Kureyşliler Resulullah Aleyhisselâm ve müslümanlar üzerindeki zulüm ve baskılarını kat kat artırdılar. Bunun üzerine yanına evlâtlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh-i alarak Mekke devrinin onuncu yılında Şevval ayında, Mekke'ye iki günlük mesafe olan Tâif şehrine gitti. İslâmiyet'i oralarda yaymayı düşünüyordu.
Tâiflilerle Mekke halkının büyük dedeleri Mudar olduğu için bir sülâleden idiler. Fakat aralarında rekabet vardı. Bu rekabet Resulullah Aleyhisselâm'a ümit veriyordu.
Tâif, bağlık bahçelik bir yerdi. Orada bulunan Sakîf kabilesi putlara tapıyorlardı. Onları İslâm'a çağırmak ölüme gitmek demekti. Fakat o tebliğ görevini yerine getirmek istiyordu. Tâif'de on gün kaldı, oranın ileri gelen eşrâfını çağırtarak onlarla konuştu. Kendisinin Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu arzederek Allah'a imana dâvet etti. Fakat hiçbiri müslüman olmadıkları gibi, kaba ve ters sözlerle teklifi reddettiler. Gençlerin müslüman olmalarından korktular. "Allah peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?" dediler. "Kavmin senden nefret etti, onlar sözlerini kabul etmeyince bize geldin. Vallahi biz de kavmin gibi senden kaçınır, seni reddederiz!" dediler. "Memleketimizden çık git, nereye gidersen git!" dediler. En çirkin bir red ile ilâhî dâveti reddettiler.
Alay etmekle başladılar, işi çirkin hakaretlere kadar vardırdılar. Onu Tâif'ten çıkarmaya mecbur etmekle kalmadılar, içlerinden bir takım ipsiz, ayak takımından kimseleri kışkırtıp musallat ettiler. Onlar da yolun iki yanına sıralanıp taş ve sopalarla saldırdılar. Bağırıp çağırıyorlar, küfürler yağdırıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm'ın mübarek ayakları ve topukları kan içinde kalmıştı. Dermansız düşüp oturdukça zorla kaldırıp yürüttüler, taşlamaya devam ederek gülüşüp eğlendiler. Evlatlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh- de kendisini korumak için çaresizlik içinde vücudunu ona siper ediyordu. Onun da başı yarılmış, ayaklarından kanlar akıyordu.
Resulullah Aleyhisselâm nihayet yorgun ve bitkin bir halde Rebiâ'nın oğulları Utbe ve Şeybe'nin yol üstündeki bağına sığınarak tâkiplerinden kurtuldu. Onlar da çekip gittiler.
Üzgün ve bitkin bir halde bir asmanın gölgesinde biraz dinlenip sükûnet bulduktan sonra ellerini semâya kaldırdı, şöyle ilticâ ve niyazda bulundu:
"Ey Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halkın nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçârelerin Rabb'i sensin, benim Rabb'im sensin. Sen beni kötü huylu yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabamdan bir dosta bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ey Allah'ım! Senin gadabına uğramayayım da, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir.
Ey Allah'ım! Senin gadabına uğramaktan, rızândan mahrum kalmaktan, sana senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınıyorum.
Ey Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim.
Ey Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir."
Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Sakifliler'in yaptıklarını görmüşlerdi, ona revâ görülen bu kötü muameleye üzüldüler. Aradaki akrabalık ilişkisi, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'a karşı gayrete getirdi. Hıristiyan köleleri Addas ile bir salkım üzüm gönderdiler. Resulullah Aleyhisselâm, kendisine üzüm getiren köleye İslâmiyet'i anlatarak müslüman olmasını sağladı.
Daha sonraları buraya bir mescid yapılmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'de müşriklerin Resulullah Aleyhisselâm'ı kimvurduya getirip ortadan kaldırma plânlarından şu şekilde söz etmektedir:
"Hani o inkâr edenler, bir zamanlar seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl: 30)
Suikastler tertip ediyorlar, bir takım oyunlara girişiyorlardı. Hicret öncesinde ve Hicret sırasında Mekke'deki durum bu idi.
"Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu." (Enfâl: 30)
Allah-u Teâlâ tuzak kuranlara önce ümit verir, sonra da tuzaklarını boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir. Onlara, tuzak kurmaları ve tertibat almaları için müsaade etti, uğraştırdı, yordu. Bütün çabalarını etkisiz bıraktı. Resul'üne yardım edip, gizlice hicret etmesini sağladı.
Sonra yine onlara ümit verip Bedir'e kadar getirdi, müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da ümitlenip hemen saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler.
"Allah tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine karşı kurulan tuzakları, hile-i desiseleri bertaraf etti, kulunu selâmete çıkardı. Hiçbir kılına halel getirmeden dilediğini lütfetti.
Allah-u Teâlâ hadd-i zâtında hile ve tuzak kurmaktan münezzehdir. O'nun tuzağı Peygamber'ine ve müminlere kurulan tuzağı savuşturmak ve geçersiz kılmak içindir. Tuzak kuranların tuzağını önlemesinde müminlere hayır olduğu gibi, tuzak kuranlara haddini bildirmek, bazılarının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından o işi yapanlar için hayırdan başka birşey değildir. İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ "Hayrül-mâkirîn"dir.
Beni Mustalık seferinden dönüşte Medine'ye yakın bir yerde mola verilmişti. Gecenin bir kısmı orada geçirildi, daha sonra yola devam edildi.
Bu arada Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz def-i hacet için kafileden dışarı çıkıp biraz uzaklaşmıştı. Geri geldiğinde Yemen'in göz boncuğundan dizilmiş gerdanlığının koptuğunu ve düştüğünü farketti. Aramaya çıktığı sırada onun hevdeçte olduğu düşünülerek orduya hareket emri verilmişti. Konak yerine geri dönünce orada kimseyi bulamadı. Nasıl olsa aramak için dönerler diye düşünerek orada bekledi ve uyuyakaldı.
Safvan bin Muattal -radiyallahu anh- isminde bir zât ordunun ardından gelir, yolda bir şey düşmüşse onu alır sahibine iâde ederdi. Sabaha karşı konak yerine geldi. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'i görür görmez tanıdı ve: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhî râciûn." dedi. Başka bir şey söylemedi. Devesini çöktürdü. Bu ses üzerine uyanan Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz elbisesi ile yüzünü örttü, deveye bindi. Hızla oradan uzaklaştılar ve bir yerde konakladıkları bir sırada öğle sıcağında kafileye yetiştiler.
Durumu öğrenen münâfıkların reisi Abdullah bin Ubeyy: "Demek Peygamberinizin âilesi bir adamla gecelemiş." diyerek yaygara koparmaya başladı.
Allah-u Teâlâ onları bu hadise ile büyük bir imtihana tabi tuttu. Bazı müslümanlar münâfıkların çirkin iftiralarına âlet oldular. Bazıları ise hemen kendilerine geldiler, kalplerine danıştılar, bu haberin apaçık bir iftira olduğuna daha ilk anda karar verdiler.
Meselâ Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri ile hanımının ilk andaki tutumları ne kadar arza şâyandır:
Eve geldi ve hanımına: "Halkın Âişe -radiyallahu anhâ- hakkında söylediklerini duyuyor musun?" buyurdu. O da: "Evet, fakat bu yalandır." dedi ve akabinde: "Sen Safvan'ın yerinde olsaydın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mahremiyetine sû-i zanda bulunur muydun?" diye sordu. Ebu Eyyûb -radiyallahu anh- Hazretleri "Hayır!" cevabını verince hanımı şu sözü söyledi. "Ben Âişe -radiyallahu anhâ-nın yerinde olsaydım, vallahi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e hiyanet etmezdim. Âişe -radiyallahu anhâ- benden hayırlı, Safvan -radiyallahu anh- ise senden hayırlıdır."
Resulullah Aleyhisselâm ve Hazret-i Âişe -radiyal-lahu anhâ- Vâlidemiz'in ebeveyni dedikodular sebebiyle çok üzüldüler.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz dönüşte bir ay kadar hastalandığı için hadiseden haberi yoktu. Yirmi gün sonra tesadüfen haberi oldu, üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Ne gözünün yaşı diniyordu, ne de gözüne uyku giriyordu.
Bu ibtilâ ile ilgili olarak der ki:
"Yemin olsun ki ben o zaman suçsuz olduğumu biliyordum ve Allah'ın benim suçsuzluğumu teyit edeceğine inanıyordum. Fakat kesinlikle Allah'ın benim hakkımda bir vahiy indireceğini, bunun (kıyamete kadar) okunacağını hiç aklımdan geçirmezdim. Ben şahsımı ilgilendiren bir iş için Kur'an'da Allah tarafından dile getirilmekten kendimi çok uzak ve aşağı görüyordum. Şu kadar var ki Resulullah Aleyhisselâm'ın bir rüyâ göreceğini ve o rüyâ yoluyla Allah'ın beni isnatlardan uzak tutacağını ümit ediyordum.
