Dinamitlerle yıkılan bir binanın çöküş anını çoğumuz seyretmişizdir. Yine benzer şekilde ikiz kulelerin büyük bir gürültü ve toz bulutu yayarak yıkılışı hâlâ belleklerimizde duruyor.
İşte bu misalde olduğu gibi "Batı" dediğimiz toplum bütün kurumları ile beraber büyük bir gürültü ile çökmeye başladı.
Birkaç on yıl bizim için uzun bir zaman gibi geliyor, ancak tarih dediğimiz insanoğlunun hayat süreci içerisinde kısa bir an sayılabilecek bir süreden bahsediyoruz.
Gürültüsü, toz bulutları ortalığa yayılmaya başladı.
Ortada "Kapitalizm"in çöküşü, dünya sahnesinde yeni aktörlerin boy göstermesi gibi sebeplerden çok daha büyük bir sorun var. Bunların hepsi gerçek çöküşü görmemizi engelleyen günlük tartışmalar.
Batıdaki gerçek ve büyük çöküş "Toplumsal çöküş"tür. Bir milleti, bir topluluğu ayakta tutan en temel öğelerin yok olmasının sonuçlarından behsediyoruz.
Sömürge düzenini yürütebilmek için dünyaya ahlâksızlık ihraç etmekten, yalan ve dolanlarla milletleri mahkûm etmekten çekinmeyen "Batı" kendi çöküşüne çare bulamıyor. Milletleri yok etmek için "Aile" kurumuna saldıran "Batı", çöken "Aile" kurumunu ayağa kaldırmaktan âciz.
Yakın geleceklerini düşünmek Batılı kanaat önderlerine büyük ızdırap veriyor. Yok olmak üzere olduklarını görerek sağa-sola saldırmaktan medet umuyorlar.
"Batı"da "Aile" diye bir şey kalmadı. Büyük bir yozlaşma, büyük bir dram yaşanıyor. Toplum çürüdü, kokusu afakı kapladı. Büyük bir cinnet yaşanıyor. Birkaç nesil sonra "Batı"da toplum diye bir şey kalmayacak.
Nüfus hızla yaşlanıyor ve azalıyor. Açığı kapatmak için -faşist alt yapılarına rağmen- göçmen nüfusa göz yummak zorundalar.
Doğum oranını artırmak için her türlü teşviği uyguluyorlar. Bir sürü paralar veriyorlar. Ancak istedikleri neticeleri alamıyorlar. Üstelik doğan çocukların en az 3'te biri evlilik dışı doğumla dünyaya geliyor. Hatta bazı ülke ve eyaletlerde bu oran % 50'den fazla. Bu korkunç rakamların üzerine boşanma oranlarındaki ürkütücü artışları da eklerseniz, "Batı"nın geleceğinin, babasını bilmeyen, aile ortamında yaşamayan çocuklar olduğu gerçeği ile karşılaşırsınız. Bu babasız, ailesiz çocukların yarısı kreşlerde büyüyor. Devletten alacakları çocuk yardımı ile geçinmek için evlilik dışı çocuk sahibi olan fakir kadınların sayısı ise azımsanmayacak kadar çok.
Aile diye bir şey kalmamış. Kadın "Annelik" vasfını kaybetmiş. Hayvan gibi yaşamak artık gündelik hayat gerçeği haline gelmiş. Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetinir olmuş. Bir zamanlar Amerikan yerlilerini katletmek için "Lûtîlik" iftirasınının arkasına saklanan Avrupa'da bugün hemcins evliliklerini yasallaştıran ülkeler var. Bu tür evlilik yapan insanlardan bakan düzeyine gelenler var.
"Batı toplumu" çatır çatır çöküyor. Büyük bir cinnet yaşıyor.
"Avrupa Parlamentosu için hazırlanan 'Avrupa'da Ailenin Evrimi 2008' başlıklık raporda, Avrupa'da günümüzde birçok insanın tek başına yaşadığı ve yaşlı nüfusun her geçen gün arttığı kaydedildi.
... Raporda, AB üyesi ülkelerdeki her 5 hamilelikten 1'inin kürtajla sonuçlandığı vurgulanırken, 1980 ve 2006 yılları arasında evlilik oranının da yüzde 24 azaldığı, her 3 haneden ikisinin çocuğunun olmadığı ve yaklaşık hane sayısının yüzde 28'inde tek kişinin yaşadığı kaydedildi."
Bu rapor 4-5 yıl öncesinin verilerini yansıtıyor. Her yıl çöküş bir çığ gibi büyüyerek devam ediyor.
"Avrupa Birliği istatistik kurumu Eurostat tarafından açıklanan son verilere göre üye ülkelerde boşanmalar yüzde 70'lere kadar tırmandı.
… İngiliz Ulusal İstatistik Bürosu'nun yaptığı araştırmaya göre ülkede 1 milyon çift aynı evde yaşamıyor. Araştırmada, aile yaşamı açısından yeni bir olgunun oluştuğu ve resmi deyişle "ayrı evlerde beraberlik" olarak sınıflandırıldığı belirtiliyor.
… Araştırma, son 5 yıl içinde bir zamanlar her İngilizin evinde olan yemek odası, geleneksel yemek masa ve sandalye satışlarında büyük bir düşüş yaşandığını gösteriyor.
… Öte yandan, boşanma ile sonuçlanan evliliklerde nafakaların ödenmemesi ciddi bir sorun olarak AB'nin önünde duruyor. Örneğin Belçika'da yaşanan boşanmalarda yüzde 70'inde nafaka ödenmiyor."
