Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TARİHTEN SAYFALAR - Medya Yoluyla Tarihimizi Tahrif Çabalarına Çanak Tutan "Muhteşem Rezillik" (1) - Ömer Öngüt
Medya Yoluyla Tarihimizi Tahrif Çabalarına Çanak Tutan "Muhteşem Rezillik" (1)
TARİHTEN SAYFALAR
Hakan Yılmaz
1 Şubat 2011

 

Medya Yoluyla "Târih"imizi "Tahrif" Çabalarına Çanak Tutan:
"Muhteşem Rezillik" (1)

 

Milletimizin bir süredir geçmişine merak duyarak, kendi "târih"ini araştırma ve öğrenme gayretine giriştiği, özellikle de şimdiye kadar zihinlere ve belleklere tamâmen yanlış ve önyargılı bir şekilde yerleşen "Osmanlı târihi" ile ilgili meseleleri sorgulamaya ve anlamaya çalıştığı bir gerçektir. Bununla birlikte, Türkler'in kendi özüne dönme ve geçmişini daha doğru öğrenme girişiminin herkesi memnun etmediğinin de önemle altını çizmek gerekir. Özellikle bu topraklarda gözü olanlar, emperyalist emelleri uğruna bu millete aslını unutturmayı, ne şekilde olursa olsun göz açtırmamayı ve ruh dinamizmini ayakta tutacak ne ki varsa hepsini ayaklar altına alıp sinsice ortadan kaldırmayı kendilerine vazgeçilmez bir hedef olarak seçmişlerdir.

Önce Müslüman Türk'ün târih sayfalarına altın harflerle yazdığı "İstanbul'un fethi" gibi büyük bir siyâsî ve askerî başarıya ve onu gerçekleştiren Fâtih gibi büyük bir kumandana saldırmakla işe başlayan popüler emperyalist tahrifçiler; yeterince tahrifat yaptıklarından ve gönüllerde şüphe uyandırdıklarından emin olmuş olmalılar ki, birkaç yıldır tahrif ve saptırma çalışmalarını kuruluş devrine ve onun en önemli meselelerine odaklandırmışlardı. En son geçtiğimiz yıl, medyayı yoğun bir şekilde kullanarak zihinlere ve belleklere kazımaya çalıştıkları, tüm Osmanlı rivâyetlerinin "yalan", kendi safsatalarının "doğru"olduğu anlayışına dayanan "kuruluş"la ilgili asılsız iddiâlarını; "ezber bozma", "târihi yeniden yazma" gibi süslü ifâdelerle Türk halkına servis ederek, dejenerasyon projesinin bu safhasını da kendilerince tamamladıklarını sanmışlardır.

Şimdi bu târihî gerçekleri "tahrif"e uğratma ve bilinçli bir şekilde saptırma çalışmalarının son ayağının, Osmanlı'nın en güçlü dönemi ve en kudretli pâdişâhı Kânûnî üzerinde yoğunlaştığını; bilinçli iftirâ ve saptırmalarla halkın zihnindeki "büyük ve eşsiz Kânûnî" imajının yıkılarak, yerine emperyalistlerin şimdiye kadar uyduruk romanlar ve düzmece senaryolarla yutturmaya çalıştıkları "kadın ve şehvet düşkünü barbar Kânûnî" imajının yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

 

Medya Yoluyla Yürütülen Bilinçli
Tahrîfât ve Dejenerasyon Faaliyetleri:

Türk milleti nasıl bir târihî geçmişe sahip olduğunu öğrenir de, kazâra bir gün geçmişinden aldığı şevk ve heyecanla harekete geçer diye ne yapacaklarını şaşıran küffâr bozuntuları, kendileri için korkunç bir kâbus olan o eski günlerin bir daha gelmesinden korktukları için; Türk halkının en çok değer verdiği, kendisiyle övündüğü ve iftihâr ettiği, azâmeti zihinlere kazınmış ne kadar büyük târihî şahsiyet varsa, onları sırayla kendilerine hedef seçmiş ve kendi iç dünyâlarındaki çirkin fantazilerini onlara yamayarak bir şey tutturabileceklerini zannetmişlerdir. Sermayeleri yalan ve dolandan, iftirâ ve saptırmadan öteye geçmediği ve hiçbir zaman da geçemeyeceği için, onlar ancak kendilerine yakışanı yaparak; "Çamur at, izi kalsın" felsefesiyle hareket etmişler ve bu amacı gerçekleştirmek için de, para ve kariyer için kendi değerlerini satmaktan çekinmeyecek basit karakterli kimseleri sahneye sürmüşlerdir. Bunların amacı, şan ve şerefle, yüksek ahlâkî ve insânî değerlerle dolu "Osmanlı" medeniyetini -nasıl ve ne şekilde olursa olsun- bir şekilde lekelemek; halkın zihinlerinde ve gönüllerinde kendi geçmişleriyle ilgili kötü izler bırakarak onları derin bir boşluğa sürüklemektir.

Basın-yayın organlarının Türk halkı üzerinde ne derece tesirli olduğu malûmdur. Özellikle televizyonun ülkemizde yaygınlaşmasından sonra, insanların kişisel ve toplumsal yaşantısında büyük değişiklikler başgöstermiş ve Türk halkı âdetâ medya tarafından yönetilir hâle gelmiştir. Bu durum Türk halkının mevcut yapısını bozmak isteyenlere en büyük fırsatı vermiş; milletimizin bilinçaltına yerleştirilmek istenen her türlü ahlâksızlık ve çarpıklık, özellikle diziler aracılığıyla yoğun bir şekilde empoze edilmiştir. Bugünlerde Türk târihini "tahrif" edip keyiflerine göre yeniden şekillendirmek isteyenler de bunu, halkın mübtelâ olduğu diziler arasına serpiştirdikleri gayr-ı ahlâkî motiflerle yapmayı tercih etmişlerdir.

 

Kânûnî'nin Ahlâkî ve Siyâsî Yapısını
Bizzat Onu Görenler Anlatıyor:

Ömrünü at sırtında, Türk-İslâm medeniyetinin intişârına ve bu ideâlin yeryüzünün dört bir köşesine yayılmasına harcayan, 46 yıllık pâdişahlığı döneminde Osmanlı Devleti'ni eşsiz geniş sınırlara ulaştıran cihan hükümdârı Kânûnî Sultan Süleymân'ın fikrî ve rûhî yapısı, karakteri ve ahlâkî vasıfları, en iyi ve en doğru şekilde ancak birinci derece görgü şâhidlerinin ve onlardan nakleden güvenilir râvîlerin kayıtlarından öğrenilebilir.

Kânûnî'nin hocası Bostan Efendi'nin oğlu olup, Osmanlı Devleti'nin en ünlü kazasker ve şeyhülislâmları arasında yer alan Bostan-zâde Yahyâ Efendi, başta babası Bostan Efendi olmak üzere, o dönemde sarayda hazır bulunan birinci derece görgü şâhidlerinin ifâdelerine dayanarak, Kânûnî Sultan Süleymân'ın dinî ve ahlâkî kişiliği hakkında şu bilgileri vermiştir:

"İntihâ'-i 'ömre dek eyyâmları (ömrünün sonuna dek günleri) zühd-ü salâh ile güzerân itmişdür (geçmiştir) ve pâdişâh oldukdan soñra okumakdan hâlî olmayub, kütüb-i fıkhiyye (fıkıh kitapları) ile tekayyüd idüb, 'Sadrü'ş-şerî'a' okuduğı sikâtdan menkûldür (güvenilir kimselerden nakledilir). Hattâ vâlid-i mâcid, cedd-i kesîrü'l-muhâmid (babam) merhûm Bostân Efendi: 'Rûm-ili kâdî-'askeri iken, bir hüccet-i Şer'iyye husûsunda rikâb-ı hümâyûn'larına bir mes'ele beyân itmek lâzım geldi ve murâd üzre beyân itdükde, ol mes'eleye müsâbe (isâbet eden) bir mes'eleyi dahı kendiler takrîr idüb: Hulâsa'nuñ fülân faslında tahrîr olunmışdur!' diyu buyurdılar.' diyu nakl ider. Ve şecâ'at-ü mehâbet (cesâret ve heybet)leri ve intizâm-ı kelâm-ı musâhabetleri (sohbetlerindeki isâbetli sözleri) hôd bir mertebeye nâ'il ve bir dereceye vâsıl imiş ki: "Kalem-i kesîrü't-takrîr ile tavsîf ve tahrîr olınmaz!" diyu mervîdür."(1)

