Muhterem Okuyucularımız;
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın kendi zâtını bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman; Hakk'ı tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün." (Mâide: 83)
Bu da bu gibi kimselerin Hakk'tan yüz çevirmediklerini, hakikatlere tam bir teslimiyetle teslim olduklarını göstermektedir.
Kendilerine okunan âyetleri dinledikçe, gönülleri o imanın verdiği huzur ve sükunla doldukça;
"Derler ki: Rabb'imiz! Biz iman ettik, bizi de şâhit olanlarla beraber yaz!" (Mâide: 83)
İnanmaları, tasdik etmeleri, hakkı ve hakikati kabul etmeleri sebebiyle de, bu gibi kimseler en büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.
Kelime mânâsı olarak "Hakikat"; "Gerçek", "Sâbit ve doğru olmak", "Bir şeyi gerçekleştirmek" mânâlarına gelen "Hak" kelimesinden türetilmiştir ve "En doğru, en mükemmel olan" mânâsında kullanılmıştır. Ayrıca "Gerçek ve var olan, var olduğu kesin ve açık olarak bilinen şey, mahiyet, doğru inanç, riyâdan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz" mânâlarını da içine alır.
Âdem Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar değişmeyen hükümlere de hakikat denir.
Bâtınî olarak ise; "Zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mânâ, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması" demektir.
"Hakk" Allah-u Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisidir. Var olan yalnız O'dur, var gibi görünen her şey O'nun yaratması ile var olmuşlardır. Hak ile hakikatin bütün mertebeleri O'nundur.
Hakikat ile hayır karşısında insanların durumlarını üç kısımda incelenerek, her biri kendi aralarında bölümlere ayrılarak izâhları yapılmıştır.
Kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören de var, bilen de var.
Kim bilir, kim görür?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" buyuruyor. (Zâriyât: 21)
Sen görmüyorsan, iyi bil ki gören de var, bilen de var.
Bu tecelliyat içinde olduğunu görene mahsustur, başkasına değil. Başkası sadece işitir, duyar, kabul eder veya etmez. Fakat o, O'nu görüyor, kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu çoktan öğrenmiş.
Bu ledünî bir durumdur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur)." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu kulları için açığa çıkmış. Onlar Cenâb-ı Hakk'ı görüyor, kendini görmüyor. O'ndan O'na yakın olduğunu hem görüyor, hem biliyor ve bildirdiği kadarını bildiriyor.
Bunlar muhsinlerdir, Cenâb-ı Hakk'ın has kullarıdır. "Nurun alâ Nur" olanlardır.
Nitekim:
"Resul'üm! Sen atmadın Allah attı." (Enfâl: 17)
Âyet-i kerime'si bunlara delâlet etmektedir.
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler bu beyanlarımızı teyid ediyor. İnce mevzular Âyet-i kerime'lerin ve Hadis-i şerif'lerin nûr ışığı altında izahları yapılarak Ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size ilimden az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Nitekim Hızır Aleyhisselâm ile Musa Aleyhisselâm'ın kıssasını bir düşün! Gemide yolculukları esnasında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına kondu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Yâ Musâ! Benim ilmimle senin ilmin, Allah-u Teâlâ'nın ilminden şu serçenin denizden eksilttiği kadar eksiltir." (Buhârî. İlim 16)
Oysa o iki damla da Hazret-i Allah'ındır, senin neyin var? Hiç!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Bu mevzular bâtınî ilim erbabına mahsustur. Bu hakikatler onlar için arzediliyor. Bu hakikatlerden ve bu ilimden haberdar olmayanlara da duyurmaya çalışılıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak tarif ettiği ilim bâtınî ilimdir.
Kelime mânâsı olarak; "Gerçek", "Sâbit ve doğru olmak", "Bir şeyi gerçekleştirmek", mânâlarına gelen "Hak" kelimesinden türetilmiştir ve"En doğru, en mükemmel olan" mânâsında kullanılmıştır. Ayrıca "Gerçek ve var olan, var olduğu kesin ve açık olarak bilinen şey, mahiyet, doğru inanç, riyâdan arınmış amel ve tam olarak maksada uygun düşen söz" mânâlarını da içine alır.
