Kuruluştan XV. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı pâdişahları adına kaleme alınmış müstakil hiçbir kaynağa rastlanmamış olması; bu devirle ilgili bâzı noktaların karanlıkta kalmasına neden olmuş ve bu durumu fırsat olarak gören "târihçi" görünümündeki bâzı "tahrifçi"ler kendilerine, en basit ve kesin târihî gerçekleri bile siyâsî ve ideolojik hesaplar uğruna çarpıtacak uygun bir zemin bulmuştur.
Yaygın olarak XV. yüzyılda yazılan Osmanlı kaynaklarını, hiçbirini istisnâ etmeksizin o sonradan yazılmış birer hikâye kitabı, Osmanlı târih yazarlarını ise işleri güçleri oturduğu yerde masallar uydurmak olan birer yalancı durumuna düşürmeye kalkışan bu "tahrif" memurları, özünü İslâm kültür ve medeniyetinden alan, Türk milletinin ruh dinamizmini ayakta tutan en hassas noktaları kendilerine özellikle hedef seçerek, gerçek "târih"in üzerine eğreti birer "tahrif" kılıfı geçirmeye çalışmışlardır. Her biri farklı bir noktadan saldırsa da, hepsinin ağızlarında geveledikleri şey aslında aynıdır: Onlara göre -devrin en sağlam râvîlerine, hattâ bizzat görgü şâhidlerine dayansa bile- Osmanlı târihçisinin söylediği her şey peşînen yanlıştır; doğru olan, kendilerinin hiçbir delile dayanmadan ortaya attıkları gülünç iddiâlardır.
Neyse ki, "tahrifçi"lerin "yok" zannedip büyük bir iştahla saldırdıkları ve ipe-sapa gelmez kulplar taktıkları Osmanlı medeniyetinin bu döneme âit kaynakları yavaş yavaş gün yüzüne çıkmakta; "tahrifçi"lerin tüm yalanlarını yüzlerine vurarak asılsız iddiâlarını birer birer ortadan kaldırmaktadır.
Osmanlı te'lif geleneğinde pâdişâha atfen eser yazma geleneğinin kuruluş yıllarına kadar indiğinde şüphe yoktur. Elde somut bir kanıt yokmuş gibi gözükse de, karşımıza çıkan bâzı yeni eser ve tespitler, Osmanlı târihçiliğinin Selçuklu saray târihçiliğinden gelme köklü bir temele dayandığını ve XIV. yüzyılın başlarına kadar uzandığını açıkça ortaya koyar.
Yakın zamâna kadar, pâdişâha atfen eser yazma geleneğinin belki II. Murâd döneminde başladığını söyleyebilirdik. Gerçekten de bu devirde "Murâd-nâme" adını taşıyan çeşitli sahalarda yazılmış çok sayıda esere ve onun adına yazılmış manzum ve mensur iki müstakil "Gazavât-nâme"ye rastlanır. Ancak, bugün rahatlıkla söyleyebiliriz ki, pâdişahlar adına te'lif edilmiş eserlerin târihçesi çok daha eskilere, en geç Orhan Gâzî'nin ilk cülûs yıllarına kadar uzanmaktadır. Kısa bir süre önce müstakil iki nüshasına rastladığımız "Âşık Paşa Târîhi"nin ve yine aynı dönemde yazılmış olması gereken "'Osmân (Otmân) Târihî"nin varlığı bu husustaki tüm şüpheleri ortadan kaldırmaktadır.
