Muhterem Okuyucularımız;
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah'ım iyilerin yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül hafâ)
İhlâs; Allah-u Teâlâ'ya içten gelen bağlılıkla, sadakâtle, samimiyetle yönelmektir. Halis, saf, katışıksız bir niyet sahibi olmak ihlâstır. Kalpte Hazret-i Allah olacak, gönülde ihlâs olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bütün insanlar helâk olmuşlardır." buyurdular.
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyurmaktadırlar:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.
Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikatı ibraz etsen de, ne Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler. Ve böylece yetmiş iki fırka cehennemlik oldu.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o bir fırkaya aittir.
Asr Sûre-i şerif'i ve bu Hadis-i şerif'ler iman ehli için yeterlidir.
Fakat dilde iman ettiğini söyleyip, kendi zan ve tüzüğüne göre hareket ederek, şeytanın adamı olanlar, ihlâs üzere hareket etmeyip öyle gözükenler, hem kendilerini kandırdıkları gibi hem de etraflarını kandırarak bu yetmiş iki fırka içerisinde dahil olmaktadırlar.
Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiçbir bölücü fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.
Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Allah-u Teâlâ onların İslâm'la hiçbir ilgilerini bırakmadı.
Zâhir ehli Hakk'ın emir ve yasaklarını kendi nefis arzusunca değiştirip o şekilde hareket ettiğinden, benlik putuna sarıldığından ve kendine tâbi olanlar da ona iman ettiklerinden ayrı bir din, ayrı bir kitap olmuş oluyor.
Çünkü Hakk'ın emirlerini hiçe sayıp, kendi arzularını öne koyuyorlar. "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" diyorlar.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamışlar. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor.
Benlik şirktir, benlik puttur, benlik küfürdür! Fakat insan benlikten kurtulamıyor. "Ben, ben, ben!" diyor cehenneme gidiyor.
Tam manasıyla ihlâs üzere olup, Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına kayıtsıt ve şartsız tam bir iman ile teslim olmadıkça, ihlâs üzere hareket etmedikçe kurtuluş mümkün değildir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
•
"Hiçbirinizin Arzusu Benim Tebliğ Ettiğim Şeylere Uymadıkça Mümin Olmuş Olamazsınız." Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde'ye Uygun Olan,
Müminlere Karşı Şefkatli ve Onların Güçlüğe, Sıkıntıya Uğramaları Kendisine Ağır Gelen,
En Güzel Numunemiz; Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in Teşrif-i Dünya Olan ve Bu Ay İçinde İdrak Edeceğimiz Mübarek "MEVLİD KANDİLİ" nizi Tebrik Eder,
Tüm İslâm Âlemi'ne Hayırlara Vesile Olmasını Cenâb-ı Allah'tan Niyaz Ederiz.
Bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler ve sâlih amel işleyenler kurtuluyor.
Kulun yapacağı şu var: Niyeti halis olacak, ameli sâlih olacak, helâl lokma yiyecek, mahviyeti tercih edecek. Bu dört şeye dikkat edecek.
Samimi bir kalp ile Hazret-i Allah'a yönelmeniz, ihlâslı arkadaşlarla meşgul olmanız, haram lokmadan kaçmanız sizi Cenâb-ı Hakk'a ulaştırır.
Sıdk ile, ihlâs ile teslim olan ihvanları yürütürler de, ihvan yürüdüğünü bilmez.
Fakat yürütürler. Kimi? İhlâs ve sadakati olanı. İnsan Hakk yolunda ne kadar dikkatle, ihlâsla çalışırsa Allah-u Teâlâ ona o kadar yol verir.
Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yoldur. Yeter ki ihlâs ile yürüyelim.
İlim, amel, ihlâs, mahviyet olmadıkça terakkiyat mümkün değildir.
Mekke-i mükerreme döneminde İnşirâh sûre-i şerif'inden sonra nâzil olmuştur. Üç Âyet-i kerime, on dört kelime ve altmış sekiz harften müteşekkildir.
Birinci Âyet-i kerime'de geçen ve "Zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesi bu Sûre-i şerif'e isim olmuştur.
Ashâb-ı kiram'dan iki kişi karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûre-i şerif'ini okumadan ve selâm vermeden ayrılmadıkları rivâyet edilmiştir. (Beyhakî)
İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- şöyle buyurmuştur:
"Şâyet Kur'an'da bundan başka hiçbir sûre nâzil olmasaydı, bu pek kısa sûre bile insanlara yeterdi. Bu sûre Kur'an'ın bütün ilimlerini içine almıştır."
Bu mübârek Sûre-i celîle'de Allah-u Teâlâ asra yemin ederek insanların hüsran içinde bulunduklarını ve sırasıyla iman edenlerin, sâlih ameller işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin bundan müstesna olduğunu beyan etmektedir.
Allah-u Teâlâ insanın en önemli sermayesi olan zaman üzerine yemin ederek bu kısa Sûre-i şerif'e başlamaktadır:
"Asr'a yemin olsun ki!" (Asr: 1)
"Mutlak zaman" mânâsına gelen "Asr" kelimesine; ikindi vakti, ikindi namazı, yüzyıl, Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği saâdet asrı... gibi mânâlar verilmiştir.
Belirtilen bu mânâlar içinde birçok hadiseler meydana geldiği bir gerçektir. Kâr ve zararlar, iyilik ve kötülükler, sevinç ve üzüntüler, dostluk ve düşmanlıklar, yakınlık ve uzaklıklar, her türlü hadiseler hep zaman içinde olmaktadır. Allah-u Teâlâ'ya göre zaman diye bir şey yoktur. İnsanın ise ömrü ve en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacak, ne kaybedecekse onunla kaybedecektir. Bir adam düşünün, pazarda buz satıyor: "Sermayesi eriyen bu zavallıya acıyın!" diye bağırıyor. İşte çok hızlı geçen ömür sermayesi de tıpkı bir buz gibi eriyip gitmektedir. Zaman durmadan geçip gidiyor, ecel yaklaşıyor, ömür eksiliyor, bir daha geri gelmiyor. İnsanoğlu onu ahiret sermayesi olarak kullanmadığı, yanlış yere harcadığı takdirde, kârsız geçen her zaman, ömür sermayesinden harcanan bir ziyan ve bir hüsran oluyor. Gerçek hüsran, ahirette karşılaşılacak olan hüsrandır.
Zaman aslında en değerli bir nimettir. İnsanoğlu zamanın kadrini ve kıymetini bilemediği ve değerlendiremediği için bastığı dalı kesmiş, kendi hüsranını kendisi istemiş, kazanacak yerde kaybetmiş oluyor
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır." (Ahmet bin Hanbel)
Yani zamanı yaratan Allah-u Teâlâ'dır. Zaman üzerine yemin ettikten sonra şöyle buyurmuştur:
"İnsan gerçekten hüsran içindedir." (Asr: 2)
Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor.
Hüsran; zarar, ziyan, kayıp, ümit edilene erişememekten doğan üzüntü mânâlarına gelir. Kârın zıddıdır.
