Allah-u Teâlâ Cemâl nurundan en evvelâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin de bilhassa göz nurundan Arşırahman'ı, sonra diğerlerini halketti.
Allah-u Teâlâ bütün ruhları "Lâhut âlemi"nde yarattı. Bunun içindir ki ahsen-i takvimin tâ kendisi olmuş oluyor.
Sonra yaratılan ruhları kâinatın en aşağısına, cesetler âlemine indirdi.
Kur'an-ı kerim'de bu hususa şöyle işaret ediliyor:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tîn: 4-5)
Yâni Allah-u Teâlâ "Kudsî rûh"u ahsen-i takvim üzere yarattıktan sonra, beraberinde tevhid tohumu olduğu halde "Lâhut âlemi"nden saldı, evvelâ "Ceberût âlemi"ne indirdi. Ceberût, âlem-i emirden sonra madde ve müddetle vücut bulan, maddî ve mânevî âlemler arasında bulunan orta âlemdir. Ruhânî âlemin de cismânî âlemin de bazı hususiyetlerine sahiptir. Bir berzah ve misâl âlemidir.
Ceberût âlemine gelince Allah-u Teâlâ ruhlara o âleme mahsus, o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar "Sultânî ruh" oldu.
Sonra o kisve ile "Melekût âlemi"ne indirdi. Orada da o âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar da "Ruhânî ruh" ismini aldı.
Mülk âlemi zâhir âlem, melekût âlemi ise bâtın âlemdir. Arş'tan arza kadar melekût âlemidir.
Allah-u Teâlâ ruhları yine saldı, "Mülk âlemi"ne indirdi. Emr-i İlâhî ile cesetlere inip mülk kisvesine bürünen ruhlar ise "Cismânî ruh" oldu.
Cesetleri halk edişi ile ilgili değişik halleri şu Âyet-i kerime'si ile haber vermektedir:
"Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O'na döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız." (Tâhâ: 55)
Ruhların bu cisme girmeleri ile ilgili olarak da diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." (Sâd: 72)
Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyattan halkolunan ruh, hissiz ve hareketsiz vücuda sığdırıldı.
Vücutta bir de nefis var. Nefisle ruh, vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefis; toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil bir "Buhâr-ı zulmânî"dir. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde mahallidir. Bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Nefis süfliyâttan, ruh ulviyâttan halkolunmuştur. Nefis ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile mücehhezdir. Çok lâtiftir, çok âli makamdan gelmiştir.
Allah-u Teâlâ cesette ruhların her birine, kendilerine mahsus yerler ayırmıştır.
Cismânî ruhun yeri etle kan arasıdır ve bedende terbiye edilir.
Ruhânî ruh'un yeri kalp,
Sultânî ruh'un yeri fuad,
Kudsî ruh'un yeri ise sırdır. Ruhların terbiyesi ayrı bir husustur.
Sır; Hâlik ile mahlûk arasında bir vâsıtadır, tercüman mesâbesindedir. Çünkü Kudsî ruh'a sahip olan bir kimse, Allah-u Teâlâ iledir ve O'nun mahremi sayılır.
Yani içten içe, âlemden âleme geçiliyor. Bunlar bâtınların da bâtınıdır.
Ruh, bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu. Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini elde etti. İnsanların bazı meleklerden efdal oluşu buradan doğuyor. Onlarda nefis olmadığı ve nefse tâbi olmadıkları için, ne ki emredilirse hemen yerine getirirler.
Ruh ulvî ve lâtif, nefis ise süflî olup birbirinin zıddıdırlar. Allah-u Teâlâ ikisini bir arada barındırmak için ruhu nefse âşık etmiştir. Zira ulvî ile süflînin başka türlü bağdaşması mümkün değildir. Yaratılışları birbirinin tam zıddı olduğu halde ulvî ruh, zamanla süflî olan nefisle alâkasını çoğalttı. Nefs-i emmâre'nin akışına, cazibesine tutuldu ve o nispette değerini ve faziletini kaybetmeye başladı. Çünkü ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini, ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan'ını da unutur. Vücutta hâkimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını gayet rahat bir şekilde yapar.
Nefs-i emmâre'nin akışına-câzibesine tutulan ve değerini, faziletini kaybeden ruh, Allah-u Teâlâ'ya verdiği sözü de unuttu.
Allah-u Teâlâ ruhları yarattığı zaman:
"Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" buyurmuştu. (A'râf: 172)
Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.
Hepsi de:
"'Evet Rabb'imizsin, buna şahidiz.' dediler." (A'râf: 172)
Fakat nefsin boyasına girerek bu sözü unuttular. Hâlik-ı azîmüşşan hakkındaki bilgilerini de unuttular. Nefse aldandılar. Dolayısıyla vücutta hâkim oldukları yeri de yavaş yavaş kaybederek hükümsüz kaldılar, nefsin tahakkümüne girdiler. Halbuki çok ulvî âlemlerden süzülerek gelmişlerdi. Ulviyatlarını sufliyâta tahvil ettiler.
Allah-u Teâlâ bir lütuf, ikram ve ihsan olarak Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'i, onların gelmediği bir zamanda da vekillerini gönderdi, ruhları kendine dâvet etti.
Âyet-i kerime'de:
"Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır." buyuruluyor. (Ra'd: 7)
Yani ruhlar âleminde geçen o visal günlerini hatırlattı. "O günleri unuttunuz mu, hani o güzel günleriniz?"
Allah-u Teâlâ'nın peygamberler göndermesindeki, kitaplar salmasındaki maksat budur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.