Bundan birkaç ay önce Edirne Selimiye Ktp. yazmaları arasında karşımıza çıkan Murâd Hüdâvendigâr adına te'lif edilmiş yegâne eser niteliğindeki "Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd"ı tanıtırken,(1) kuruluş devrine âit Osmanlı yazılı kaynaklarının birer birer ortaya çıkmaya başladığını; bunların her ne kadar doğrudan târihle ilgili olmasa da, günümüzde harâretle tartışılan bâzı târihî meseleleri, o asra âit kesin birer belge olarak aydınlattığını ifâde etmiştik.
Murâd Hüdâvendigâr'ın "gâzî" kimliğini ve şehâdete yönelik beklentisini muâsır bir kaynak olarak kesin bir dille doğrulayan bu eserin keşfi, bizi haklı olarak şimdiye kadar kenarda kalmış, dikkatlerden kaçmış daha başka eserlerin de mevcut olabileceği kanaatine sevketmiş ve gayretimizi de haklı olarak bu yöne çevirmişti. Nitekim yaptığımız son araştırmalar, bu tahminimizde hiç de yanılmadığımızı bize gösterdi. Kısa bir süre önce kendi binâsında hizmete açılan Millet Kütüphânesi'nde, bu kez Ali Emîrî Efendi'nin Arapça yazmalar koleksiyonunda karşımıza çıkan, mutasavvıf kimliği ile meşhur ilk Osmanlı müderrisi Dâvûd-ı Kayserî'nin "el-İthâfu's-Süleymânî fî'l-'Ahdi'l-Orhânî" adlı eseri,(2) bizi Murâd Hüdâvendigâr devrinden çok daha eskilere götürmekte; Orhan Gâzî'nin büyük oğlu Gâzî Süleymân Paşa'nın meclisindeki ilmî müzâkereleri gözler önüne sermektedir.
İlk Osmanlı müderrisi ve tasavvuftaki "Ekberiyye" meşrebinin Osmanlılar arasındaki ilk ve en yüksek temsilcisilerinden biri olan Dâvûd-ı Kayserî'nin (ö. 751/1350) hayâtı hakkında yeterli bir bilgiye sâhip değiliz. Eserlerinde "Kayserî" nisbesini kullanmasına bakılırsa Kayseri'de doğduğu kesindir, ancak doğum târihi tam olarak bilinememektedir. Bâzı kaynaklarda yer alan; ilim tedrisinde kendisine öncülük eden ilk âlimlerden Sirâceddîn el-Urmevî'nin Kayseri'de kadılık yaptığına ve 1273'te burada onunla karşılaştığında henüz 12-15 yaşları arasında olduğuna ilişkin önemli ayrıntı,(3) onun Kayseri'li olduğuna ayrı bir delil teşkil etmekte ve 1260 yılı civârında doğduğunu göstermektedir.
Orhân Gâzî 1331'de Bizans'ın en eski ve en önemli şehirlerinden biri olan İznik'i fethedince, içindeki kiliseleri câmiye çevirip yeni mescidler inşâ etmiş, burayı bir İslâm şehri hâline getirmiş ve bölgede ilmî faaliyetlerin yaygınlaşmasına önem vererek, 1336 yılında açtığı ilk Osmanlı medresesine Dâvûd-ı Kayserî'yi tâyin etmişti.
Dâvûd-ı Kayserî'nin İznik'te açılan bu ilk medresede hangi dersleri okuttuğu ve kuruluş devri Osmanlı ümerâsının ilimle ne kadar alâkadar olduğu konusunda şimdiye dek hiçbir şey bilinmiyordu.(4) Bu durum, "târihçi" geçinen bâzı "tahrifçi"lerin meydanı boş bularak, Osmanlı Devleti'nin temellerini atan gâzîleri vahşî birer "çapulcu" ve "yağmacı", okuma-yazma dahî bilmeyen basit ve kaba birer yörük gibi göstermeye kalkışmalarına neden olmuştur. Kör kuyuya taş atma konusunda hayli mahâretli olan bu târih saptırıcıları, Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrini halka görmek istedikleri gibi göstermişlerdir. İşte "el-İthâfu's-Süleymânî fî'l-'Ahdi'l-Orhânî", Osmanlı Devleti'nin zannedildiği gibi ilmî gelişmelere hiçbir zaman kayıtsız kalmadığını; aksine Şer'î ilimler, Edebiyat ve pozitif bilim dallarında daha kuruluş devrinde iken yüksek ve mümtaz bir seviyeye ulaştığını ilk Osmanlı müderrisinin dilinden, konu ile ilgili en büyük görgü şâhidinin ifâdeleri ışığında bizlere tespit imkânı vermektedir.
"el-İthâfu's-Süleymânî" kuruluş döneminde Osmanlı sarayında müzâkere edilen ilimler hakkında önemli ayrıntılar içerdiği gibi; Orhan Gâzî ve oğlu Süleymân Paşa'nın ilme ve ilim ehline verdiği değere de tanıklık etmektedir.
Dâvûd-ı Kayserî, kurduğu medresenin bânîsi olan Orhan Gâzî'nin ve oğlu Gâzî Süleyman Paşa'nın mümtaz vasıflarını, eseri hangi amaçla kaleme aldığını ve ne şekilde kurguladığını "el-İthâfu's-Süleymânî"nin "mukaddime"sinde şöyle açıklamıştır:
Nutk edicilerin 'adedini nutk etmeye güç yetiremeyeceği bir hamd ve kendisinden meded umulan gâyelerin en kâmilinin -O'ndan meded için çırpınsa bile- idrâk edemeyeceği bir şükürle, eyyâmın 'akdettiklerini 'akdeden en kıymetli Cevher ve kelâm tohumlarının kendisinden filizlendiği en parlak Işıltı, ihsânının nûrlarıyla 'âlemlerdeki rûhları 'irfânının denizine batıran, 'âlemlerin varlık karartılarını ihsânının Nûr'uyla aydınlatan, fevc fevc yığılan lütuflarına hamdedilen, dalgalar gibi birbiriyle buluşan ni'metlerine şükredilen, hidâyetinin künhüne (hakîkatına) kimsenin erişemediği Kimse'ye hamd, ni'metleri sayılamayacak kadar çok olan Kimse'ye şükr ederiz. Salât, yakîn cerîdesinin Sadr'ı, mürseller kasîdesinin Beyt'i Muhammedü'l-Muhtâr'ın, mutahhar âlinin ve karanlıktaki siyah atlar arasında aydınlık kır atlar gibi, atların alınlarının aklığıyla öne geçmekle hayra nisbet edilen ahyâr ashâbının üzerinedir.
Emmâ ba'd: Bu eşsiz kitâba vâsıl kılan ve bu yüksek hitâba ulaştıran, Cenâbü's-Sultânü'l-mu'azzam, [2b] eş-Şehinşâhu'l-mufahham, Menba'u hilâlü'l-mekârim ve'l-ahlâk, Âyetu'llâhu fî neşri'l-'adl ve'l-insâf, Nâsıb-ı râyâtü'l-menâsıb, Sibâk-ı gâyâtü'l-menâkıb, el-Fâyiz min kıdâhu'l-mu'âlî bi'l-kadhu'l-ma'âlî, el-meşhûdün-leh bi't-tavl bi'l-yedi't-tûlâ, el-Mahsûs bi-'inâyeti Rabbü'l-'âlemîn, es-Sârif-i 'ömrehû fî i'lâ'-i a'lâmü'd-dîn, Me'âl-i âmâlü'n-nâsi ecma'în, Şücâ'ü'd-devleti ve'd-dünyâ ve'd-dîn, leysü'l-İslâm ve gaysü'l-müslimîn, el-'âlim bi-emri'llâh, es-sâdi' bi-hüc-ceti'llâh Süleymân Paşa ibnü's-Sultânü'l-a'zam, [3a] el-Melikü'l-a'dilü'l-a'lem, Mâlik-i rikâbü'l-ümem, râfi'u i'lâmü'l-kemâlât, câmi'u esbâbü's-sa'âdât, Enûşirvân-ı zamân, Melcâ'-i ehle'l-îmân, Mümehhedü kavâ'idü'l-emn ve'l-emân, Mürebbî-yi erbâbü'l-fazl ve'l-'irfân es-Sultân Orhân -el-meşkûri fî külli cinâni'l- mahmûdi bi-külli lisân, lâ zâle zılâli saltanatühumâ memdûdeti ve etnâbu serâdikâti devletühumâ bi-evtâdi'l-hulûdi meşdûdeti ve mâ berehet makâlîdü'l-umûri ke-eèanneti'l-ceyyâd bi-yedeyhümâ ve hizbü'l-eèâdî ke'r-rikâbu müõillelâ taht-ı kademîhumâ [3b] yüfesserâni bi-netâyic-i ârâhümâ 'alâ meşâhîri'l-eyyâmi dıreren ve yeb'asâni sehâyib-i sehâhümâ ilâ cemâhîri'l-enâmi dıraren men kâle: 'Emîne ebkâ'llâhu mühcetihî'-nin; güzellik ve bahânın öğreticisi, ikbâl merhalelerinin durağı, en üstün berraklığın habercisi olan fazîletli ve ulu nidâsıdır.
O'nun Kitâb'ından vârid olanlarla bu du'â bir müjdeyi şâmil oldu ve ben onu: "O'nun Faslu'l-hitâb'ından bir fazîlet" adıyla adlandırıp, O'nun güzel ahlâkının kokularından hoş bir koku ile kokulandırdım; bu parlak ve göz kamaştırıcı esintilerden bir hayât rûhu estirdim ve kendi kendime: "Şimdi dimdik duracağım ve tâlib olunan şeyler arasından, onun arzu ettiği şeyin nihâyetini taleb edeceğim!" dedim. Sonra, ortaya atılan her karışıklığın zâyi' ettiği 'ulûm ve âdâbı kendisine celbeden ve her derin boşluk karşısında 'ulemâ'nın ve Ulû'l-elbâb'ın kendisine teveccüh ettiği [4a] bu Cenâb hakkında; hediyenin en hayırlısı 'ilm ve tuhfe (armağan)ın âdet olanı [onun] en güzeli olunca, te'sîrli fikirlerin latîfliklerini (inceliklerini) müştemil olan meşhûr 'ulûma dâir her 'ilme âit mes'eleyi tahrîr eyledim ve tenvîri gâye edinilen müşkil mes'eleleri aydınlatıp, bu Cenâbü'l-'âlî'nin ve aydınlık şerefli meclisinin -âtâhu'llâhu li-devletehû'd-devâm ve lâ èademe zümerü'l-fazl min 'inâyeti'l i'tinâ ve'l-ihtimâm- kendisiyle karşılıklı tuhfe (armağan)lar sunmakta karâr kıldığı, dile getirilemeyen beyân bağlarıyla eyyâmın bağlarını ziynetlendirdim. [4b] Tâ ki, kendisinde ta'accübe düşülen 'ilimlerin fenlerinden her fenne isâbetle nazar edilsin, tab'ı aydınlanan ona meyledip kalbimin üzerinde cem' olanı kabûl etsin. Kısımları ve asıllarıyla onu hâvî, cemî'-i bâbları ve fasılları O'nun ism-i şerîf'iyle müşerref, lakab-ı münîfiyle şekillenmeyi müştemil bir kitâb tasnîf eyledim ve ben bu risâlede kelâmı 'akl sâhibi, ihsân ve 'adl ile feyizlenmiş kimseye yardımcı olsun diye üç kısm üzre tertîb ettim. Şüphesiz ki O Veliyyü't-tevfîk'dir, tahkîkin dizginleri O'nun elindedir!.."(5)
Kayserî'nin burada Orhan Gâzî ve oğlu Süleymân Paşa hakkında zikrettiği yüksek vasıflar, Osmanlı Devleti'nin ikinci hükümdârının ve Rumeli'ye peşpeşe akınlar düzenleyen ahfâdının ilimle ve ilim ehliyle kurduğu yakın alâkayı; dînî, edebî ve pozitif bilimlere bakış açısını, hattâ bu yüksek alâka nedeniyle ilmî müzâkereleri meclislerine kadar taşıdıklarını açıkça gözler önüne sermektedir. Gündüzleri kâfirlere akınlar düzenleyen ve hudutlarını alabildiğine genişleten bu uç gâzîleri, geceleri de durup dinlenmeden ilmî müzâkerelere eğilerek, yalnız askerî sahada değil, ilmî alanda da önemli mesâfeler katediyorlardı.
Dâvud-ı Kayserî'nin "mukaddime"de Süleymân Paşa hakkında sıraladığı övgü dolu vasıflar, ölümünden hemen sonra babası Orhan Gâzî tarafından düzenlenen Şa'bân/761 (Hazîran/1359) târihli orijinal vakfiyesindeki betimlemelerle birebir uyum içindedir. Orada Sultan Orhân, müteveffâ oğlu Süleymân Paşa'yı "gâzî" kimliğine, ilim öncüsü kişiliğine ve hayır-hasenâta düşkün şahsiyetine atıfla şöyle vasfetmişti:
"el-Merhûmü'l-mağfûr, es-sa'îdü'ş-şehîd, bânîyü'l-hayrât, sâ'îyü'l-müberrât, ebû'l-berekât, mu'înü'z-zu'efâ ve'l-mesâkîn, mürebbî'l-fukarâ ve't-tâlibîn, kehfü'l-gurebâ ve'l-melhûfîn, sâhibü's-seyf ve'l-kalem, nâsıru'l-'ilm ve'l-'alem, kâyid-i cüyûşü'l-muvahhidîn, râyid-i râyâtü'l-mücâhidîn, nâzım-ı umûrü'd-dîn fî'l-'âlemîn, meşhûrü'l-âfâk, el-mahsûs bi-'inâyeti'l-Melikü'l-Hallâk Süleymân-ı sânî Gâzî Paşa -tegamedehu'llâhu bi'r-rahmeti ve'r-rıdvân ve eskenehû a'lâ ferâdîsü'l-cinân-"(6)
Bu vakfiyede zamânın pâdişâhı Orhan Gâzî'ye hasredilen vasıfların da; hem şekil, hem muhtevâ bakımından "el-İthâfu's-Süleymânî"dekilere çok benzediği dikkati çeker. Burada Dâvûd-ı Kayserî'nin, babası henüz hayatta iken Süleyman Paşa'dan "Sultânü'l-mu'azzam" diye sözetmesi ve şimdiye kadar yalnız Orhan Gâzî tarafından kullanıldığını zannettiğimiz "Şücâ'ü'd-devle" lâkabını ona atfetmesi, o yıllarda Süleyman Paşa'ya tahtın tek vârisi gözüyle bakıldığına ve bunun hiç kimse tarafından yadırganmadığına önemli bir kanıt teşkil eder.
Süleyman Paşa'nın "el-İthâfu's-Süleymânî"de tasvir edilen yüksek ilmî şahsiyetini, vakfiyesindeki: "sâhibü's-seyf ve'l-kalem, nâsıru'l-'ilm ve'l-'alem" ifâdeleri doğrulamakta; hakkında çok az şey bildiğimiz Rumeli fâtihi Gâzî Süleyman Paşa'nın, bugüne kadar gizli kalan ilmî yönünü belirgin bir biçimde ortaya çıkarmaktadır.
İlim araştırmacılarına yardımda bulunmak için, farklı bilim alanlarında ilginç tespitlere yer verdiği eserini üç kısma ayırdığını söyleyen Dâvud-ı Kayserî, "el-İthâfu's- Süleymânî"de bu ilimlerin tasnifini "Şer'î ilimler" ('Ulûmü'ş-Şer'iyye), "'Aklî ilimler" ('Ulûmi'l-'akliyye) ve "Arapça Edebî ilimler" ('Ulûmi'l-'Arabiyye) başlıkları altında yapar. Müellif geniş tahkîke yer vermesi gereken konularda her "Kısm"ı kendi arasında çeşitli "Bahis"lere ayırmış ve kısa bir risâle hacmindeki eserine belirli konularda ayrıntı kazandırmıştır.
Süleymân Paşa'nın meclisinde tartışılan ilmî meseleleri aydınlatan yegâne kaynağımız olan ve ilk Osmanlı müderrisinin kaleminden çıkmış olması nedeniyle, İznik'teki ilk medresede okutulan ilimlerin mâhiyetine de ışık tutan "el-İthâfu's-Süleymânî fî'l-'Ahdi'l-Orhânî"nin bu üç "kısm"ında ele alınan ilimleri, "kısım"ların orijinal başlıkları altında şöyle özetleyebiliriz:
(vr. 5a-22b):
Dâvûd-ı Kayserî'nin yukarıdaki mukaddimeden sonra ele aldığı ilk ilim grubu "Şer'î ilimler" olup, o burada Tefsîr, Fıkıh, Hadis ve Kelâm ilimleriyle ilgili karmaşık meseleleri çözümlemeyi gâye edinir. İlk olarak Kur'ân-ı kerîm'deki: "De ki: Rabb'imin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler tükenir."(7) ve: "Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah'ın kelimeleri tükenmez."(8) Âyet-i kerîme'lerinde geçen bâzı ibârelerin tefsirine yer vererek; "İki Âyet'te de 'Allâh'ın kelimelerinin bitmesi' ile ilgili iki bahis vardır." diyen müellif, "İlk bahis"te (el-bahsü'l-evvel) buradaki tükeniş ve yokluk ile neyin murâd edildiği üzerinde durur.(9) Ona göre; ilk Âyet'te "Allâh'ın kelimelerinin bitmesi" kinâye yoluyla söylenmiştir ve buradaki "yokluk"la "Zamânın nihâyetine şâkîlerin musallat oluşu gibi bir nihâyet" murâd edilmiştir. Esâsen her iki beyanda da "tamâmen yok olma" gibi bir mânâ kastedilmiş değildir; aksine, bizzat kendi ifâdesiyle: "İki Âyet de kelimelerin nihâyete erişini yokluğa delâlet ettirerek izhâr etmiştir; ilk Âyet [bunu] kinâye ile, ikinci Âyet açık (sarîh) bir biçimde yapmış olsa da, Beyân 'ilminde kinâyenin de sarîhe doğru uzandığı bir gerçektir."(10)
"İkinci bahis" (el-bahsü's-sânî)'de ise müellif, müfessirlerin Âyet'teki: "kelimât" (kelimeler) lâfzını "Allah-u Te'âlâ'dan sâdır olan şey" anlamında tefsir etmelerinin nedenini sorgular; "Keşşâf sâhibi"nin bu konudaki görüşüne yer verdikten sonra, kelâmcıların (mütekellimîn) ve hakîmlerin (hükemâ) bu konuda ittifak ettikleri ortak bir mânâ üzerinde durarak, bu mânâyı: "Allah hikmeti kime dilerse ona verir."(11)ve: "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir."(12) Âyet'leri ile tenkide tâbî tutar. Müellife göre eşyânın nihâyeti "varlık" hakkında geçerli olan "yokluk"tur, çünkü varlıklar (mevcûdât) ziyâdeliği de, noksanlığı da kabûl eder. Bu durumdaki her şeyin elbette bir nihâyeti vardır.(13) Ancak, Hadîs 'ilmine göre; îmânın ve İslâm'ın mâhiyetini açıklayan Hadîs hakkında durum böyle değildir.
Bu noktada müellif, îmânın ve İslâm'ın şartları hakkındaki Hadîs'te belirtilen esasların kısa bir tefsirini yapar; "Îmânın şartları"nı "Mebhasü'l-evvel", "İslâm'ın şartları"nı "Mebhasü's-sânî" başlıkları altında ele alır; "Mebhasü's-sâlis"te ise her iki tarafın şartlarını birbiriyle karşılaştırır.
O ilk "mebhas"ta îmânın şartlarının kısa bir özetini verir ve "'Îmânın bilinmesi" ('arafe'l-îmân) meselesine değinir; "Kader"in mânâ ve mâhiyetini kavrayamayan bâtıl fırkalara (bâtılân-ı mezheb) atıfta bulunarak, bu sırra "râsih ulemânın seçkinlerinden başkasının muttali' olamayacağını" belirtir.(14) Îmânın "Şer'î mefhûmu" ile "Luğavî mefhûmu" arasındaki ilişkiye değindikten sonra: "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâ'at"e göre Enbiyâ -'aleyhimü's-selâm- meleklerden daha üstün olduğu hâlde, aksine [Hadîs'te] melekler neden resullerden daha öne alınmıştır?" sorusunun cevâbını irdeler; ardından Resûlu'llâh -salla'llâhu 'aleyhi ve sellem-in bir başka Hadîs'ine dayanarak, bu kez de îmânın "ta'rîf" ve "tasdîk" cihetleri üzerine eğilir.(15)
Müellif ikinci "mebhas"ta "İslâm'ın ta'rîfi"ne geçiş yapar; tıpkı îmânın ta'rîfinde olduğu gibi, her şartın mâhiyet ve muhtevâsı üzerine birer birer eğilir ve hükümlerdeki hassâsiyet ve incelikleri derin bir tahkîkle gösterir.(16)
Üçüncü "mebhas" ise 'Îmân'la "İslâm" arasındaki farka dâirdir. Burada müellif, iki terim arasındaki farkın Resûlu'llâh -salla'llâhu 'aleyhi ve sellem-in; "Îmânın, hakk i'tikâdın bâtını, İslâm'ın ise sâlih amellerden ibâret olan zâhiri olduğu" beyânı ile özet ifâdesini bulduğunu belirtir. O burada Şâfi'î mezhebinin te'viline özellikle dikkati çeker.(17) Konuyu derinlemesine tahkik eden müellif, hükümlerle ilgili ince ayrıntılara yer verir; burada namazla ilgili tahkîk ön plâna çıkar, Kelâm ilmine ve kelâmcılara işâret eden bahsi anlatırken, bu meselenin küçük bir risâlede açıklanamayacak kadar uzun olduğunu belirterek, kitabının neredeyse yarısını kaplayan ilk "kısm"ına son verir. Müellif Şer'î ilimler bahsini kapatırken, hilâf ilmine ('ilmü'l-hilâf) temas etmeden de geçemez, hattâ bunu işlerken "iftirâk" kavramına da kısaca değinir.(18)
(vr. 22b-37a):
Bu bölümde müellif, Süleyman Paşa'nın meclisinde sorgulanan ve tartışılan; geometri, astronomi ('ilmü'l-hey'et), matematik ('ilmü'l-hisâb), mantık ve felsefe gibi bilimler üzerinde kalıcı çözümler ortaya koymayı amaçlar. Ele aldığı ilk konu, ünlü Yunan matematikçi Eukleides'in (Öklid) M.Ö. III. yüzyılda kaleme aldığı "Stoichia" adlı eserinin ("el-İthâf"ta: "Kitâb-ı Eklîdes") ilk bölümünde yer alması gereken geometrik bir kuramla ilgilidir. Müellif üzerinde duracağı geometrik şekli tasvir ettikten sonra, aynı asırda yaşayan Perge'li Apollonius'un (müellif bu ismi "Alfûs" şeklinde imlâ eder) bunu bir dâire şeklinde resmettiğini ve paralel biçimde karşılıklı çizimler yapıp, her çizim noktasını diğer nokta ile eşleştirdiğini bildirir.(19) Müellif burada her iki matematikçinin de geometrik kuramını incelemiş ve Eukleides'in basit bir şekilde kurguladığı bu şekli Apollonius'un geliştirdiğine dikkati çekmiştir. Osmanlı Devleti'nin ilk müderrisi olan Dâvûd-ı Kayserî, burada açıkça, önce Eukleides'in resmettiği (Conics of Euclid), daha sonra Apollonius'un daha iyi bir noktaya getirdiği (Conics of Apollonius) "Konik kesitler"e işâret etmiştir.