İnsan Hakk'ı bırakıp bâtıla sarıldığı, ahireti bırakıp dünyaya daldığı, günah batağına battığı müddetçe hüsranda, sapıklıkta ve küfürdedir. Bu gibi kimseler büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir hüsran sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Dünyayı ahirete tercih etmek; kâfirin küfründeki, münâfığın nifakındaki, âsinin mâsiyetindeki gizli hastalığı gösteren bir işarettir. Onların bütün gayretleri dünya lezzetlerini elde etmek içindir. Dünyanın süsü, eğlence ve lezzetleri gözlerini kör etmiş, basiretlerini örtmüştür. Hüsranda olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ'ya kavuşmayı aslâ akıllarına getirmezler. Ebedî ahiret yerine fânî dünya hayatına râzı olurlar, geçici olanı ebedî olana tercih ederler. Böylece hüsranın tam ortasında kendilerini bulurlar, hüsran onları her yönden kuşatır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ve dediler ki: Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk eder." (Câsiye: 24)
İnkâr eden ve Hakk'tan yüz çeviren kimsenin dünyadaki varlığı, serveti, iyilikleri yarın ahirette kendisine hiçbir fayda sağlamaz, onlardan istifade edemez. Karşısında inkâr ettiği, emrine ve hükmüne karşı geldiği, düşman kesildiği Allah'ı bulur. Ne kadar büyük bir hüsranda olduğunu, bütün sermayesini kaybettiğini ancak o zaman anlar. İşte gerçek hüsran budur.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur bile olunamayan ahiret hayatı karşılaştırılırsa, önem derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insan öyle bir zamana ulaşır ki; rüzgârın saman çöpünü savurup, yerinde hiçbir şey kalmadığı gibi, ölüm gelir, ahirete alıp götürür. Dünya hayatının müddeti kısa ve lezzeti de geçici olduğu için, bir aldanma ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Akıllı kişinin zamanın arâyiş-i kâzibesine kapılmaması gerekir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider, sonu hüsranla biter.
Serap; gündüzün ortasında, güneşin hararetindan dolayı, çöllerde uzaktan su gibi görünen bir hayaldir. Çöl yolculuğuna çıkan bir kimse serap görmekle, içini yakmakta olan hararetini yatıştıramadığı gibi, uzaktan var sandığı parıltı da yanına yaklaşınca yok olur.
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir. Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar. İşte fâni dünya budur.
Hüsrandan kurtulanlara gelince;
"Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâdır." (Asr: 3)
Onlar gerçek imana erenlerdir. Yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını ahirette alabilmek için sabırla ömür sürerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler. Ömür sermayesini iyiye kullanarak kârlı çıkanlar bunlardır.
Bu gibi kimseler bol bir rızka erişirlerse şükrederler, ahiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar.
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Diğer taraftan onlar aldıkları her nefeste huzuru muhafaza ederler. Zamanın kadir ve kıymetini çok iyi takdir ederek, nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına azami gayret sarfederler. Ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, bu ruhsatı değerlendirmeye çalışırlar.
Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ'nın Hayy ism-i şerif'inin bir tecellisidir. Bir nefes huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.
Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmışlardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Yapılan her türlü iyiliklerden, hayırlı ve yararlı işlerden, sâlih amellerden ahirette karşılık görebilmenin şartı imandır. İman olmadan yapılan hiçbir amel ve ibadetin faydası yoktur, geçersizdir.
Kâfirler inkârları sebebiyle amellerini boşa çıkardıkları için, dünyada yapmış oldukları iyiliklerin ahirette karşılıklarını alamazlar. Amelleri, rüzgârın önündeki kül gibi yok olur gider.
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i sâlih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Sâlih ameller; iyi, doğru, faydalı ve sevap kazanmaya vesile olan işlerdir. Amel-i sâlih'in sahası çok geniştir. Bunların başında farz ibadetler gelir. Namaz, oruç, zekât, temizlik, cihad, duâ, zikrullah, Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak için yapılan her davranış Amel-i sâlih'in bölümlerini teşkil etmektedir. Yol üstünde duran bir taşı kaldırmak bile Amel-i sâlih'tir, mümine sevap kazandırır.
İslâm'da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenlerin imanlı olması şarttır.
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde iman ile Amel-i sâlih birlikte zikredilerek Amel-i sâlih'in faydası ve lüzumu üzerinde ısrarla durulmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb'lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Hûd: 23)
Hüsrandan kurtulan o müminler ki, samimiyetle iman etmişler, Allah-u Teâlâ'nın hoşnud kalacağı sâlih ameller işlemişler, imanlarını tezyin etmişler, Hakk'a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler, emsalsiz lütuflara ermişlerdir.
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, doğru yoldan ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
Mal ve mülk, servet ve evlât, gayesine uygun olarak kullanılırsa cennetin, kullanılmazsa cehennemin kapısını açar. Bunlar dünya hayatına âit birer ziynettir, süstür. Allah katında asıl hayırlı olan şey ise sâlih amellerdir.
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır, sâlih amellerdir. Takvâca hareket eden kimse imanını kurtarmış olur.
"İman edenler" den ve "Amel-i sâlih işleyenler"den sonra "Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler" de hüsrandan kurtulmuş oluyorlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i imrân: 104)
Hem kendileri kurtulur, hem de başkalarının kurtuluşuna vesile olurlar. Bu ise İslâm'da çok büyük bir vazifedir. Hayra dâvet, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker, yani iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısmıdır.
Bir mümin sadece kendisi din-i mübin'in emir ve yasaklarını yerine getirmekle, iyiyi, doğruyu, güzeli hayatında uygulamakla kalmamalı; aynı zamanda başkalarına da yol göstermek, Hakk'a dâvet etmek, yanlışlıklarının giderilmesine, hatalarının düzeltilmesine çalışmak, kemâle ulaştırmak, istikamete götürmek için iyilikleri emredip, kötülüklerden sakınmasını tavsiye etmeli, nasihatta bulunmalıdır. Eğer müslümanlarda bu şuur yoksa hüsrandan kurtulamazlar.
Nasihat; çok şümullü, dünya ve ahiret iyiliklerini toplayıcı bir kelimedir. Nasihat dinin direği ve temelidir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyurmaktadır:
"İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan! Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına birtakım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır. Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir. Bunun için de azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Her müslüman en azından bir kişiyi kurtarma çabası içinde olmalıdır. Ola ki bir kişinin, Allah-u Teâlâ'nın lütuf hidayetine vesile olur.
Farz-ı muhâl ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehit olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saâdet-i ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki fark ne kadar büyüktür! Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak gerekiyor? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor, gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Bir ip uzatılırsa, o ipten tutunup caddeye çıktığı zaman, gerçekten büyük bir girdabın içinde olduğunu görmüş olur. Daha evvel göremezdi, çünkü girdabın içinde idi.
Çok sabırlı çok âzimli olmak ve işin sonuna bakmak lâzımdır. Hidayet Hakk'tandır. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vâsıta olur.
Birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenlerden sonra hüsrandan kurtulabilmek için dördüncü olarak da "Sabrı tavsiye etmek" gelmektedir.