Kuruluş devri kaynaklarının, târihle alâkalı olmasa bile, o dönemle ilgili târihî gerçekleri aydınlatmada önemli ölçüde rol oynadığı bir gerçektir. Bâzen hiç umulmayan bir kaynak, beklenmedik bir biçimde içinden çıkılması mümkün gözükmeyen bir meseleyi en ince ayrıntısına kadar aydınlatacak önemli deliller içerebilir. İşte bilinen yegâne nüshası Edirne Selimiye Kütüphânesi'nde bulunan ve Murâd Hüdâvendigâr adına yazılmış yegâne kaynak niteliğindeki "Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd" bunların en önemlilerinden birisidir.(1) "Cihâd'ın üstünlükleri hakkında gâzîlere armağan" mânâsına gelen eserin mukaddimesinde yer alan çarpıcı ifâdeler, bu devir Osmanlı târih kaynaklarında verilen bilgilere birebir uygun düşmekte, onlarda yer alan terminolojik ifâdelerin târihî gerçekliğini gözler önüne sermekte ve bir asrı aşkın süredir gündemden düşmeyen "gazâ" ve "gâzîlik"le ilgili bâzı iddiâları çağdaş bir kaynak olarak kesin bir biçimde çözümlemektedir.
Edirne Selimiye Kütüphanesi'nde bulunan "Tuhfetü'l-Guzât"ın, yukarıda belirttiğimiz üzre, bildiğimiz kadarıyla yurtiçi ve yurtdışı kütüphânelerinde başka bir nüshası yoktur. Elimizdeki yegâne nüshanın ise muhtemelen yarısından sonrası eksiktir, risâle hacmindeki eser mevcut şekliyle toplam 53 varaktan ibârettir. Unvan yaprağında Selçuklu te'lif tarzını yansıtacak bir biçimde, damla figürü içinde: "Bi-resm-i Hızânetü'l-mülk el-Muzafferü'l-Mansûrü'l-Mücâhid Hüzâvendigâr Murâd -sebbete'llâhu lehu'l-mülkü ve demmere a'dâhu bi'n-nevvâr ve's-nasâr" kaydı vardır.(2) Kitap tasnif edilirken buradaki "Muzafferü'l-Mansur" ifâdesinin müellif ismi olduğu zannedilerek, kütüphane kayıtlarına eserin müellifinin adı "Muzaffer el-Mansur" şeklinde kaydedilmiştir.
Mukaddimede kim olduğuna dâir en küçük bir ipucu dahî vermeyen müellif, yalnız eseri nasıl bir zamanda ve hangi gâye ile kaleme aldığına işâret ederek, risâleyi Gâzî Hüdâvendigâr "gazâ ve cihâddan nusret, zafer ve murâd ile mesned-i devletine ve serîr-i saltanatına döndüğü vakit, gazâ ve cihâdın fazîleti hakkında, bu murâdın tahsîli husûsunda kullara yardımcı olmak ve Cenâb-ı 'âlî'si ve meclis-i sâmîsine -belegahu'llâhu ilâ'l-emânî ve muzıllehû 'ale'l-kâsî ve'd-dânî- bir tuhfe (armağan) kılmak için" yazdığını belirtmekle yetinmiştir.(3)
Burada Sultan Murâd'ın hangi gazâdan "nusret, zafer ve murâd ile" döndüğü belli değildir. Ancak bu kısa cümle, Sultan Murâd ve gâzîlerinin gazâya düşkünlüğünü ve düşmanları karşısındaki üstünlüğünü, şiddetli gazâ arzusunun içlerinde vazgeçilmez bir murâda dönüştüğünü Gâzî Hüdâvendigâr'ı yakından tanıyan bir görgü şâhidinin dilinden te'yid etmektedir.
Murâd Hüdâvendigâr adına yazılıp da günümüze ulaşabilmiş yegâne eser olan "Tuhfetü'l-Guzât"ın mukaddimesi, Sultan Murâd henüz hayatta iken, onun emri ve direktifi doğrultusunda tasnif edilmiş bir eser olduğu için, hem devrin gazâ ve şehidlik anlayışını, hem de Sultan Murâd'ın gâzîliğe ve şehidliğe bakış açısını yansıtan önemli bir belge niteliğindedir.
