Sayıca az ve zayıf kuvvetlere sahip olan iman ordusu ile sayıca çok ve mükemmel imkânlarla donanan müşrikler ordusunun bu ilk savaşında Allah-u Teâlâ müminlere olan ilâhi lütuflarını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Eğer onlarla sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda anlaşamazdınız." (Enfâl: 42)
O gün orada savaşmak için siz onlara, onlar size söz vermiş, aranızda meydana gelecek bu farkı önceden bilmiş olsaydınız; cesaretiniz kırılır, zaferden ümidinizi keser, verdiğiniz sözden dönerdiniz. Onlara üstün gelmeyi düşünmek şöyle dursun, karşılarına çıkmayı bile göze alamazdınız.
"Fakat Allah olması gereken (zafer)in olması için böyle takdir etti." (Enfâl: 42)
Muradını yerine getirmek için, iki tarafı öyle bir duruma düşürüp birbirine girdirdi ki; İslâm'ı ve müslümanları aziz, şirki ve müşrikleri zelil kıldı.
"Tâ ki, helâk olan, apaçık bir delil gördükten sonra helâk olsun." (Enfâl: 42)
Allah-u Teâlâ böyle yaptı ki, kâfir olan açıkça delili gördükten sonra kâfir olsun. Rabb'ine karşı ileri sürebileceği bir mazereti kalmasın.
"Yaşayan da apaçık bir delilden sonra yaşasın." (Enfâl: 42)
Aynı şekilde müslüman olan da açık bir delil gördükten sonra iman etsin, sıkı sıkıya yapışılması gereken hak dinin o olduğunu bilsin.
Çünkü Bedir savaşı, Allah-u Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, düşmanlarını da yardımsız bırakacağını gösteren engin bir mucizedir.
"Şüphesiz ki Allah işitendir, bilendir." (Enfâl: 42)
Her şeyi tedbir ve idare eden O'dur. Söylenen hiçbir söz O'na gizli kalmaz, her şeyden haberdardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde cihad meydanlarında sebat edip düşmandan yüz çevirmemelerini müminlere emretmekte; bir takım harp hile ve taktikleri dışında, bulundukları noktalardan ayrılanların çok büyük mesuliyetlere maruz kalacaklarını beyan buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, sakın onlara arkalarınızı dönmeyin!" (Enfâl: 15)
Onların size üstünlük sağlamalarına fırsat vererek, bozguna uğramış bir halde savaşı bırakıp kaçmayın, sabır ve sebat edin.
"Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme (taktik kullanma) veya bir başka (müslüman) topluluğa katılma dışında, her kim böyle bir günde düşmanına arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun varıp kalacağı yer cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir!"(Enfâl: 16)
Buradaki geri çekilme, yenilgi anında ölümden kurtulmak için dağınık bir şekilde kaçışarak ordunun geri çekilmesidir. Bu türlü geri çekilme büyük bir günahtır. Çünkü kişinin gayesi kendi canını kurtarmak olmuştur. Savaşa katılmak hiç kimsenin ölümünü öne almaz, korkunun eceli geciktirmesi imkânsızdır.
Askeri stratejinin gerektirdiği düzenli bir gerileme hareketi ise yasaklanmaz. Düşman baskısı çok şiddetli olduğu zamanlarda, ordunun destek almak veya gerilerdeki birliklere katılmak maksadıyla geri çekilmesi mubahtır.
Allah-u Teâlâ savaşlarda galip gelince düşman hakkında müsamaha edilmemesini Âyet-i kerime'sinde emir buyurmaktadır:
"Eğer onları savaşta ele geçirirsen, (vereceğin cezâ ile) arkalarındakileri de ürküt. Belki ibret alırlar." (Enfâl: 57)
Müslümanlara karşı cephe almaya cesaret edemezler, savaşa katılmayan diğer İslâm düşmanları da böylece korkutulmuş olurlar.