Allah yolundaki zorluklara göğüs gerebilmek, zahmet ve güçlüklere tahammül edebilmek için bir müminin sabırlı olması, mümin kardeşine de sabrı tavsiye etmesi, sebat göstermeyi telkin etmesi ve şevkinin artması için cesaret vermesi çok mühimdir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"Sonra iman edenlerden olmak, birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden olmaktır." (Beled: 17)
Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabırdır, iman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah yolunda çekinmeden canlarını veren muhterem şehitlerin ebedî saâdete ulaşmaları sabır sayesindedir. İmtihan sabırla verilir, ibtilâlar sabır sayesinde küçülür. Sabır bütün hayırların başı ve anahtarıdır, cennet hazinelerinden bir hazinedir. Mümin sabrı nispetinde derece alır ve terakki eder.
Zâhirî sabır kızdığı zaman, başına bir ibtilâ geldiği zaman yılmamak, yıkılmamak; Allah-u Teâlâ'nın yasak ettiği her şeyden kaçınmak, çizdiği hududu aşmamak, günah işlememek için sabretmektir.
Bir müminin nefsin alıştığı ve sevdiği, Allah-u Teâlâ'nın ise yasakladığı haramlardan şiddetle kaçınması, ne ki emretti ise seve seve yapması gerekir. Çünkü haramları yasakları yapmamakta azim ve sebat göstermedikçe, kişi takvâ derecesine erişemez. Takvâ sabır ile kâimdir.
Bir de bâtınî sabır vardır ki; o kimse bütün iradesini Hakk'a teslim eder, reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Allah-u Teâlâ'dan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı" nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı" dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.
Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Ne halka karşı bir gösteriş ne de gönüllerinde bir gurur ve iftihar duygusu beslemeyerek, sırf Allah-u Teâlâ'nın teveccühüne nâil olmak için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler. İlâhî takdire boyun bükerler. Nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere sabırla karşılık verirler.
Kur'an-ı kerim'de Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın kıssası, sabır ve rızâyı ilgilendiren, beşeriyetin kıyamete kadar ibret alacağı derslerdendir.
Netice olarak; bu dört vasıfla ziynetlenen kimseler hüsrandan kurtulmuşlardır. Böyle bir imana erişemeyen kişiler ise hüsranın tam içindedirler.
Hiç imanı olmayanlar dünyada ve ahirette hüsrandan kurtulamayacakları gibi; bâtıla iman etmiş olanların da amellerinin o bâtıl sebebiyle yok olacağı şüphesizdir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Bütün insanlar helâk olmuşlardır." buyurmuştu. Burada da Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah'ım iyilerin yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebû Dâvud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetine aittir.
Yetmiş iki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar." (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk'ı söylesen de, hakikatı ibraz etsen de, ne Hakk'ı tanırlar, ne de hakikati kabul ederler.
Ve böylece yetmiş iki fırka cehennemlik oldu.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o bir fırkaya aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"İnsanların çoğu bilmezler." (Mümin: 57)
Neyi bilemedi bunlar? Hakikati bilemedi, hakikati bilemediği için Hakk'ı bulamadı, din kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkına vesile oldu.
Bir tek temsil arzedelim:
Bir bölücü çıkar der ki "Fâiz helâldir!" Öteki bölücü der ki "Enflasyon nispetinde helâldir!" Diğeri der ki "Ben fâizle kömür alırım, şunu alırım, bunu alırım!" Hiç bir bölücü fâizi yerde bırakmıyor. Herkes kendi kitabına göre uyduruyor ve onu yiyor.
Kitabı deyince, "Onların kitabı ayrı mı?" diye soracaksınız. Evet ayrıdır.
Çünkü Cenâb-ı Hakk Müminûn Sûre-i şerif'i 53. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Allah-u Teâlâ onların İslâm'la hiçbir ilgilerini bırakmadı.
Ve onları bir imtihan edin. Deyin ki "Arkadaşlar! Benim şurada elli milyon, yüz milyon, beş yüz milyon bir param var amma, fâiz olduğu için elimi sürmüyorum, ne yapayım?" Bakın kendi dinlerine kendi kitaplarına nasıl uyduracaklar?
Bir çok defa karşılaştığımız hususlardan bir tanesini size temsil olarak arzedelim:
Bir kardeş geldi Kayseri'den, "Efendim ben beş bin Mark getirdim." dedi. "Bu parayı niçin veriyorsunuz?" diye sorduk, "Bu paradan biraz şüpheliyim." dedi. "Kardeşim! Senin şüphe ettiğin parayı kasaya koyamam." Beş bin Mark'ı vermek için tâ Kayseri'den gelmiş, hayır, vallahi beş kuruş kadar gelmez bana o para, burası Allah kapısıdır.
Ve kardeş o parayı aldı gitti, kabul etmedik.
Vakıf binaları yapıyoruz. Bu yaptığımız vakıf binaları için kimseden tek kuruş istenmiş değildir. Kimseden dilenilmez, kimse yolunmaz. Çünkü burası Allah kapısıdır. Onun içindir ki, herkes buraya kendi evine gelir gibi gelir, yer, içer, gider. Helâli hoş olsun. Çünkü kendi evi zaten.
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ bizi lütfu ile zengin kılmış, kimseye muhtaç ettirmemiş, kimseye perva ettirmemiş. Bu vallahi sırf kendi lütfundandır, çalışmakla değil.
•
Mevzumuza devam ediyoruz:
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif'inde iman edenlerin hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor. Bunun içindir ki imanın şartlarının izahı lâzım.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir." (C. Sağir)
1- Kızdığın zaman sabretmek.
2- Bir ibtilâ başına geldiği zaman sabretmek.
3- Allah-u Teâlâ'nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o günahı işlememek için sabretmek.
•
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra "Amel-i salih işleyenler"in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir." (Beyhakî)
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor.
O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin meyvesidir.
Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını kurtaramazsın.
İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (C. Sağir)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise:
"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)
Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz için imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehalete düşmemek ve bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. Körükörüne hiçbir şey olmuyor, illâ ilim.
Demek ki takvâ, hayâ ve ilim birbirini tamamlamış oluyorlar.
•
Hakk'ı bilmeye gelince;
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İlimde derinleşmiş olanlar 'O'na inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bunu akl-ı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz." (Âl-i imran: 7)
"Verrâsihune fil-ilmi = İlimde derinleşmiş olanlar."
Bunun zâhirî ve bâtınî manası arzedilecek.
Baş gözü ile ne görürse, baş kulağı ile ne işitirse onu bilir. Fakat gerçekten Hakk'a teslim olmamıştır, bir çok arzuları vardır, ilimde derinleştiği halde ilmi ile nefsini düşünür. Bunlar halkın muallimi olup bu zâhirî mana itibariyledir.
Bâtınî manası ise:
Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise; Hazret-i Allah'ı bilir, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu hem bilir, hem görür, kendisini görmez.
Ve bu tecelliyat sonsuzdur.
Âyet-i kerime'de geçen "Akl-ı selim", "Ulül-elbâb" akıldır. Ulül-elbâb olan bunu anlar, başkası anlamaz.
Allah-u Teâlâ kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa onu bilir, bunlarda arzu ve irade yaşamaz. Ne takdir ettiyse, nasıl hükmeder ise o... Bunlar Hakk'a teslim olanlardır.
