"Târih"i ekranlara taşımak ciddiyet ve özen gerektiren bir iştir. Önüne gelen herkes târihi keyfince yorumlayıp yazamaz. Her şeyden önce böyle bir işe kalkışan kimse; yazdığı devrin gerçek üslûbunu kusursuz bir biçimde yansıtmak ve onun gerçek târihî birer şahsiyet olan karakterlerini objektif bir biçimde, târihî gerçeklere en uygun ve en doğru şekliyle halka sunmak zorundadır. Konu târihin bilinmeyen karanlık bir dönemi ile ilgili olsa bile, yapılan eklentilerin târihî gerçeklere en uygun, en yakın biçimde kurgulanmış olması şarttır. Bu nedenle târihî altyapısı olmayan, gerçeklerle uzaktan- yakından bağdaşmayan, hattâ bilinçli bir şekilde aslının tam zıttı yönde kurgulanan uyduruk senaryolar, târihî gerçekleri saptırmaktan ve her şeyden önce bir "bilim" olan "târih"i baltalamaktan başka hiçbir işe yaramazlar.
Dolayısıyla "târih"i -sözümona- "sanat" adına keyiflerine göre şekillendirebileceklerini zannedenler: "Biz burada sanat yapıyoruz, belgesel çekmiyoruz!" gibi ucuz bahânelerin arkasına sığınarak kendilerini bu ciddî sorumluluktan kurtaramazlar.
Kânûnî Sultan Süleymân ilimdeki kemâliyle dînî ve aklî ilimler sahasında üstün meziyetlere sâhip bir hükümdar olduğu gibi; savaş meydanlarında da kudretli bir cengâver, şecâ'at ve cesâret sâhibi büyük bir kumandandı. Muhteşem rezilliğin mimarları ise onu sarayda yatıp duran, haremden dışarı çıkmayıp etrafına emirler yağdıran, sefere çıksa bile aklı kadından ve aşktan başka bir şeye çalışmayan saltanatına mağrur bir şehvet makinası gibi göstermeye kalkışmışlardır.
Seferlerinin çoğuna at sırtında, ordusunun bizzat başında giden Kânûnî; doğu ve batının en büyük ve en kudretli hükümdarlarını boyunduruğu altına almış, yeryüzünde kendisine mukâbele edecek tek bir kimse bile kalmamıştı. Buna rağmen gazâ ve cihad konusunda yine de azmi elden bırakmamış, son nefesine kadar kendisini dînin yüce Kelime'sini uzak diyarlara ulaştırmaya adamıştır.
Kânûnî'nin kudret ve şecaatinin târihteki örnekleri saymakla bitmez.
Rivâyete göre cihân sultânı Rodos kalesini fethetmek üzere yola çıktığında, devlet erkânı ve hocaları Hayrü'd-dîn Efendi ile birlikte Rodos adasına gitmek için bir kadırgaya binerler. Bu sırada iki taraftan şiddetle toplar ve tüfekler atılmaya başlar, devlet erkânı korkularından ne yapacaklarını şaşırırlar. Pâdişah aslâ korkmadığı gibi, hocasına: "Havfuñ[uz]dan (korkunuzdan) ne hareket eylersüz?" diyerek çıkışır; Hayrü'd-dîn Efendi ise: "Top-u tüfeng âvâz-u âhengi (gürültüsü) ârâma (durup otutmama) mecâl virmeyüb, 'âlemi bâşıma teng (dar) itdi! Nice havf itmeyeyüm (korkmayayım) pâdişâhum?" deyince mânîdar bir üslûpla: "Lutf idüb tüfeng-i top âsârı nümâyân oldukda (harekete geçtiğinde) sen de hareket buyurub bir tarafa rûy-ı gerdân ol!" cevâbını verir. Hocasının bu korkulu hâline çok şaşıran pâdişâh, etrâfındakilere: "'Adem-i tevekküllerinden (tevekküllerinin yokluğundan) olduğı zâhir-ü 'ayândur (açıkça ortadadır)!" demekten kendini alamaz.(1)
İftirâcıların yansıttıklarının tam aksine Kânûnî, varlığını din ve devlet yoluna adamış; son nefesini verdiği âna kadar dîn-i İslâm'ı yüceltmeye ve devletin sınırlarını bu uğurda genişletmeye çalışmıştır. Yetmiş bir yaşında, türlü hastalıklara mübtelâ olduğu hâlde at sırtında uzun bir mesâfeyi aşarak Sigetvar seferine gitmiş; kuşatma devâm ettiği sırada, tahtından ve sarayından binlerce kilometre uzaklarda rûhunu Hakk'a teslim etmiştir.