Sözkonusu geometrik şekilleri uzun bir biçimde ele alan müellif, daha sonra "Matematik ilmi"ne ('ilmü'l-hisâb) geçer;(20) kutrun (çapın) astronomi ('ilmü'l-hey'et) yönünden dâireye nisbet edildiğine dikkati çekerek, ay ve güneşin hareketlerine atıfla, ilginç bir şekilde geometri ile astronomi arasındaki bağa da işâret eder.(21) Burada ayın, güneşin, yıldızların; kısaca gökcisimlerinin hareketleri hakkındaki bilgiler, henüz XIV. asrın başlarında Osmanlı sarayında ve ilk Osmanlı medresesinde müzâkere edilen ilimlerin hangi düzeyde olduğu konusunda önemli ayrıntılar verir.
Geometri hakkında ilginç bahislere yer veren Kayserî'nin daha sonraki konusu ise "Mantık ilmi" ('ilmü'l-Mantık)'a dâirdir. O burada ilkin "Şeyh" diye bahsettiği İbn-i Sînâ'nın "Kitâbü'ş-Şifâ"sındaki bir bahse dikkati çeker; konuyu derinlemesine tahkîk ettikten sonra, yine aynı müellifin "İşârât"taki ("el-İşârât ve't-Tenbîhât") bir başka bahsine gönderme yapar,(22) biraz daha ileride "Ahlâk ilmi"ne ('İlmü'l-Ahlâk) nüfûz eder ve burada ahlâk ilmini tıp ilmine benzeterek şöyle der: "Ahlâk 'ilmi ile tıbb 'ilmi birbirine benzer, her ikisi de bedenin sıhhati ve marazı (hastalığı) ile ilgilidir. Nasıl ki nefsin sıhhati ve marazı varsa; aynı şekilde nefsin de sıhhati fazîletlerle ve marazı rezilliklerledir. Tıbb 'ilmi nasıl ki sıhhatin hıfzını (korunmasını) ve marazın yok edilmesini müştemilse, bu 'ilm de fazîletlerin hıfzını ve rezilliklerin yok edilmesini müştemildir. Bedenler için tabîbler (etıbbâ') olduğu gibi, böylesi nefisler için de tabîbler vardır, onlar ise Enbiyâ -'aleyhimü's-selâm-dır."(23)
Müellif bu bahsi, nefsin hastalıklarına ilişkin bâzı örnekler vererek sona erdirir.