Bostan-zâde'nin bu ifâdelerinden Kânûnî Sultân Süleymân'ın son derece dindar ve Şer'î ilimlere derinlemesine vâkıf bir hükümdar olduğu anlaşılmaktadır. İşte kendini bilmezlerin çirkin iftirâ ve kurgularla ismini ve şahsiyetini lekelemeye çalıştıkları gerçek "Kânûnî" budur. Onu bizzat gören ve tanıyan göz tanıklarının bu şehâdeti varken, kör kuyuya taş atmakla iştigâl eden ve üstelik bir de buna "sanat" adını veren bilinçli saptırıcıların düzmece masal ve kurgularının hiçbir önemi ve değeri yoktur. Kânûnî İran üzerine düzenlediği Elkâs seferinde, Bostan-zâde Yahyâ Efendi'nin dedesi Bostân Efendi ile birlikte yolda sohbet ederken, o zamanlar kazasker olan Bostan Efendi:

"Sürme Şâh'um 'asker-i Rahmân'ı şeytân üstine

Şâh'ı mât it Şeh-süvârum sür atuñ Vân üstine

Yık anı rahm itme, vîrân eyle vîrân üstine

Göreyüm mülk-i 'Acem yıkılsun âbâd olmasun!"

Beyitlerini yazıp pâdişâhın önüne koyduğunda, Bostan Efendi'nin fikrine büyük bir önem verip önce Van kalesine yönelmiş; fetihten sonra Sultan kalenin sarplık ve metânetini görünce: "Bu cehd-ü gûşiş (gayret ve çaba) ile biter iş degül idi, mahzâ Bostân Efendi'nüñ kerâmetidür!" diyerek(2) fethin müyesser olma sebebini Bostan Efendi'ye bağlayıp, etrâfındaki âlim ve velîlere ne kadar değer verdiğini açık bir biçimde göstermiştir. Onun "Hülâsa" ve "Sadrü'ş-Şerî'a" kitaplarını bildiğini gösteren yukarıdaki rivâyet, esâsen kendisinin de fıkhın ve fetvânın inceliklerini bilen büyük bir âlim olduğunun açık bir delilidir.

 

Kânûnî'nin Gözünde Saltanat
Kuru Bir "Cihân Kavgası"ndan,
Eğlence ise "Uhrevî Bir Yıkım"dan İbâretti!..

Osmanlı pâdişahlarını saltanat düşkünü birer "barbar" gibi göstermek isteyenler, ortadaki gerçek târihî veriler tam aksini ortaya koyduğu için, öteden beri asılsız iftirâlar ve kurmaca fantezilerle dolu, çoğu "harem" olayları üzerine kurulmuş uyduruk romanlarla bu hedeflerini icrâ etmişlerdir. İşte muhteşem rezilliğin icrâcıları da "Kânûnî" tipini aynen bu romanlardaki gibi kurgulamışlar ve ayrıca oğlu Şehzâde Mustafa ile bağını da duygusal bir hava içinde sunarak, ileride onu oğlunu katlettirmiş bir "barbar" poziyonuna düşürecek psikolojik zemini şimdiden hazırlamışlardır.

Sultan Süleymân, oğlu Şehzâde Mustafa'nın "Nizâm-ı 'âlem" için katledilmesini emrettiği sırada, o an Osmanlı topraklarında bulunan Avusturya elçisi Busbecq, bir görgü şâhidi olarak hâtırâtında aynen şöyle demişti: "Müslümanlar Osmanlı hânedânının varlığı ile ayaktadırlar. Hânedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için, hânedânın bekâsı onlar için evlâddan daha mühimdir."(3)

Kânûnî'yi övmek ve yüceltmek gibi bir derdi olmayan zamânın Avusturya elçisi bile bunun böyle olduğuna tanıklık ederken, "kraldan daha çok kralcı" kesilen aymazların hâlâ bunu bir "barbarlık" gibi lanse etmeye kalkışmaları acabâ neyin ifâdesidir?