İslâm Ordusu Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınında bir yerde konakladı. Resulullah Aleyhisselâm nerede karargâh kurulmasının uygun olacağını Ashâb'ı ile görüştü. Bulundukları mevkiyi çok iyi tanıyan ve henüz otuz üç yaşında bir genç olan Hubab bin Münzir -radiyallahu anh- ayağa kalkarak fikrini söyledi. "Yâ Resulellah! Biz harpçi kimseleriz. Bana sorarsan, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm." dedikten sonra: "Yâ Resulellah! Bu karargah yaptığın yer sana Allah'ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsi bir görüş neticesi, bir harp ve harp tedbiri olarak mı seçtin?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm:
"Hayır! Şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi." buyurdu.
Bu sefer Hubab -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Burası karargâh olarak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim, orada bol ve tatlı sulu bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım, sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzumuzdan su içeriz, onlar ise su bulup içemezler ve müşkül duruma düşerler." dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Hubab! Senin işaret ettiğin görüş doğrudur." buyurdu.
Mücâhidler bulundukları yerden kalkarak müşriklerin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gittiler. Orada büyük bir havuz yapıldı, içi su ile doldurulduktan sonra diğer kuyuların üzeri kapatıldı.
Civarı kontrol için çıkan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve birkaç sahabi, müşriklerin sucularından ikisini yakalayarak ordugâha getirdiler. Kureyşliler hakkında enine boyuna bilgi alındı. Resulullah Aleyhisselâm Kureyş'in bütün eşrafının Bedir'e geldiğini öğrenince:
"İşte Mekke, ciğerparelerini size fedâ etti!" buyurdu.
Harp sahasına yakın bir yere, Resulullah Aleyhisselâm'ın gölgelenmesi için, Sa'd bin Muâz -radiyallahu anh-ın teklifi ile bir çardak yapıldı. Üzeri hurma dalları ile örtüldü. Resulullah Aleyhisselâm oraya Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile birlikte girdi. Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- de kılıcını sıyırarak birkaç mücâhid ile birlikte nöbet tuttu.
Resulullah Aleyhisselâm bir ara savaş alanını gezdi. Eliyle işaret ederek:
"İnşaallah şurası filânın öldürüleceği yer... Burası da falanın, burası da falanın..." diye gösterdi.
Gerçekten de haber verdiği kimselerden hiçbirisi, gösterilen noktayı ileri veya geri geçmedi, gösterilen yere devrildi.
Nitekim Allah-u Teâlâ Mekke döneminde iken nâzil olan Âyet-i kerime'lerinde bu yenilgiye şu şekilde işaret buyurmuştu:
"Onlar değişik gruplardan ibaret bir ordudur. İşte şurada hezimete uğratılacaklardır." (Sâd: 11)
İslâm ordusu ile Kureyş müşrikleri arasında bir kum tepesi vardı ki, tarafları birbirine göstermiyordu.
Allah-u Teâlâ bu sırada gerek müslümanların gerek müşriklerin ve gerekse Ebu Süfyan idaresindeki kervanın nerelerde bulunduklarını beyan buyurmaktadır:
"O zaman siz vâdinin yakın bir kenarında idiniz, onlar da uzak kenarında idiler. Kervan ise sizin daha aşağınızda (deniz sahilinde) idi." (Enfâl: 42)
Yani kervan bir taraftan sizin etki alanınızda demekti. Fakat diğer taraftan bunlar düşman ordusunun size saldırmasını gerektirecek, aynı zamanda savaşa hırsla girmelerini tahrik edecek bir sebepti. İşte bu durum sizi korkutuyor ve sizin için tehlike oluşturuyordu.
Allah-u Teâlâ onları bir tepenin iki ayrı yamacına kondurmakla iradesini gerçekleştirmiş oluyordu.
Bedir, Medine'nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Halkı hayvancılıkla geçinen bedevîlerdi.