Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - On Bir Esas (2) - Ömer Öngüt
On Bir Esas (2)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Aralık 2010

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

On Bir Esas (2)

 

Geçen ay arz edilen ve Hacegân yolunun esasları olarak kabul edilen temel prensiplere kaldığımız yerden devam ediyoruz:

 

5. Yâd-kerd:

Dilin kalple beraber zikridir. Murakaba mertebesine yükselmiş olan bir sâlikin Kelime-i tevhid'i nefesini hapsederek zikretmesi demektir.

Kelime-i tevhid'in "Nefy-ü ispat" zikrinin, murakaba dersi esnasında söylenişinde gözler yumulur, dil damağa yapıştırılır ve nefes tutularak, kalp ile bir nefeste yirmi bir adet okunur.

Böylece sâlik, murakaba halinden müşahede mertebesine yükselir.

Tevhid'in iki mânâsı vardır:

1. Zâhirî Tevhid: "Lâ ilâhe illâllah", Allah'tan başka ilâh yok.

2. Bâtınî tevhid: "Lâ mevcûde illâllah", O'ndan başka mevcut yok.

 

6. Bâz-geşt:

Zikrullah esnasında kendiliğinden hatıra gelen iyi ve kötü her fikri kovmak demektir.

Gönülde başka alâkalara yer kaldıkça, itminan teşekkül etmez ve yapılan zikir halis olmaz. Başlangıçta bu itminana erilemese de yine zikrullahı bırakmamak ve elde edilinceye kadar devam etmek gerekir.

 

7. Nigâh-daşt:

Muhafaza etmek demektir. Tecelligâh-ı ilâhî olan kalp evine Hakk'tan gayrı şeylerin girmesini önlemektir. Öyle ki mürid, bin kere Allah-u Teâlâ'nın yüce ismini zikrettiği halde, hatırına bir kere olsun yabancı fikir gelmemelidir.

Mevlânâ Kasım -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

"Nigâh daşt o dereceye erişmelidir ki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiçbir yabancı şey uğramamalıdır. Öyle ki, insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir.

Hakikat ehlince malûmdur ki, hayal kuvvetini yarım saat için bile yok edebilmek son derece güç ve nadirlerin nadiri bir iştir. Ancak bazı yüksek velilerin kârı olabilir."

 

8. Yâd-daşt:

Hatırda tutmak demektir. Murakaba mertebesine ulaştıktan sonra sâlikin lisanla belli sayıda Kelime-i tevhid'i zikretmesidir. Bu yoldan kalbin pası silineceğinden şühûd mertebesine ulaşılır, kâinattaki sınırsız çoklukta vahdaniyet-i ilâhi müşâhede edilir.

Yâd-daşt, bundan önce bahsi geçen usüllerin tahakkuk etmesidir.

 

9.Vukûf-i Zamâni:

Mânevi yolculuğa çıkmış olan müridin, devamlı olarak geçen zamanı değerlendirmesi, zaman üzerinde dikkati yoğunlaştırması, içinde bulunduğu zamanı dikkate alması, nefes alırken ve verirken uyanık olması demektir.

Mürid bütün gayreti ile boş vakit geçirmemeye çalışmalı, bütün zamanlarını iyi değerlendirmelidir. Huzurla geçirdiği zamana ve hâline şükretmeli, gafletle geçirdiği zamanlarına da tevbekâr olmalıdır. Bir başka ifade ile kabz halinde istiğfara, bast halinde şükre devam etmelidir.

Tasavvufta bu hale ibnül-vakt de denir, bugünün vazifesini yarına bırakmamak demektir.

 

10. Vukûf-û Adedi:

Zikir sırasında sayıya riâyet etmek, aklı doğrulukta koruyup bir yerde toplamak, dikkati teksif etmektir. Mürid verilen dersin adedine de vâkıf olmalıdır.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri zikirde sayıya dikkat ve riâyetin dağınık havâtırı toplayıp sildiğine işaret buyurmuşlar, "Vukûf-u adedî" denilen usulün ledün ilminin ilk mertebesi olduğunu söylemişlerdir.

İbadete taalluk eden hususların da zamanla kayıtlanması, bir takım kaidelere bağlanması, insanları disiplinli bir hayata sevkeder.

Zikirde sayıya dikkatin önemi olmakla birlikte, asıl olan; sayının çokluğu ve azlığı değil, zikir sayısı az olsa bile, zikredilen zâta karşı kalp huzuruna sahip olmaktır. Kelime-i tevhid'i zikrederken, nefy ve ispat anında, bedeni varlığın gidip, yerini ilâhi cezbelere terkedişi, zikrullahın gayesini teşkil eder.

 

11. Vukuf-i Kalbi:

Müridin her türlü bağdan, evhamdan, şek ve şüpheden; bilinen, düşünülen, hatır ve hayalden geçirilen her türlü fikir, hayal ve histen sıyrılıp, sâdık bir teveccüh ile kalbine yönelmesine, her an gönlünü Allah'a karşı uyanık tutmasına denir.

Nitekim her yerde hazır olan Allah-u Teâlâ'ya nasıl ki Kâbe-i muazzama'ya yönelerek el açılıyorsa; zikir sırasında da kalbe yönelmek, oraya ilâhi tecellilerin dolmasına zemin hazırlar.

Allah-u Teâlâ insanın kalbine hakikatini yazmış, sonra da o hakikati fenâ sıfatlarla örtmüştür.

Eğer bir kimse kötü sıfatlarını temizlerse, kalbine teveccüh ettiğinde kendi hakikatini görür.

Bundan maksat, Hakk'tan başka sevgilerin kalbe girmemesidir. Aldığı ve verdiği nefesleri düşünerek daima Hakk ile olması, gelen bütün kötülük ve hatıralardan gönlünü muhafaza etmesi lâzımdır. Eğer sâlik buna muvaffak olursa kalbinde hakikat zuhur eder.

Sâlik kalbine teveccüh hususunda ısrar etse, kendi hakikati ona âşikâr olur. Böylece Hakk'ın birçok esrarı tecelli eder. "Men arefe"nin sırrı burada çözülmeye başlar.

Vukûf-i kalbi, Tarikat-ı Nakşibendiye'nin Râbıta, Zikir, Murakaba, Hıfz-ı nispet ve Şeyh ile sohbet gibi altı rükûndan birisidir.


  Önceki Sonraki