Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik." (En'âm: 86)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'i bütün âlemlere duyurduğu, fazîlet ve meziyetlerini bildirdiği gibi, ona da âlemlerin üzerinde meziyetler vermiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Ve bu bir dergâhtır ki, havâss (zâtlar) ona meşyen ale'l-vücûh (yüz üstü sürünerek) gelir." ("Kitâbu'n-Netîce", Bursa İnebey Eski Basma ve Yazma Eserler Ktp. Genel, nr.: 1136, vr. 248a)
Bunun mânâsı şudur ki; orada Hakk var, hakikat var, her şey var. Niçin? Bir kul varlığını ifnâ ederse, zerre miktârı kendisinde varlık kalmazsa Hazret-i Allah'ın varlığı tecellî eder.
Nazargâh-ı İlâhî olduğu için, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyeti mevcut olduğu için böyle buyuruyorlar.
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde devamla şöyle buyurmaktadırlar:
"Ve bu türbeye kubbedir ki, seri eflâkin (süratli feleklerin) fevkindedir."
Bununla şunu demek istiyor. O öyle bir tecelliyât-ı İlâhî'ye mazhar olmuş ki, kim ki o tecelliyâta yönelirse istifâde eder. Her kim ki meylederse tecelliyâtın ziyâsına nâil olur; hayatta olsun, vefâtta olsun.
Bunun da sebebi; varlığı ifnâ edildiği için, fânî olduğu için...
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "234. Mektub"unda şöyle buyuruyor:
"Yükseklerdeki bütün makamları aşıp, tüm mertebeden geçerek indikten sonra, 'sırf yokluk' makâmına ulaşır ve Hazret-i Vücûd'a ayna olma durumu meydana gelirse, orada bütün isimlerin ve sıfatların kemâlâtı belirmeye başlar, açığa çıkar. Onları içeren toplu makamdaki letâiflerle birlikte, bunların tüm tafsilâtı ortaya çıkar.
Bu devlet ondan başka hiç kimseye müyesser olmaz. Bu aynalık öyle övünülecek bir elbisedir ki, tam ona göre dikilmiştir."
Bu ona âittir, ona ihsân edilmiştir. Bu lûtfa mahlûkun aklı ermez, çalışmakla elde edilmez. O'nun lütfu, ikrâmı, ihsânı…
Ezelden konulmuştur, verilen evvelden verilmiştir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde bu mânevî rütbeyi mühim bir Hadis-i kudsî'yi arz ederek şöyle takdim buyuruyorlar:
"İşte bu kimsenin vasfı, Resulullah Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ'dan hikâye ettiği gibidir.
Şöyle buyurmuştur:
'Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi, benim katımda derecesi ulu ve yüksek peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse; Üveysü'l-Karnî'ye ve onun benzerlerine denk olan hafîfü'l-haz bir mümindir.
İşte bu onun zâhirî sıfatıdır, bâtını ise târife sığmaz.'
Velîlerden bir kimse, en yüksek dereceye sâhip olur. Bu, Allah'ın kendi adına, velî olarak kullandığı bir kuldur." ("Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resûl", c. 1, s. 619-620)
Burada mahlûkun hükmü yok, hüküm O'nun. Öyle tecellî etmiş, öyle olmuş. Yâni onu O seçmiş, onu göstermiş, fakat içinde O var, İçindeki hükmü yürütüyor.
Abdulkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bu zât, âlim-i billâhtır. Mertebeler ölçülürse en yüksek derece onun olduğu ortaya çıkar." buyuruyorlar. ("Fütûhü'1-Gayb", 33. Makâle)
Niçin? Hakk'ın talebesi olduğu için.
O öyle murâd etmiş…
Yine İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri;
"O öyle bir mertebedir ki, ona 'Nûr'dan başka bir şey söylenmesi mümkün değildir." buyuruyor. (488. Mektup)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu noktada:
"Allah onları nefsin karanlıklarından yakınlık nûruna, yakınlık nûrundan da kendi nûruna çıkarır." buyuruyor. ("Hatmü'l-Evliyâ", 3. Bölüm)
O nûr, O'nun nûrudur.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyuruyorlar:
"O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde: 'Ey Vâhidî!' diye nidâ eden doğru söylemiştir." ("Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resûl", c. 1, s. 613. Beyrut, 1988)
Ona "Allah'lık!" diyen doğru söylemiştir. Allah-u Teâlâ öyle murâd etmiş; dilediğini bildirmiş, göstermiş ve duyurmuştur. Çünkü O'nunla hâlleniyor. Onu O bilir.
Mü'eyyedüddîn-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Nefhatü'r-Rûh ve Tuhfetü'l-Fütûh" isimli eserinin mukaddimesinde Hâtemü'l-enbiyâ'nın ve Hâtemü'l-evliyâ'nın ilim ve mertebelerinin üstünlüğüne işâret ederek, İlâhî ilme has olan bilgi ve mârifetlerin; mânevî hâl, makam ve derecelerin yalnız ve yalnız bu iki kaynaktan alınabileceğini beyan buyurmuştur:
"Çünkü Hâtem olanların ilmi, hâli, zevki ve meşrebi, bütün mânevî hâl ve zevkleri hâvîdir. Bütün meşrebleri içine alır, bütün makam ve mertebeleri ihâta eder. Başka âlim ve velîler böyle değildir, bu hususiyetlere sâhip değildirler. Bu husûsiyetler olmayınca da Hâtem'lik olmaz." ("Nefhatü'r-Rûh ve Tuhfetü'l-Fütûh", s. 28-29)
Hâtemü'n-nebî ve Hâtemü'l-velî bambaşkadır. Onlara verilen mânevî hâl ve zevkler, İlâhî feyz ve mertebeler, zâhir ve bâtın ilim ve hilmler, makam ve rütbeler tam ve kâmildir, mütemmimdir ve bütün meşrebleri içine alır. Bütün mânevî hâl ve zevklerin üstündedir; özü bütün makam ve mertebeleri ihâta etmiş, kuşatmıştır.