•
İkinci bir mânâ da Hakk'ı bilmek;
Her şey ceset, Allah-u Teâlâ ise ruhtur. Bunu böyle bilmek gerekir.
Ruhsuz ceset resme benzer. Bu gördüğünüz âlem resim değildir.
Cemâdat, nebâtat, hayvanat, insan... Her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder.
Hatta Allah-u Teâlâ Dâvud Aleyhisselâm'ın zikrinden ne kadar hoşlanmış ki:
"Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin!" diye emretti. (Sebe: 10)
Dâvud Aleyhisselâm zikrederken, dağlar da kuşlar da hepsi beraber zikrederdi.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
Zira yaratılmış olan her şey Hakk'ı bilir ve tazim eder.
İnsan zikrullah sebebiyle öyle yükselir ki, bir Hadis-i şerif'te:
"Mümin-i kâmil olan kimse, Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." buyurulmaktadır. (İbn-i Mâce)
Hakk ehli olanlar Hakk'ı bilir ve Hakk ile hükmeder. Her iş ve icraatları Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ve ahkâmına göredir, ahkâm mucibince hareket ederler. Hakk'ı bilir, hakikatten ayrılmazlar. Zira bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
Biraz evvel denmişti ki "Bunlar halkın muallimi"dir. Şimdi ise Hakk'ın muallimliği ve Hakk'ın talebelerine geçeceğiz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Kitab'ı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imran: 79)
Rabbânî olmak demek; Rabb'e halis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakıcılar olun demektir.
Enes -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- "Şüphesiz insanlardan Allah'a yakın olanlar vardır." buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?" diye sordu.
Buyurdular ki:
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Kur'an ehli ne demek? Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah Aleyhisselâm'ın ahlâkı sorulduğu zaman "Onun ahlâkı Kur'an'dır." buyurmuştu. Kur'an ehli olanlar da bütün ahlâkını Hazret-i Kur'an'a uydurmuşlardır.
Zâhirî sabırdan bahsetmiştik, şimdi bâtınî sabırdan bahsedeceğiz.
Bütün iradesini Hakk'a teslim eder. Reyini Allah-u Teâlâ'ya verir. Artık onda hiçbir arzu ve istek olamaz. Hazret-i Allah'tan çıkacak her türlü hükme peşin olarak râzıdır. Bunlar "Sabi makamı"nda olanlardır. Burası "Kulluk makamı"dır. En mühim derûnî sabır burada gerekir.
Nefis ne isterse, Allah-u Teâlâ'nın lütfu ile onu çoktan yok etmiştir, dizginini vurmuştur, Hakk'a teslim olmuştur, hiçbir arzusu kalmamıştır.
Bunlar Allah ehlidir, hıfz-u himayede ve tasarruf-u ilâhi'de bulunanlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Buraya ilim ve kafa işlemez. Bunun sebebini arzedelim:
Allah-u Teâlâ'nın kudsi ruh ile desteklediği kimselerden başkası, bu esrar-ı ilâhîye vâkıf olamaz.
Zira işi gören o ruhtur, işi gören o nûrdur. Herkes kişiyi görüyor. Açık söylüyorum; işi gören Allah-u Teâlâ'nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nûrudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Zira bunlar var olan Hazret-i Allah ile beraberdirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 153)
Allah-u Teâlâ ancak bu kullarla beraberdir.
•
Şükür de "Kâlî", "Fiili" ve "Hâlî" olmak üzere üç nevidir. Bunların izahlarını arzedelim:
Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.
a) "Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun." derler.
b) "Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden, rızıklandıran Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
c) "İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için Kelâmullah'ı indiren, Rehber-i sâdık'ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun." derler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler." (Mümin: 61)
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
Şimdi bâtınına geçiyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilan ederim. Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nafile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim, sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir, gören gözü olurum, o benimle görür, eli olurum o benimle dokunur, ayağı olurum o benimle yürür. (Kalbi olurum o benimle anlar, söyleyen dili olurum o benimle konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm, her hangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i Sarîh: 1042)
Bu Hadis-i kudsi'yi herkes merak eder. Allah-u Teâlâ lütfederse bunu az kelimeyle olduğu gibi açacağız. Buna mümasil bir çok sırları da açıp kapatacağız.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Müslim-Hâkim)
Yani "Onlar beni biliyor ve benden haber verirler." diye Hadis-i kudsi'de beyan buyuruyor.
İşte şimdi size Hazret-i Allah'tan haber vereceğim.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli Hakk'ta fani olmuştur, kül olmuş, esrar-ı ilâhi'de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah-u Teâlâ'nın mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
O, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar olmuştur.
Allah-u Teâlâ "İçindeyim, bak beni göreceksin!" diye hitap ediyor. Amma hani o gören gözler?
Amma Allah-u Teâlâ "Beni bilenler var." buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi, Âyet-i kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi oluyor O'nunla anlıyor, söyleyen dili oluyor O'nunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı Allah-u Teâlâ'nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin. Demek ki boşalmamız lâzım.
Çok mühim bir Hadis-i şerif daha arzedeceğiz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah edeceğim.
Bunlar "Elhamdülillâhi Rabbil âlemin" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (Fatiha: 1)
Bunlar "Kul hüvallahu ehad" Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardır. (İhlas: 1)
Bu da ancak kendisinin de kâinatın da bir maskeden ibaret olduğunu gören ve bilene mahsustur. Yalnız onlar gerçek mürşid-i hakiki'nin Hazret-i Allah olduğunu bilirler.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
İşte Hadis-i şerif de açıklandı size. Ve dikkat edin bütün açıklamalarım ya Âyet-i kerime ya Hadis-i kudsi ya da Hadis-i şerif iledir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Onu niçin ârif-i billâh olanlar bilir? O bildirdiği için bilir.
Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
İşte kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören, bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhardır.
Bu Âyet-i kerime şimdiye kadar çok geçti, fakat çok esrarlıdır.
•
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nûru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Diğer bir hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
Eğer bu iki Hadis-i şerif'e dikkat etseniz, bütün bu esrarı çözeceksiniz.
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik buradan doğuyor.
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken; "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris olanlar", "Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nûru kalbine yazmış, kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmış. Bütün esrar bu noktada.
•
Kâlî şükür, fiili şükür izah edilmişti, şimdi ise hâlî şükrü izah edeceğiz.
Allah-u Teâlâ'yı canlarından, gözlerinden, eli ve ayağından hülâsa ihsan ettiği, ikram ettiği her şeyden fazla severler. Zira her şeyi O'nun yarattığını ve O'nun verdiğini onlar bilir. Hepsi O'nundur ve O'ndandır. Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ'yı severler. O'nu görür, O'ndan olduğunu da görür. Bu hâlî şükürdür.
Onlarda irade yaşamaz. İradelerini Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlamışlardır. Hükme bağlıdırlar, çıkacak ilâhi hükme göre hareket ederler.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder; af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Bir Hadis-i kudsi'de şöyle buyuruluyor:
"Kulum beni zikrettiği zaman ben onunlayım." (Buhârî)
Size bu anlatılanlar hazine-i ilâhiden alınan inci ve elmaslardır ve fakat siz bunları anlamadığınızdan taş mesabesinde görüyorsunuz.
