Gün geçmiyor ki "târih"le ilgili bâriz bir gerçeği "tahrif"e kalkışan yeni bir tahrifçi daha türemesin. Bu cehâlet zincirinin son halkasını teşkil eden Soner Yalçın da "Eyüp Sultan'daki mezar kimin" başlıklı yazısında, hiçbir delile dayanmaksızın Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh- Hazretleri'nin Muâviye döneminde İstanbul'un fethine katılması, Akşemseddîn Hazretleri'nin onun kabir yerini bulup ortaya çıkarması ve Bizans'a akınlar düzenleyen Battal Gâzî'nin kahramanlıkları gibi, doğruluğu eski yazılı kaynaklardan tespit edilebilen târihî gerçeklerin tümünü inkâr etmiş ve bununla kalmayıp, bunları doğru kabul eden herkesi "inancı pamuk ipliğine bağlı olmak"la itham etmiştir.(1)
Tahrifi kendilerine iş edinenlerin dillerine dolamadıkları bir Ebû Eyyûb Ensârî -radiyallâhu anh- ve Akşemseddîn Hazretleri kalmıştı. Târihle ilgili ince ve hassas konuların artık Soner Yalçın gibilerinin bile ağzında dolaşmaya başlaması; "bilgi" ve "belge"ye dayanan böylesine ciddî bir ilmin ne kadar elden ayağa düştüğünün açık bir göstergesidir. Gerçek tarihçilerin sayısının tükendiği, kimilerinin akademik kariyerine, kimilerinin de bu çevrelerdeki şöhretinin arkasına sığınarak, hiçbir delile dayanmadan her gün yeni bir safsata türettiği böyle bir ortamda, Yalçın'ın bu hezeyanlarını kusup ortada bırakma cesâretine kalkışmasına aslında pek de şaşırmamak gerek. Zâten makâlesinin ilk satırlarında kendisi de bunu açıkça ifâde etmiş; "Herkes "tarihi yıkayıp" yeniden yazmaya, önyargıları kırmaya pek heveskâr. Madem öyle, ben de İstanbul'un fethinin 557. yılında, toplumda hâkim olan bir anlayışı/görüşü sorgulayayım! Hazır mısınız gerçekle yüzleşmeye..." diyerek,(2) ortalığı istilâ eden tüm tahrif makinaları gibi, kendisinin de bu işe meydanı boş bulduğu için kalkıştığını itirâf etmiştir.
Konuya Ebû Eyyûb el-Ensârî -radiyallâhu anh-in Medîne'de, Resulullah Aleyhisselâm'ı evinde ağırlaması mevzusuyla giriş yapan Yalçın, bu meşhur sahâbenin Hazret-i Ali -radiyallâhu anh- döneminde Medine kaymakamlığı yapmasına kadarki biyografisini naklettikten sonra, sanki buraya kadarki bilgiler, Ashâb-ı kirâm'ın önde gelenlerinin -doğruluğunda şüphe olmayan- "rivâyet"lerinden başka bir şeye dayanıyormuş gibi, onun İstanbul kuşatmasına katılması ile ilgili yıllarını da içine alan bundan sonraki biyog- rafisini sırf "rivâyet" olmasını gerekçe göstererek "uydurma" olmakla itham etmiş; "Hz. Ebu Eyyub'un (Aba Ayyup) hayatına dair bundan sonraki bölümler tamamen rivayettir. Yani söylentiden ibarettir. Bunlardan biri de İstanbul Eyüp Sultan'daki mezarıdır." demiştir.(3)
Safsatalarını türetirken konu ile ilgili bilgilerin "rivâyet" olması bahânesine sarılan, yâni bu rivâyetleri bilimsel açıdan inandırıcı bulmayıp kendince başka bir kaynak arayan Yalçın, konu Eyyub Sultân Hazretleri'nin yaşı olunca her nedense aynı hassâsiyeti göstermeye gerek duymamış ve bilimsel hiçbir delil ortaya koymaksızın onun 80-90 yaşlarında fethe çıktığı iddiâsını ortaya atmıştır.