Vallahi Resulullah Aleyhisselâm daha oturmuş olduğu yerden kalkmamış ve ev halkından hiç kimse dışarı çıkmamıştı ki ona vahiy geldi. Kendisini vahiy sırasında her zaman gelen hâlet istilâ etti. Vahyin ağırlığı üzerinden kalktığı zaman Resulullah Aleyhisselâm tebessüm içindeydi.
Bana ilk söylediği söz şu oldu:
'Yâ Âişe! Allah'a hamdet. Zira seni yapılan iftiradan uzak kıldı?'
Annem de bana:
'Kalk Resulullah Aleyhisselâm'a teşekkür et!' dedi.
Ben ise:
'Vallahi hayır! Ona teşekkür etmeyeceğim, sadece Allah'ıma hamdediyorum. Benim suçsuzluğumu Rabb'im vahiy buyurdu.' dedim." (Buhârî-Müslim-Tirmizî)
•
Allah-u Teâlâ Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz hakkında indirdiği Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurdu:
"Allah'ın size nimet ve rahmeti bulunmasa ve Allah tevbeleri kabul eden ve Hakîm olmasaydı suçlunun hemen cezâsını verirdi." (Nûr: 10)
"O uydurma haberi getirip ortaya atanlar, içinizden belirli bir zümredir. Siz, onu sizin için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için hayırdır. Onlardan her kişiye, kazandığı günah(ın cezası) vardır. Onlardan o yalanın en büyüğüne elebaşılık yapana da büyük bir azap vardır." (Nûr: 11)
"Onu işittiğiniz vakit erkek ve kadın müminlerin kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup: 'Bu apaçık bir iftiradır.' demeleri lâzım değil miydi?" (Nûr: 12)
"Buna karşılık dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki onlar bu şahitleri getiremediler, öyle ise onlar Allah katında yalancıların tâ kendileridir." (Nûr: 13)
"Eğer dünya ve ahirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu yaygaradan dolayı büyük bir azaba uğrardınız." (Nûr: 14)
"O zaman siz o iftirayı dillerinize dolamıştınız, bilmediğiniz şeyleri ağızlarınıza alıyordunuz. Mühim bir şey değil sanıyordunuz, amma Allah katında önemi çok büyüktü." (Nûr: 15)
"Onu duyduğunuz zaman: 'Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftiradır.' demeniz gerekmez miydi?" (Nûr: 16)
"Eğer siz mümin kimseler iseniz, böyle bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt veriyor." (Nûr: 17)
"Ve işte size âyetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nûr: 18)
"Müminler arasında hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir siz ise bilmezsiniz." (Nûr: 19)
"Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, Allah şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezânızı verirdi." (Nûr: 20)
Bu Âyet-i kerime'lerin nüzûlünden sonra hakikat ortaya çıktı ve münâfıklara uyup iftirayı tasrih edenlere de hadd-i şer'i tatbik edildi. İftirayı dilleriyle yaymakta en ileri giden Mıstah bin Üsâse -radiyallahu anh-, Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- ve Hamne bint-i Cahş -radiyallahu anhâ-ya seksener kamçı vuruldu. Vurulan bu haddler iftiracıların dünyadaki cezaları idi.
•
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- fakirliği ve akrabalığından dolayı Mıstah bin Üsâse -radiyallahu anh-e yardım ederdi. Hakkında şer'î ceza tatbik edildikten sonra ona hiçbir şekilde yardım etmemeye yemin etti.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"İçinizden fazilet ve servet sahibi olanlar akrabalarına, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeye yemin etmesinler. Kusurlarını affetsinler, aldırmasınlar. Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?
Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Nûr: 22)
Bu ilâhî beyanı duyan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-:
"Vallahi ben, Allah'ın beni bağışlamasını elbette isterim!" dedi ve Mıstah -radiyallahu anh-e daha önce yapmakta olduğu yardımı tekrar devam ettirdi. "Vallahi bu yardımı artık ondan hiçbir zaman kesmem!" buyurdu. (Buhârî - Müslim)