Osmanlı târihçileri gerçek târihî bilgileri, aralarına hikâye ve kıssalar ekleyip ilginç benzetmelerle câzip ve dikkat çekici metinler hâline getirmekte çok ustadırlar. Bu te'lif tarzı günümüz târihçileri tarafından Osmanlı târih kaynaklarının değerini düşüren ve onları basitleştiren bir etken gibi algılansa da, aslında tam aksine, metni monotonluk ve sıkıcılıktan kurtarmış; vak'aların daha sâde ve daha anlaşılır bir biçimde, okuyucuya bıkkınlık değil, zevk veren bir üslûpla aktarılmasını sağlamıştır.
Hissiyâtlarını günlük konuşma dili ile, kendilerini basit ve dar kalıplara sokmaksızın aktaran Osmanlı müverrihlerinin bu üslûbu, devrin dil özelliklerini tespit bakımından oldukça zengin ayrıntılar içerdiği gibi; sarayın ve halkın dînî inancını, düşmanlarına yaklaşımını, kişi ve olaylara bakış açısını da tahlil etmemize yarayacak önemli kanıtlar içermektedir.
Temelini İslâm kültür ve medeniyetinden alan "kâfir nefreti" teması, ilk Osmanlı vekâyînâmelerinde çeşitli teşbihlerle vurgulu bir biçimde işlenmiştir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarına kadar inen "Gazavât-nâme"lerde ve diğer yazılı metinlerinde, şiddetli bir "kâfir nefreti"nin hâkim olduğu hemen dikkati çekmektedir.
Osmanlı müverrihlerinin dilinde sarayın ve halkın düşmana bakış açısına yansıtan bu ilginç üslûp, en eski Türk kaynaklarından "Dede Korkut Oğuz-nâmeleri"yle başlar; merkezî yönetimin batılı devletlerin etkisi altına girdiği XIX. yüzyıl kaynaklarına kadar devâm eder. Bu târihten sonra yazılan eserler; "medeniyet" adı altında kâfirlere yüksek pâyeler veren, pireyi deve yaparcasına yaptıkları her şeyi büyüten, kendini Türk-İslâm kültüründen tamâmen soyutlamış eserlerdir. Bu eserlerde dinî ve millî kültürümüzü temsil eden yüksek değerlerin kokusunu bile duymak artık imkânsız hâle gelmiştir.
Günümüze ancak iki nüshası ulaşan "Dede Korkut Oğuz-nâmeleri"nde bu mânevî iklimin hâkimiyeti son derece belirgindir; içindeki destânî hikâyelerin tümünde kuvvetli bir gazâ ve akın vurgusu, din yoluna kendini adamış gâzîlerin kâfiri aşağılayıp hor görmesi duygusu kendini derinden hissettirir.
Nitekim Salur Kazan'ın evinin yağmalanışını anlatan kısımda Karacuk Çoban, Hân'ın koyun ağılını yağmalamaya gelen altı yüz atlı kâfirin, kendisine "beglik" teklif ederek önlerinde başını indirip selâm vermesini istemeleri karşısında, canı pahasına da olsa onlara aslâ boyun eğmez, karşılarında eğilip bükülmez; basit bir makam için şerefini onlara teslim etmek şöyle dursun, gâyet mağrur bir tavırla onları "itiyle aynı yalaktan su içen azgın bir köpeğe" benzeterek, silâh ve teçhîzâtlarının çokluğuna aldırış etmeden hepsine haddlerini bildirir:
"Gice yatarken Karacuk Çoban kara kaygulu düş gördi, beliñleyü örü durdı; Kıyan Güci, Demür Güci iki kardaşını yanına aldı, ağıluñ kapusını berkitdi. Üç yirde depe gibi taş yığdı, ala kollı sapanını eline aldı. Nâ-gâh altı yüz kâfir koyulu-geldi. Kâfir eydür (dedi):
'Karanku ahşamda kaygulu çoban,
Karıla yağmur yağanda çakmaklu çoban,
Mere çoban!
Kazan Beg'üñ dünlügi altun ban evlerin biz yıkmışuz,
Tavla tavla atların biz binmişüz,
Katar katar develerin biz yitmişüz
Karıcuk anasını biz getürmişüz,
Boyı uzun Borlu Hâtûn'ı ve
Göñli yimişi Uruz oğlını biz esîr itmişüz…
Çoban!
Irağından yakınından berü gel-gil,
Baş endürgil, bağır basgıl,
Bize selâm virgil,
Seni öldürmeyelüm,
Şökli Melik'e iletelüm,
Saña beglük alı-virelüm!' didiler.
Çoban eydür (dedi):
'Herze-merze söyleme itüm kâfir!
İtümile bir yalakdan yuyundum içen azgun kâfir!
Altundağı alaca atuñ ne ögersin?
Ala başlu erkecümce gelmez baña!
Gönderüñi ne ögersün mel'ûn kâfir?
Degnegümce gelmez baña!
Oklaruñı ne ögersün itüm kâfir?
Ala kollu sapanumca gelmez baña!..' didi."(1)
Burada özünü İslâmî hükümlerinden alan; bir mü'minin kâfire şiddet ve sertlik göstermesi, onlara hiçbir zaman boyun eğmemesi, basit dünyevî bir makam ve iktidar için îmânını fedâ etmemesi gibi temalar ustalıkla işlenmiştir. Bu vurgunun Osmanlı te'lif metoduna yansıyan daha sonraki örneklerini birazdan, daha çok buradaki "it" benzetmesi etrâfında yoğunlaşan farklı rivâyetler ışığında kuvvetle hissedilir bir biçimde göreceğiz.
Konuşma dili ile yazı dili arasında fark gözetmeksizin içlerinden geldiği gibi yazan Osmanlı târihçileri, olaylardaki ilginç ayrıntıları tasvir ve benzetmelerle ustaca şekillendirmesini bilmiş; bunu yaparken de sâde ve yalın, fakat oldukça canlı ve vurgulu bir üslûpla, olayları sıkıcılıktan kurtaran zevkli ve akıcı bir anlatımla okuyucuyu bilgilendirmeyi hedeflemiştir.
Âşık Paşa-zâde'de rastladığımız önemli bir ayrıntı, bu benzetmelerin kuruluş devri Osmanlı coğrafyasındaki yer adlarına bile yansıdığını ortaya koyar. Yahşi Fakih rivâyetine göre, Kulacahisar fethinde gâzîler "Kalanoz didükleri kâfir"i tepeleyince, Osman Gâzî onlara bu kâfirin karnını deşmelerini ve "it" gibi bir yere eşip gömmelerini emretmişti:
"'Osmân Gâzî'ye haber virdiler kim, ol kâfir düşdi; 'Osmân Gâzî eydür: 'Ol itüñ karnuñı yaruñ, dahı it gibi bir yire eşüñ, gömüñ!' didi. Her ne kim didi, itdiler ve ol yirüñ adı şimdi 'İt-eşeni' kaldı."(2)
"Hüdâvendigâr Livâsı Tahrir Defterleri"nde, Ermenipazarı kazâsına bağlı mezra'alar arasında gerçekten de "İt-eşen mezra'ası" vardır.(3) Bu tahrir kaydı, Âşık Paşa-zâde'nin yukarıda verdiği bilginin doğruluğunun ve güvenilirliğinin açık bir kanıtıdır.
Cem Sultan'ın isteği üzerine yazılan "Saltûk-nâme"de, zaman zaman olayları karıştırıp Osman Gâzî'yi alâkasız mekânlara götüren Ebu'l-Hayr-ı Rûmî de, kâfir beyi "Şarman"ın esir alınışını anlatırken onu "it"e benzeterek aynı vurguyu yapar:
"Ol gelen leşker-i İslâm'uñ begi Er-tuğrul'uñ oğlı Alp 'Osmân Gâzî idi. Şarman'a karşu gelüp, ol ite bir gürz urdı, esîr idüp leşkerin sıdılar."(4)
Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde bu tür benzetmelerin daha sonraki örneklerine, daha çok Murâd Hüdâvendigâr ve seferlerinin tasvir edildiği metinlerde rastlanır. Bu dönemde yazılmış orijinal bir kaynak olan "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân" yazarının betimlemeler konusundaki gerçekçi yaklaşımı oldukça dikkat çekicidir. Bir görgü şâhidi olan müellif, çeşitli vesîlelerle pâdişâhın ve Osmanlı gâzîlerinin kâfirleri bir köpekten farksız gördüklerine işâret ederken; haçlıların Osmanlı tarafına hangi gözle baktıklarını da, Osmanlı askerini karşısında gören Sırp kralının kendi kendine hayıflanıp dövündüğü ânı tasvir ederken, Türk'ün güç ve kudretini temsil eden "kaplan", "arslan" ve "kurt" teşbihlerine, düşmanın bakış açısını yansıtan "yılan" benzetmesini de ekleyerek gösterir:
"Çün-ki Hünkâr Filibe ovasına müctemi' oldı, Lâz tekûrı anı işidüb, içine od düşüb eyitdi: "İy dirîğ! Kaplanı beliñledüb, arslanı uyarub, uyur yılanuñ kuyruğın basub, kurda taş atub belâyı başuma satun aldum! Ammâ kim son peşîmânluk ası itdügi yokdur. N'itmek gerek? Şimden-girü ölince çalışmadan gayrı çâre kalmadı!' diyüb kendü taht-ı hükûmetinde olan kâfirleri mümkin oldukça cem' itdükden soñra…"(5)
Bu teşbihi kullanmak "Gazavâ-nâme" müellifi için hiç de yadırganacak bir iş değildi; çünkü o bu satırları yazarken, Türk tarafına kin kusan bu kâfirin kendisini aynada görmekten başka bir şey yapmadığından son derece emindi.
"Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân" yazarı yine kendi gözlemlerine dayanarak, Kosova Savaşı öncesinde Gâzî Hüdâvendigâr'ın, huzûruna gelip haçlı askerinin çokluğuyla övünen Lazar'ın elçisine "cehennem iti" diye hitap ettiğini bize bildirmektedir:
"[Elçi] gayret idüb, öñiñ devşürüb eyitdi: 'İy şâh! Eğerçi baña bu vech-ile leşker arz itdüñ, ammâ bizüm leşkeri-müz on sizüñ leşkerüñüzce vardur. Evvel biş-yüz biñ müsellâh, geyimlü ve geçimlü gök demürden erimüz vardur, her bir erimüz biñ Türk'e tıpdur!' didi. Hünkâr hemân ilçiye gazab idüb eyitdi: "İy nahs (uğursuz) mel'un, cehennem iti pelid! Eger cihânuñ leşkeri dahı sizüñle olursa, AllÀh 'inâyetiyle, Muhammed mu'cizâtıyle cümlesinüñ kanını toprağa karub, anları karga gibi ayıklayub, biñini bir kezden kırub kendünüñ başın keserem!' diyüb, ilçiyi kovub gönderüb leşkeri yine kondurdılar."(6)
Buradaki "karga" benzetmesi, kâfirlerin çirkinliğine ve acziyetine yapılmış bir atıftır.