Allah-u Teâlâ çok geçmez büyük bir fil gönderecek. Bu ilâhi mücevherâtın saçıldığını gördüğü zaman bu incilerden acaba nasipdar olan var mı diye parmakla araştıracak.
•
Fakat anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine duyuruyor.
Ve dikkat ederseniz, ben hiç ilim okumadım. Bu arzettiğimiz ilim "İlmullah"tır.
Allah-u Teâlâ bana ne öğretirse onu biliyorum, ne söyletirse onu söylüyorum. Ben bu ilmi bilmiyordum ki, kitap da hiç okumam, kitapta da bu ilim yok. Onun için deriz ki;
"Ben bilmiyordum ki söyleyeyim, kitaplarda yok ki okuyayım."
Bunlar bana ait değil. Ben kendimi takdim ederken diyorum ki; "Değersiz bir mahlukum, hüküm ve değer Hazret-i Allah ve Resul'e âittir."
Rabb'im ne öğrettiyse, ne döktüyse, kalbime ne yazdıysa size olduğu gibi açıyorum.
Hiç şüphe yok ki çok büyük zâtlar gelmiştir, bunları biliyorlardı, fakat onlara müsaade etmemiş de fakire etmiş, siz de bunlardan istifade ediyorsunuz.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül hafâ)
Bu Hadis-i şerif'e bakılırsa durum cidden çok korkunç. Bu korkunçluğu, arzedeceğimiz ikinci Hadis-i şerif bize daha güzel belirtecek.
Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır? Bu hususta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"(Kıyamet günü) Allah Tebareke ve Teâlâ, 'Ey Âdem!' buyuracak. O da icabet ederek 'Buyur yâ Rabb'i! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.' diyecek.
Allah-u Teâlâ 'Cehenneme gidecekleri seç.' buyuracak. Âdem Peygamber 'Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?' diye soracak. Allah-u Teâlâ 'Binde biri cennete, dokuz yüz doksan dokuzu cehenneme!' diye cevap verecek.
Cenâb-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.
Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Buhârî. Tecrîd-i Sarîh: 1373)
Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm'a duyuruyor, bir taraftan halka duyuruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.
Bir zelzele olduğu zaman şaşırıyoruz. Bu ise kıyametin kopmasıdır. Aslında bu kıyameti hususi anlatmak lâzım, o ise zaman ister.
Şimdi Hadis-i şerif'in bölüm bölüm izahına geçelim:
1. "Bütün insanlar helâk olmuşlardır."
Niçin hepsi helâk olmuştur? "Ben" dedi, kâfir nefis alenen küfrünü ilân etti. Hazret-i Allah'a karşı geldi, Hakk'ı görmedi ve tanımadı, böylece müşriklerden oldu ve Allah-u Teâlâ'ya hasım kesildi.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
Bunlar kör olup tabiat karanlığına düşenlerdir.
Bunlar dünyada "Benim şunum var, benim bunum var, ben şunu yaptım, ben bunu yaptım!" der. Gerçek mânâda Yaratan'ı, nimetlerle donatanı bilemeden, verdiği nimetleri ve lütufları göremeden ölür.
Ve fakat Yaratan lütfunu çekince, verdiği nimetleri alınca, hepsini yerlere serince, gerçekten O'nunla oluyormuş. Amma insan bilemedi, bunun için helâk oldu. Üstelik kibirlendi de kibirlendi.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah büyüklük taslayanları asla sevmez." (Nahl: 23)
Böbürlenerek Hakk ve hakikati kabulden kaçınan, ilâhî ahkâma uymaktan uzaklaşanları af ve âtıfetine nail buyurmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır."
Bunun sebeb-i hikmeti nedir?
Bu Hadis-i şerif'in üzerinde biraz duracağım.
Senin aslın bir damla kerih su. Bu bir damla kerih suyu, O dilediği şekilde inşâ etti, günâ gün tekâmül ettirdi, cenin haline koydu, ruh ihsan etti, her âzâları yerine taktı.
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir." (Müminûn: 14)
Amma sen bunların hepsini unuttun, "Ben!" dedin. Hem Hazret-i Allah'ı inkâr ediyorsun, hem O'nun verdiği nimetlere nankörlük yapıyorsun, üstelik ihsan-ı ilâhîyi nefse bağlıyorsun. Bundan daha büyük günah olamaz ve hiç bir günah ile de kıyas edilemez.
Bir büyük günah daha vardır ki:
"Dünyaya muhabbet büyük günahların en büyüğüdür." (C. Sağir)
Buyuruyor Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde.
Seni dünya mı yarattı? Sen dünya için mi geldin? Halbuki dünya bir imtihan sahnesidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
Bir sahne, o kadar... Fakat insanoğlu bunu bilemedi, azdı da azdı. Bu azgınlığımızdan çok korkuyorum ve Allah'ıma sığınıyorum.
Sebebi; hayasızlık, içki, kumar, fâiz, dans, futbol ve buna mümasil bir çok fenalıkların bugün hepsi mevcut. Küfür âdetlerinin hepsini benimsedik.
Hatta o kadar benimsedik ki; adam namaz kılıyor, namazdan çıkıyor fâize gidiyor, namazdan çıkıyor futbola gidiyor, baloya gidiyor. Bu olur mu? Olur. Niçin?
"Namaz insanı her türlü hayâsızlıktan ve fenalıktan alıkoyar." (Ankebût: 45)
Amma o bunu yapıyor. Şimdi bunu anlayalım. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Namazda huşuu olmayan kimsenin namazı kabule lâyık olamaz, vaad olunan faydası da beklenemez." (Münâvî)
Ancak ve ancak, Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"Huşu ile namaz kılan müminler ahiret azabından kurtuldular." (Müminûn: 1-2)
Aslında her ölenin kıyameti kopmuştur, ruhu kabirde ya cennet bahçelerinden bir bahçeye veya cehennem çukurlarından bir çukura girer. Ve fakat Allah-u Teâlâ iki defa gadaba gelecek.
Biz ise bu isyanları işlerken, hâşâ Hazret-i Allah'a karşı gelerek isyan ettik. O bize bir ana kadar ruhsat veriyor. Fakat kıyamet koptuğu anda öyle bir gadaba gelecek ki; ansızın pek korkunç bir gürültü ortalığı kaplayacak, yerlerin ve göklerin düzeni bozulacak, gökler çalkalana çalkalana yarılacak, yıldızlar kararacak, dağılıp dökülecek, güneş dürülecek, ziyası söndürülecek, yer korkunç gürültülerle sarsılıp parçalanacak, bütün denizler kaynayıp birbirine karışacak, tek bir deniz olacak, dağlar taşlar atılmış yün gibi toz duman olup göklere savrulacak, kabirler altüst olup içi dışına çıkacak.
Artık o zamandaki insanların durumunu sen düşün!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey insanlar! Rabb'inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hacc: 1-2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ'nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiç bir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçı aramaya çalışacaklar, ulül-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm'a, Nuh Aleyhisselâm'a, İbrahim Aleyhisselâm'a, Musa Aleyhisselâm'a, İsâ Aleyhisselâm'a başvuracaklar. Onlar ise "Azîz ve Celîl olan Rabb'i-miz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir." diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek haklarında şefaatçı olmasını isteyecekler.
