kalkışma etkisini önlemek için kullanır. Çünkü bu, Allah'ın halktan gizlediği bâtındaki hudududur. Zâhirdekilere göre ise hudut bundan daha başkadır.
İşte bu kalpte O'nun hâkimiyeti dolup taşmış ve yerleşmiştir. Allah, tıpkı gemiyi sökme ve küçük çocuğu öldürme hususunda Hızır'ı kullandığı gibi, onu da kendi himayesinde kullanır. Bu Allah'ın zâhirde, halkın yanında gizli olan hududuydu. Bu nedenle Musa Aleyhisselâm dahi ona karşı gelmişti." (Nevâdir'ül Usûl. c. 2 sh: 482)
Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri "Maârif" adlı eserinde Hâtem-i Veli'den ve onun hikmetli işlerinden bahsetmiştir.
"Bu zât:
"Allah dilediğini yapar." (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur." (Maârif. Sh: 257)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinin 1. cildinin 436. sayfasında ise, Hatemü'l-evliyâ olan zâtın kitaplarının Hazret-i Kur'an'la dolu olacağını, bu ilmin has bir ilim olduğunu iki asır öncesinden haber vermekte, o devirde yaşayacak bütün ehl-i imânı bu zâta tâbi olup kurtulmaya teşvik etmektedir:
"Hatm'ül-evliyâ'ya muhabbet eyle, tâ ki bununla dahi şefaate muhtaç olmayasın.
Zirâ bu bir muhabbettir ki adâvetleri ref' eder. (Düşmanlıkları kaldırır.)
Ve bu bir ikrardır ki kabirde, münker ve nekiri hayrette kor.
Ve bu bir intisabdır ki selâtin ona reşk eyler. (Sultanlar gıpta ederler.)
Ve bu bir ilimdir ki, hakîmin aklı bunda müncemid olur. (Hikmet sahiplerinin akılları donar kalır.)
Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücuh (yüzüstü sürünerek) gelir.
Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir.
Ve bu türbenin sırrı bir sırr-ı azîmdir ki, (öyle büyük bir sırdır ki), cemî'i emsâra sâridir. (Bütün şehirlere sirayet etmiştir.)
Ve bu bir kitabdır ki, kütüb-ü ilâhiyye umumen bunda mündericdir. (İlâhî kitaplar bunun içinde dercedilmiştir.)
Ve bu bir kalemdir ki onun levhi âriflerin kalpleridir.
Ve bu bir nakş-ı garib (bambaşka bir nakış)dır ki, her kim onun sıbğıyla masbuğ olursa (onun boyasıyla boyanırsa) ebedî solmaz.
Ve bu bir şekildir ki, bunun neticesine kimse ermez ve ilmî dairesine bir fert girmez." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî" isimli eserinde şöyle buyurmuştur:
"Onun sûreti de hem ezelî, hem ebedîdir." (142a yaprağı)
Ezelî oluşu; Allah-u Teâlâ ruhunu ezelden halketmesinden, Âyân-ı sâbite'de onu oraya koymuş olmasındandır.
Ebedî oluşu ise; o O'nun hıfz-u himâyesinde olacak, yok olanlarla yok olmayacak. O vazifesini velâyet sebebiyle yapıyor, yapacak.
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmaktadırlar:
"Dolayısıyla o ezelî ve ebedî olup, hiçbir şekilde nihayete ermez." ("el-Matlâ'u Husûsi'l-Kilem fî Me'ânî Fusûsu'l-Hikem", Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 28b vr.)
Onun desteği doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'dır. O sıfatı ona vermesi, O'nun desteği demektir. Sıfatı nerede ise O da oradadır. O ezelde nasıl takdir ettiyse öyle olur. Ezeli yapar, ebedi yapar, dilediğini yapar. Çünkü o O'nun hükmünün içindedir, kendi arzusunun içinde değil.
Hülâsa olarak arzetmek gerekirse bu Zevât-ı kiram'ın ifşaatlarının ortak noktası şudur:
"Onun için ölüm yok. Onun hayatı da vefatı da birdir. Onun ölümü ölüm değil, aynı tasarrufu devam edecek. Onun için endişeye lüzum yok." demek istiyorlar.
Cemâleddîn Mahmûd Hulvî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun tasarrufu Hakk'ladır, kendisinden değildir." buyuruyorlar. ("Câm-ı Dil-nüvâz", Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr.: 1253, vr. 79a-79b)
O ruhunu, çok sevdiği, her an beraber olduğu, zâhir ve bâtın görüştüğü, buluştuğu, konuştuğu, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Cenâb-ı Hakk'a mülâki olduğu Pazartesi günü sabahı aynı gün ve vakitte teslim etti. Zaten hem zâhiri nesep itibariyle, hem de mânevi nesep itibariyle vekiliydi.
Aslında dikkat edenler şu hakikati göreceklerdir: Hâtemü'n-Nebi Resulullah Aleyhisselâm ile Hâtemü'l-Veli arasındaki benzerlik ayan beyandır. Resulullah Aleyhisselâm yetim idi, Mekke'den Medine'ye hicret etti. Cihadı, ticaretle meşgul olması, hayat-ı saadetleri, yaşantısından vefatına kadar olan bütün hâl ve ahvâl-i şerif'leri tıpatıp Hâtemü'l-Veli'de de tezahür ettiği bir vakıadır. İyice tetkik edenler bunu görürler.
Vefatlarından sonra idrak ettiğimiz Mevlid Kandili gecesinde, tertip edilen programda Kur'an-ı kerim okuyan bir kardeşimizin yaşadığı olay bu hâllerinin her zaman için devam ettiğinin, asıl hayatın ahiret hayatı olduğunun bir kez daha hatırlatılması için bir ikâz ve bir irşad olmuştur.
Kardeşimiz Kur'an-ı kerim okurken, bir âyeti tekrar başa alarak okumuştu ve bu okuyuş üç defa aynı şekilde başa almak suretiyle tekrar edilmişti. Kardeşimiz daha sonra okuyuşu bitirmişlerdi. Şaşırdı zannıyla bakılırken, program sonu olay aydınlandı.
Kardeşimiz; "Âyet-i kerime'yi okurken Efendi Hazretlerimiz geldiler, "Bir daha oku yavrum!" dediler ve toplamda üç defa okutarak, daha sonra elleriyle tamam işareti yaptılar. Ben de o yüzden hemen; sadakallahü'l-âzim deyip, kestim" demişti.
Efendi Hazretlerimiz'in üç defa okuttuğu bu Âyet-i kerime'nin meâli aynen şöyle:
"Her kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse, ona da bundan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız." (Âl-i imrân: 145)
Bütün çalışması dünya hayatının geçici menfaati için olan kimsenin ahiretten hiçbir payı yoktur. Ahireti tercih eden bir mümin ise ahiret nimetlerinden mahrum olmayacağı gibi, dünya nimetlerinden de nasibi kadar kendisine pay verilir.
O'nun mükâfatlandırması hiç şüphesiz ki hem dünyayı hem de ahireti ihtiva eder.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur. Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 63-64)
Çok dikkatli olmamız lâzım. Niçin? Din emanet olduğu için.
Enes -radiyallahu anh- Efendimiz der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Medine'ye girdiği gün şehirdeki her şeyi aydınlık bürüdü. Vefat ettiği gün ise her şey karanlığa gömüldü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den ellerimizi silkmemiş ve biz henüz onun defin işinde iken kalplerimizi tanıyamaz olduk." (Tirmizî: 3859)
Evet kontrol kalkıyor kalplerden, nefis serbestiyet buluyor.
Bizim için gitmekle kalmak arasında hiç fark yoktur. Niçin? O'nunla mısın? Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de O'nunlasın. İşte bu sebeple onun yaşamasıyla ölümü arasında hiçbir fark yoktur. Dünyada da O'nunla, ahirette de O'nunla, Hazret-i Allah ile olana ölüm yok.
Biz gayet rahat, serbest ve ferahız. Niçin? Sahib'im yeter bana. O'nun sahip çıkması benim için en büyük servettir. Benim Sahib'im beni dilediği kadar tutacak ve dilediği zaman çekecek. Çünkü az sonra Hazret-i Mehdi'yi gönderecek.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ölen kişi Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var." (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime'deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak ister. Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
"Eğer sağcılardan ise; 'Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!' denir." (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemal-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Vefat etsem de gönüllerde vefat etmeyeceğim. Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'de; "Benim kabrime gelen toprak taş görür amma kalbinde yaşarsan kabrime gelmeye lüzum yok" buyuruyor.
