Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her şeye bir öz vermiştir, her şeyin bir özü vardır. Zikrullah'ın özü ise ledünî olan "Nefes zikri"dir.
"Cehrî zikir" zâhirîdir, "Kalbî zikir" bâtınîdir, bu zikirler dıştan yapılır. Sen varsın ki yapıyorsun.
"Nefes zikri" ise içeriden yapılır, yani Hakk ile nefes alınır. Onun Cenâb-ı Allah ile irtibatı vardır. O içeride amma, sen dışarıda kaldın. Sen O'nun ile nefes alıyorsun, O'nun nefesi ile O'nu zikrediyorsun.
Diğer zikirlerde sen dışarıda O içeride. Sen içindekini zikrediyorsun.
Bâtınî zikrin son noktasına Allah-u Teâlâ'nın vardırdığı kimseler bunu bilir, başkası bilmez. Bu sırrı O bildirir ve ancak bildirdiği kimseler bilir.
Bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm'a da bahşettiğini Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:
"Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
•
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır. Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O'nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme iledir, kişide hiçbir şey yoktur.
Diğer bir temsil:
Sen bir örtünün altına girdin görünmüyorsun, seni kimse görmüyor. Amma sen kendi kendini görüyorsun ve biliyorsun.
Herkes örtüyü görüyor. Örtüyü gördüğü için, içinde kimse var mı yok mu bilmiyor. Oysa sen de bir örtüsün, kâinat da bir örtüdür. İçindekini kimse görmüyor.
Varlığını giyersen sen varsın, varlığını kaldır O var. Kâinat da böyledir.
Sultani zikrin en gizli sırlarından birisi de şudur:
Sen kendinin bir perdeden ibaret olduğunu görüp bildiğin zaman,
Ve içindekini gördüğün zaman,
O'nunla irtibat kurduğun zaman,
Sultânî zikrin sırrına vâsıl olursun. Herkes perdede kalır, sen perdenin içindekine nüfuz etmiş olursun.
Ey insan!
İçindeki her şeyi biliyor. İçindeki ile irtibat kurman, seni zâhirî âlemden ulvî âleme çeker. Bu, ulvî bir âlemin irtibatıdır.
Bu zikrullah apayrı bir zikirdir. Sultan'dan geldiği için, doğrudan doğruya "Sultan" ile irtibâtı olduğu için "Sultânî zikir" denilmiştir.
Bu hâli anlatmak güç olduğu gibi, ehlinden mâdâ gerçek hakikatini kimse bilmez. Hakk Teâlâ'nın öğrettiği bir zikir olduğu için "Hass'ül-has" olanlara âittir.
•
Ve bu ince noktaları anlatabilmek için size diğer temsillerini verelim.
Meselâ;
"Allah Musa ile de konuşmuştu." (Nisâ: 164)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ ile konuşurdu.
"Davud'a dağları ve kuşları musahhar kıldık, onunla beraber tesbihte bulunurlardı." (Enbiyâ: 79)
Âyet-i kerime'sinden anlaşıldığına göre de Davut Aleyhisselâm, kendilerine mahsus bir hayat ile yaratılan cesim dağlarla ve kuşlarla beraber olup Allah-u Teâlâ'yı zikrederlerdi.
Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize gelince, o buyurur ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
O, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın mahremindedir, kendisini dahi görmez. O anda Hakk'ı görüyor, Allah-u Teâlâ ile hemhâl oluyor. Bunun için bu hâli bilen olmaz.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Buyurması, size anlatılan bu gizli zikir olsun, gizli ilim olsun, bunların hepsi O'nun verasetinden akar gelir. Ona lütfettiğini dilediği vekillerine de lütfetmiştir.
Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
İşte bu boşalma buradan geliyor. Bunun sırrı da budur.
•
Nefes zikri aynı zamanda yakınlık ve kurbiyet makamıdır.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"De ki:Allah bana yeter." (Tevbe: 129)
İşte bu makam o makamdır. Bu zikir bu makamın yeridir. Fakat bu noktayı açmam mümkün değildir. Bu bir esrârdır. Ancak bu noktaya erenler bunu çözer, başka türlü çözülmez. Bu zikrullahın en gizli noktası da burasıdır.
O, o anda Hazret-i Allah iledir. Oraya başka hiçbir şey girmiyor; nefes girmiyor, insan girmiyor, melek de şeytan da girmiyor. O'nunla soluyor, O'nunla oluyor. Çünkü yakınlık ve kurbiyet makamıdır.
Farz-ı muhal ki insan bir kuyuya veya bir denize düşse o anda dibine iner. Allah'tan başka kimse var mı orada? Yok. Sen yok diyorsun, o ise O'nu hem görüyor, hem biliyor. İşte bu zikir bu kadar kıymetlidir.