O da Arşurrahman'ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatını kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
•
Hadis-i şerif'in izahına devam ediyoruz:
2. "Bütün insanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle âmil olanlar müstesna."
Bu nokta çok korkunçtur.
Zâhirde kalan âlimler de benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der.
Bir Âyet-i kerime var. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivaya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
Gerçekten bir çoğu irşad ettiğini sanır, ifsad ettiğini bilmez. Niçin bilmez? Hakikati bilmediği için bilmez. Çünkü dıştan içeriye alınmamıştır. Evin dışında kalmış, dıştan sesleniyor. İlmi kafada kaldı, kalbine inmedi. Kur'an'ın nûru boğazdan aşağıya da inmedi. İçeriye nüfuz edemedi. Onun için hakikati bilmiyor, o ise her şeyi bildiğini sanıyor, kendisinin bir allâme olduğunu biliyor, hakikatta câhil olduğunu bilmiyor.
Bir insan hep "Ben... Ben!" der, varlık toplar. O toplanan varlıklar nefsin varlığıdır. Bir insan dünyada iken "Benim şunum var, benim bunum var, ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım!" der durur. Kabre girdikten sonra, o dedikleri hep kaldı. Hiç bir şey yok, bir kefen kaldı.
Zâhirden sonra hakikata geçmek için tarikat ilmini dahi bitirmek lâzımdır, bunu açık söylüyorum. Hakikata geçtikten sonra da kalbin içine nüfuz eder. Bir de bakar ki "Eyvah! Ben kendimin bir şey bildiğimi zannediyordum, şimdiye kadar nasıl bu varlığı topladım, Hazret-i Allah'a nasıl şirk koştum?" der. Hiçbir şey bilmediği gibi, kendisini de bilmediğini o anda öğrenir, hakikat perdesi açılır, o zamana kadar yaptığı varlıklara istiğfara başlar ve hayatı boyunca devam eder.
Hatta ulemâdan bir zât der ki:
"Medreselerde yaladığım mürekkebi kırk senedir çıkarmaya çalışıyorum, hâlâ muvaffak olamadım."
Ne demek bu? İlim tahsili esnasında nefsin aldığı gururu hâlâ kalbinden silemediğini ifade ediyor. Halbuki bu zât ehl-i keşif olmuş.
İşte âlimler bunun için helâk oldu. Çünkü fenâdan bihaberdirler. Bunun için kalbi de yumuşamadı, yumuşamasına muvaffak olmadı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnananların Allah'ı zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadîd: 16)
Dünyaya meylettiler, Kur'an-ı kerim'in öğütlerinden yüz çevirdiler.
"Kullarımdan şükreden azdır." (Sebe: 13)
•
3. Bunun içindir ki Fenâfirrasul'e alınmayanların durumu çok tehlikelidir. Bunlar gerçek mânâda Hazret-i Allah'ı bilmez, Resulullah Aleyhisselâm'ı da bilmez.
Sebebi:
Fenâfirrasul'e alınmamış ki Resulullah Aleyhisselâm'ı bilsin, Fenâfillah'a alınmamış ki Hazret-i Allah'ı bilsin. Ene putunu eline almış, irşada kalkmış ve fakat ahirete bu put ile göçtüğü zaman hakikati görecek.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
"Elfakru fahrî" sırrına mazhar olanlar, bu benlik dâvâsında bulunanlardan ikrah eder, fakat kimseye bir şey söylemez.
İlmiyle amel edenler niçin tehlikededirler?
Her ne kadar içeriye alınmışsa, içeriye nüfuz etmiştir. Yani kafadan kalbe inmiş, içeriye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey bilmediğini bildi ve itiraf etti, istiğfara başladı. Fakat hiç bir şey olmadığını bilmez. Çünkü burada hiçbir şey olmadığını bilmesi için mârifetullah ilmi gerekiyor.
Hiç olduğunu bilenler dahi büyük bir tehlikededir. Bu Hadis-i şerif çok derin bir süzgeçtir!
Niçin tehlikededir?
O tuttuğu müddetçe helâk olmaz, bir an bırakırsa helâkına vesile olur. Allah-u Teâlâ tuttukça helâk olmazsın, atarsa helâk olursun. Zira sana ait hiç bir şey yoktur. Bir tek tüye sahip değiliz. Bir göze, bir ele, bir ayağa demiyorum, bir tek tüye sahip değiliz, buna rağmen "Ben!" dedik.
Yaratan O, nimetlerle donatan O, yaşatan O, öldüren yine O.
•
Allah-u Teâlâ'nın bu fakire lütuflarından birisi de şudur:
Hükümsüz ve değersiz olduğumu bildirmesi, gizli şirk ve riyâdan muhafaza etmesidir.
Zira gizli şirk, kişiyi yapar bir müşrik.
Ah... Siz bunu ahirette göreceksiniz, biz bunları göre göre söylüyoruz.
İhlâs; Allah-u Teâlâ'ya içten gelen bağlılıkla, sadakâtle, samimiyetle yönelmektir. Halis, saf, katışıksız bir niyet sahibi olmak ihlâstır.
Kalpte Hazret-i Allah olacak, gönülde ihlâs olacak.
Hadis-i şerif'te:
"Bütün insanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle âmil olanlar müstesna."
Buyurulan bu nokta çok korkunçtur.
Zâhirde kalan âlimler benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der, demiştik.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamış. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor. Bunun apaçık mânâsı budur.
Benlik şirktir, benlik puttur, benlik küfürdür! Fakat insan benlikten kurtulamıyor. "Ben, ben, ben!" diyor cehenneme gidiyor.
•
Bunun özetini bir temsil ile üç noktada izah etmiştik:
1. Zâhirde kalanlar kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadır.
2. Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
3. Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk'ı bulmuştur, Hakk iledir.
Buraya alınan bu veli kulları, dilerse Zât'ına yaklaştırır, dilerse uzaklaştırır, dilerse tutar, dilerse atar. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Burada görülüyor ki, muhlisler dahi büyük bir tehlikededirler. Avam demiyorum, veliler dahi büyük tehlikededirler. Nice velilerin kaydığına dair kitaplarda işaret var.
Hatta Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Âl-i imrân: 129)
Mahlûka ait hiçbir şey yok. İnsanların helâk olduğunu belirten bu Hadis-i şerif ne kadar mühim. Allah'ımız bizi bize bırakmasın, lütuf rızasından ayırmasın.
"İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna." buyrulduğuna göre kurtulma yeri ihlâs...
Yalnız kimleri kurtarıyor? "Veli" ism-i şerif'ine mazhar ettiklerini O lütfettiği için kurtarıyor. Buradan bu yoldan giden kurtuluyor. O bir fırka budur. Hepsi ümmet-i Muhammed ama kurtuluş fırkası budur.
Hadis-i şerif'in sonunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." buyurdular.