Yalçın'ın bu iddiâsına kulak verdiğimizde, hayâl dünyasının ne kadar geniş olduğunu gösteren şu ilginç cümlelerle karşılaşıyoruz:
"O halde hesapladığımızda, İslam ordusu İstanbul'a dayandığında Hz. Eyyub'un yaşının 80-90 yaş aralığında olduğunu düşünebiliriz. Bu kadar yaşlı biri, ulaşımın deve sırtında ilkel şekilde yapıldığı bir dönemde böylesine uzun bir sefere çıkar mı? Bakınız bugünün 80-90 yaşlarından bahsetmiyoruz; 1300 yıl önceden bahsediyoruz. Ki o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığı 40-50'dir."(4)
"Târihi bir gerçeği" değil, Soner Yalçın'ın "hayâl ürünü fantazileri"ni yansıtan bu cümlelerde, onun ünlü sahâbeyi "deve sırtında İstanbul seferine çıkarmak" gibi gülünç ve mantıkla bağdaşmayan hezeyanlarını peşinen kaale almasak da; Ebû Eyyûb'un "bilinmediğini" söylediği yaşını hangi târihî delile dayanarak "hesapladığını" ve "o yıllarda normal karşılanan ölüm aralığının 40-50 olduğu" (!) bilgisini hangi kaynaktan aldığını bize açıklamak zorundadır. Çünkü biz o asırda yaşayan Kuss bin Sâide'nin, Varaka bin Nevfel'in ve Ka'bü'l-Ahbâr -radiyallâhu anh-in pekâlâ yüz yaşından fazla yaşadıklarını çok iyi biliyoruz!
Kulaktan dolma bilgilerle konuşan, târih ilminin kenarından bile geçmediği her hâlinden anlaşılan, ünlü Alman târihçi Paul "Wittek"in soyadını sürekli "Witter, Witter..." diye tekrarlayarak ilmî seviyesinin ne olduğunu ortaya çıkaran Soner Yalçın'ın: "Avrupa'nın önemli Osmanlı tarihçilerinden Paul Witter", "tarihçi Witter..." gibi çarpık ifâdeleriyle onun, "Ayvansaray"la "Eyyub Ensârî" isimleri arasında benzerlik kurmaya çalışan isâbetsiz iddiâsını,(5) -devâmında çürütüldüğünü kendisi de itirâf ettiği hâlde- yazısına alması; üstelik büyük bir pişkinlikle: "Peki mezarı neredeydi; Eyüp Sultan da mı Ayvansaray da mı?" diye sormaya kalkışması, kendisi ne derse desin, bu işlere sırf mide bulandırmak amacıyla karıştığını açıkça ortaya koymaktadır.
Doğrusunu kendisinin bildiğini ve düzelttiğini (!) iddiâ ettiği bu târihî vak'aların kronolojisinden bile habersiz olan Yalçın, bu noktada da fenâ hâlde tökezlemiş ve bu işlerden ne kadar anladığını ele vermiş; kendi ipini kendi eliyle çekerek: "Bu arada: Hz. Ali ile birlikte Haricilere karşı savaşan Hz. Eyyub, nasıl oluyor da düşmanı Muaviye'nin ordusuyla sefere katılıyor, tuhaf değil mi?" diye sormak tâlihsizliğini göstermiştir.(6) Sonra da aldattığı kitleye şirin ve sempatik gözükmek için, incelikleri yakalayan, külyutmaz modern bir yazar edâsıyla: "Tamam tamam, devam ediyoruz..." demiştir.(7) Uydurduğu bu büyük safsataları, bu gibi -sözümona- "şirinlik"lerle (!) daha inandırıcı hâle getirdiğini ve bu taktikle daha kolay yutturabileceğini zanneden Yalçın, 667 (h. 47)'de başlayıp 669 (h. 49)'da bittiğini herkesin çok bildiği ilk kuşatmanın târihini: "667'de olabilir, 668'de veya 669; ya da 674'tür..." gibi lâf canbazlıklarıyla, bilinçli bir şekilde karmaşık bir görüntüye sokarak, kendince sanki ortada çelişkili bir durum varmış izlenimi vermeye çalışmıştır.(8) Ayrıca "674" yılının ilk değil, "ikinci kuşatma"nın târihi olduğunun da; diğerlerinin arasına bu târihi de katarak: "Çünkü Muaviye döneminde İslam ordusunun İstanbul'u ilk ne zaman kuşattığı tam olarak bilinmemektedir." deme potunu kıran(9) Yalçın'dan başka herkes farkındadır.
Bu çok bilmiş "tahrif uzmanı"nın saçmaladığı bir başka nokta şu ki; yıllar önce Muâviye ile savaşmış olan Ebû Eyyûb'un, sırf İslâm ordusuna oğlu kumanda ediyor diye, fethini bizzat Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-in müjdelediği bir şehrin muhâsarasına katılmaması düşünülemez ve bu, oradaki türbenin ona âit olmadığı iddiâsına en küçük bir delil de teşkil etmez. Peygamber müjdesine kavuşma uğrunda bu büyük zâtların nelere katlandıkları ve hangi fedâkârlıkları göze aldıkları açıkça ortadayken; bu hassâsiyeti anlayacak kapasiteye sâhip olmayan Yalçın'ın böylesine saçma ve yakışıkız bir iddiâyı diline dolamasına pek de şaşırmamak lâzımdır.
Ak-Şemseddîn Hazretleri'nin fetihten sonra Eyyûb Sultan Hazretleri'nin kabrini bulması rivâyeti; onun, görgü şâhidlerinin veyâ onlardan işiten ikinci derece râvîlerin ifâdelerine dayanan yaşam öyküsünü "Menâkıb-ı Ak-Şemsü'd-dîn" adlı eserinde toplayan Hüseyin Enîsî'nin kayıtlarında(10) ve umum Osmanlı târih kaynaklarında(11) önemli bir yer tutar. Yalçın, yazısında bu rivâyetleri pasifize etmek için yine çürük bir dala yapışmış; -ortaya attıkları abuk-sabuk iddiâlar sanki târihî bir delile dayanıyormuş gibi,- Hammer ve Babinger'in bu hâdiseyi "dinî hisleri kamçılayan bir aldatmaca" olmakla suçlayan asılsız ithamlarını "delil" diye okuyucunun karşısına çıkarmıştır.
Yalçın'ın basit bir göz boyama taktiğiyle "Osmanlı tarihini en iyi bilen tarihçilerden" ifâdesiyle servis ettiği(12) bu iki ismin sarfettikleri çirkin sözler, farklı kaynaklarda ittifakla, aynı ortak ifâdelerle anlatılan bu "târihî" gerçeği örtbas etmeye yetmez. Taraflı yaklaşımları ve yaptıkları bilinçli saptırmalar nedeniyle âdetâ mimlenmiş olan bu iki ismin, Osmanlı târihini ne kadar bildiğini ve sözlerine ne derece itibâr edilmesi gerektiğini ise Yalçın, başta sık sık referans gösterdiği İnalcık olmak üzre modern Türk araştırmacılarının çoğundan öğrenebilir. Yakın zamâna kadar "en iyi Osmanlı kaynağı" diye yutturulmaya çalışılan "Yusuf" lâkaplı "Joseph" Hammer'in kitabı, içerdiği bunun gibi sayısız çirkin iftirâlar nedeniyle çöpe atılmaktan başka hiçbir şeyi hak etmediği gibi, sırf Hammer'le ilgili bu sözümüzün aynısını söylediği için, İnalcık'ın yıllar önce Babinger tarafından nasıl bir çifte standarta mâruz bırakıldığı da, yine yaşlı tarihçinin bizzat kendisinden sorulup öğrenilebilir.
Bununla birlikte İnalcık'ın, "Hazret-i Ebû Eyyûb'un türbesinin bulunmasının psikolojik ihtiyaçtan kaynaklandığı ve Akşemseddîn Hazretleri'nin kuşatmanın en kritik ânında bu psikolojik ihtiyâcı karşıladığı" yönündeki iddiâsı da(13) peşînen yanlıştır. Çünkü konu ile ilgili tüm rivâyetler -istisnâsız- bu hâdisenin, kuşatmanın ortasında ve "morallerin düştüğü bir anda"(14) değil, aksine millî ve mânevî coşkunluğun doruk noktasına çıktığı "fetih"ten hemen sonra gerçekleştiğini açık ve net bir biçimde vurgulamaktadır.(15)
Nitekim az önce görgü şâhdilerinin rivâyetlerine dayandığını belirttiğimiz Enîsî "Menâkıb"ında hâdise: "Pes Kostantiniyye feth oldı, Sultân Muhammed Ebû Eyyûb'uñ kabr-i şerîf'lerin Ak-Şemsü'd-dîn'den iltimâs eyledi; Şeyh dahı ol Kabr-i şerîf'i orman arasından bulup, ‘asâsın râst Ebû Eyyûb'uñ göbegi berâberince dikdi ta'yîn eyledi." şeklinde anlatılır.(16)
Dolayısıyla türbe bulunduğu sırada, ortada iddiâ edildiği gibi bir durum yoktur ki, türbenin keşfi psikolojik bir ihtiyâcı karşılama amacına hizmet etmiş olsun. Bu gibi asılsız iddiâlar, İslâm tasavvufunda anlamı son derece açık olan "İlâhî keşf"in mâhiyet ve hakîkatinin gerçek mânâda bilinememesinden ve idrâk edilememesinden kaynaklanmıştır. [Devam edecek]
(1-4) Soner Yalçın, "Eyüp Sultan'daki Mezar kimin", Hürriyet Gazetesi, 30 Mayıs 2010.
(5) Paul Wittek, "Ayvansaray, un sanctuaire prive de son heros", Annuaire de I'Institut de Philologie et d'Histoire Orientales et Slaves (Brussels, 1951), 505-526.
(6-9) Soner Yalçın, a.g.m., göst. yer.
(10) Emîr Hüseyin Enîsi, "Menâkıb-ı Akşemsü'd-dîn", s. 29-35. bas.: 1302 (m. 1885).
(11) Anonim "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", TSMK Sultan Reşad ve Tiryal Hanım Ktp., nr.: 700, vr. 71a-75b; Oruç Beg, "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", Yapı Kredi Sermet Çifter Arş. Ktp. nr.: 773, vr. 124a-125a; Tursun Beg, "Târîh-i Ebû'l-Feth", (nşr. Mertol Tulum), s. 72, 74-75; Lütfi Paşa "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", s. 179-181; Gelibolu'lu Mustafa ‘Âlî, "Künhü'l-Ahbâr", TSMK, III. Ahmed, nr.: 3080, vr. 275-278, 302-303, 462; İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i Âl-i ‘Osmân", VII. Defter, s. 100-101, 547. nşr. Şerafettin Turan, TTK, Ankara, 1957.
(12) Soner Yalçın, a.g.m., göst. yer.
(13-14) Emine Çaykara, "Tarihçilerin Kutbu", s. 431. İstanbul, 2005.
(15) Bu noktada 11. dipnotta saydığımız tüm kaynaklar zikredilebilir.
(16) Hüseyin Enîsi, "Menâkıb-ı Akşemsü'd-dîn", s. 32.