29 Mayıs 1453 İstanbul'un fethi sebebiyle; Fâtih Sultan Mehmed Hân'dan, gayesinden ve Allah için yapılan mücadele sonucu İstanbul'un fethinden kısa ve öz olarak bahsedip, tüm ecdadımızı rahmet ve minnetle bir kez daha anmaya vesile olması gayesiyle arz ediyoruz:
Muhammed Sûre-i şerif'ini okurken oğlunun doğum müjdesini alan Gazi Murad Hân, adını Mehmed koydu, devrinin en değerli âlimlerinin elinde yetişen Sultan Mehmed 19 yaşında hükümdar oldu. Osmanlı hükümdarları içinde hem en dâhi asker, hem en güzide devlet adamı, hem de en büyük âlim olanıdır. Akşemseddin Hazretleri ve Molla Güranî Hazretleri gibi zâtların dizinde yetişmiştir. Yaratılıştan sahip olduğu kabiliyet bir yana, babasının yanında büyük meydan muhaberelerine katılmış, tam bir askerlik tecrübesi elde etmişti.
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul'un fethi hazırlıklarına başladı. Bizansı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisinin yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım'ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne'de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, iki bin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. 6 Nisan 1453'de muhasara başladı. 22 Nisan gecesi yetmiş parçalık donanma Kasımpaşa sırtlarından kaydırılarak Haliç'e indirildi. Sultan Mehmed'in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti. 29 Mayıs günü sabah namazını müteakip yapılan duâdan ve hükümdarın hitabesinden sonra yapılan nihai taarruzda İstanbul fethedildi.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren Fâtih ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ'ya hamd ve senâda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih'ten sekiz yüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştu:
"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir." (Ahmed bin Hanbel)
İlk Osmanlı hükümdarı Osman Gazi'nin evlât ve ahfâdına bir buçuk asır öncesinden bir de vasiyeti vardır:
"İslâmbol'u aç gülzar yap!" buyurmuştur.
Sebe sûre-i şerif'inin 15. Âyet-i kerime'sinde geçen: "Beldetün Tayyibetün" sözü ebced hesabı ile Hicrî 857 olan İstanbul'un fethine tarih düşürülmüştür.
İstanbul'u fethettiğinde Fâtih Sultan Mehmed 21 yaşında idi. Otuz yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra yirmi milyon kilometre kareye ulaşmıştır.
Devrinde üç yüz sekiz cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır. Fâtih, her sene en son keşiflere göre ordunun silâhlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ'ı kapatarak Yeni Çağ'ı açan Fâtih Sultan Mehmed Hân, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde kırk dokuz yaşında idi ve nereye yapılacağını kendisinden başka kimsenin bilmediği bir sefere çıkıyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, hıristiyan mimarla, muhakeme esnasında gayri ihtiyari bir adım önde bulunmuştu. Bunu gören kadı Hızır Efendi; "Beyim geç şuraya hasmının yanında dur." diyerek kendilerini ikaz etmişti. Fâtih Sultan Mehmed döneminde, cami yapmak amacıyla arsası elinden alınan bir kişinin kadıya müracaat etmesi sonucu, kadı Fâtih Sultan Mehmed'i suçlu bulmuştu. Adama arsası iâde edildi.
Tursun Bey'in "Târîh-i Ebu'l-Feth"inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon üzerine sefere çıktığında, şehre arkadan ulaşmak için ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir araziden geçiyordu. Yol geçişe uygun olmadığından, bazen baltacılar önden yol açıyorlardı. Yolun hiç bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde, Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın atı kaydı ve sarp bir yere doğru yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.
Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabalık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra Hâtun'u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih'e elçi olarak yollamıştı. Fâtih'in içine düştüğü bu zor ve kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamanı olduğunu düşünerek;
"Ey oğul! Hân oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal'a için bunca meşakkat niye?" dedi. Elleri sıyrıklarla dolu olan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun'a hayretle bakarak şöyle dedi: "Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm'ın kılıncıdır? Sen zanneyleme ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allah'ın dinine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın huzûr-u Hakk'a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm'ı teblîğ ve ta'zîze imkân varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı? Ehl-i küfrün üzerine İslâm'la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!." (Târîh-i Ebu'l-Feth) Bu zâtlar böyle idi, eğer sen de bu zâtların torunu isen yolunda bulunman lâzım.
On dördüncü asrın başında kurulan Osmanlı Devleti dünya tarihinde eşi ve emsali görülmemiş bir yapıya sahipti. Asr-ı saâdet ve Hulefa-i râşidîn devirlerinden sonra hak ve adalette çok dikkatli, İslâm ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riayetli idi.
Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesna yeri olan Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa, Asya ve Afrika'da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücadele ve mücahede etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Zaten bu imparatorluğun bu kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gayenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah-u Teâlâ, Osmanlılar'dan İslâm'ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece maddî ve manevî desteğini eksik etmemiştir. Başlangıçta bir beylik iken çok kısa zamanda imparatorluğa dönüşen Osmanlılar gerek zamanının gerekse günümüzün tarihçi ve ilim adamlarının dikkat ve hayranlığını celbetmiştir.
Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibaren adli, askeri, mali kısaca bir bütün olarak devlet teşkilatına büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar'ın muvaffakiyetinin sebeplerini hazırladı. Fakat bu zahiri sebepler cihan imparatorluğu olan Osmanlılar'ın muhteşem yükselişinin ana sebebi değildi. Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'yi almışlardı. Kur'an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.
Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm'dan uzak ve şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna yaşamadıkları, Allah rızâsını gaye edindikleri için Allah-u Teâlâ'nın desteğini de devamlı beraberlerinde buluyorlardı.
Bunun yanında Osmanlılar her zaman Evliyâullah Hazerâtı'nın ve hakiki ilim adamlarının duâ ve himmetlerini almaya ihtimam göstermişlerdir. Şeyh Edebali Hazretleri'nden başlayan bu silsile Akşemseddin Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâi Hazretleri, Yahya Efendi Hazretleri ile devam etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevgili, veli kulları olan bu zâtlar hürmetine, birçok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsan edilmiştir. Bunlar Osmanlı Devleti'nin bir nevi mânevî padişahlarıdır.
Müesseselerini, cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar, ilim, sanat, imar ve ictimai yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphane, han, hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, şifahane, aşhane yapmışlar, ırk ve din gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak suretiyle medeniyetin en üstün seviyesine çıkmışlardır.
Osmanlılar'ın İslâm dininden feyz alıp kemâlleşen şahsi ve devlet ahlâkı fethettikleri yerlerde yaşayan gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde bulamadıkları huzur ve sükunu Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm'ın bahşettiği adalet, eşitlik, cesaret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle yüzyıllarca cihana İslâm nurunu yaymışlardır.