İhlâs sahibi muhlislerin tehlikesi şu ki; ihsan-ı ilâhi'yi nefsine mal edecek mi? Putuna mal edecek mi? Yoksa bu Sahib'imindir mi diyecek! Sahib'imin diye mi gösterecek. Veliler çalışmışlar, Hazret-i Allah'a yaklaşmaya çalışmışlardır. Allah-u Teâlâ çekti ise mahvolmuştur, erimiştir. Çekiş nispetinde gizli sırlar var. Diğer velilerde birçok kerametler, ilim-irfan olur. Kimseye vermediğini ona vermiştir. O da bana verdi diye halka gösterir. İşte tehlike burada... Kimin malını kime gösteriyorsun? Velilerin tutulduğu nokta burası. Meğer Hakk Celle ve Alâ Hazretleri ifna eder, af eder alır. Muhafazadadır.
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Hazret-i Allah yeter. Evet keramet de bir lütf-u ilâhi'dir. Buna rağmen keramet ehli olmak istemenin sırrını size şöyle arzedelim:
Evliyaullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah'a dönüktür. O ister ki O'nun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allah'ı istiyor, O'nunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki, kendisinden gayri hiçbir şey istettirmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk'ın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakk'ın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lûtfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş. "Çalış kârı senin olsun." demiş. Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse O'nun, irfansa O'nun, edepse O'nun, irşadsa yine O'nun, hülâsa her şey O'nun... Benim dediğin zaman emanete hıyanetlik etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
Keramet de bu gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Velilerin iki yüzü vardır; birisi Hakk'a dönüktür, birisi halka dönüktür. Hakk'tan aldığını halka gösterdiği zaman bunu benimserse Cenâb-ı Hakk "Kimin malını kime gösteriyorsun?" der. O'nun malını kendi malı gibi gösterdi. Halbuki lütuf, ihsan, ikram hep O'nundur.
İşte velilerin tutulduğu, mesul olduğu yer bu noktadır. Hazret-i Allah dilerse kurtarır, dilerse kurtarmaz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri veli kullarını cennete sevkederken; "Durdurun bunları!" diyecek. Durdurulacaklar ve "Kimin malını kime satıyordun?" diyecekler. Velilerin eridiği nokta burası, "Büyük bir tehlike!" dediği yer burası.
Bu Hadis-i şerif'in son manası budur. "Kimin malını kime satıyordunuz?" Bütün veli kulları önüne getirdiği zaman; "Kimin malını kime satıyordun? Gösteriş, riyâ yapıyordun, merhamet gösteriyordun. Kimin malıyla bunları yapıyordunuz?" diyecek. Allah'ım kurtarsın, beğendiği gibi bir kul yapsın.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hâtmü'l-Evliyâ" kitabında Allah-u Teâlâ'nın veli kullarına mahşerde bundan soracağını, Evliyâullah'ın orada ancak Hâtemü'l-evliyâ'nın delâlet etmesi, aracılık etmesi sayesinde kurtulacağını haber vermiştir:
"Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolu üzerinde yürütülerek tasfiye edilen, sonra temizlenen, sonra velâyet verilen ve daha sonra velâyeti hatmedilen bu veli de böyledir. Nefis ve şeytan, ona ikram edilen şeye musallat olamaz. Onun nübüvvetiyle ve Allah'ın mührü ile mühürleyici olduğu kıyamet gününde ortaya çıkar. İşte bu nedenledir ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamberlere bir hüccet olduğu gibi, bu veli de Allah-u Teâlâ'nın kendilerine:
"Ey biraraya toplanmış veliler! Ben size velâyet'imi verdim, fakat siz onu nefsin ortaklığından geri çekmediniz. Öyle ki, velâyet'i kirletip örttünüz ve bana bu kirli sıfatlarla geldiniz. Velâyet'in bütünüyle ilgili sıdkın yerine gelmemesi, zayıflığınız ve ömrünüzün azlığının da buna sebebiyet vermesi nedeniyle, nefse onun hakkında herhangi bir nasip verilmedi ve dolayısıyla kusurlarınızı da örtmedi." buyuracağı bütün velilere bir hüccet olur.
Allah-u Teâlâ'nın işte bu kula minnetinden dolayıdır ki, kendisine "Hatm" verilmesi nedeniyle, mahşerde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- de onu aynen ikrar edeceği için, bu bir gizlilik içinde olacaktır. Öyle ki; onun şeytanı zillete, nefsi de mahcup bir şekilde kahra sevkedilir. Peygamberler, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in üstünlüğünü tasdik ettikleri gibi, veliler de işte o an onun kendilerinden daha üstün olduğunu kabul ve tasdik ederler." ("Hâtmü'l-Evliyâ", 14. Bölüm)
İşte tehlike buradan doğuyor. O'nun sana verdiğini aleme gösteriş yapıyor. "Allah'ım lütfunla benim varlığımı ifna et, Zât'ından başka bir şey kalmasın." diyorum. Bazen balık puluna düşerim, bazen kendimi yaranın kabuğu gibi görürüm. Ve Rabb'im bundan çok hoşlandı, beni burada tutuyor. Yaranın kabuğunun ne değeri var? Hükümsüz bir şey.
Bizim kendimizi kitaplardaki tarifimiz şöyledir: "Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Varlık için Hazret-i Allah ve Resul'ü yeter, ziynet için Hazret-i Kur'an yeter, şeref için İslâm dininin şerefi yeter."
Sen huzur-u İlahi'desin. Ne gerek senin konuşman? Ne konuşursun? Ne gerek senin varlığın benim yanımda? Bunu Rabb'im bize sevdirmiş... Çünkü nefis daima kendisinin bir şey olduğunu, bir şey söylediğini, onun istediğini söyler.
Onun için şükredin, Cenâb-ı Hakk bu yola almış, daim eylesin. Onun için şükredin.
İnsan sabırlı olmalı, sükût etmeli, Hazret-i Allah'tan korkmalı ve mucibince amel etmelidir.
İhlâs sahipleri bu yolda tutulmuştur. Kalbinde hastalık olan ihlâsını kaybeder.
"Onların kalplerinde hastalık vardır." (Bakara: 10)
İhlâs kaybolunca her şey kaybolur. Benlik husule gelir. Bölücülükler buradan başlar.
İhlâs nedir o zaman?
İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri "Şeriat üç şeyle tamamlanır: İlim, amel, ihlâs." buyurmuşlardır.
İlim okumakla, amel çalışmakla elde edilirse de, ihlâsda daimi kalmak ancak tasavvufla elde edilir. Yani bâtın ilminin icraatına bağlıdır. Bunun zâhirle ilgisi yoktur.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de buyuruyor ki:
"İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan da ifsad etmek için ona muttali olamaz."
Demek ki ihlâs sevgililerin kalbinde emanet. O zaman gir sevgilisinin kalbine, kurtul. Burada aranan da; samimiyet ve teslimiyettir. Öz bu oluyor.
Tutuldukları için, hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye altında bulundukları için o ihlâsı elde ediyorlar.
İnsan Hazret-i Allah'da samimi olacak. Öyle samimi olacak ki Hazret-i Allah'ı ve Resulullah'ı kendisinden fazla sevecek. Kendisinden fazla sevince o sevgi ona her şeyi yaptırır.
Ne yapın, ne yapın Hazret-i Allah'a kendinizi sevdirin. Kurtuluş için başka çare yok.