Cenâbî Mustafa Efendi, yazdığı Arapça İslâm Târîhi'nin "Gülşen-i Tevârîh" adlı Türkçe tercümesinde, bu sırada meydana gelen bâzı ilginç olayları şöyle nakletmiştir:
"Merhûm-u mağfûruñ mukaddemâ dahı (öteden beri) mizâcı zâ'if olmağın kal'a'-i Sigetvâr (Sigetvar kalesi) ilinde marazı müşetted olub (hastalığı şiddetlenip), 'âkıbet mâh-ı Safer'üñ (nihâyet Safer ayının) on üçinci güninde rahmet-i Hakk'a peyveste oldı. Ve hîn-i vefâtında (vefâtı ânında) merhûm elin kaldırub: "Yâ İlâhe'l-'âlemîn ve yâ Mâlik-i yevmi'd-dîn! Cenâb-ı Şerîf'üñden tazarru' ve niyâzum budur ki; 'asker-i İslâm'a (İslâm askerine) merhamet idüb, 'an-karîb (kısa zamanda) şu kal'anuñ fethin müyesser idesün!" didi. Hattâ nakl olınur ki; bu hâlden mukaddem (önce), merhûm: "Şu ocağa yanası feth olunmadı mı?" diyu buyurmış. Bi-hikmet-i Hüdâ'-i Müfettihu'l-ebvâb, merhûmuñ vefâtından üç gün soñra kal'a'-i mezbûreye (zikri geçen kaleye) âteş düşüb, feth olınmasına âteş sebeb oldı."(2)
Bu olağanüstü hâdise, Kânûnî'nin de tıpkı babası Yavuz gibi "mü'eyyed min 'İndi'llâh"; yâni Allah tarafından desteklenen ve yardım gören büyük bir hükümdar olduğunu gözler önüne sermektedir.
Nitekim Kânûnî'yi görmüş olan Seyyid Lokman Aşûrî "Kıyâfetü'l-İnsâniyye" sinde çizdiği "Sultan Süleymân" tasvirini sunmadan önce, onun dîn-i İslâm'a riâyette sahâbeleri aratmayan, Oğuz an'anelerine ve millî geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, edeb ve hayâ timsâli büyük bir cihan hâkânı olduğuna açıkça şâhidlik etmiştir:
"On dörd kerre 'azîm (büyük) seferler eyleyüb, sadâ-yı cihângîrlük (cihan hükümdarlığı sadâsı) tamâm rûy-ı zemîni (yeryüzünü) kaplayub, gerden-keşler hükmine râm ve şâhlar kemterîn-i gulâm olmışdı. Kuvvet ve kudretde şebîh-ü nazîri (eşi-benzeri) olmayub, tarz-ı sipâhîlıkda teşmîl-i 'âlem (dünyâca meşhur) olduğından mâ'adâ başdan ayağa ma'den-i hüner (hüner mâdeni) ve kân-ı kerem-ü hayâ (kerem ve hayâ kaynağı) idi. …Vücûd-ı şerîfleri gurûr ve 'ucbdan hâlî (kendini beğenmekten uzak) ve libâs-ı tekebbürden ârî (kibirlilik kisvesinden arı) olmağın, dervîş-nihâdlığla ma'rûf ve pâk i'tikâd ile mevsûf olub, …Sahâbe hissiyâtlu, kahraman kudretlü, Oğuz uğurlu, Sâhib-kırân-ı 'azîmü'ş-şân ve Hüdâvendigâr-ı memâlik-sitân idi."(3)
Hâl böyleyken, değil Kânûnî'nin gerçek kimliğinden, daha kendilerinden bile haberi olmayan ilim ve ahlâk yoksunlarının, ölümünden asırlar sonra onun hakkında uydurdukları çirkin iftirâ ve hezeyanlarının, kendilerinden başka hiç kimseyi bağlayamayacağı bir gerçektir. Bostan-zâde Yahyâ Efendi de babası Bostân Çelebi'nin izlenimlerine dayanarak, sefer sırasında vefât eden Kânûnî'nin gazâ konusundaki azmini, dîn ve devlet uğrundaki fedâkârâne gayretini övgü, ta'zîm ve hürmet dolu sözlerle yâdetmiştir:
"İ'lâ-yı Kelimetu'llâh'da bezl-i makdûr (kudretini sarf) idüb, seneleri yetmişe yetmiş iken küffâr-ı makhûra (kahrolası kâfirlere) tâze cüvânlar gibi 'azm-i rezm idüb, Sigedvâr gazâsını âhir 'ömrlerinde safâ bilüb, huzûr-ı saltanat-ı dünyâyı 'izzet-i âhirete tebdîl (değişip) ve zillet-i seferi ihtiyâr (sefer zilletini tercih) idüb, 'asker-i encüm-şümâr ile küffârı târ-mâr ve kırâl-ı şeytanet-şi'ârı hâkisâr itmekle Sigedvar'ı feth idüb, kendiler dahı zehîr ile şehîd oldılar. Zehî (ne büyük) sa'âdet ki, mahzâ kurb-ı Hazret-i Rabb-ı 'İzzet (Ulu Rabb'ine yakınlık) arzusıyla 'izzet-i saltanatı derd-i gurbete degişüb, âhir (son) nefesde i'lâ-yı Kelimetu'llâh ide. Rahmetu'llâhi Te'âlâ 'aleyh…"(4)