Hamdeleden ve salât-ü selâmdan sonra eserin "Sebeb-i te'lif"ine geçen müellif, risâleyi kaleme alma gâyesini şöyle dile getirmiştir:
"Ve ba'd: O'nun -'aleyhi's-salâtü ve's-selâm-: 'İslâm garip olarak başladı ve tekrar garipliğe avdet edecektir. Öyle ki; yeryüzünün hiçbir zerresinde mü'min için emniyetli, miskin için mesken tutacak bir yer kalmaz.' kavli mûcebince, âhir zamânda İslâm'ın za'if düşeceği bu anlarda Allâh Sübhânehû ve Te'âlâ, kudretü'l-kâmile ve hikmetü'l-bâliğasıyle Hüzâvendigâr Murâd'ı; el-melikü'l-mücâhid, el-muzafferü'l-mansûr, hâmî-yi hümâ-yı ravzatü bezzetü'l-İslam ve's-suğûr, nâsır-ı elviyetü'l-Hakk ve'l-menârihî, kâsir-i şevketü'l-küfr ve muhmed-i nârihî, dârib-i serâdifü'l-emn ve'l-emâni 'alâ ehlü'l-îmân, bâsıtu'l-yedeyn bi'l-cûd ve'l-ihsân, mâlik-i memâlikü'd-dünyâ, mazhar-ı Kelimeti'llâhi'l- 'ulyâ', kâmi'-i farku'l-kefereti'l-fecere, râfi'-i ratbü'l-ittisâ'i'l-berere, mihrabu'l-li'n-nâsi ve'l-bese'e, mes'eletü ehli'l-ahvâ'-i ve'l-bede'a, musta'sıl-ı sâffeti erbâbü'l-mehâfet, nâsıb-ı râyât-ı ehli'r-râfet, meccâ'-i zulm-i zalem ve'l-'inâd, müsebbil-i sınûrü'l-'adl 'ale'l-'ibâd, mutahhar-ı vechi'l-'arz 'an densi'l-küfr ve'l-ilhâd, Sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn, gıyâsü'l-İslâm ve'l-müslimîn kıldı. …Gazâ ve cihâddan nusret, zafer ve murâd ile mesned-i devletine ve serîr-i saltanatına döndüğü vakit, gazâ ve cihâdın fazîleti hakkında, bu murâdın tahsîli husûsunda kullara yardımcı olmak ve Cenâb-ı 'âlî'si ve meclis-i sâmîsine -belegahu'llâhu ilâ'l-emânî ve muzıllehû 'ale'l-kâsî ve'd-dânî- bir tuhfe (armağan) kılmak için, tefsîri ile berâber 'Azîz Kitâb'ın nassından ve sahîh Nebevî hadîs'lerden kırk Âyet ve kırk Hadîs'i ve Nebî -'aleyhi efdalü's-salavât ve't-tahiyyât-ın ahbârından, hikâyâtından ve gazavâtından münâsib olanını cem' eylemeyi murâd ettim ve onu 'Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd' diye isimlendirdim; lutf-ı 'amîmi ve kerem-i cesîmiyle kabûl etmesi üzerine onu ilkâ eyledim. O istedi, ben yalnız onun arzu ettiklerini bir araya getirdim."(4)
Burada "Hüdâvendigâr" vasfının Farsça söyleniş ve yazılış biçimine uygun olarak "Hüzâvendigâr" şeklinde yazılmış olması, devrin aslî üslûbunun istinsah sırasında muhâfaza edildiğini gösterir. Hüdâvendigâr Gâzî'ye olan yakınlığı üslûbundan ve yukarıdaki cümlelerinden açıkça anlaşılan müellifin bu sözleri, aynı zamanda onun eseri Sultan Murâd'ın direktifi ve yönlendirmesi doğrultusunda tasnif ettiğini bize gösterir ki, bu da bizim, Gâzî Hüdâvendigâr'ın gâzîliğe ve şehidliğe bakış açısını görmemizi ve belirlememizi sağlayacak önemli bir belge niteliğindedir.
