"Hâtemü'l-velâye" meselesini eserlerinde ustalıkla işleyen Azîz en-Nesefî -kuddise sırruh- Hazretleri (ö. 700/1300), "Kitâbu'd-Derecât" adlı eserinde "Hâtemü'n-nübüvve"nin sâhibi olan Muhammed Aleyhisselâm'dan sonra, onun ümmetinden on iki büyük velînin zuhûr edeceğine işâret etmiş; peygamber olmadıkları hâlde halkı dine dâvet edecek olan bu zâtlardan sonuncusunun "Hâtemü'l-velâye" mertebesine vâris olarak gönderileceğine dikkati çekmiştir.
Buyurur ki:
"Nübüvvet, kâr-ı Hatemiyyet Hazret-i Muhammedü'l-Mustafâ -sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem- Cenâbları'na erişdi, buyurdular ki:
‘Benden sonra peygamber olmayan var ki, halkı benim dînime dâvet ede.'
Dîn-i Muhammedî'de ism-i ‘Velî' peydâ oldu; Cenâb-ı Hüdâ Te'âlâ ümmet-i Muhammed'den on iki zât-ı pâki muhtâr edüp (seçip), kendi Hazret'ine mukarreb (yakın) buyurdu.
‘Âlimler peygamberlerin vârisleridir.' (Buhârî)
Hadîs-i şerîf'i bu on iki zât-ı şerîf'in hakkında buyuruldu.
‘Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir.' (Keşfü'l-Hafâ)
Hadîs-i şerîf'i yine ânların hakkında vârid olmuşdur. Ve en sonraki velî ki, on ikinin velîsidir; ‘Hâtemü'l-evliyâ'dır." ("Kitâbu'd-Derecât", Süleymâniye Ktp. Yazma Bağışlar, nr.: 3042, vr. 6a)
Nitekim Azîz en-Nesefî -kuddise sırruh- Hazretleri'nden yaklaşık iki asır sonra yaşamış olan Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri de, "Faslu'l-Hitâb" adlı eserinde Muhammedî kutupların sayısının on iki olduğunu beyân etmiş; kıyâmete kadar devâm edecek olan bu on iki kutbun içine iki "Hatm"in de dâhil olduğunu haber vermiştir. (Hâce Muhammed Pârisâ, "Faslu'l-Hitâb Tercemesi", s. 584, trc.: A. Hüsrevoğlu)
Azîz en-Nesefî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'd-Derecât" adlı eserinde Hâtemü'l-enbiyâ ve Hâtemü'l-evliyâ'nın büyük arşa yükselip, bu sâyede bütün mertebelerden yukarıya çıktıklarına işâret etmiş; velâyeti bir bedene benzeterek, onun birbirinden ayrı olan bütün âzâlarının kıyâmete yakın bir devirde birleşip, vücûdun tamâmını meydana getireceğini haber vermiştir:
"Rûh-i pâk (temiz ruhlu) Hazret-i Hâtemü'l-enbiyâ -aleyhi üzkî'n-nihâyâ-, arş-ı mûcibde urûc (kendisine vâcip olan arşta terakkî) eder. Ya'nî Hâtem-i enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri'nin urûcları (terakkîleri) ‘Arş-ı ‘azîm'edir.
Tâ'ife-i ehl-i tasavvuf derler ki;
Hâtem-i enbiyâ ve Hâtem-i evliyâ ‘Arş'a urûc ederler. Onculayın (o nedenledir) ki, cemî'-i merâtibden (bütün mertebelerden) ziyâde bâlâ (yükseği) tutarlar. Fe-emmâ bu netîceyi ‘Keşf-i Hakâyık' nâm kitabımızda şerh ve tefsîr eyledik ve ‘sırr-ı nübüvvet' ve ‘sırr-ı velâyet'i anda vasfeyledik. İsteyen ol kitâba baksın ki; velâyet nübüvvet'in bâtınıdır ve ilâhiyyet velâyet'in bâtınıdır. Ve bu sözler melfûzdan (lâfız yolundan) ma'lûm olur.
Çün (ne zaman ki) dünyanın müddeti nihâyete erüp devr-i kıyâmet zâhir ola; eczâ-i bedenî ki müteferrik (bedenin parçaları ki, ayrı ayrı) olmuş idi, her bir cüz'ünü cem' edüp (parçasını birleştirip), her birinin kalbini tamâm ederler." ("Kitâbu'd-Derecât"; Yazma Bağışlar, nr.: 3042, vr. 44b)
Gerçekten de Hazret, "Keşfü'l-Hakâyık" adlı eserinde Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselam'a tahsis edilen "Hâtemü'n-nübüvve" mertebesinden sözederken, bu makâmın bâtınını temsil eden "Velâyet" yönüne de ayrıntılı olarak değinmiş; Resulullah Aleyhisselâm'ın bu kemâlât sâyesinde "Nübüvvet" bakımından erişilebilecek en ileri noktaya eriştiği gibi, "Velâyet" yönünden de ulaşılabilecek en son noktaya yükseldiğini beyân etmiştir.
Görülüyor ki başka hiç kimseye vermemiş. Allah-u Teâlâ'nın iki kandili ezelden halketmesinin sebebi ve sırrı da işte bu husustur.
Hâtemü'l-enbiyâ'nın ve Hâtemü'l-evliyâ'nın "Büyük Arş"a yükselmesi mevzûsuna Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri de işâret etmişler, "Makâmât-ı Evliyâ" adlı eserinin 10. Bab'ında "Mâşûk makâmı"ndan bahsederek bir noktasında şöyle buyurmuşlardır:
"Mâşûk makâmı, Resûlullâh Hazretleri'nin Rûh-ı şerîf'lerinin makâmıdır. Çünkü yaratılmış olan on sekiz bin âlem, Rûh-i Muhammedî'nin Nûr'u aşkına vâredilmiştir. ...Mâşûk makâmı, Rûh-i Muhammedî makâmından başka bir şey değildir.
Yine, Velâyet derecesinde de Mâşûk makâmı olan bu makâma ‘Âlem kutbu'ndan başkası ayak basamaz, mümkün dahî değildir. İşte ‘Mâşûk makâmı' bu makamdır."
Bu husûsu şöyle arzedelim; bunların hiçbir tanesi mahlûka âit değildir, hepsi Hâlik'e âittir.
Nitekim Allâh-u Teâlâ Âyet-i kerîme'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm: 83)
O dilediğini sevmiş, seçmiş, koymuş. Bir mahlûkun zerre kadar da olsa en küçük bir şeyi kendisine mâletmeye hakkı yoktur.
•
Hazret'in: "Velâyet nübüvvet'in bâtınıdır ve İlâhiyyet velâyet'in bâtınıdır." sözünde çok ince mânâlar vardır. Bu söz şimdiye kadar hiç geçmedi.
Bu zât-ı muhterem; velâyet nübüvvetin bâtını olduğu gibi, bir de "Velâyet-i İlâhiyye" bulunduğunu ve bu velâyetin Allah tarafından idâre edilen bir velâyet olduğunu haber veriyor. Çok ince yerden bahsetmiş.
Velâyet sâhibi zevât-ı kirâma Allah-u Teâlâ bir mertebe vermiş; bir makam, bir mevki vermiş, bu hususta yürü buyurmuş. Fakat "İlâhî velâyet"te böyle bir durum yoktur; "Yürü!" demiyor, O yürütüyor, kişi robot hâlinde duruyor. Onun Sâhib'i nasıl isterse onu öyle yürütür.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Onun irâdesi kendi elinde değildir." ("Mektûbât"; 260. Mektûb)
Daha açığı; birisine makam vermiş, o makamın içinde çalış diyor; diğerini bizzat kendisi yürütüyor. Hiçbir salâhiyet vermemiş. O bir robot gibidir, bütün işleri O görüyor. Amma onu seçmiş, onu ona vermiş. Bu işin içine girmek doğru değildir, hafsala almaz. Çünkü Hakk'a âit, halka âit değil. Bu o kişiye de âit değil, o kişi de anlamaz bunu. Ötekini anlamak mümkün, bu noktayı kavramak mümkün değildir. Ben bir kelime ile anlatıyorum. Bu husus size kapalı idi. Bu da lütufların en üstünüdür.
Ve bu büyük bir anahtardır, kitapları açmaya vesîledir. Zâten bunların hepsi "Hatemiyyet"in içinde toplanıyor.
Yaklaşık üç yüz sene evvel yaşamış olan Allâme Abdülganî Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü'n-Nusûs" adlı şerhinin Şît Aleyhisselâm'la ilgili olan ikinci bölümünde; bu peygamberin kendi ilmini taşıyanlara yaptığı istimdâttan, Velîlerin Sonuncusu olan bu zâtı istisnâ ederek şöyle buyurmuştur:
"Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evliyânın Hatm'i olan insanın ruhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vasıtasız olarak, bir olan Cenâb-ı Allâh-u Te'âlâ'dan gelir." ("Cevâhirü'n-Nusûs", s. 42)
Mevzunun özü budur.
Yâni o bunların hepsinden ayrıdır, onu O idâre ediyor. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ onunla irtibat kurmuş; O ona veriyor, o dilediğine oradan veriyor.
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir sözünü naklederek, Allah-u Teâlâ'nın bir kulunu sâhiplenmesinden daha güzel sâhiplenme olamayacağını beyan buyurmaktadır:
"Bu husustaki en güzel nazar da, Hakîm (et-Tirmizî)'nin nazarıdır:
‘İstenilen şeyi, istenildiği an, istenildiği gibi yap! Mevcûdâtın içine nazar edilirse, Hakk'ın benzeri bir sâhip bulunmaz; O'nun seni sâhiplenmesinden daha güzel bir sâhiplenme de olmaz.'" ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 3, s. 89, Beyrut, 1994)
Bu Zât-ı âlî içindekini görebilecek kadar vâkıf olmuş, derûnî noktalara nüfûz etmiş, "Velâyet-i İlâhî"ye mazhar olmuş...
Bunun delillerinden bir tânesi; Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Ne zaman ki evliyânın önderi Hâce Muhammed Hakîm Tirmizî'nin -kuddise sırruh- rûhâniyetine teveccüh etsem, o teveccühün eseri sırf sıfatsızlık yönünde zuhûr ederdi. Teveccühte ne kadar seyrolunsa da, yine onda ne bir eser, ne bir toz, ne de bir sıfat görünmezdi." ("Nefahâtü'l-Üns", s. 132-133)
İşte bu zâtların beyanlarını size arzediyorum. Bu zâtlar ne söylediyse doğrudur, fakat mahlûka âit değildir.