İhlâs, teslimiyet; bunlar verilmekle olur. Kime verilirse onda olur.
Cenâb-ı Hakk niyeti halis, azmi çok ve Hazret-i Allah'a yöneleni destekler. Bunu unutmayın.
Bir insan Hazret-i Allah'a güvenmekle, O'na itimat etmekle helâk olmaktan kurtulur.
Hazret-i Allah kulundan bir şey bekliyor; ihlâslı bir iman ve imanın icabı olan amel-i sâlih.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyuruyor ki:
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk'ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ." (Asr: 1-3)
Bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler ve sâlih amel işleyenler kurtuluyor.
Kulun yapacağı şu var: Niyeti halis olacak, ameli sâlih olacak, helâl lokma yiyecek, mahviyeti tercih edecek. Bu dört şeye dikkat edecek.
Samimi bir kalp ile Hazret-i Allah'a yönelmeniz, ihlâslı arkadaşlarla meşgul olmanız, haram lokmadan kaçmanız sizi Cenâb-ı Hakk'a ulaştırır.
Sıdk ile, ihlâs ile teslim olan ihvanları yürütürler de, ihvan yürüdüğünü bilmez. Fakat yürütürler. Kimi? İhlâs ve sadakati olanı.
İnsan Hakk yolunda ne kadar dikkatle, ihlâsla çalışırsa Allah-u Teâlâ ona o kadar yol verir.
Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah'a ait bir yoldur. Yeter ki ihlâs ile yürüyelim. İlim, amel, ihlâs, mahviyet olmadıkça terakkiyat mümkün değildir.
Siz Allah'tan ihlâs, kalbi selim isteyin. Bu yolda kapalı olarak yürümeye çalışın, size bu yeter. Yoksa derûni noktaları anlamanız mümkün değil.
Bu yol, nezaket yolu, edep yolu olup birleştirici bir yoldur. Kendini beğenme, nefsine dayanma ve dağıtma yolu değildir. Samimi olarak ihlâsla Hazret-i Allah'a yönelin...
Âyet-i kerime'de:
"Rabb'inin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O'na yönel." buyurulmaktadır. (Müzzemmil: 8)
Bu samimi yönelme ve ihlâs ancak kalb-i selim ile mümkündür.
"Meğer ki Allah'a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola." (Şuârâ: 89)
Kalpte Hazret-i Allah ve Resulullah olacak... Böyle bir kalp, kalb-i selim'dir.
Samimi bir kalp ile Hazret-i Allah'a gönül vermek çok önemlidir. İnsan kalbi selim ile Hazret-i Allah'a yöneldiği zaman "Burada bizden birisi var!" derler ve onu himayeye alırlar. Onu aldıkları gibi yakınlarını da alırlar. Allah'ım himayesine aldığı, rahmetinin içine koyduğu, muhafaza ettiği kullardan etsin.
Cenâb-ı Hakk ruhsat verirse, samimi selâm verenlerden dahi geçmem. Onun için:
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." (K. Hafâ)
Yalnız burada aranan ihlâs, samimiyet, istikamet ve mahviyet. Muhtaç olduğumuzu idrak etmemiz lâzım. Hâlik O. İnsanın yanılması da varlıktan yanılıyor. Onun için var olan yalnız O'dur. İnsan maske olduğunu görür ve bunun üzerinde durur, fakat zavallı insan "Ben!" diyor. O zaman putlandı. Yeter artık. "Ben!" Niçin Var'ı geçiyorsun, Var'ın önüne geçiyorsun, nefsini öne atıyorsun, putlanıyorsun? Artık yeter! Bir şey yok daha. O "Ben!" kişiye yeter.
Onun için bu manen yürümekte, incelmekte çok incelikler var. Demek ki; bir insan Hakk'ı görürse kendisinin bir vasıtadan ibaret olduğunu görür, maskenin ne hükmü var?
Ama bu arada tekrar kayda geçerken insana bir irade-i cüziye vermiş. Bu irade-i cüziye ile seni imtihana çekecek, fakat öyle bir imtihan ki; zerreden soracak. İşte bu zerre mevzuatı ortaya geçince; "Yâ Rabb'i! Beni zerreden hesaba çekersen helâkıma vesile olur. Ama bana acırsan, bana rahmet ve merhamet edersen, "Geç kulum!" dersen kurtarırsın.
Bunu söylerken de şuraya dayanıyorum:
Mizanın tehlikesinden ancak dünyada nefsini hesaba çeken; duygu ve düşüncelerini, söz ve davranışlarını, amellerini ahkâm terazisi ile tartan kimselerle, tevbeleri kabul edilenler kurtulurlar.
Amelleri tartılacak olanlar, iyilikle kötülüğü birbirine karıştırmış olan kimselerdir. Yani hem sevap hem de günah işlemiş olanların amelleri tartılacaktır.
Amel defterlerinin dağıtımında, defterini sağ eline alanlar, kolay bir hesap ile kurtulacaklardır.
"Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür." (İnşikâk: 7-8)
Bu gibi kimselerin amelleri Allah-u Teâlâ'ya arzolunur.
İbadetlerine sevap verilir. Eğer günahı varsa günahından geçilir, affolunur, aslâ şiddet olmaz. Yaptıklarının bütün incelikleri sorulmaz, herhangi bir mazeret istenmez. "Bunu niçin yaptın?" dahi denilmez, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmaz, aleyhine delil getirilmez. Çünkü yaptığı şeylerden bütün incelikleriyle hesaba çekilecek kimse azaba uğrayacaktır. Görülüyor ki hesabı ince elekten geçirilenler cezâya çarptırılırlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Kıyamet günü inceden inceye hesaba çekilen azaba uğratılır." buyurmuşlardır.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bu söz üzerine:
"Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ:
'Kimin kitabı sağından verilirse, onun hesabı pek kolay görülür.' buyurmuyor mu?" diye sorduğunda:
"O hesap değildir, sadece bir arz edilmekten ibarettir. Yoksa kimin hesabı inceden inceye tetkik edilirse azaba uğrar." cevabını verdiler. (Buhârî)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Resulullah Aleyhisselâm'ı dinledim, namazlarının bazısında:
'Allah'ım! Beni kolay bir hesapla muhasebe et!' diyordu.
Namazı bitirince:
'Yâ Resulellah! Kolay hesap nedir?' diye sordum.
'Kitabına bakılıp geçiştirilivermesidir.' buyurdu." (Ahmet bin Hanbel)
İşte insanın karşılaşacağı kolay hesap budur. Sonra kurtulur.
Hazret-i Allah'ın sevgisine nail olan, lütfuna dahil olan; nail olduğu için dahil olmuştur ve onu hıfz-u himayesine almıştır. Kurtardığı için o kul kurtulmuştur.
Sonra onun düşmemesi için onu bizzat kendisi idare eder, tehlikelerden onu O korur ve geçirir. Onu kurtaran bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Onun için insan dünyada Hakk ile olursa, kabirde de mahşerde de cennet-i alâ'da da Hakk ile olmuş olur. Bu sebeple insanın dünyaya fazla dalmaması gerekiyor.
Allah'ım bize hayât-ı hakiki'yi lütuf buyursun ve hakikati duyursun.