"Tuhfetü'l-Guzât"ta yukarıdaki ifâdelerden hemen sonra, ilk konu olarak şehidliğin Allah katındaki değerini vurgulayan Bakarâ sûresi'nin 154. Âyet'inin tefsîrine geçilir. Bu da açıkça gösterir ki; "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân"da(5) tüm açıklığı ile tasvir edildiği üzre, gerçekten de Gâzî Hüdâvendigâr'ın gözünde "şehâdet" asıl amaç, "gazâ" ise ona götüren bir araçtan ibârettir ve o "gâzîlere hediye" olarak yazılan bu eserde bu uhrevî gâyeyi ön plâna çıkararak, askerlerini de açıkça şehidliğe özendirmek istemiştir. Bu onun, yalnız "Gazavât-nâme"ye değil, tüm Osmanlı kaynaklarına yansıyan şehâdete yönelik ilgi ve beklentisini çağdaş bir kaynağın diliyle doğrulayan kat'î ve kesin bir delildir.
"Tuhfetü'l-Guzât"ın ışık tuttuğu bir başka önemli nokta ise; Osman Gâzi ve Orhan Gâzî devirlerinde ilk örneklerine Tursun Fakı'nın manzûmelerinde rastladığımız Peygamber Aleyhisselâm'ın ve büyük sahâbelerin gazâ kıssalarını yazma geleneğinin, gâzîleri gazâya teşvik etmek ve mâneviyâtlarını coşturarak iç dünyâlarını harekete geçirmek üzre kaleme alındığına kesin bir kanıt teşkil etmesidir.
"Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd"ın zahriyyesindeki Gâzî Hüdâvendigâr adına yazıldığını gösteren
ve Sultan Murâd'ın saltanatının devâmı için duâ ifâdeleri içeren serlevha.
Edirne Selimiye Ktp. Yzm. nr.: 858, vr. 1a.
"Tuhfetü'l-Guzât"ın mukaddimesinin "Sebeb-i te'lif" bölümünü içeren 3b-4a varakları.
Edirne Selimiye Ktp. Yzm. nr.: 858.
Sultan Murâd'ın 1385-1389 yılları arasındaki savaşlarını değerlendirirken "Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân" metnini inceleyen Reinert, "Neşrî Târîhi"nde bir ara metin (ınterpolation) niteliğindeki(6) bu çağdaş kaynakta kuvvetli bir vurgu ile işlenen Sultan Murâd'ın şehâdeti ile ilgili tasvirleri, Neşrî tarafından Sultan Murad'ı büyük ve azîz bir şehid mertebesine çıkarmak, düşmanlarını ise hâin ve işbirlikçi ilân etmek için kurgulanmış hayâl ürünü bir metin gibi göstermek istemiştir.(7)
Reinert, Gâzî Hüdâvendigâr'ın şehâdetiyle ilgili bu betimlemelere, kendi ifâdesiyle "baştan çıkarıcı bir kolaylık"la(8) leke sürmeye çalışırken, kanıtlanması mümkün olmayan basit ve desteksiz bir iddiâ ortaya attığının bilincinde, ancak aksinin de hiçbir zaman kanıtlanamayacağından emin bir tavır içindedir. Ancak, şimdi elimizde Sultan Murâd'ın şehâdetle ilgili hâlet-i rûhiyesini açıkça yansıtacak ve Reinert'in bu yersiz iddiâsını kökünden kazıyacak kesin bir delil, onun sağlığında "Gâzilere armağan" olarak yazılmış olan "Tuhfetü'l-Guzât" var. Eserin içeriğini belirleyenin bizzat Sultan Murâd olması ve onun bu risâleyi konusu gereği "gazâ" ve "gâzîlik"le değil, doğrudan "şehîdlik" ve: "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridiler."(9) Âyet'inin tefsîriyle başlatması; Gâzî Hünkâr'ın tüm Osmanlı kaynaklarını doğrulayacak biçimde "şehidlik" ülküsünü ulaşılacak yegâne hedef, gazâyı ise ona götüren bir vâsıta olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Bu, Osmanlı gazâ erlerinin tümünün ortak hedefini yansıtan "Ölürsek şehidiz, kalırsak gâzî" anlayışından daha da öteye geçmiş, şehidliği kendi iç dünyâsında ülküselleştirmiş bir gâzînin ona duyduğu ilgi ve iştiyâkın açık bir ifâdesidir ve "Gazavât-nâme"deki bilgilerin doğruluğunu kesin bir dille te'yid etmektedir.