Kânûnî Sultân Süleymân Han, kendisini zevk ve sefâ düşkünü, saltanatına mağrur bir barbar gibi göstermeye kalkışanlara en güzel cevâbı, dillere destan olan meşhur bir şiirinde bizzat kendisi vermiştir.

Osmanlı Devleti'ni en geniş sınırlarına ulaştıran cihân sultânı, tüm dünya milletlerine boyun eğdirmiş sayılı hükümdarlardan biri olmasına rağmen, bu şiirinde insanların gıpta edip imrendikleri "saltanat"ı kuru bir "cihân kavgası"ndan ibâret görmekte; işret ve eğlenceye düşkün olmak şöyle dursun, bu gibi gelip-geçici zevklere meyledenleri bizzat uyararak, onları âhirette de kendilerine yoldaş olacak ibâdet ve tâat gibi zevklere yönelmeye teşvik etmektedir:

"Halk içinde mu'teber bir nesne yok devlet gibi

Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi"

İnsanların gözünde devlet sâhibi olmak kadar gıpta edilir bir şey yoktur. Oysa şu fânî dünyâda, sağlıkla alınan bir nefesten daha büyük bir devlet yoktur.

"Ko bu 'ıyş-u işreti çün-kim fenâdur 'âkıbet

Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâ'at gibi"

Bu zevk-u safâyı, bu eğlenceyi elden bırak, çünkü bunlarla uğraşanın sonu kötü olur. Kendine ayrılmaz bir arkadaş arıyorsan ibâdet ve tâ'at gibisi yoktur.

"Olsa kumlar sağışınca 'ömrine hadd-ü 'aded

Gelmeye bu şîşe'-i çarh içre bir sâ'at gibi"

Ömrünün müddet ve miktârı kumlar adedince de olsa, bu dünya küresi içinde sana bir saat gibi bile gelmez.

"Saltanat didükleri ancak cihân gavgâsıdur

Olmaya baht-u sa'âdet 'âlem-i vahdet gibi"

"Sultanlık" dedikleri şey kuru dünya kavgasından ibârettir; asıl ni'met ve sa'âdet teklik âlemindedir.

"Ger huzûr itmek dilersen iy Muhibbî fâriğ ol!

Var mıdur vahdet makâmı kûşe'-i 'uzlet gibi?"(4)

Ey Muhibbî! Eğer huzûra ermek istiyorsan bunlardan uzak dur. Şunu bil ki halkla ilişiği kesip Hakk'la olmak için tenhayı seçmek gibi eşsiz ve değerli bir makam yoktur.

Kânûnî'nin ruh dünyasını ve düşünce yapısını bizzat kendi dilinden aksettiren bu mütevâzî dizeleri, onun nasıl bir karakter ve kişiliğe sâhip olduğunu göstermesi bakımından yeterlidir. Onun bu ifâdeleri, "saltanat" ve "zevk-u safâ" gibi konularda nasıl bir bakış açısına sâhip olduğuna açıkça şehâdet ederken, tamâmen zıt ve alâkasız bir manzara çizmeye kalkışanların asılsız iddiâları, bilimle ve akılla bağdaşmayan gülünç birer safsatadan öteye geçmemektedir.

Ezcümle bu sözleri söyleyen bir kimsenin saltanatına mağrur ve eğlenceye düşkün olduğunu; kim, hangi gerekçeye dayanarak iddiâ edebilir?

Devam edecek

 

(1) Bostân-zâde Yahyâ Efendi, "Tuhfetü'l-Ahbâb", Beyazıt Devlet Ktp. Genel, nr.: 5005, vr. 35b.
(2) Bostân-zâde Yahyâ Efendi, a.g.e., vr. 35b-36a.
(3) Busbecq, "Türkiye'yi Böyle Gördüm", s. 42, trc.: Aysel Kurutluoğlu, İstanbul, ts.
(4) Kânûnî Sultân Süleymân, "Dîvân-ı Muhibbî", Millet Ktp. Ali Emîrî, Manzum, nr.: 392.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR