Muhterem Okuyucularımız;
Kelime olarak: "Doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek" mânâlarına gelen hidayet, "Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir." İnsanlara dünya ve ahiret saâdetini sağlayacak yolu gösterme mânâsında da kullanılır. Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur." (A'râf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb'lerinden gelen Hakk'a uydular." (Muhammed: 3)
Onların bâtıla uymaları, bâtılı Hakk'a tercih etmelerindendir.
Âyet-i kerime'de geçen "Hakk" kelimesinin değişik mânâları vardır:
Hakk, Allah-u Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisidir. Gerçekte var olan, varlığı hiç değişmeden duran, ulûhiyeti fiilen tahakkuk eden O'dur. Her şeyi hikmetinin gereğine uygun olarak O yaratır.
Allah-u Teâlâ'nın zâtı hak olduğu gibi, O'ndan gelen ve O'na rücû eden her şey de haktır.
Olması gereken vakitte gerektiği gibi bulunan söz ve hareket de haktır.
Hakk ehli Hakk'a teslimdir, Murad-ı ilâhi'yi seyreder...
Bâtıl ise, bütün bu mânâlarda hakkın zıddıdır. İman haktır, çünkü Allah-u Teâlâ'nın buyruğudur. Küfür bâtıldır, çünkü Allah-u Teâlâ yasaklamıştır.
Hakk'a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Eskiden âlim çoktu. Herbiri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
"De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu." (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhar olan gerçek âlimlerdir.
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Hakk ve hakikate çağırıp, bâtılı, bâtıl yolların iç yüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya uzaklaştırmaya çalışarak, iman ehlinin, sahtelere uyup dalâlet batağına batmamaları için caba sarfederler.
Dalâlet; "Kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak" gibi mânâlara gelmekle beraber asıl mânâsı:
"Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak"tır. "Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen neticeye götürmeyen bir yola girmek." veya: "İstenen her türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak." mânâlarına da gelir.
Hidayetin zıddı dalâlettir. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
Kur'an-ı kerim'de hak ve hakikatin dışında kalan her şey dalâlet olarak vasıflandırılmakta; uzak, açık ve büyük dalâlet çeşitleri beyan edilmektedir.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. İnsanları Allah'ın yolundan alıkoyarlar, Allah'ın yolunu eğriltmeye çalışırlar. İşte onlar uzak bir dalâlet içindedirler." (İbrahim: 3)
Doğru yoldan o kadar uzağa sapmışlardır ki, ona yanaşmak, kurtuluşa ermek imkânları kalmamıştır.
"Gerçeğin dışında sadece dalâlet vardır." (Yunus: 32)
Öyle bir dalâlet ki, akıllı olan hiç kimse onu tercih etmez.
Hakk ve hakikati tercih edip bu yolda yürüyen gerçek iman ehli olduğu gibi bâtıl ve dalâlet yolunda iman ehli gibi gözüküp bu zanla yürüyenlerde mevcut olup şeytanın yapamayacağını bu hakikat ehli maskesi altında yaparlar ve imanları yok etmeye, gerçek hakikat ehlini de kendi etraflarının çoğalması, yaptıkları yanlışlıkların ortaya çıkmaması için ellerinden geldiği kadarıyla yok etmeye, karalamaya, iftiralar atmaya çalışırlar. Fakat iman ehli her zaman için Allah-u Teâlâ'nın destiği ve yardımıyla muzaffer olmaya devam edecektir.
Şu Âyet-i kerime iman ehlinin imanını artırdığı gibi, bâtıl ve dalâlet ehlinin de her ne tuzak kurarsa kursanlar hiçbir surette gerçek iman ehline hiçbir şey yapamayacaklarının bir garantisi ve İlâhi yardımın, İlâhi desteğin bir tecellisidir:
"Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır." (Saff: 8)
Hakk ile bâtıl, hakikat ile dalâlet ayırımı Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında izâh edilerek açıklanmış, iman ile küfür berzahı net olarak ortaya konularak Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattır. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk'ın boyasına boyanmışlardır.
Mukallid ise, kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır.
Birisi Hakk'ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.
Bir yol ki Hakk'tan kula gider, o yolda saâdetler vardır.
Bir yol ki kuldan Hakk'a gider, bütün felâketler o yoldadır.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb'lerinden gelen Hakk'a uydular." (Muhammed:3)
Onların bâtıla uymaları, bâtılı Hakk'a tercih etmelerindendir.
Âyet-i kerime'de geçen "Hakk" kelimesinin değişik mânâları vardır:
Hakk, Allah-u Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisidir. Gerçekte var olan, varlığı hiç değişmeden duran, ulûhiyeti fiilen tahakkuk eden O'dur. Her şeyi hikmetinin gereğine uygun olarak O yaratır.
Allah-u Teâlâ'nın zâtı hak olduğu gibi, O'ndan gelen ve O'na rücû eden her şey de haktır.
Kur'an-ı kerim'in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak mefhumu, Allah-u Teâlâ'dan başka Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e de nispet edilmektedir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin." (Bakara:119)
Olması gereken vakitte gerektiği gibi bulunan söz ve hareket de haktır.
Hakk ve hakikat değişmez bir esastır ve Hakk'a dayanır. Yer ve gökler hak esası üzerine kaimdirler. Bunun içindir ki, Hakk'a bağlı olan herkes ve her şey de hak esası üzerine kaimdirler.
Hakk ehli Hakk'a teslimdir, Murad-ı ilâhi'yi seyreder...
Bâtıl ise, bütün bu mânâlarda hakkın zıddıdır. İman haktır, çünkü Allah-u Teâlâ'nın buyruğudur. Küfür bâtıldır, çünkü Allah-u Teâlâ yasaklamıştır.
Hakk'a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapıtmıştır.
"Allah insanlara misallerini işte böyle anlatır." (Muhammed:3)
Allah-u Teâlâ her iki zümrenin durumunu bir berzah olarak apaçık beyan ediyor ki, insanlar ibret ve öğüt alsınlar.
Kelime olarak: "Doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek" mânâlarına gelen hidayet, "Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir." İnsanlara dünya ve ahiret saâdetini sağlayacak yolu gösterme mânâsında da kullanılır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur." (A'râf:178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Semud kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü hidayete tercih ettiler." (Fussilet:17)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Allah-u Teâlâ azim nispetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." buyuruluyor. (Ankebût:69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra, nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nur olur.
Cenâb-ı Hakk'ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir." (Bakara:120)
Hidayetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi, azmi ve kararlılığı gelmektedir. Hidayete ermek için gösterilen yoldan gitmeyi istemek ve o yola yönelmek gerekir. Eğer bir kul bu tavrı göstermezse Allah-u Teâlâ ceza olarak onu saptırır ve hidayetten mahrum bırakır.
•
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
"Size benden bir hidayet geldiği zaman." (Bakara:38)
Allah-u Teâlâ bir kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse Hakk'a tekarrüb edemez. Bütün kalpler O'nun kudret elindedir. Dünya saâdetine, âhiret selâmetine ancak O'ndan gelen hidayet sayesinde erişilir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir." (Âl-i imrân:73)
Onunla dilediğini hidayete eriştirir. Allah-u Teâlâ'nın hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz. O'nun dalâlete düşürdüğünü kimse hidayete erdirip doğru yola iletemez. Allah-u Teâlâ'nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır.
Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğuna göre İbrahim Aleyhisselâm:
"Ben Rabb'ime gideceğim, O beni doğru yola iletecek." buyurmuştur. (Sâffât:99)
Bu beyanı ile herşeyden arınıp tam bir hulûs ve teslimiyetle Allah-u Teâlâ'ya yöneldiğini, kendisine yol gösterenin O olduğunu belirtmiştir.
Hidayet insanda fıtrîdir, yaratılışında vardır. Kul iradesini imana sarfettikçe, hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe, Allah-u Teâlâ'nın hidayeti de artar durur. İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ bir kulunu irşad için ileriye sürmüşse; evvelâ onun tüm varlığını alır, kendi lütuf varlığını koyar, sonra onu vazifedâr yapar, lütfu ile destekler. Ona dilediği kadar ilimler öğretir, onun muallimi Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'de:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." buyuruluyor. (Mücâdele:22)
Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk'tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk'tan geldiler, Hakk ile Hakk'a giderler, Hakk'a vuslat ederler.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"İman edip sâlih ameller yapanların (duâlarını) kabul eder, lütfundan onlara fazlasını verir." (Şûrâ:26)
Kat kat sevaplara, mükâfatlara erdirir. Onları hiç hatırlarına gelmeyen nimetlere kavuşturur.
•
Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ'nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattir. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk'ın boyasına boyanmışlardır.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf:181)
Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk'ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.
Bir yol ki Hakk'tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk'a gider, bütün felâketler o yoldadır.
Kalplerine iman yerleşmiş olan hakiki müminlerdir ki, ancak onlar Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini tasdik ederler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman derhâl secdeye kapanırlar. Büyüklük taslamadan Rabb'lerini hamd ile tesbih ederler." (Secde:15)
Kendi ibadet ve taatlerini de ihlâs ve sadâkatle yaparak, bundan dolayı gurura kapılmazlar.
"Ve kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar." (Furkân:73)
Âyet-i kerime'ler ve onlardaki derin mânâlar onları derinden etkileyerek harekete geçirir. Kendilerine emredileni yaparlar, nehyedilenden kaçınırlar.
"Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır." (Enfâl:2)
Bilgi ve ibadet delilleri arttıkça, iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar.
"Rabb'lerinden korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir." (Zümer:23)
Çünkü Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'nın azap ve ikabından haber vermektedir. Rabb'lerinin rızasından mahrum olmaktan ve azabından korktukları, Kelâm-ı kadim'ine saygı gösterdikleri için müminleri bir korku sarar ve kendilerini bir ürperme alır.
"Sonra hem derileri, hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer:23)
Hemen Hazret-i Allah'ı hatırlarlar, boyun bükerler, zikirle fikirle meşgul olurlar ve bu suretle nurlanırlar, hayatlarına nizam ve intizam vermeye çalışırlar.
"Bu kitap, Allah'ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz." (Zümer:23)
O halde Allah-u Teâlâ'nın hidayetini dilediği kimsenin alâmeti Âyet-i kerime'leri kendisine okunduğu zaman derisinin ürpermesi, sonra da yumuşamasıdır.
"De ki: 'Onu Ruh'ül-kudüs (Cebrâil)' Rabb'inden sana hak olarak indirdi ki, iman edenlere sebat versin, müslümanlar için bir hidayet ve müjde olsun."(Nahl:102)
Çünkü müminler gönülden Allah-u Teâlâ'ya bağlıdırlar. Bu Kitab-ı kerim'in O'nun katından geldiğini yalnız onlar anlarlar, bu hususta hiçbir şüphe taşımazlar.
Kur'an-ı kerim bir taraftan müminlere sebat verirken, diğer taraftan da onları doğru yola iletmekte ve müjdeler vermektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyurmaktadır. (Mâide:48)
Âyet-i kerime'de geçen "Minhâc"ın mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre, şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.
Bu münevver yol sebebiyle yüzbinlerce evliyâullah yetişti, Hakk'a vâsıl oldular ve Âyet-i kerime'lerdeki bu lütf-u ihsana ve iltifât-ı ilâhîye nâil oldular.
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân:68)
Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerif'e göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ'yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu alâmetleri dikkati çeker.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih:29)
Âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ'ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif'in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus:62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kazanmıştır, dost olarak yalnız O'nu bilirler, dünyaya iltifat etmezler, ahirete rağbet etmezler. Allah-u Teâlâ da sevdiğinden ötürü onları korkutmaz, onları mahzun bırakmaz, onları üzmez.
Çünkü onlar dünyada Allah-u Teâlâ'dan korktular ve ahkâm-ı ilâhî mucibince iş ve harekette bulundular.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus:63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
Kemâl-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ettiler. Allah'tan başka bir şey de sevmediler.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus:64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde;
"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i ilâhî'ye sabah ve akşam nazar ederler." buyurmuşlardır. (Tirmizî:2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:
"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâmet:22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus:64)
Verdiği söz mutlaka yerine gelir.
"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus:64)
Evliyaullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Allah-u Teâlâ onları zâtına yaklaştırmış, Hakk'a tekarrüb etmişler, O'nun dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmışlar, muhsinler vasfını almışlardır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl:128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır. Bu, hususi bir beraberliğin ifadesidir.
"Allah dilediği kulunu Zât'ına seçer." (Şûrâ:13)
Bir Hadis-i şerif'te Allah-u Teâlâ'nın bu kullarını şöyle beyan ettiği haber verilmektedir:
"Allah-u Teâlâ ve melekleri, semâvât ehli, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, insanlara hayrı öğretene mağfiret duâsında bulunurlar." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'e şöyle bir dikkat edin. Allah-u Teâlâ; meleklerine, bütün semâvât ehline, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar bütün arz ehline bunları duyurmuştur. Fakat insan onlardan ne kadar gafil? İşte Hadis-i şerif! Her şey onu tanır ve onun için mağfiret duâsında bulunurlar.
Allah-u Teâlâ onları sevdiğinden ötürü "Ebrar" haline koymuş ve bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Tasavvur buyurun Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var.
Bunun temsilini arzedelim:
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Allah-u Teâlâ diğer bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim.
Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir.
Gören gözü olurum, o benimle görür.
Eli olurum, o benimle dokunur.
Ayağı olurum, o benimle yürür.
(Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.)
Ne dilerse onu yerine getiririm.
Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrid-i sarîh:2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benimdir, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz." buyuruyor.
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.
Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki, ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temimoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce:1443, 1444)
Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.
Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:1186)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara; "Ne kadar sâdık!" denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik'ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: "Bu benim sâdık kulumdur." der, onun her işini halleder.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf:196)
Âyet-i kerime'si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
Onlar O'nu bilirler, O'ndan gayrısını bilmezler.
Onlar;
"Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (Bakara:107)
Âyet-i kerime'sine gönülden inanmışlardır.
"Allah dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i imrân:I3)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd:29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurur.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml:59)
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm:83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ:75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:
"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf:101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah'a yakın olan, feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da çok mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ:64)
Onlar O'nun has kullarıdır, onları dünyada gönül cennetinde yaşatıyor. Hem içten hem dıştan en güzel hayatı onlara bahşetmiştir. Onlar en güzelini tercih ettikleri için en güzelini onlara vermiştir. Onların tercih ettiği Hazret-i Allah'tır, Hazret-i Allah'ın da tercih ettiği bunlardır. Daha doğrusu onları kendisi için yaratmıştır. O kulunu sevmiş, seçmiş, kendisine çekmiştir. Kendisine muhabbet etmesi için de muhabbet vermiştir. Başka bir şeyle meşgul olmasını, başka bir arzu beslemesini katiyyen istemez.
Bir taraftan Allah-u Teâlâ'nın Resulullah Aleyhisselâm'a indirdiğine bütün kalbiyle bağlıdır. Diğer taraftan Allah-u Teâlâ ona ilham eder, o ilham ettiğine de vâkıftır. Bu tâbilikle ve bu ilhamla, aldığı kuvvetle yürür. Yani bir taraftan küllî şekilde Allah-u Teâlâ'nın emirlerine, ilâhî hükümlere tâbidir; ikinci olarak da Allah-u Teâlâ ona ilham ettiği zaman, o ilhamla görür ve o destekle yürür. Allah-u Teâlâ onu kimseye vermez. Ahkâm-ı ilâhîye tâbi olmak başka; ilhamla, O'nun hükmü ile yürümek başka.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi." (Alâk:5)
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbât-ı Geylânî" adlı eserinin "5. Mektub"unda şöyle buyuruyor:
"İlhamın ne olduğu, vahyin ne mânâ taşıdığı onun bildiği şeydir.
Çünkü:
"O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti." (Necm:10)
Âyet-i kerime'sindeki mânâ ona öğretilmiştir."
Hazret-i Allah'ın ifna edip kendi varlığı ile var ettiği kimse ise hep Allah'tan konuşur. Kendisi yok ki kendisinden konuşsun. Vücud aradan kalkınca, O'nunla karşı karşıya kalıyor. O'nunla oluyor, O'ndan alıyor, O'ndan veriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Nitekim o zâhirde tâbi olduğu hükmü batında Allah'tan alır." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh:45)
Evet... Çünkü ona başka öğretecek yok ki. Risalet ve nübüvvet sona erdi, bir daha peygamberlik gelecek değil. Cebrâil Aleyhisselâm da emirsiz inmez. Ona ancak Rabb'i öğretecek. O da bu bilgiye muhtaç olduğu için Allah-u Teâlâ o kaynaktan ona da veriyor. Çünkü onun için o bilgiler zaruridir, o bilgilerle ancak bu esrarı açacak. Allah-u Teâlâ duyurmadıkça başka türlü bilinmez. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ olmuş oluyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara:282)
İşte Allah-u Teâlâ'nın talebesi bunlardır. Hepsinin bir talebesi vardır, bunlar da Allah-u Teâlâ'nın talebesidir. Çünkü onu huzuruna alıyor, yüzü ile yöneliyor, dilediğini akıtıyor, konuşuyor, görüşüyor ve bildiriyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." buyuruyor. (Kehf:65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır.