Murâd Hüdâvendigâr'ın "Cihâd'ın üstünlüğünü ön plâna çıkarmayı" amaçlayan, "Gâzîlere armağan" olarak yazılmış bir kitabın konu tasnifini bizzat kendisinin üstlenmek istemesi kadar, onu yakından tanıyan yazarın eserin giriş kısmındaki onunla ilgili ifâde ve betimlemeleri de, Gâzî Hüdâvendigâr'ın gazâya, gâzîliğe ve şehidliğe duyduğu yakın ilgiyi açıkça göstermekte, yine bir görgü şâhidi tarafından yazılan "Gazavât-nâme"de tasvir edildiği üzre; onun gerçekten de gazânın ve gâzîliğin üstünlüğüne inanmış, ömrünü "hasbeten li'llâh" gazâya adamış, şehidliği yürekten arzulayan ve onun özlemini gönlünde yaşatan büyük bir gâzî ve gerçek bir şehîd, yâni "Gazavât" müellifinin ifâdesiyle tam bir "gâzî-yi mutlak" ve "şehîd-i muhakkak" olduğunu netleştirmektedir.(10)
Reinert'in, Kosova Savaşı'nda Lazar, Tvrtko ve Curac'ın plânlı bir ittifak kurmadıkları şeklindeki iddiâsı da tamâmen taraflı bir yaklaşımın eseridir. Çünkü Raguza vesîkaları, Bosna kralı Tvrtko ile Curac'ın bu târihlerde gizli görüşmeler yaptıklarını, hattâ toprak sorunu nedeniyle araları bozuk olan bu ikilinin, ülkelerinin güvenliği adına ısrarla ve âcilen barışmaya çağırıldıklarını kanıtlamaktadır. Hattâ bu vesîkalardan birine yansıyan, senatonun "Tvrtko'dan orduya destek için 1000 asker istediği"ne ve "Türkler sorunu konusunda Curac'la da temas kurulduğu"na ilişkin önemli ayrıntı,(11) "Gazavât-nâme"yi doğrulayacak biçimde, yapılan bu gizli görüşmelerin Türkler'e karşı askerî bir ittifak meydana getirmeyi amaçladığını açıkça ortaya koymaktadır. Araştırmasında sözkonusu vesîkaları da gündeme getiren Reinert, orada tarafların -şüpheye imkân bırakmayacak bir biçimde- ittifak kurmaya çalıştıklarını gösteren tüm bu delilleri görmezden gelerek, Tvrtko ile Curac arasındaki çekişmeyi ön plâna çıkarıp, kendince "Gazavât-nâme"de tasvir edilen işbirliği gerçeğini kurmaca ve asılsız bir iddiâ gibi göstermeye çalışmış; Lazar'ın her iki tarafla ittifak kurduğuna dâir herhangi bir delil bulunmadığını da özellikle gündeme getirerek, belgelere açıkça yansıyan bu târihî gerçeği ortadan kaldırabileceğini sanmıştır.(12)
Meseleye taraflı yaklaşan ve güneşi balçıkla sıvamaya kalkışan Reinert'in bu yersiz iddiâları, tarafların ittifak etmediğini değil, aksine plânlı bir biçimde ittifak kurduklarını gösterdiği gibi; "Gazavât-nâme"nin de orijinal ve gerçekçi bir kaynak olduğunu kuvvetli bir şekilde te'yid etmektedir. Bu vesîkaların ispatladığı tek bir şey varsa, Tvrtko ile Curac arasında başından beri askerî bir ittifak kurma çabasının var olduğudur. Nitekim tarafların sonunda anlaşmaya vardıkları ve Lazar'ın da onlara katıldığı, bu üçlünün Kosova sahrâsında Sultan Murad'ın karşısına dikilmelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bunların üçü de Kosova'da Osmanlı askerine karşı saf tutmuşken, artık başka bir delil aramaya gerek var mıdır?