Sigetvar muhâsarası sırasında, ordusuyla sefer üzereyken ansızın göçüp giden Kânunî'nin ölümü, askerin moralini bozmamak ve herhangi bir fitneye neden olmamak için tam kırk sekiz gün boyunca ordudan gizlenmiş ve ancak oğlu Sultan Selim'in bölgeye yaklaştığı haber alınınca ilân edilebilmişti. Bu sırada Kânûnî'nin naaşı başında Kur'an okuyan altı hâfızdan biri olan Mustafa Selânikî, kırk altı yıllık hükümdarlarının ölümünü haber aldıkları o acı ânı bir görgü şâhidi olarak şöyle anlatır:
"Merhûm ve mağfurun-lehüñ meyyiti (ölüsü) bu mahalle (yere) dek kırk sekiz gün tamâm setr olmuş (gizlenmiş) idi. Ammâ bu arada keşf olup âşikâr olmağla, kırk sekiz yıldan berü serîr-i 'izzetde (tahtta) [olan] padişah-ı din-penâh mevt-u hasreti muhkem te'sîr eyleyüb, sûziş-i mâtem ile her kişi âh-u nâle-vü efgâna âgâz eyledi; "Hay, hay!" ile ağlaşup inleşdiler. Şu mertebeye vardı ki, yürimeyüp turdılar: "Hay Sultân Süleymân Hân!" diyüp feryâda başladılar. Vüzerâ'-i 'izâm bir yire gelüp meyyiti (cesedi) izhâr eyledüklerine nâdim (pişmân) oldılar: 'Evvelki hâl üzere gitmek evlâ imiş!' didiler. Âhir-i kâr (nihâyet) vezîr-i a'zam Sokollu Mehmed Paşa Hazretleri: 'Yoldaşlar, n'îçün yürimezsiz? Yürüyelüm! Bunca yıllık İslâm pâdişâhını niçe bir Tevhîd ve Kur'ân-ı 'azîm ile ta'zîm eylemeyelüm? Bu deñlü gazâlar idüp Ungurus (Macar) vilâyetin dâr-ı İslâm (İslâm diyârı) eyledi, cümlemüzi ni'met-ü ihsâniyle besledi. 'Ivâzı bu mıdur ki mübârek cesedini başımuzda götürmeyelüm? İşte oğlı Sultân Selîm Hân pâdişâhumuz on yidi gündür Belgrad'da size muntazırdur. Merhûm Gâzî pâdişâh -rahmetu'llâhi 'aleyh- cümle bahşîş ve terakkîlerinizi vasiyyet eylemişlerdür. Bi't-tamâm icrâ olınur, hep çalışuruz! Hemân hâfızlar turmañ, Kur'ân-ı 'azîm okuñ, yüriyelüm!' dimekle yürindi. 'Hâfızlar turmañ, Kur'ân-ı 'azîm okuñ yüriyelüm; derdümüze dermân Kur'ân'dur, dînümüz ve îmânumuz Kur'ân'dur; îmân ve Kur'ân ile gidelüm!" diyüp, sabah karîb (yakın) idi."(5)
Halkın ve askerin hâlet-i rûhiyesini, Kânûnî'ye duydukları sevgi ve bağlılığın nişânesini yansıtan bu satırlar, onun halkın her kesiminin gönlünde taht kurmuş âdil ve hürmete lâyık bir pâdişâh olduğunun açık bir delilidir. Bu böyleyken, "sanat" adı altında bu gerçekleri saptıran ve onun târihî kimliği hakkında şüphe uyandırmaya kalkışanların asıl dertleri ve gâyeleri nedir?
Kânûnî Sultan Süleyman Hân'ı saraydan dışarı çıkmayan; zevk-u sefâdan, kadınlarla düşüp kalkmaktan başka bir şey bilmeyen şehvet ve kadın düşkünü bir kimse gibi göstermeye kalkışanlar; aslında kendilerini aynada görmekten, kendi iç dünyâlarındaki sapkın eğilimlerini ortaya sermekten başka hiçbir şey yapmamışlardır. Çünkü Kânûnî'nin ahlâk ve evsâfının ne olduğunu yukarıdaki deliller açıkça ortaya koymaktadır. Bu gibi pislik ve rezillikler olsa olsa ancak bunları uyduranlara yakışır!
(1) Bostân-zâde Yahyâ Efendi, "Tuhfetü'l-Ahbâb", Beyazıt Devlet Ktp. Genel, nr.: 5005, vr. 37a-37b.
(2) Mustafa Cenâbî, "Gülşen-i Tevârîh", Nûruosmâniye Ktp. nr.: 3107, vr. 188a.
(3) Seyyid Lokmân Aşûrî, "Kıyâfetü'l-İnsâniyye fî Şemâ'ili'l-'Osmâniyye", Millet Ktp. Ali Emîrî, Tarih, nr.: 1216, vr. 48b, 50b.
(4) Bostân-zâde Yahyâ Efendi, a.g.e., vr.
(5) Selânikî Mustafa Efendi, "Târîh-i Selânikî", c. 1, s. 47-48. Haz.: Prof. Dr. Mehmet İpşirli, TTK yayını, Ankara, 1999.