Fâtih devri müverrihlerinden Enverî de "Düstûr-nâme"sinin Osmanlı Târihi kısmında, Gâzî Hüdâvendigâr'ı şehîd eden Miloş'un gâzîler tarafından parça parça edildiği ânı tasvir ederken, Sultân'ın ölümüne neden olan bu kâfiri köpeğe benzetmekten kendini alamaz:
"Üşürürler aña tîğ ile nacak
Kimisi harbe urur kimi bıçak
Pâre pâre kılmayınca ol iti
Şâh kurtulmadı gitdi tâkati…"(7)
Dinsiz kâfirleri betimlemede kullanılan "it" teşbîhinin bir başka örneği de Fâtih'in şu mısrâlarında karşımıza çıkar:
"Yâr içün ağyâr ile merdâne ceng itsem gerek
İt gibi murdâr rakîb ölmezse Yâr elden gider."(8)
Fâtih Sultan Mehmed bu dizelerinde, Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah ile hiçbir dostluğu kalmaz."(9) Âyet-i kerîme'sine atıfta bulunmuş; Allah'ın dostluğunu ve sevgisini kazanmanın ancak, O'nun murdar düşmanlarına muhâlefet etmekle mümkün olacağını ortaya koymuştur.
Osmanlılar'ın din ve devlet düşmanı kâfirleri aşağılamada kullandıkları tahkir ifâdeleri bütünüyle ele alınmak istenseydi, herhâlde büyük bir cilt yazmak gerekirdi. Yukarıda daha çok "it" benzetmesiyle karşımıza çıkan bu tür teşbihlerin, farklı durum ve olaylar karşısında daha değişik benzetmelerle de şekillendiği dikkati çekmektedir.
Kâfirleri insan kapsamında görmeyen Osmanlı müverrihi, kimi zaman üzerine sayısız oklar saplanmış bir kâfiri, esprili ve küçümseyici bir yaklaşımla "kirpi"ye benzeterek onunla alay ediyor; kimi zaman da kendince çok karizmatik geçinen, kelli-felli görüntüsüyle ele giren bir "kral"ı "kafese girmiş kuzgun"a benzeterek açıkça tahkir ediyordu.
Nitekim "Saltûk-nâme"sinde Saltuk Baba'yı Tatarlar'la savaş hâlinde gösteren Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, gâzîlerin Gürcü Hân'ı ok yağmuruna tuttuklarını belirttikten sonra, binlerce ok yiyen kâfiri o hâliyle "kirpi"ye benzeterek ustaca bir teşbihte bulunmuştu:
"Pes Server emr eyledi kim; hisâruñ ulu kulle kapusı üstinde burcuñ ol çâk kemerine ayağından başı aşağa Gürcük Hân'ı asa-kodılar. Bu Tatarlar anı görüp târ-mâr oldılar, kaçdılar, mâl-u rızk yabana saçdılar, tağıldılar. Pes, gâzîler anları yağmaladılar, talan idüp geldiler, andan Server ilerü gelüp kapu öñinde turup, tîr-keşinden üç dâne ok çıkardı, Gürcük Hân'a urdı; her gâzî başlu başına üçer ok urdılar, kirpiye döndi!.. Anlarla anda asılu kodılar, cân ber-cehenneme ısmarladı."(10)
Rûmî'nin bu teşbihi, Osmanlı müverrihlerinin betimledeki mahâretinin çarpıcı bir örneğidir.