Bu fırtınanın ortasında fıtratından kopartılan kadın var. Halbuki bize Avrupa'nın inkişafının arkasındaki en büyük sebep olarak "Kadın"a verdiği önem(!) gösteriliyor. "Anne"siz bir toplum olamaz. Yok olur. İşte Avrupa bu yok oluşu yaşıyor.
Nitekim Avrupa eskiden böyle değildi. Büyük inkişafını "Anne"lik kavramının çökmediği devirlerde, -içindeki büyük çelişkilere rağmen- toplumsal çöküşün başlamadığı asırlarda yaşadı.
Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bugünkü ahlâksız ve sorumsuz hayat tarzı büyük bir hızla yayıldı. Avrupa'lı liderler "Para hırsı" ile kadını çalışma hayatına çekmek istediler. Toplumun temeline dinamitleri kendi elleri ile döşediler. Meselâ İsveç'te "Ev kadını müzeye aittir", "Çocuk kadının ölümüdür", "Ev kadınlığı hainliktir" gibi klişe sözler bir zamanlar bakanların bile kullandığı çok revaçta olan sözlerdi. Oysa Avrupa'nın büyük atılımlar yaptığı birkaç yüzyıl boyunca, "Aile" Avrupa toplumunun temel yapı taşı idi. Bir örnek teşkil etmesi bakımından gerçek bir hikâyeden bazı alıntılar yapalım:
"5 Haziran 1932'de ... doğdum. Benden önce dokuz, benden sonra ise on iki tane çocuk vardı,
... Benim için ne büyük bir şans ki, annem ve babam onların çoğuna karşı koydular. Bunun yanında annem sadece benim geri zekâlı olmadığımı söylemekle yetinmiyordu, bunu kanıtlamak da istiyordu. Bu, duyduğu şiddetli sorumluluk duygusundan değil; sevgisinden kaynaklanıyordu.
... Ev işleriyle çok meşgul olmadığı her gün beni öndeki yatak odasına götürür ve bir harfi sonra diğerini öğretmek için saatlerini harcardı. Bir parça tebeşirle her harfi zemine yazardı.
... Annem, bendeki değişikliği fark ediyordu ve bunun nedenini bildiğine inanıyordum, yine de hiçbir şey söylemiyordu. Beni, evdeki herkesten daha iyi anlıyordu. Onu kandıramıyordum, çünkü hissettiklerimin yarısını hissedernıiş gibi, mutlu mu, üzgün mü olduğumu her zaman garip bir şekilde anlıyordu.
... Annemin gitmesiyle sanki evin üstüne ölü toprağı serpilmişti. Bu bir saatin içini çıkarıp, akreple yelkovanı hareketsiz ve güçsüz bırakmak gibi bir şeydi."
Bu satırların yazarı Christy Brown, beyin felcinin bir kurbanı olarak dünyaya geldi. Yardımsız yemek yiyemeyen, yürüyemeyen, oturmakta zorlanan bir kimse idi. İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazar haline gelmesinde fedakâr annesinin çok büyük bir rolü vardı. Yukarıdaki alıntıları yaptığımız "Sol Ayağım" isimli eseri beyin felci hastası bir özürlünün duygulu hayat hikâyesi olarak meşhur oldu. Ancak bu eserde müthiş fedakâr bir "ANNE" ve zorluklara birlikte göğüs geren bir "Aile" hikâyesi de okuyorsunuz aynı zamanda.
Bu "Aile" manzarasını eski Amerikan filimlerinde de görürsünüz. Büyük Savaş öncesi dönemi anlatan hikâyelerde en az 3-4 çocuklu klasik Amerikan aileleri mutlaka vardır.
"Batı"nın ahlâk anlayışındaki zafiyetler; hıristiyanlıktaki "Papaza para ver, günahından kurtul (günah çıkartma)" anlayışı; hızla yayılan ateizm; işgücü açığını kadınlarla kapatma stratejisi; yahudi basın; bütün bu ve bunun gibi sebepler Avrupa halklarındaki sefahati ve ahlaksızlığı büyük bir hızla artırdı.
Ve bugünkü çöküş böylece ortaya çıktı.
Bu durumu dünyaya hakim olmak maksadı ile ahlâksızlık yaymayı, "Kültür soykırımı" yapmayı, Türkleri ve müslümanları yalan ve dolanla karalamayı mübah gören bu sömürgeci güruha verilen ilâhî bir ceza olarak görmek de mümkündür.
Türkiye de Avrupa'dan ne görürse ithal ettiği gibi bu çöküşü de ithal ediyor. Boşanma oranları artıyor, çocuk bir külfet olarak görülmeye başlanıyor. Ahlâksızlık, zina çığ gibi artıyor. Çocuklarımızı eskisi gibi topluma emanet edemez olduk.
Avrupa'nın çöküşüne ortak olmak istemiyorsak bir an evvel teyakkuza geçmemiz gerikiyor. Evlilik kurumunu yıkıcı yayınlar (televizyon, gazete, internet hepsi) en şiddetli tedbirlerle engellenmeli, çocukları korumak için seferberlik ilan edilmelidir.
Avrupa 1950-1965 arasında doğan nesille idare ediyor. Bu nesil emeklilik devresindeki âkıbetinden korkar hale geldi. Bizde de durum hızla değişiyor. Nesilden nesile çok büyük uçurumlar oluşuyor.
Tehlike gerçekten çok büyük.