(vr. 37a-43b):
Süleyman Paşa'nın meclislerinde tartışılan ilmî meseleleri çözümleme gâyesi güden Dâvûd-ı Kayserî, eserinin üçüncü ve son bölümünde Edebiyat ('İlmü'l-edeb)'le ilgili meselelerin tahlîlini yapar; bu ilmin Arap lûgatındaki mânâsı üzerinde durduktan sonra müfredâtı ve terkîbi hakkında bâzı nazariyeler ortaya koyar. Ona göre edebiyâtın nazımla ilgili birtakım terkîbleri vardır, genel anlamda ise bu, faydaları ve delâlet ettikleri şeye göre altı kısma ayrılır: "'İlmü'l-Mütekeffil", "'İlmü'l-Lugat", "Sarf", "'Arûz", "'İlmü'n-Nahv", "'İlmü'l-Ma'ânî" ve "'İlmü'l-Beyân"(24). Müellif, edebiyâtın çekirdeğini oluşturan bu altı ilmin tek tek mânâlarını da açıklar. Burada özellikle "'Arûz ilmi" hakkında ortaya koyduğu mülâhaza ve tartışmalar, "'Arûz"un zannedilenin aksine XV.-XVI. yüzyıllardan çok daha önce, en geç XIV. yüzyılın ilk yarısından beri Osmanlılar'ca bilindiğini, hattâ Sultan Orhân'ın oğlu Gâzî Süleymân Paşa'nın meclisinde müzâkere edilip incelikleri üzerinde farklı görüşler ileri sürüldüğünü ortaya koyar.(25)
Dâvûd-ı Kayserî'nin bugüne kadar ilim dünyasına gizli kalan "el-İthâfu's-Süleymânî fî'l-'Ahdi'l-Orhânî" adlı eseri, yalnız kuruluş devri Osmanlı kültür ve medeniyeti hakkında değil, dînî ilimler ve matematik, geometri, astronomi, felsefe, mantık ve edebiyat târihi alanlarında da önemli bilgiler içeren bilimsel nitelikli ilk ve en eski Osmanlı kaynağıdır. Biz burada bilinmeyen bu kaynağın varlığına dikkat çekmeye ve içeriğini kısaca özetlemeye çalıştık. Bundan sonra söz konusu bilimlere dâir, alanında uzman kimselerin yapacakları ayrıntılı incelemeler, hiç şüphesiz eserin içeriği hakkında daha geniş tespitlere ulaşılmasını sağlayacaktır.
Dâvûd-ı Kayserî Kabr-i Şerifi
(1) Krş. Hakan Yılmaz, "Murâd Hüdâvendigâr Adına Yazılmış Bir Eser: Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd'", Hakikat AİD, sy.: 198 (Mart 2010), s. 42-44.
(2) Millet Ktp. Ali Emîrî, Arabî, nr.: 2173. 43 vr., 10 st., Arapça nesih, 245 x 165 / 170 x 110 mm.
(3) Krş. Süleymân el-Kefevî, "Ketâ'ibu A'lâmi'l-Ahyâr min Fukahâ'-i Mezhebi'n-Nu'mânü'l-Muhtâr", İ.Ü. Ktp., AY, nr.: 2345, vr. 192a.
(4) Krş. Mehmet Bayraktar, "Dâvûd-i Kayserî", DİA, IX, 33.
(5) Dâvûd-ı Kayserî, "el-İthâfü's-Süleymânî fî'l-'Ahdi'l-Orhânî", Millet Ktp. Ali Emîrî, Arabî, nr.: 2173, vr. 1b-4b.
(6) TSMA, nr.: 7792.
(7) Kur'ân-ı Kerîm, Kehf (18): 109.
(8) Kur'ân-ı Kerîm, Lokmân (31): 27.
(9) Dâvûd-ı Kayserî, "el-İthâfü's-Süleymânî", vr. 5a-6b.
(10) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 6b.
(11) Kur'ân-ı Kerîm, Bakara (2): 269.
(12) Kur'ân-ı Kerîm, İsrâ (17): 85.
(13) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 7a-7b.
(14) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 9a.
(15) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 9b-10a.
(16) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 10b-14a.
(17) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 14a-15b.
(18) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 19b-22b.
(19) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 22b-23b.
(20) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 23b.
(21) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 24b-28a.
(22) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 28a, 30b.
(23) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 35b-36a.
(24) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 37a-42a.
(25) Dâvûd-ı Kayserî, a.g.e., vr. 42a-43b.