Asrın müverrihlerinden Âşık Paşa-zâde de Fâtih'in Bosna seferini anlatırken, daha önce Osmanlı Sultânı'na lâf vurup kafa tutmaya kalkışan kralın, köşeye kıstırılınca "kafese girmiş kuzgun"a döndüğünü söyler:
"Kıral hod pâdişâhuñ evsâfını sorub bilüb durur idi, kendü hod hisârda kafese girmiş kuzguna dönmiş idi."(11)
Tasvir konusunda oldukça yetenekli olan Osmanlı müverrihlerinin bu becerisinin en ilginç örneklerinden birisi de XVI. yüzyıl Osmanlı müverrihlerinden Behiştî Çelebi'nin eserinde karşımıza çıkar. Kosova Savaşı'nın sonunda "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân"ı tâkip eden müellif, ölüler içinde yaralı hâlde yatan Miloş'un Sultan Murâd'ı zehirli hançeriyle şehîd edişini, canı çıkmak üzre olan zehirli bir yılanın karşısındakini sokmak istemesine benzeterek şöyle demiştir:
"Ol mel'ûn-ı bî-dîn-i pür-kîn (kin dolu dinsiz mel'ûn) müskirât-ı mevtle muztarib mâr-ı ser-girifte (ölüm sarhoşluğu ile kıvranan başı ele girmiş bir yılan) gibi bî-cân-u galtân yirden kalkub: "Müsülmân oluram!" diyu rûy-ı pây-bûs-ı Sultân'a müteveccih oldı. Çâvuşlar çendân-ki men'e ikdâm-u ilzâm eyledilerse vakt-ı imkân olmadı, zîrâ Pâdişâh: 'Müsülmân olmak ister, incitmeñ!' diyu terahhum idüb mâni'leri men' kıldı. Gelicek, ol bî-dîn-i la'în mübârek rikâbın öper gibi olub, hançer-i zehr-âb-gûnle hemîn mübârek şikemine zahm urub Sultân-ı şühedâyı marîz gibi şehîd eyledi"(12)
Osmanlılar'ın din ve devlet düşmanı kâfirlere bakış açısını yansıtan bu betimlemeler, "Osmanlı" imajını günümüzde siyâsî, dînî ve ideolojik pek çok alanda kendileriyle özdeşleştirmeye çalışan kimi fert ve toplulukların bakış açılarıyla karşılaştırıldığında üzerlerinde çok eğreti durmaktadır. Osmanlılar'ın "zımmî"lere tanıdığı hak ve hürriyetleri ön plâna çıkarıp, bunları kendi icraatlarıyla aynı kalıba sokmaya çalışan kişi ve çevrelerin bu konuda Osmanlı ile bağdaştırılmaları imkânsızdır. İllâ târihî bir kıyas ortaya konulacaksa, teşbih bakımından bu tür kimselere, "Osmanlı"dan ziyâde "Karamanoğlu" benzetmesi daha çok yakışık almaktadır.
(1) Krş. "Kitâb-ı Dede Korkûd: Hikâyet-i Oğûz-nâme'-i Kazân Beg ve Gayrı", Vat. Turco, nr.: 102, vr. 85a-85b.
(2) Âşık Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 96. H. N. Atsız neşri, bas.: Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1949.
(3) Krş. Ö. L. Barkan - E. Meriçli, "Hüdâvendigâr Livâsı Tahrir Defterleri", c. 1, s. 21. TTK yayını, Ankara, 1988.
(4) Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltûk-nâme", TSMK, Hazîne, nr.: 1612, vr. 515b.
(5) Krş. "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân" / Mehmed Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 1, s. 260, haz.: F. R. Unat - M. A. Köymen, bas.: TTK, Ankara, 1949.
(6) "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân bin 'Osmân Hân" / Neşrî, a.g.e., c. 1, s. 268-270.
(7) Enverî, "Düstûr-nâme'-i Enverî", s. 87, nşr.: M. Halil Yınanç, İstanbul, 1928.
(8) İskender Pala, "Dîvân Şiiri Antolojisi / Dîvânü'd-Devâvîn", s. 231, İstanbul, 1995.
(9) Kur'ân-ı Kerîm, Âl-i İmrân (3): 28.
(10) Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, a.g.e., vr. 547b-548a.
(11) Âşık Paşa-zâde, a.g.e., s. 212.
(12) "Behiştî Târîhi"nin III. cildine âit olan bu parça, Süleymâniye Ktp. Es'ad Efendi kısmı, nr.: 2410'daki "Târîh-i Lârî Tercemesi"nin sonundaki boş varaklardan birine (283b) kaydedilmiştir.