Bu satırlar, "sözde tarihçi"liğin (pseudo historians) yüksek temsilcilerinden olan Colin Imber'in, gâzîliğin XV. asır başlarında Ahmedî tarafından ortaya atılmış bir görüş olduğu yönündaki gülünç iddiâsını da kökünden çürütmektedir.(13) Çünkü babası Orhan ve dedesi Osman Gâzî'nin hayatlarında iken kendileri ve vârisleri adına tanzim ettirdikleri vakfiyelerde görüldüğü gibi, Gâzî Hüdâvendigâr'ın da burada unvânı: "Sultânü'l-guzât ve'l-mücâhidîn, gıyâsü'l-İslâm ve'l-müslimîn"dir. Ayrıca burada Sultan Murad'a hasredilen "mutahhar-ı vechi'l-'arz 'an densi'l-küfr ve'l-ilhâd" ifâdesi, onun hangi amaçla gazâ ettiğine de açıklık getirmekte; Gâzî Hüdâvendigâr'ın "yeryüzünü küfür ve ilhad pisliğinden temizleme" gâyesi güden gerçek bir İslâm hükümdârı olduğuna şehâdet etmektedir.
XV. yüzyıldan günümüze intikâl etmiş olan bu eski risâlenin, târihî gerçekleri aydınlatma konusunda Türk târihine yaptığı hizmet işte bunlardan ibârettir.
(1) "Tuhfetü'l-Guzât fî Fezâ'ilü'l-Cihâd", Edirne Selimiye Ktp., Yzm. nr.: 858.
(2) Krş. "Tuhfetü'l-Guzât", Edirne Selimiye Ktp., Yzm. nr.: 858, vr. 1a.
(3) Krş. "Tuhfetü'l-Guzât", vr. 4a.
(4) Krş. "Tuhfetü'l-Guzât", vr. 2b-4a.
(5) Onun hakkında, şimdilik bk. Hakan Yılmaz, "Târihten Sayfalar: Murâd Hüdâvendigâr'ın Seferlerine Işık Tutan En Eski 'Gazavât-nâme' Örneği: 'Gazavât-ı Sultân Murâd bin Orhân bin 'Osmân Hân'", Hakikat AİD, sy.: 197 [Şubat/2010], s. 44-46.
(6) Mehmed Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 1, s. 210-308, haz.: F. R. Unat - M. A. Köymen. TTK, Ankara, 1949.
(7-8) S. W. Reinert, "Niş'ten Kosova'ya: I. Murad'ın Son Yıllarına İlişkin Düşünceler", Osmanlı Beyliği (1300-1389) içinde, s. 226-227, ed. E. Zachariadou, bas.: İstanbul, 1997.
(9) Kur'ân-ı Kerîm, Bakarâ (2): 154.
(10) Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 1, s. 284-286.
(11) Krş. M. Diniç, "Odluke veça Dubrovaçke republike", II, 437-438. Belgrad, 1964.
(12) Krş. S. W. Reinert, a.g.m., s. 207-212.
(13) C. Imber, "The Ottoman Dynastic Myth", Turcica, 19 (1987), p. 7-13.