•
İrfan duygusu, anlatmakla veya kitaplardan okumakla husule gelmez, apayrı bir şeydir. Doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın duyurması ile, öğretmesi ile husule gelir ve bilinir, ifadeye sığmaz. Bu bir hâldir, kâl ile bilinmez.
Gerek Hazret-i Allah ile zikir olsun, gerekse O'nunla sohbet olsun, bu hâller ifadeye sığmaz. Gizli mahreminde tuttuğu ve orada bulundurduğu kullarına mahsustur. Bunun için bu hâller bilinmez.
Ve fakat böyle bir zikrin, fikrin, Hakk ile böyle bir sohbetin mevcut olduğunu duyuruyorum.
Büyük evliyâ-i kiram hazerâtının beyanlarına ve ifşaatlarına bakarak, o nur ışığı altında okuyun. Şu kadar var ki nasibiniz kadar anlayabilirsiniz.
Meselâ Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"O'nunla konuşur, O'nunla görür." buyuruyor. Sizin bunu bilmeniz ne mümkündür?
Hakk'ı gören, Hakk'tan gayrı olanları tanımaz. Var'ı görür, Hakk'a bakar ve görür. Hakk'tan başkasını görmez, kendisini de görmez, başka şeyleri de görmez.
Bu gibi kimseler Kelime-i Tevhid'in özüne vâkıftırlar, özünü bilirler ve göre göre söylerler, amma sen kendini görüyorsun.
Cehrî zikir ile Hafî zikir ne kadar farklıysa, Nefes zikri ile Hafî zikir de o kadar farklıdır.
Meselâ Kelime-i tevhid zikrine varanlar için; "Lâ ilâhe illâllah", yaratılmışlar ilâh olamazlar, onlar "Lâ"dan ibarettir. Yaratan Hazret-i Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur.
"Muhammedün Resulullah"; nurundan nurunu yarattı, o nurdan mükevvenâtı donattı.
Yaratılanlar "Lâ"dan ibarettir. "Ol!" diyor oluyor, olduğu kadarını olduruyor.
"Lâ" derken kendimi de inkâr ederim, yaratılanları da inkâr ederim. O'nu tanıdığım için.
"Lâ ilâhe illâllah"; Allah'ım senden başka hiçbir ilâh yok. Biz o mânâ ile bunu söyleriz.
Onun için "Lâ"lara değer vermeyiz, Yaratan'a değer veririz. "Güzel yaratıcı olduğu için güzel yaratmış!" deriz, o kadar.
Bu zikir "Bâtınî" zikrin en güzelidir. Fakat buradaki "Lâ"lar dahi seslidir.
Nefes zikrinde ise ses yok. Ne ses var, ne de seda.
Meselâ bir şırıngayı suya koydun. Şırınga içeride, suyu içeriden sessizce çekiyor. Ses yok orada, sadece çekiyor.
•
Diğer bir temsil:
Suyun içinde çiçek var, sudan nasibini alıyor. O su olmazsa çiçek kurur. Fakat içeriden nasibini aldığını kimse görmüyor. İşte bu da böyledir.
Bâtınî zikrin en kıymetlisini size ifşâ ediyorum.
Diğerinde lâfız var, kalben de olsa lâfız var, hareket var, niyet var. Bu zikirde o yok, yalnız çekme var.
Sen bir kabuksun, sen bir maskesin, içindekinden çekiyorsun. Sultânî zikrin ehemmiyeti bundan ötürüdür.
Zâhirî zikri halk duyar, bâtınî zikri şeytan duyar. Herkes nefes alıyor, şeytan da nefes alıyor. Fakat o nefeste bir niyet var, zikir niyeti. O niyeti şeytan bilmez. Niyetini bilmediği için ne yaptığını bilmez. Bu zikir, bâtınî zikrin derunî noktasıdır. O niyetle Allah-u Teâlâ'yı nefes ile zikreder. O hep Hakk iledir. Onu şeytan bilmez, halk zaten bilmez.
Bunu bana Rabbim öğretmese ben bunu yapamam. Rabbim öğretiyor, biliyorum ve temsiliyle izah ediyorum.
O bildirdi, O gösterdi. Bu ilmin çözülmesi başka türlü mümkün değildir. Muallim O'dur, O'nun öğrettiğini biliyorum, gösterdiğini görüyorum.
Ben kabuktan ibaretim, içimde O var. O'nun ile nefes alıyorum. Nefesimi kesse bana kim bir nefes verebilir?
Hep O'nunlayım, O'nunla soluyorum, O'nunla yaşıyorum, O'nunla söylüyorum, O'nunla yazıyorum.
İçimdeki varlığı alsa, varlığı O'ndan başka kim verebilir?
Bu ilmi Allah-u Teâlâ'nın öğrettiklerinden başka hiç kimse bilemez. Ancak Sıddıklar ile Mukarrebler bilir. Bu ilim onlara verilmiştir.
Bu mevzular bu kitabın kalbi mesabesindedir.