Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Mânevî Terakkiyat - Ömer Öngüt
Mânevî Terakkiyat
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Şubat 2011

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

Mânevî Terakkiyat

 

Mânevî Tekâmül:

Yerlerin, göklerin ve içindeki bütün varlıkların yaratılışı gayet muntazam bir plân dahilinde olmuştur. Basit canlılardan insana doğru devam eden yaratılış, insanoğlunun yaratılmasıyla son merhaleye ulaşmıştır.

Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyattan halkolunan insan ruhu, maddeden ibaret olan hissiz ve hareketsiz bir vücuda sığdırılmış ve onu mânevî bir kalıba büründürmüştür.

İnsanın doğduktan sonraki maddi tekâmülü son noktaya gelmişse de, mânevî tekâmülü belli bir devrede sona ermez, ölümüne kadar devam eder. Çünkü ruh tekâmül etmek, terakki etmek üzere gönderilmiştir. İnsandaki ruhânî tekamül, Allah-u Teâlâ'yı tanımakla ve O'na kullukla başlar. Zaten kâinatın yaratılmasındaki esas gaye insanın yaratılması, ondan da maksat Allah-u Teâlâ'nın bilinmesi ve bulunmasıdır.

O'nu tanımak, O'na gönülden teslim olmak insanın en başta gelen vazifesidir.

Nitekim Âyet-i kerime'de:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruluyor. (Zâriyât: 56)

İnsan yüzünü O'na döndürmezse neyi bulur?

Bir insan Allah-u Teâlâ'nın mevcudiyetine, vahdaniyetine delâlet eden delilleri kendi vücudunda aramalıdır, başka yerde aramaya hacet yoktur.

Allah-u Teâlâ insanı kendini tanımak için yaratmış; kendini tanımayı, insanın nefsini tanımasına bağlı kılmıştır. Onun için de insana kendi nefsini bilme istidadını vermiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Nefsini bilen Rabb'ini bilir." buyuruyorlar. (K. Hafâ)

Bunun gerçek mânâsı ise:

"Fakirliğimle övünürüm." Hadis-i şerif'inden öğrenilir. (K. Hafâ)

Buradaki fakirlikten murad:

"Ben fakirim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim Sahib'imindir. Hiçbir şeye mâlik değilim. Fakirliğimle de övünürüm." demektir.

Bu hakikat anlaşılırsa, kişi cehaletten kurtulmuş olur. O zaman azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir.

 

Âyân-ı Sâbite:

Allah-u Teâlâ'nın indinde her insanın bir hakikati, yani özü vardır. Dünyaya gönderilmeden önce şekil almamışlardı, daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Bunlara tasavvuf dilinde "Âyân-ı sâbite" adı verilir.

Gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan Âyân-ı sâbite'de kişinin bütün mukadderâtı dürülüdür, her birinin kendine göre bir istidat ve kabiliyeti vardır. "Âlem-i emir"de bulunurlar.

Bu Âyân-ı sâbite'ler Allah-u Teâlâ'dan kendi istidat ve kabiliyetlerine göre meydana çıkmayı istediler.

"Yâ Rabb! Sen bizi meydana çıkar, icraatlarımızı görelim." dediler.

Allah-u Teâlâ da bu isteklerini kabul etti, onları zamana ve mekâna göre bu âleme sevketti. Âyân-ı sâbite'ler bunu kendileri istemişlerdi.

İnsanları dünyaya göndermesinden maksat, onların da bilmeleri içindir, yoksa Allah-u Teâlâ'nın öğrenmesi için değildir.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâhâ: 110)

Allah-u Teâlâ âlimdir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahiretteki yerini biliyordu ve takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O'nun bilgisinin dışında değildir.

Âyet-i kerime'sinde:

"Yaratan bilmez olur mu hiç?" buyuruyor. (Mülk: 14)

Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir, insan da böyledir. Her şeyin filmi çekilmiş ve dürülmüş, kaseti tutulmuştur.

Allah-u Teâlâ insanın dünyada zuhur etmesini dilediği zaman "Akl-ı kül"de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar tutar. Akl-ı kül'e "Akl-ı evvel" ve "Cevher-i evvel" de denir. Akl-ı evvel, Allah-u Teâlâ'dan ilk zuhur eden şeydir. Buna "İlâhî ilmin ilk zuhuru" adı da verilir. Oradan "Nefs-i kül"e gelir. "Kâinatın ruhu" demektir. Sonra "Arşırahman"dan, "Kürsü"den süzülüp yedi kat göklerden geçer. "Felek-i kamer" adı verilen ay feleğine gelir.

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın ezeli kudretinin tezahürleridir.

Âlem-i ervah'tan merhale merhale "Felek-i kamer"e geldikten sonra, oradan da madde âleminin temel unsurları olan ve "Anâsır-ı erbaa" adı verilen "Ateş"e, "Hava"ya, "Su"ya ve "Toprak"a düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce bitki olur. İnsan onu yer, bir müddet insanda kalır. Daha sonra ana rahmine geçer. Nihayet bir bebek olarak dünyaya gelir. Yani cisim teşekkül eder.

Bütün bu olanların hepsi Allah-u Teâlâ'nın "Ol!" emri ile oluyor, onun takdiri husule geliyor.

İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlamak gerekmektedir. Dünyaya gelen her insan bu birinci turu yapmış olur.


  Önceki Sonraki