Yani her zaman yanındasın.
Bir gün Yuşa Aleyhisselâm'ın yanındayım, sizi nereden ziyaret edeyim dedim. "Gönlünden et!" dedi. Peki dedim. Onun için ziyaret gönülle, muhabbetle kaim.
Kâmil insanların ölmediğini ve Rabb'imizin onları her şeyden haberdar ettiğini bilmemiz lâzımdır.
Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri; "Ölenler hayvan imiş, aşıklar ölmez" buyuruyorlar.
Bu bakımdan ehl-i kemâl insanların ziyaret edilmesinden büyük kârlar husule gelir, oradan boş dönülmez. En güzel ziyaret gönülle yapılandır. Uzaklık, yakınlık fark etmez...
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir." ("Kitâb'ün-Netice"; cilt: 1, sh: 436)
Bununla şunu demek istiyor: O öyle bir tecelliyât-ı ilâhiye mazhar olmuş ki; kim ki o tecelliyata yönelirse istifade eder, her kim ki meylederse o tecelliyatın ziyasına nail olur. Hayatta olsun vefatta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifna edildiği için…
Hazret-i Allah içinde olduğu zaman vücud elbisesi de o nurdan nur alır. Vücud elbisesi nur olursa, kefeni de nur olur. Kefeni nur olursa kabri de nur olur. "Nûrun alâ nûr" olduğu zaman artık o, ne ölür ne de çürür.
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Kazâ mekânının içine girdiği için, Hızır Aleyhisselâm gibi ölümsüz olmak da onun alâmetlerindendir." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, nr.: 2058, vr. 206a-206b)
Allah-u Teâlâ onu kullanacak, ruhaniyyet iş görecektir. Tasarrufu devam edecektir. Kınından çıkmış kılıç gibi olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Allah-u Teâlâ toprağa peygamberlerini çürütmesini haram etmiştir." (İbn-i Mâce, Ahmed bin Hanbel, Nesâi)
Peygamberler kendi kabirlerinde onlara özgü bir hayat ile yaşamaktadırlar. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mirac'a çıkarken Hazret-i Musa Aleyhisselâm'ı kabrinin yerinde namaz kılarken gördüğünü beyan etmiştir.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde ise;
"Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım." buyurmaktadırlar. (Deylemi)
Peygamberlerin ve onların vekillerinin naaşları Allah tarafından korunmaktadır. Niçin? Nur oldukları için.
Peygamber Efendilerimiz'in, Ashâb-ı kiram'ın, Evliyâullah Hazerâtı'nın, bil cümle sâlihlerin kabirleri ziyaret edildiğinde, ziyaret edilen kabir ehli düşünülür, çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Sâlihler düşünüldüğü zaman, Allah-u Teâlâ merhamet eder."
Allah-u Teâlâ, onları düşünene merhamet ediyor. Merhamet ettiği kulunun duâsını kabul buyuruyor.
Bizi bazen ahirete alırlar, oraya gidip geliriz. Orası o kadar güzel ki tarifi mümkün değil.
Bir gün Ashâb-ı kiram Efendilerimiz'in kabirlerini seyrediyordum! Bu esnada beni aldılar, ahirete götürdüler. Çıkardıkları yerde kimse yok, tenha. Bir çeşme var, havuz var. Şöyle baktım; birkaç kişi var ve hemen indiğim yere toplandılar, halk birikti. Orada etrafta namütenahi güzellikler vardı. Bize sordular:Nereye gitmek istersiniz? "Nereye gidelim!" dedim. "Sen nereye istersen, senin için her yer serbest!" dediler, sorduğumdan utandım. Allah Allah... Allah râzı olsun. "O zaman beni Resulullah'ın yanına götürün" dedim. Oradaki gidiş bir an, bir an... Makam-ı Mahmud çok yüksek. İndiğim yerle orası çok uzak. Bir anda oraya götürdüler ve Resulullah Efendimiz'in yanına gittik.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle ortada ayakta duruyordu. Seyrettiğim Ashâb-ı kiram da ayakta kenarda böyle duruyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı kiram'ı göstererek:
"Sen bunların taşlarını seyrettin. İşte bunlar burada hayatta, ayakta, hepsi canlı" dedi.
Ben onların türbelerini seyrediyordum. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; "Bak o baktıkların taşlar resimdi, işte buradalar, hepsi canlı..." dedi.
Az evvel Ashâb-ı kiram'ın filmlerini seyrediyorduk, bu halden sonra bu hâl zuhur etti.
Hemen birkaç kişi birikti, nereye gidelim; "Nereye istersen!" dediler. Allah Allah, Allah Allah, musarrah kılmış Cenâb-ı Hakk. Orası buradan çok güzel... Orası çok güzel, çok çok çok güzel... Bir hayat var, bir hava var, bir rahatlık var, bir huzur var, sonsuz bir hayat...
Hülasâ-i kelâm ahiret dünyadan çok hayırlı...
Âyet-i kerime'de:
"Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Bu Âyet-i kerime orada tecelli ediyor. Hayat orada var.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz." (Ankebût: 58)
"Fakat Rabb'lerinden korkanlar için üstüste bina edilmiş odalar var, odaların altından da ırmaklar akmaktadır." (Zümer: 20)
Allah-u Teâlâ cennette hem kişiye özel hem de herkesin faydalanabileceği havuzlardan, pınarlardan bahsetmektedir.
Âyet-i kerime'de; "Altından ırmaklar akar." (Ra'd: 35)
Buyuruyor ya, amma o ırmağa aklınız ermeyecek, ben o ırmağı gördüm.
Yine bir vakit oraya çıkardılar, bir köşke aldılar. Amma ne köşk, her şey var.
Köşkün altında havuzları var. Özel bir köşk, muhafızları var. Biraz sonra kapı çaldı, kapıdaki bekçilerle konuşurlarken; alın onu, tanıdığım o benim dedim. Köşkün her tarafı cam, içerisi görünmüyor amma içeriden dışarısı görünüyordu. Sonra; "Gidelim!" dediler, kalayım dedim, bırakın beni; "Daha vakit gelmedi!" dediler. Elhamdülillâh. Amma hayat orası. Bunu bilin, hayat orada var.
Bu sözü söylüyorum; sakın öleceğim diye korkmayın, telâş etmeyin severek gidin, orada yabancılık çekilmiyor.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
"Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark vardır."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara ulaşamaz." deyince buyurdular ki:
"Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar Allah'a iman eden ve peygamberleri tasdik eden birtakım adamlardır." (Müslim: 2831)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de de veli kulları hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Allah-u Teâlâ onları dünya ve cennet için yaratmamıştır. Kendisi için yaratmıştır. Onlar Hazret-i Allah'a Hazret-i Allah ile bakar, Hazret-i Allah'ın nuru ile Hazret-i Allah'ı görür. Çünkü Hazret-i Allah kendi nuru ile onlara gösteriyor. Bunlar gözle, ilimle bilinecek işler değil.
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var, onlara kavuşmak için ne kadar arzusu var? Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Onlara düşmanlık ise Allah-u Teâlâ ile harp etmek demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır." buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her şeyin fevkindedir.
Bunun da sırrı; onlar ruhaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır, diğer insanlar cismaniyetiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlıdır. Hem O'nu sever, hem cenneti sever, huriyi sever, gılmanı sever...
Fakat ruh ile aşık olan yalnız O'nu sever. Onun aklına ne huri gelir, ne gılman gelir. O Hakk ile olmayı, O'nunla hemhâl olmayı, O'na ibadet etmeyi, O'nunla yaşamayı sever.
Onlarda başka arzu yaşamaz. Onların arzusu Allah'tır. Cenâb-ı Hakk'ın arzusu da onlardır.
Bir gün bir mânâ gösterdiler.
Bir köşkün içindeyim. İki oda seyrediyorum, kapıları yok yuvarlakları var. Amma nasıl ziynet var. Yani ikinci bir şey alıp oraya koyacak durumda değilsin. O kadar muhteşem, dayalı döşeli iki oda seyrettim. Birisi daha büyük, birisi daha uzun, kapıları böyle yuvarlak ama kapıları yok. Şöyle baktım, Allah Allah olsa olsa dedim, bu cennet-i âla'nın köşklerinin hülâsası.
Orası ayrı bir âlem. Ölümden korkmayın, ihvan ölümden korkmaz, severek gider. Allah'ım iman ile gitmeyi ikram buyursun.
Bir kız kime gideceği belli değil ama çeyizini hazırlıyor. Ama bizim gideceğimiz muhakkak, çeyiz hazırlamamız lâzım. Bu da ihlâslı ibadetle olur. Kimseye muhtaç olmayalım, kimseye yük olmayalım.
Ölümden sakın korkmayın! Yalnız hazırlığınız çok olsun. Oranın hayatı bambaşka. Ahiret vallahi daha hayırlı, orası çok güzel, o hayatı gördüm ve yaşadım.
Onun için oranın hayatı bambaşka, çok güzel. Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor. Ahiret hayırlı ve orası çok güzel, gönül oraya gitmek istiyor.
Âyet-i kerime'de:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." buyuruluyor. (Duhâ: 4)
Biz o hayata aşinayız; hayat vefat hiç fark etmez. Yalnız Sahib'im nasıl murat ederse...
Biz Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindeyiz. Bütün arzum Sahib'ime bağlılık. O nasıl isterse, O nasıl hükmederse benim arzu ve isteğim bu oluyor.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Vücut her daim ihtimal vermedi. Niçin? Makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Kabir bir perdeden ibarettir. Biz onları göremediğimiz için "öldü", "çürüdü" deriz. Halbuki onlar alem-i berzahta mükemmel bir hayat sürerler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz." (Keşfül-Hafâ)
O ölmüş amma, ruhu ve ruhâniyeti ölmemiştir, askerleri de ölmemiştir. On kişi, yirmi kişi, kırk kişi istimdat etse, Allah-u Teâlâ'nın izniyle muradlarına erdirir.
Çünkü ölmediler. "İstimdat et, yardım edecek, cevap verecek sana." buyuruyor. Niçin? Ölmediği için. Elbise öldü, amma ruhâniyet ölmedi.
"O Lâtif'tir, Habir'dir." (En'âm: 103)
Lâtif olan, Habir olan Allah-u Teâlâ; bütün işlerin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. O ruhâniyeti dilediği şekilde hareket ettirir, O ruhâniyeti her şeyden haberdar eder.
Bütün bunlar senden sana yakın olan Allah-u Teâlâ'nın tecellileridir. O ruhâniyet bütün bu işlere vâkıftır. Kabirde de, mahşerde de böyledir. İstedikleri zaman, istedikleri şekilde böyle yetişirler.
Kabir ehlinden nasıl istimdat edilir? Ruhu alınmış, kabre konmuş, böyle bir kimseden nasıl yardım istenir? Ruh alınmış amma, diğer insanlarda bulunmayan yalnız onda bulunan iki ruh vardır. Ruh gitti, Allah-u Teâlâ'nın takviye ettiği ruhâniyet kaldı. Kudsî ruh bu işi yapıyor. İstimdat edenlere yetişen işte bu ruhâniyettir. Hayatta da olsa, kabirde de olsa yardım isteyenlerin yardımına yetişir.
Allah'ımız hoşnutlukla gönderdiği, rızâ ile tuttuğu, imanla çektiği kullardan etsin.
Hoşnutlukla gönderdiğinin manası;
İman şerefiyle müşerref, İslâm'la mükerrem eylemesidir. Bir mahlûk için bu, lütuflarından en büyük lütuftur.
İman ile müşerref etmesidir. İman ile müşerref ettiği kimseler, o iman şerefi ile Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman ediyor, o iman nuru ile aydınlanıyor.
İman vermeseydi küfür ve dalâlet batağına düşer, ebedî hayatı mahvolur, dünya saâdetini, ahiret selâmetini kaybederdi.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus: 100)
"Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.
Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah alîmdir, hakîmdir." (Hucurât: 7-8)
Rızâ ile tuttuğu;
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Biz insanı mükerrem kıldık." (İsrâ: 70)
Allah-u Teâlâ; "Biz ben-i Âdem'i mükerrem olarak yarattık." buyuruyor.
Bu Âyet-i kerime'yi Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz tefsir ederken buyurur ki;
"Devâ sendedir bilmezsin,
Derdin de sendendir görmezsin.
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin,
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
Kâinatta ne varsa hepsi O, kâinatta olanı da sana vermiş ama senin haberin yok. Seni bütün nimetlerle ziynetlendirmiş, gene bilmiyorsun. O'nu da tanımıyorsun, sana verdiği nimetleri de bilmiyorsun.
Bunu bilmek için gerçekten tahsile ihtiyaç vardır. Bu tahsili yaparken insan hiç olduğunu öğrendiği zaman Var olanı anlamaya başlar. "Men ârefe nefsehû", "Nefsini bilen, Rabb'ini bilir." Hadis-i şerif'ine mazhar olduğu zaman hiç olduğunu anladığı anda Var olan Hazret-i Allah'ı anlamaya başlar, kendisini de ne küçük bir varlıkla donattığını da görmeye başlar. İşte bunu yapanların bu hale gelenlerin gerçek mânâda kalp gözü, mânevi gözü açık olur, bunları görür. Gördüğü her şeyden dolayı Sahib'ine şükür eder.
"Rabb'im! Sen bana bunu, bunu, bunu, bunu verdin, sonsuz nimetlere nail ve dahil ettin!" diye hep şükür eder, hep zikir eder, hep O'na bakar, O'ndan bakar. İşte o zaman o O'nunla oluyor, O'nunla O'na şükür ediyor ve ihsanını O'na beyan ediyor.
İmanla çektiği;
Cenâb-ı Hakk bir kulu; mahviyeti, ihlâsı, muhabbeti nispetinde kendisine yaklaştırır. Öyle yaklaştırır ki avucunda tutar. Avucunda muhafaza eder. Avucunun içine alır ve dilediği yere koyar.
Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde Rabb'ine şöyle niyaz etmişti:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim ve yardımcım sensin.
Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf: 101)
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Yusuf Aleyhisselâm'ın bu niyazı hem kavmine hem de kendisinden sonra gelecek olan ve âkıbette İslâm üzere ölüp ölmeyeceklerinden emin olmayan kimselere büyük bir numunedir.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in de son sözü bu oldu.
Ölüm; ne güzel şeydir, mahlûkunu Halik'ına ulaştıran en güzel vasıtadır. Öyle bir vasıta ki Halik'ına ulaşıyor.
"Ey Rabb'imiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!" (Âl-i imrân: 193)
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu dünyada güzel işler yapanlara güzellik vardır, âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır.
Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!" (Nahl: 30)
Cennet-i Alâ o kullara hasredilmiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Ahirettekine gelince; sana O'nun Resul'ünün hediyesini, müjdesini ve armağanı ile berâberliği verir.
Zira onunla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:
'Ölen kimse Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naîm cenneti vardır.' (Vâkıa: 88-89)
İşte bu kula onun da öncülüğünü buldurur. Kendisini vasfettiğimiz ve kendisine izâfe ettiğimiz şeye hazırlar. Bahsettiğimiz şeye göre de, gelecek her şeyi kendinde hazır bulur." ("Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y"; s. 184. bas.:Beyrut, 1992)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?" (A'râf: 169)
Bunu Cenâb-ı Hakk buyurduğu halde niçin dünyayı sevdik, kopmak istemedik? İmanımızın zaafından, Hazret-i Allah'a imanımızın noksanlığından.
Allah'ım iman şerefiyle cümlemizi müşerref eylesin.
"Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için ihlâs sahibi olanlar muradlarına erenlerdir." (Nisâ: 146)
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar gelecek olan müminlere hitap ederek, onları dünya ve ahiretteki en kârlı kazanca dâvet etmektedir.
Buyurur ki:
"Ey iman edenler! Elem verici can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size?" (Sâff: 10)
Bu soru teşvik için sorulmuştur. Bundan sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak bu ticareti açıklamıştır:
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz.
Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Sâff: 11)
Osman bin Ma'zun -radiyallahu anh-ın: "Yâ Resulellah! Allah katında hangi ticaretin daha sevimli olduğunu bilmek isterdim, ki o ticareti yapayım." demesi üzerine bu Âyet-i kerime'ler nâzil olmuştur.
Hakk ve hakikati bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar, dünyaya aşırı muhabbet bağlayanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah âhireti kazanmanızı ister." (Enfâl: 67)
Akıllı kimsenin dünyaya aldanmaması, dünya sevgisine aşırı derecede kapılmaması gerekir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin için ahiret, dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ: 4)
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münafığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir.
Halbuki ne yapacaksın dünyayı, hepsini bırakıp gidiyoruz. Orası çok çok çok çok çok güzel. Ve fakat illâ muhabbet Yaratan'a bağlanacak.
İnsan hakikaten dünya muhabbetini kalbinden çıkarırsa, gönlünü Hazret-i Allah ile doldurursa, Allah'a kavuşmak için ahireti tercih eder, hem de nasıl tercih eder, gönülle tercih eder, zaten gönülle olmayan işlerin fazileti bile yoktur. Gönülle tercih eder ve fakat mahlûk Halik'ının emrine tabidir, ne "Beni al!" diyebilir, ne de "Bırak!" diyebilir. Çünkü onun iradesi elinde değil zaten. Çektiği zaman Rabb'ine misafireten gider. Zaten dünyada da O'nunlaydı.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Onun iradesi kendi elinde değildir." buyuruyorlar. (260. Mektup)
Onun iradesi Sahib'inde olduğu için Sahib'i onun hükmünü verir, hükmüyle hareket eder ama onda hüküm ve arzu yaşamaz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O, Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder." buyurmuşlardır.
İşte bu hale gelmemiz için, ahirete yaklaşmak için vesileler lâzım.
Bu vesilelerin en güzeli bir tanesini Cenâb-ı Hakk bize şöyle buyuruyor:
Siz:
"Sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)
Bunun manası; onlar beni biliyor, beni size onlar tarif eder, sizi bana ulaştırır, başkası ulaştıramaz. Başkası nefis putuna yaklaştırır, fakat onlar fâni olduğu için Hakk'a yaklaştırırlar.
Bunun hikmeti; "Ben sizin nasibinizi oraya indirdim. Siz de sadakatiniz, bağlılığınız nispetinde nasibinizi alın." manasına geliyor.
Râbıtası kuvvetli olan kişi Mürşid-i kâmil'deki bütün halleri çekebilir. Allah-u Teâlâ onun deryasına ne verdiyse o deryadan olduğu gibi çekebilir. Fakat teslimiyeti, ihlâs, mahviyeti o nispette olacak. Mahviyet olmayan insanda daima engel vardır. Bu engel kendi nefsidir, kendi vücududur. Hakk'a yaklaşmasına mani olur.
İnsanda; sevgi, muhabbet, sadakat, teslimiyet, doğruluk, mahviyet, ihlâs, edep olursa sıdk ile yaptığı râbıtayla Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği nimeti çekebilir. Râbıta'nın özü işte budur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri onları tarif ederken şöyle buyuruyorlar:
"Görünümleri deva, sözleri şifâdır. İşte bunlarla oturanı Allah-u Teâlâ, hayır hususunda nerede olursa olsun, şerre imkân bırakmayacak bir biçimde bereketli kılar."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" buyuruyorlar. (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'in izâhını "Sırru'l-Esrâr, Rütbe-i Bâlâ" isimli kitabında şöyle izâh ediyorlar:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol!"
Yani o hale bürün. Garip azmaz, taşmaz. Hakaret etmez. Garip insanın hiçbir şeyi olmaz. Malı olmaz, mülkü olmaz, varlığı olmaz.
Boynun bükük olsun, gözün yaşlı olsun, gönlün Hakk'ta olsun.
Yolcu olduğunu bil, âlem-i dünyadan âlem-i berzah'a yolcusun. Yolcu bir insan artık; "Şu işi yapsaydım!" yahut "Şunu yapayım!" demez. Ya ne der? "Dünyaya tutunmaya gelmez, yolcuyum!" der. Çantasını alır, ebedî hayatın yolcusu olduğunu bilir. Yaptığı şeyleri kalbiyle yapmaz da eliyle yapar, diliyle yapar, kalben yapmaz. Yani onun muhabbetini kalbine koymaz. Mühim olan kalbin işgaliyetten kurtulması. Nefsin, şeytanın, şeytanlaşmış insanların iğvasından kalbi kurtarmak. Kalb-i selim hale gelirse Allah ona yeter.
"Nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!"
Niçin? Ehl-i kubur haliyle yaşayan insan dünyadan zevk almaz. Dünyadaki zevki Hazret-i Allah ile ve Allah dostları ile beraber olduğu zamandır. Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ sevgili peygamberlerine dünyaya ait muhabbet bağlatmamıştır.
Hülasâ-i kelâm; azma, taşma, yolcu olduğunu bil. Çantan elinde olsun. Davetin ne zaman geleceği belli değil, an meselesi. Kabir hayatını yaşa. Çünkü bugün üstte, yarın alttasın. Burası misafirhane, burası bir otel. Senin evin orada. Fakat kabir hayatını yaşayabilmek için insan kendi nefsini ona göre yetiştirecek, daima kabirde olduğunu düşünecek. Bugün üstte, yarın evimdeyim. Acaba oradaki durumum ne olacak diye muhasebesini yapacak.
Nefsini de öldür, azdırma. Yarın kabirdesin, oradaki halin ne olacak? Şimdiden hesabını, kitabını yap.
"Size verilen her şey dünya hayatının bir geçimliği ve ziynetidir. Allah katında olanlar ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Kasas: 60)
Ey nefis! Buralı değilsin, yolcu olduğunu unutma!
Nefsini öldürürsen ruh için ölüm yok. Lâkin ruh ölürse zaten öldün, şimdiden öldün.
Ömür en kıymetli sermayedir. Ömür bitince sermaye toplamak için ikinci bir hayat yok. Şu halde bu kıymetli sermayenin değil dakikasını zerresini bile zayi etmemek lâzım. O alıncaya kadar sen yolunda bulun. Dünya da O'nun, ahiret de O'nun...
Bugün üstte, yarın alttayız. Ama mühim olan ebediyât. İman-ı kâmille göçtükten sonra, ebedî saadete erdikten sonra hayat başlar.
Nasıl ki insan, sinemadayken ışıklar yandığı zaman heyecandan utanırsa, ya hayalâthaneden hakikate geçtiği zaman durumu ne olur? Acaba ne yaptım, ömrümü nerelerde geçirdim, nereye gideceğim diye düşündüğü zaman artık hesabını nasıl yapması lâzım.
Ben dünyayı bir gün olarak biliyorum. Niçin? Yarın yaşayacağını biliyor musun? Şu halde mühim olan bugün...
Ama bu inceden inceye bir hesap. Bu hesabın yapılması için Hazret-i Allah'ın emirlerine itaat, nehiylerinden ictinap etmek, daima Hazret-i Allah'a yönelik işlerle meşgul olmak lâzım. Bir taraftan da mütemadiyen el kârda, gönül yarda gerek.
El çalışacak dünya için, kalp çalışacak Allah için.
Afiyet-i ebedî; nefsi öldürmek, ruha hayat vermek demektir. Ruh için ölüm yok. Fakir ruhu kafesteki kuşa benzetir. Kuşun kafesi var. Kafese değer veren içindeki kuştur. Kuş alınırsa kafesin hükmü kalmaz. Ruh bedende bir nefes mesabesinde, hiçbir farkı yok.
Hissiz, hareketsiz, kafes. Ona bütün icraatlarını yaptıran ruhtur. Ruhun icraatını da Hazreti Allah yaptırıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
İnsan ibadet, taati ile O'na yaklaşırsa, ruh Mevla'sıyla irtibat kurarsa kafese hiç değer vermemesi lâzım. Nihayet onu O koydu, onu O alacak.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
"Allah'tan geldi, Allah'a gitti."
"Her insan ölümü tadacaktır." (Âl-i imran: 185)
Âyet-i kerime burada tecelli ediyor. Ne kadar güzel bir şey yahu. Fakat öleceğiz diye titriyoruz. Fakir daha birinci kitapta demişti ki: "Ölüm ne güzeldir. Mahlûkunu Halik'ına yaklaştıran bir vasıtadır."
Nedir bu korku? Bu korku neden geliyor? Nefis galip ve yaşamak arzusunda. Öleceğim, bu nimetler kalacak diye düşünüyor. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın sana hazırladıklarını bir bilsen!
Şimdi mühim bir Âyet-i kerime arz edelim:
"Kim Allah'a güzel bir ödünç takdiminde bulunursa, Allah da onun karşılığını kat kat artırır. Ayrıca ona cömertçe verilecek bir mükâfat da vardır."(Hadîd: 11)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bu Âyet-i kerime nâzil olunca Ensar'dan Ebu Dehdah -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Allah gerçekten bizden borç mu istiyor?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca: "Yâ Resulellah! Elini bana göster." dedi ve Resulullah Aleyhisselâm'ın elinden tutarak:
"Bahçemi Rabb'ime borç olarak veriyorum." buyurdu.
Bahçesinde altı yüz kadar hurma ağacı bulunuyordu, âile fertleri de orada kalıyorlardı.
Yanlarına gelerek: "Ey Ümmü Dehdah! Bahçeden başka yere taşın, ben onu Rabb'ime borç verdim." dedi.
Âilesi ise sevincini belirterek:
"Çok kârlı bir alış-veriş yapmışsın!" cevabını verdi ve vakit kaybetmeden başka bir yere taşındı.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
"Cennette nice inci ve yakuttan olan hurma ağaçları, dallarını Ebu Dehdah için sarkıtmış bulunuyor." (İbn-i Kesir)
Bakınız burada ağaçtan hurma verdi, ama oradaki hurmalar yakuttan, elmastan, inciden onu bekliyor. Ve tasavvur buyurun o elmastan, inciden olan hurmanın tadı, lezzeti nasıldır? Fakat insan hâlâ dünyadan kopacağım, gideceğim korkusuyla, endişesiyle titriyor. Fakat hakikaten insan Mevlâ'sıyla hallenirse, onu O koydu. "Benim sahibim beni ne zaman alacak?" diye "Dön!" emrini beklerse O'na yönelmiş olur. Kuş çıktığı zaman kafesi nereye koyarsan koy. Fakat insan bir kafes olduğunu bir türlü idrak edemiyor ve kendisine bir varlık veriyor, bu varlık da Var'ı bulmasına mani oluyor.
Ruh nefisten sıyrılırsa, Mevlâ'sı ile hemhal olursa, o şimdiden oraya aittir, oranın malıdır. Teslimiyet ne kadar güzel değil mi? Şimdiden oraya yönelmiş, Mevlâ'sı ile hallenmiş, Mevlâ'sının onu ne zaman çekeceğini bekliyor. Çektiği zaman, zaten o hazırdı. Rabb'inin "Gel!" demesini bekliyordu; "Gel!" deyince gidiverdi, uçtu.
Bu uçmayı şöyle anlatalım:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaşlarda bazı şehitler için şöyle buyurdular:
"Görüyorum, Firdevs cennetinde o daldan o dala uçuyorlar."
Ruhları kuş halinde uçuyor. Artık oranın köşkleri, sarayları, bahçeleri onlara ait oluyor. Ne kadar güzel bir hayat! Gel de teslim ol işte.
Afiyet-i ebedi çok güzel bir şeydir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi lütfundan, ulviyetinden ruh bahşetmiş.
İlâhi bir lütuf, rahmet, merhamet olarak ruhu halk etmiş ve insana kendi ruhundan ruh vermiş. Bir de sufliyattan olarak nefsi halk etmiş. O da buhar-ı zülmânîdir. Toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil; o da bir ruh. Birisi ulvî ve birisi de suflî. Onlara yerler tayin etmiş. Eğer ulvî ruh Allah-u Teâlâ'nın ikazını, irşadını, lütfunu unutmazsa tekâmül eder. Çünkü Cenâb-ı Hakk ondan "Kâl-u belâ"da söz aldı.
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurdu. (A'râf: 172)
Bu sözü unutmayan bir ruh şöyledir: Şayet annesi-babası Hakk yolunda ise onu Hakk yoluna çekmek ister. Annesinde babasında bir şey yoksa güzel arkadaş ve güzel bir hocadan Allah yolunu öğrenir. Her zaman söyleriz; "Çocuk üç yerden alır; ana kucağı, eğitim, muhit." Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk ezelden lütuf etmişse onun ruhuna besleyici nasihatler ihsan buyurur. O ruh tekâmül ede, ede, ede öyle bir hale gelir ki bazı meleklerden de üstün olur.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce)
İşte bu ulvî ruhun bu hale gelişi süflî olan nefse galebe çalışındandır. Fakat bunlar çok nadirdir. Nefis vücudu işgal ederse, ruhu esir alırsa, hükümsüz hale getirirse artık o hangi hayvani sıfatla mütenasip ise o sıfatın icraatını yapar.
Allah'ım hayırlı afiyet ihsan buyursun. Hayırlı afiyet, ahiret ebediyesinin de sağlanmasına vesile olur. Hayırlı afiyet, maddi ve mânevi olduğu için kuşun iki kanadı gibidir. Dünyada saadete, ahirette selâmete vesile olur, yeter ki insan Hakk ile olsun, halk ile olmasın. Yani insan fırtınaya kapılmamalı, halka da uymamalıdır. Allah bize yeter.
İnsan olarak ölebilmek, insan-ı kâmil olarak ölebilmek, sıddık olarak ölebilmek. Bunlar için ölüm yok.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Müminler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar."
Mümin-i kâmil olanlar ise ayrıdır.
Bir kümesten bir saraya gider. Oranın saraylarının kerpiçleri altın ve gümüşten, inciden olan da var. İşte ruhu'l-hakiki tekâmül ettiği zaman, bu hale erdiği zaman o insan ölmüyor buna hayat-ı ebedî denir. Yalnız kuş kafesteydi çıkamıyordu. Uçtu, makam-ı asliyesine gitti. Kafesi bile unuttu. Çünkü o kafeste yerleşmişti. Nefisle mücadele ediyordu. Ona galebe çaldı. Vücut her daim ihtimal vermedi. Niçin? Makam-ı asliyesi çok güzeldi oraya uçtu.
Fakat nefis galebe çalarsa ona artık hayat-ı ebedî değil de hayat-ı zulmanî var. Dünyada hayvani icraatlarını yapar, ölür ve ruh hangi sıfatta öldüyse o sıfata bürünür.
İnsan bir şey yapar, fakat yaptığının ne olduğunu bilmez. O ise sıfatının icraatını yapar. Yapa yapa o sıfatla ahirete çıkar.
İnsanda ruhu'l-hakiki öyle bir yükseliyor ki, melekleri dahi geçebiliyor. Melekler ona hayran.
Bir de sıfat-ı hayvanî var ki, insanı hayvanın elli derece aşağısına düşürür. Hayvanın derecesinde kalmıyor.
O insan olarak yaratılmıştı, insanlığını bıraktı hayvanlığını ele aldığı için hayvanlığın elli derece aşağısına düştü. Çünkü diğeri hayvan olarak yaratılmıştı ve mesuliyeti ona göreydi. Ama insan olarak yaratılıp hayvan sıfatına girdiği için bu kadar aşağıya düşüyor.
İnsan şimdi sahnede hiç farkında değil. Her sözü zaptediliyor. Her hareketinin fotoğrafı çekiliyor. Üstelik toprak üzerinde bulunuyoruz. Her yaptığımız işten toprağın haberi var.
Onun için Zilzâl sûre-i şerif'inde Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 4-5)
Bu sefer toprak herkese ne yaptığını kendisine haber verecek.
Toprak dediğin zaten bir perdedir. Allah-u Teâlâ ona o hali vermiş, toprak olmuş. Yarın onu insan gibi konuşturacak, her yapılan işleri haber verecek. Fakat biz bundan tamamen gafiliz.
İşte, bir gün olacak bu perde kalkacak, hakikatler ortaya çıkacak. Nedamet çok olacak, fakat faydası hiç olmayacak.
Allah-u Teâlâ cennet sakinlerinin nâil olacakları nimetlerden Âyet-i kerime'lerinde şöyle haber vermektedir:
"O gün cennetlikler bir zevk ve eğlence ile meşguldürler." (Yâsin: 55)
Bu Âyet-i kerime çok mühim. Biz bu Âyet-i kerime'ye böyle seyreder gibi bakarız. Şimdi bu müjde nereden geliyor.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma günü Mescid-i Nebevî'de hutbe okurken Şam'dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı Medine-i münevvere'ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan cemaat, sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere'de büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Huzurda kalanların onu Aşere-i mübeşşere idi.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:
"Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya yönelirler ve seni ayakta bırakırlar." (Cum'a: 11)
Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.
"De ki: Allah'ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır." (Cum'a: 11)
Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
"Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cum'a: 11)
Asıl rızık O'ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiçbirisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde O'nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır.
O'nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar, O'nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. "Filân kişi iş sağladı." denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O "Rızık verenlerin en hayırlısı"dır.
Orada; üzüntü, sıkıntı, ümitsizlik, güvensizlik diye bir şey yoktur. Oraya girenler bir eğlence havası içinde mest olurlar.
Âyet-i kerime'de geçen "Şuğul", akla gelebilecek şeyleri düşünmekten alıkoyan nimetlerdir. Cennet nimetleri ile meşgul olup zevk ve safa sürerken üzülmemeleri için cehennemde bulunan yakınlarını hatırlamazlar.
"Onlar ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerine yaslanmışlardır." (Yâsin: 56)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet edeceklerdir.
"Orada onlar için her çeşit meyveler vardır." (Yâsin: 57)
Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazmı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz.
Bunlar kendilerine, dünyadakine benzer meyveler şeklinde sunulur ki yabancılık çekmesinler. İlk anda onları tanırlar ve hemen yemeye başlarlar. Çünkü gönül alışık olduğu şeye çok daha eğilimli olur. Fakat tadıp yediklerinde bunların, dünyadakilerden tamamen farklı ve görülmedik şeyler olduklarını, sadece cins ve şekil bakımından dünyadakilere benzediklerini; tat, hacim ve nefaset bakımından benzerlerini asla görmedikleri şeyler olduklarını hemen kavrarlar.
Eğer meyveyi bizzat ağacın dalından koparmayı arzu ederlerse ağaç onlara doğru sarkıverir.
Herkes ayakta veya oturduğu yerde, hiç sıkıntı çekmeden istediği kadar yiyebilir.
"Bütün arzuları yerine getirilir." (Yâsin: 57)
Şimdi bütün bu arzular nedir biliyor musunuz? Şimdi bir insan elbise giyiyor. Çok güzel bir elbise daha üstüne giyiyor, bir elbise daha üstüne giyiyor. Buradaki arzu mahbubun nurunun yüklenmesidir. Yüklendikçe yüklenir, yüklendikçe yüklenir. O artık kendini kaybedecek durumda bir manevi zevk hayatı içindedir. Hayat buna derler yani. Buna hayat-ı hakiki derler. Bu ancak orada olur. Dünyada olmaz. Dünyadaki hayat sunidir. Biz bu hayatı böyle seyrederiz. Demek ki insana ne yükleniyormuş? Mahbuba ne yükleniyormuş? Nur yükleniyor, "Nûrun alâ nur" oluyor. Onun içinde kalıyor. Onun için, çalışan orası için çalışsın.
Dünya bir hayaldir. Kazanma yeridir. İmtihandır, sahnedir ama yaşamak isteyen orası için çalışsın. Fakat bu da zâhirî, onun bâtınîsi, Hakk ile olmak. Çünkü onun bütün güzelliklerini O yarattı. Sen O'nunla olduğun zaman hepsi senin. Ama O'nsuz hayat vefat.
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar.
Bu zevkli hayatın üstünde bir de mânevî izzet ve ikrama mazhar olurlar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî'sini şân-ı ulûhiyetine lâyık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
İlâhî nur, feyz insana indikçe mest olur. Zevkten mest haline gelir. Bu mestlik içinde sarhoşken selâm gelir.
O selâm, hepsinin fevkindedir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb'leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
"Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!" buyurmaktadır.
İşte:
"Çok merhametli bir Rabb olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsin: 58)
Âyet-i kerime'si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O'na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hâl araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb'lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır." (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri, rahmeti ile kuşatan Allah-u Teâlâ'nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Kaybeden kendisi kaybetmiş, niyetini bozmuş kaybetmiş.
•
İnsan hayatta arzu ettiği her şeye kavuşamaz. Onu muvaffak ettirmeyen Hazret-i Allah'tır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar ki:
"Cehennem ehlinin dünyada iken en müreffeh yaşayanı, en çok zevk ve safâ süreni kıyamet günü getirilir, cehenneme bir kere daldırılıp çıkarılır ve 'Sen dünyada iken hiç zevk ve safâ sürdün mü?' diye sorulur. 'Hayır! Vallahi görmedim yâ Rabb'i!' der.
Sonra cennet ehlinden dünyada en çok sıkıntı çeken bir mümin getirilir, cennete sokup çıkarılır. 'Sen dünyada iken hiç cefâ gördün mü?' diye sorulur. O da 'Hayır!' der, 'Vallahi hiç cefâ görmedim.'" (Müslim)
Halbuki bütün hayatı cefâdan cefâya, ibtilâdan ibtilâya geçmişti. Fakat bir anın safâsı, bütün hayatın cefâsını unutturmuş. Bir anın cefâsı da bütün anın safâsını unutturmuş.
Bu bakımdan mümin daima ibtilâlarla meşguldur, arzusuna nâil olamaz. Nâil ettirdiğine şükür, diğerlerine sabretmek lâzım.
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb'inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nispette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tabi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır." (Nâziat: 40-41)
Allah-u Teâlâ Rahman sure-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman: 46)
Daha sonra Allah-u Teâlâ mukarreblere bahşedeceği iki cenneti Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"İkisi de çeşit çeşit ağaçlarla doludur." (Rahman: 48)
Bu ağaçların güzel, yemyeşil dalları vardır. Bu dallar en iyi cinsten olgun meyvelerle yüklüdür. Gölgeleri de pek lâtiftir, manzarası bakanları usandırmaz.
"İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır." (Rahman: 50)
Bu iki pınar tatlı ve güzel su akıtırlar. Birine Tesnim, diğerine Selsebil denilir.
"İkisinde de her türlü meyveden çift çift bulunur." (Rahman: 52)
Yaşı da vardır, kurusu da, istenilen meyve istenildiği zaman ve mekânda mevcuttur. Getirmek, götürmek, ağacından toplamak zahmetleri yoktur.
"Orada örtüleri kalın, parlak atlastan (istebraktan) yataklara yaslanırlar." (Rahman: 54)
Örtüleri bu kadar güzel olursa yüzlerinin güzelliğini Allah-u Teâlâ bilir.
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve "Ashab-ı yemin" denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır." (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibarıyla üstün kılmıştır. Hadis-i şerif'te geçtiği üzere mukarreblerin oradaki eşyaları altından olduğu gibi, bu iki cennette bulunanların eşyaları da gümüştendir.
Allah-u Teâlâ bu iki cennetin vasıflarını da Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Koyu yeşildirler." (Rahman: 64)
Yeşilliklerinin ileri derecede olmasından dolayı siyahı andırırlar. Bakanların gönüllerine ferahlık verirler.
"İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır." (Rahman: 66)
Fışkırır, püskürür dururlar hiç kesilmezler. Seyredenler mesrur olur.
Cennette her şey daima mamur ve ebedî olduğu için, oranın sefâsı dünyanın sefâsına kıyas kabul etmez.
"İçlerinde çeşitli meyveler, hurmalıklar ve nar ağaçları vardır." (Rahman: 68)
Hurma ve nar da meyve olduğu halde, "Çeşitli meyveler"den sonra ayrıca zikredilmiştir. Bu ise diğer meyvelerden daha üstün olduğunu göstermektedir.
"İçlerinde güzel huylu güzel yüzlü kadınlar vardır." (Rahman: 70)
Şüphesiz ki bütün bu nimetler, burada belirtilen vasıflardan çok daha üstün ve yücedirler.
"Azamet ve ikram sahibi Rabb'inin adı ne yücedir!" (Rahman: 78)
Her türlü büyüklüğün ve her türlü fazl-u keremin sahibi O'dur.
Azamet, ululuk, yücelik, kibriyâ... gibi büyüklük nişânesi olan ne kadar kemâlât varsa hepsi O'na mahsustur. Her türlü övgü ve tâzim ancak O'na yaraşır.
Mahlûkat üzerindeki sayıya gelmeyen, ölçüye sığmayan nimetler ancak O'nun ikramı, O'nun ihsanıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde hoş meskenler vâdetmiştir.
Allah'ın hoşnud olması ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur." (Tevbe: 72)
Allah-u Teâlâ burada, hoşnutluk makamını ayırmış, "Adn cennetlerinde hoş meskenler vâdetmiştir. Allah'ın hoşnut olması ise hepsinden büyüktür" buyurmuştur. Burası vesile makamıdır.
Hazret-i Allah bu Âyet-i kerime'de Adn cennetlerindeki vesile makamına işaret buyuruyor.
İşte bu hoşnutluk makamı o makamdır, vesile makamıdır, yaşama makamıdır.
Yine Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Adn cennetinden bahsederken Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Rabb'leri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. İşte bu, Rabb'inden korkanlar içindir." (Beyyine: 8)
Bu Âyet-i kerime'de görüldüğü üzere onlardan hoşnut olarak bahsetmektedir.
Hâtemü'n-Nebi Aleyhisselâm ile Hâtemü'l-Veli Hazretleri'ne verilen bu makam "onların gıyabında" verildiği Âyet-i kerime'lerde açıkça ifade edilerek diğer makamlardan, cennetlerden ayrılmıştır.
"Adn cennetlerine. Ki Rahman olan Allah onu kullarına gıyâben vâdetmiştir. Şüphe yok ki O'nun vaadi yerini bulacaktır." (Meryem: 61)
Bu Âyet-i kerime'de geçen; "Kullardan" murat Hâtem-i Nebi ve Hâtem-i Veli'dir.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Cennetlikler, aralarındaki üstünlüğe rağmen, üstlerindeki köşklerde bulunanları, sizin batı ve doğudan geçen parlak yıldızları gördüğünüz gibi, karşılıklı olarak görürler."
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! O köşkler peygamberlerin yerleri olup, başkaları oralara erişemez değil mi?" diye sorduklarında buyurdular ki:
"Evet, o köşkler peygamberlerin yerleridir. Fakat (Allah başkalarına da ihsan edebilir.) Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onlar öyle erlerdir ki, Allah'a inanmışlar, peygamberleri tasdik etmişlerdir." (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1348)
Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki onlar cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.
Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e; "Dünya neden ibarettir." diye sorulduğunda:
"Dünya, Mevlâ'nın zikrinden ve taatinden seni meşgul eden ve gaflete düşüren şeydir." buyurdular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ey Ebu Zerr! Gemiyi yenile, çünkü deniz derindir. Tekmil azığını al, çünkü sefer uzaktır.
Yükünü hafiflet, çünkü dağlar arasındaki yol sarp ve meşakkatlidir.
Amelini hâlis kıl, çünkü iyiyi kötüden ayırt eden Allah her şeyi, her yapılanı görür." (İbn-i Hâcer, Münebbihât)
Dünyadan sıyrılacaksın. Sıyrılmak demek; muhabbeti kalbinden çıkaracaksın. Kalbine muhabbetle zikrullahı yerleştireceksin, O'na yöneleceksin. İşte o zaman yükleri atmış olursun. Hani atan? Herkes yüküne sarılmış, rızâya sarılan nerede?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Amelleri Tihame dağı kadar büyük olan nice topluluklar vardır ki kıyamet günü haşredilecekler ve cehenneme atılmaları emredilecek."
Ashâb-ı kiram: 'Namaz kıldıkları halde mi ya Resulellah?' diye sorunca şöyle devam etti;
"Evet bunlar namaz kılarlar, oruç tutarlar, geceleri çok az uyurlardı. Ama kendilerine azıcık bir dünyalık arz edildi mi dört elle sarılırlardı." (Irakî, Muğni lll. 204)
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Dünyayı ahirete tercih eden kimseyi Hakk Teâlâ üç şeye mübtelâ kılar:Birisi üzüntü, gam ve ıstıraptır ki ebediyyen kendisinden ayrılmaz. İkincisi kalp fakirliğidir ki, o kimsenin dünya ihtiyaçları tükenmez. Üçüncüsü, hırs ve tamahtır ki, kendisi hayat boyunca doymak bilmez."
Ahirete inanan bir kimse için; "Neresine güveniyorsunuz bu dünyanın!" diyorum. Ama ahirete inanmayan yapacağını yapacak ve gideceği yere gidecek. Cennet-i alâ da hak, cehennem de hak...
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise;
"Dünyadan sakınınız. Çünkü dünya Harut ve Marut'tan daha fazla büyüleyicidir." buyuruluyor. (Tirmizî)
Zavallı insan bir hayalâthane olan dünya için ebediyatını kaybediyor.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Dünya için çalışmakta hırs göstermeyiniz. Herkes dünyada kendine ne takdir edilmişse ona kavuşur." buyuruyorlar. (İbn-i Mâce)
Tûl-i emeli bırakmak lâzım. Çünkü senin değil, dünyanın bile ömrü azaldı.
"Para, dirhem, ipek ve kadife kulu olan kimseler yüzüstü düşsünler, kahrolsunlar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1218)
İnsanın kaydığı en çok iki yer vardır; kadın ve dünya muhabbeti...
Başka bir Hadis-i şerif'te yine şöyle buyuruluyor:
"Ey Ademoğlu! Sana kâfi gelecek nimetler varken, seni azdıracak şeyleri istiyorsun.
Ey Ademoğlu! Ne aza kanaat ediyorsun, ne de çoğa doyuyorsun." (Beyhâki - C. Sağir)
Mal, dost, ahbap kabre kadar gider, amel seninle gider.
Cenâb-ı Fahr-i Kaînat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Ben Havz'ın başına sizden önce varacağım. Onun genişliği Eyle ile Cuhfe arası gibidir. Sizin benden sonra şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat ben sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum." (Müslim: 2296)
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizî)
İnsanın kabirdeki bu yaşayışı dünyadan alâkasını kestiği andan itibaren başlar.
Bahçeye düşersen saadet, çukura düşersen felâket. Onun için insanın hazırlanması lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:
"Dünya ahiretin tarlasıdır." buyururlar. (Münâvî)
Ek ki biçebilesin.
"Herkese yaptığının karşılığı tam olarak verilir. Çünkü Allah onların ne yaptıklarını en iyi bilendir." (Zümer: 70)
Size dünyayı terk edin demiyorum. Yalnız dünya için çalışırken ebedi hayatın saadetini de ihmal etmeyin. Çünkü dünya malı dünyada kalacak. Önümüzde öyle büyük fırtınalar var ki hiçbir şey kalmayacak. Biz hazır olalım. İmanla göçmek için çareler arayalım. Onun için cihad yolunda bulunalım. O'nun yolunda olalım, O'nun yolunda ölelim.
Şimdi iki mühim Hadis-i şerif arz edilecektir. Bu aynada kişi kendine baksın. Nerede olduğunu görsün. Her şey muhabbet ile kaim. Sevgi bir sermayedir, alış veriş onunla kaimdir. Bu da, sözde değil, özde olacak. Sûreta değil, samimi olacak.
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm'a bir zât gelerek:
"Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona: "O gün için ne hazırladın?" diye sordu. "Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul'ünü çok seviyorum." deyince şöyle buyurdu:
"Sen sevdiğinle berabersin." (Tirmizî)
Hadis-i şerif'i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
"Biz Resulullah Aleyhisselâm'ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm'ı, Ebu Bekir'i ve Ömer'i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum."
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Bu Âyet-i kerime ne güzel bir müjdedir.
Bandırmalı-zâde Seyyid Hâşim Baba -kuddise sırruh- Hazretleri "Vâridât-ı Mensûre" adlı eserinde, "Hâtemü'l-velâye" mertebesi ve "Hâtemü'l-evliyâ"hakkındaki beyanlarının bir hâtimesi olarak, "Hatemiyyet" meselesine istidâdı olan hakîkat erbâbına varlık iklimlerinin Sultân'ı olan bu Mürşid-i kâmil'i idrâk etmelerini, bu zâtla karşılaştıkları takdirde ona gönülden bağlanıp hizmet etmelerini öğütlemiş; hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği "Dürr-i yektâ"yı bulmak isteyenlere, Hâtemü'l-enbiyâ'nın sünneti ve Hâtemü'l-evliyâ'nın âdeti üzere yaşamalarını tavsiye etmiştir:
"Varlık iklimlerinin Sultân'ı olan Mürşid-i kâmil'i idrâk edip anla!..
'İnsanlar önderlerinin dini üzerindedir.'
Hükmü gereğince, o melâmîler imamı olan Hazret'in izinde yürü ki, o İlâhî ilmin tasarrufuna kâdirdir ve İlâhî haberlerin kabul makâmıdır.
Hemen gönülden bağlanıp zevk ile sohbet ve hizmet eyle ki, meğer Hakk yoluna sülûk edip, irfân meclisine vâsıl olup;
'Onlar sıdk makâmında, kudret ve kuvvet sâhibi hükümdârın huzurundadırlar.' (Kamer: 55)
Fırkasıyla dâimâ Huzur'da olanlardan olasın.
Sözün özü; Hâtemü'l-enbiyâ'nın Sünnet-i seniyye'si ve Hâtemü'l-evliyâ'nın güzel âdeti üzere:
'Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Sonra onları tâkip edenler, sonra da onları tâkip edenlerdir.' (Buhârî)
Sâdık hükmünce, nesilden nesile ve sadırdan sadıra nakletmekte olan kimseye 'ahd ve telkîn, yakîn ehli olan ferdlerle sohbet meclisine dâhil, melâmîlerin esrârına vâsıl ve muhabbet zevkine nâ'il ol ki:
'Kim ki ona dâhil olursa emniyette olur.' (Âl-i imrân: 97)
Zümresine ilhâk etmiş olup, büyük İlâhî emâneti taşımaya ve yüksek İlâhî sırları saklamaya lâyık olasın!..
Arş'ın askerlerinde nihâyet bulan hakîkat denizi cûş-u hurûşa gelip, denizin koyunda olan sayısız-nihâyetsiz, aslâ gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği 'Dürr-i yektâ'yı ve "Cevher-i bî-hemtâ'yı (eşsiz Cevher'i) sözün aslı ile bâkî kıla ki, bunu arzulayanlar canlarına kuvvet katalar. Ve 'ilm-ü irfânın burcu ki melâmettir, doğmuş olup, cümle âlemleri nurlandırarak cehâlet karanlıklarını giderip, ulvî ve süflî cümle evlerin korunaklarından ışığıyla öyle aydınlık vere ki, içlerinde her ne var ise görüne ve biline…
Hemen varlık mülkünde, evin Sâhib'i ve Mâlik'i:
'İçindekini bilir.'
Sırrına mazhar olasın.
İşte bu nasip ehlinin en hakîri, melâmîler zümresinin en fakîri ve cümlenin kemter hâdimi, bî-kes ve bî-çâre Hâşim'in mezheb ve itikâdı, meşreb ve istinâdı budur. İmdi seyri tamâm olub ezelî saâdetleri öne geçenlere bu 'Vâridât'taki teşbihlerimiz ve temsillerimiz kat'î bir delil ve gâyeye ulaştırıcı bir vâsıta olur. Ve yazıktır ki inkârından bir deccâle tâbi' olur; heyhât, heyhât!..
'Kendilerine vaadedilenler geldiği vakit…'
Sâdık bir haber olduğu içindir ki, fırsat arayanın asılsız sözleri birbirine dolaşmış ve iplerini sağlamlaştırmak isterken kendi tuzağının içinde tuzağa düşmüş olur. Bu ise velîlerin cümlesinin bildiği bir sırdır." ("Vâridât-ı Mensûre", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, Mecmû'a, nr.: 737, vr. 160b-161a)
Çok şeyler duyurmaya çalışmış bu zât. Allah-u Teâlâ ona çok şeyler vermiş olduğu için ondan alınmasını da murat ettiği için, onun izinden yürüyen ve yoluna gönülden bağlanan, ona teslim olan, onun sohbet ve meclisinde bulunan, hizmet eyleyen, muhabbet eden kimseler muhakkak ki sırr'ül esrar'a vakıf ve dahil olurlar, bunları da tarif etmek mümkün değildir.
Bu zât-ı muhterem yazdığı bu eserinde Hâtem-i veli'ye tâbi olmanın, izinde yürümenin, gönülden bağlanmanın mutlaka lüzumlu ve elzem olduğunu ifade buyurmuş, onun yolunu inkâr edenlerin Deccal'in yolunda olacaklarını haber vermiştir.
Hazret Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri bu vasiyet ve nasihatlerine delil olarak göstermiş, onun cümle âlemi nurlandırdığını, ilim-irfanın burcu olduğunu beyan etmiş, ona tâbi olmanın dünya ve ukba lezzetlerini de beraberinde getireceğini, sırların sırrına, gizli ilimlere nail olacaklarına işaret etmiş, kendisinin de onun bağlısı, onun tâbisi olduğunu, ona istinâd ettiğini duyurmuştur.
Bu yol nazargâh-ı ilâhi yoludur. Rabb'im beni çekecek, fakat ihsan ettiği nuru bırakacak ve bu nur kıyamete kadar devam edecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş, bu esnada onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağlamış ve Hadis-i şerif'inin bir noktasında şöyle buyurmuştur:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî"; Hâlet Ef. no.: 198/2 486a yaprağı)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Yolunu bu ülkeye vardırmayan kurtulamaz." ("Fütûhü'l-Gayb"; 33. Makale)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatinden mahrumdur." buyuruyorlar. (260. Mektup)
İşte size bu yol tarif ediliyor. Allah ve Resul'ünün yolu!...
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn-i İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri, Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadîm'i Âl-i imrân sûre-i şerif'inde geçen âyetlerden birinde ona güzel eserler verileceğini haber vermiş, "Onu tasdik etmenin halka vacip olduğunu" şöyle beyan buyurmuştur:
"Âl-i imrân'daki dört Âyet'te ise; asıl vücudundan önce ona gösterilen itinâ, cismî yaratılışının öncesinde onun şerefinin kıvama erdirilişi, güzel eserleri ve müşâhade edilen fiilleri; nâkıslığa, hatalara ve aykırılıklara karışıp, onları iyice şiddetlendikten sonra çözmesi ve (neticeye) bağlaması, korku ve çekingenliğin hiç değişmediği evi, peşinden gidenlerin onu bilemeyişi, onu tasdîkin halka vâcip olduğu ve Şer'î vesikaların ona tevdî edildiği mevzu edilir." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ ve Şemsü'l-Mağrib", s. 72-74)
Hazret-i Allah Kur'an-ı kerim'de ona verilen "Güzel eserler"den bahsediyor ve onu meth-ü senâ ediyor.
Onu tasdik etmenin vacip olduğunu beyan ediyor. Binaenaleyh; onu tasdik etmeyen emr-i ilâhi'yi yerine getirmemiş olduğu için helâk olur.
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Gayb âleminden sesler" mânâsına gelen "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Sana bu insan lâzım, bunu ara, bulunca muhalefet etme, sözlerine darılma, uzak kalmaktan hoşlanma.
Onu sev ve sözlerine bağlan, her nereye varsan böyle birini ara ve zihninde onu gezdir.
Şunu bil ki: O ne söylerse selâmet ondadır. Helâk, bataklık başkadadır." ("Fütûhü'l-Gayb"; 33. Makale)
Başkasına vermemiş. O kapıyı bulan kurtuldu, o kapıyı bulamayan gitti. Bu kapıyı bulduğu halde muhalefet eden, karşı gelen helâk oldu. Yoldan değil, dinden çıktı. Hüküm budur. Bunu böyle bilin.
"Allah'tan onu iste; yol bundan başkaya varmaz. Himmet başkalarında yoktur." ("Fütûhü'l-Gayb"; 33. Makale)
En mühimi burası. Allah-u Teâlâ ona vermiş, başkasına vermemiş. Başka tarafta aramak boşuna harekettir.
Allah'ım yolundan, rızâsından, istikametinden lütfuyla ayırmasın.