Güneşi gören; ay'ı, yıldızı, nuru ve nârı çok iyi farkeder. Güneşi görmeyen güneşi tanıyamaz. Onun ziyası gözleri kamaştırır. O tahsili görmemiştir, o tecelliyata mazhar olmamıştır.
Ay'ı gören; yıldızı, nuru ve nârı bilir.
Yıldızı gören; nur ile nârı tefrik eder.
Nuru da göremeyen karanlıkta kalmıştır.
Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O'nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur. Seyr-ü sülükte olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir.
Allah-u Teâlâ âlemlerde tasarruf ettirdiği kimselere dilediğini duyurur, o da dünya âlemindeki mutasarrıflara bu hakikatleri duyurur. Çünkü onların Allah-u Teâlã ile o nispette yakınlığı yoktur. Onlar emirle, o tasarrufla.
O her an Hazret-i Allah iledir. Kendisi istemediği halde emir tahtında döndürülmüştür. İnsanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür. Görünüşte halk ile, fakat bâtını Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın emriyle tasarruf eder. Fâil-i mutlak'ın fiillerini görür, bir yaprağın tutunduğu kadar bile tutunacak varlığı yoktur. Bir çöp kadar kıymeti olmadığını bilir, kendisini bir resimden hiç farkedemez. Çünkü Fâil-i mutlak o resimde tecelli ediyor. O orada yok. Ondaki irade de idare de Hakk'ın iradesi ve idaresidir. Fakat bu bilinmediği için herkes resmi görür.
Muhyiddin İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh:45)
O koyacak, O lütfedecek, O idare edecek, bu işler olacak. Mahlûkatın hiçbir hükmü yok. Zaten Fenâfillah'a çıkmış bir kimse fâni olmuş demektir. Artık onda bir şey aramak yersizdir. O fâni olmuş, Hakk onda tecelli etmiş.
Demek ki Hazret-i Allah sevmiş, seçmiş, koymuş. Bunlar hep murad-ı ilâhi. Kudret ve azametini, lütuf ve tecelliyatını kullarına göstermek için. Mahlûka ait işler değil.
Bunlar vergiden ibarettir. Mahlûk bomboştur. Meselâ arı kovanda bal yapar. Ama kovan bal yapmaz, arı bal yapar. Bunu unutmayın.
İşte Allah-u Teâlâ bu sevgili kullarını bu lütfa mazhar etmiştir.
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yusuf:56)
Gerçekten bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saadetine eriştirmiştir.
"Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer:55)
Bir düşünün! Allah-u Teâlâ onları huzuruna aldı. O kehribarın tozu olduğu için sıddıkiyet makamına kadar çıkardı.
Bu makama gelenler huzur-u ilâhi'ye alınır. Yüzünün maskesini, vücud elbisesini atar, hiç olur. Aklı da vücudu da kül olur. Var olan husule gelir. Kudsî ruh baki kalır.
Sevgi, muhabbet işi bu, çalışma işi değil yani. O zamanında koymuş ama güna gün perdeyi açıyor öyle meydana çıkıyor.
Bütün bu iyilikler O'ndan geldi ama birisine koydu. Ama o birisi maske oldu. Bütün o güzellikler O'nun ve O koydu. Ama o maskeye koydu. O maskeye O'ndan itibar oluyor.
İnsan-ı kâmil niçin bu kadar sevilir? Veya niçin bu kadar uğraşılır? Onda bir "Dûr-i Yekta" var. Dost ona onun için aşık, düşman ona onun için düşman.
O sevmiş koymuş. "Ben sevdim, koydum siz de itibar edin!" diyor. "Alırsınız!" diyor. Şu halde seven alabiliyor, sevmeyen alamıyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashab-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk'ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele:22)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd:112)
Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB'İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)" (Hûd:118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime'nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
"ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb'inin: 'Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!' sözü tamamen yerine gelmiştir." (Hûd:119)
Onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesad zamanında tamamen belli olacaktır.