Âdem Aleyhisselâm'dan kıyamete kadar değişmeyen hükümlere de hakikat denir.
Bâtınî olarak ise; "Zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mânâ, dini hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması" demektir.
"Hakk" Allah-u Teâlâ'nın güzel isimlerinden birisidir. Var olan yalnız O'dur, var gibi görünen her şey O'nun yaratması ile var olmuşlardır. Hak ile hakikatin bütün mertebeleri O'nundur.
•
Kur'an-ı kerim'in 77. sûre-i şerif'i, "Gönderilenler" mânâsına gelen "Mürselât" sûre-i şerif'idir ve:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" Âyet-i kerime'si ile başlamaktadır. (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Hakikat ile hayır karşısında insanların durumlarını üç kısımda inceleyeceğiz:
Hakikati ve hayrı yayanlar.
Hakikati ve hayrı yalanlayanlar ve âkıbetleri.
Hakk'a ve hakikata uyanlar ve ilâhî hükme mazhar oluşları.
Bunlar kimlerdir?
a. Hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler.
Bu meleklerin kimi emir ve nehiy yani vahiy getirirler. Kimileri bir takım durumlarda ardarda devamlı gönderilirler.
Kimisi rüzgârların sevkine memurdur. Emrolunduğu yerde bulutları hareket ettirerek, Allah-u Teâlâ'nın dilediği yöne doğru sevkederler.
Rahmet melekleri yağmuru yağdırır, yağan yerleri sular, ilâhî lütfa mazhar eder.
b. Nur Saçan Peygamberler.
"Lâ ilâhe illâllah" ile gönderilen peygamberler de birbirini izlemişlerdir.
İnsanlar hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Bu arada birçok peygamberler gelip geçmiştir. Kur'an-ı kerim'de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Andolsun ki, senden evvel de peygamberler gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık." (Mümin: 78)
Sayıları yüz yirmi dört bini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhî'nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı Azimüşân'ı en iyi bilenler onlardır.
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen, nur saçan bu peygamberler Kelâmullah'ı tebliğ ve telkin ettiler. insanları Allah'ın birliğine davet ve kul olmaya teşvik ettiler. Onlara "Sirâc-ı münir" denilmiştir. Allah'ın nurunu yayan ve saçanlar onlardır.
Allah-u Teâlâ onları yol gösterici ve öğüt verici olmaları için bizzat kendisi terbiye etmiş, din ve dünya işlerinde önder kılmıştır. Onlar beşeriyetin ilk mürebbileridirler. Her biri birer numunedirler.
İnsanları Allah yoluna çağırdılar. O'nun emir ve yasaklarını dinlemeye ve itaat etmeye teşvik ettiler. Yoldan sapanların âkıbetlerinin kötü olacağını, dünya saâdetinden ve ahiret selâmetinden mahrum olacaklarını haber verdiler. "İşittik, itaat ettik!" diyenleri âlâ-yı illiyyîne çıkardılar, söz dinlemeyenleri kendi hallerine bıraktılar.
c. Peygamber Vekili Âlimler.
Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüz yıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Onların vekillerinden murad, kibâr-ı evliyâullahtan olan mürşid-i kâmillerdir. Başkasına şamil değildir.
Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a dâvet ederler.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
"Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir." (Ebû Nuaym, Hilye)
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ'nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!
(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!
(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!
(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!
Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 2-6)
Allah-u Teâlâ hangi kavme ne zaman bir peygamber göndermişse, oranın halkı her defasında mutlaka iki gruba ayrılmıştır:
-Dâveti kabul edenler.
-Dâveti reddeden ve yalanlayanlar.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki biz Semud kavmine: 'Allah'a kulluk edin!' desin diye kardeşleri Salih'i gönderdik.
Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler." (Neml: 45)
Bir fırkası Salih Aleyhisselâm'a icabet ederek iman şerefi ile müşerref olurken, diğer bir fırkası ise şirk ve küfürlerinde ısrar edip Salih Aleyhisselâm'a cephe aldılar, muhalefet ettiler. Aralarında çetin bir çekişme ve mücadele başladı.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm'ın da zaman-ı saâdetlerinde halk iki fırkaya ayrılmış ve aralarında mücadele başlamıştı.
Hak-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiş ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Salih Aleyhisselâm'a pek az kimse iman etmişti. Çoğunluk onu yalanladılar, inanmayı reddettiler, bozguncuların peşine takıldılar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sonra biz birbiri ardı sıra peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldikçe onu yalanladılar." (Müminûn: 44)
Onlar peygamberleri ve getirdikleri hükümleri yalanlama hususunda, kendilerinden önceki yalanlayıcı sapıkların girdikleri yolu takip ettiler.
Böyle yaptıkları için Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Biz de onları birbiri ardından yok ettik ve hepsini efsane yaptık." (Müminûn: 44)
Tâ ki onların başlarına gelmiş olan felâketleri işitip duranlar, onlardan öğüt ve ibret almış olsunlar.
"Uzak olsun iman etmeyen kavim!" (Müminûn: 44)
Yalanlayanlar şüphesiz ki felâh bulmazlar, er geç cezalarını görürler. İnanan ve uyanlar ise, hikmet gereği geçici olarak bir takım sıkıntılara uğrasalar bile âkıbetleri saâdet ve selâmettir.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzım gelen tebliğâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime'sinde şöyle haber vermektedir:
"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!" (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret alırsınız.
"Sen onların hidayete ermelerini ne kadar istesen de şüphesiz ki Allah, saptırdığı kimseleri hidayete erdirmez ve onların yardımcıları da yoktur." (Nahl: 37)
Kötü tercihi sebebiyle dalâlete sapanları Allah-u Teâlâ zorla hidayete erdirmez. Hükmünün onlara uygulanmasını önleyecek, azabından kurtarabilecek hiç kimseleri de yoktur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) yalanladılar da, hiç ummadıkları yerden onlara azap geldi." (Zümer: 25)
Kendilerini emniyet içinde hissederlerken, azabın gelip çatacağından gaflet halinde bulunurken azap kendilerine gelip çattı.
"Bak! O uyarılanların sonu nasıl oldu?" (Sâffât: 73)
Hiçbir uyarıya kulak asmadılar, uyarıcılara dönüp bakmadılar. Sonra da ne müthiş felâketlere uğradılar.
"Biz de onlardan intikam aldık. Bak! Yalanlayanların sonu nasıl oldu?" (Zuhruf: 25)
Nasıl helâk olup yok olduklarını ve Allah-u Teâlâ'nın müminleri nasıl kurtardığını gör!
"Hak onlara geldiğinde onu yalanladılar. Fakat alaya aldıkları şeyin haberleri yakında kendilerine gelecektir." (En'âm: 5)
Allah'ın âyetleri ile alay etmenin, kendilerine neye mâl olduğunu pek yakında anlayacaklardır.
Bu yalanlayıcılar peygamberlerin ilimlerini küçük gördüler, akıllarına güvenerek doğru yolu bulduklarını zannettiler.
"Peygamberleri onlara apaçık delilleri getirince, kendilerinde olan ilim ile gururlandılar. Alaya aldıkları şey onları kuşatıverdi." (Mümin: 83)
Hakikate uymamalarının cezası başlarına indi, kendi cehalet ve hamakatlarına ancak o zaman anlamış oldular.
"Bütün bunlar peygamberlerini yalanladılar, azabım da onlara hak oldu." (Kâff: 14)
Hepsi de lâyık oldukları azaplara kavuştular.
"Hayır! Onlar hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Şimdi onlar karışık bir durum içindedirler." (Kâff: 5)
Kararsız ve şaşkındırlar, hak ve hakikati bulamazlar.
"Bâtılı hakkın yerine koymak için mücadele etmişlerdi." (Mümin: 5)
Aslı esası olmayan, kendi kafalarına göre uydurmuş oldukları zan ve vehimlere uyarak münakaşalara atılmışlardı.
"İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetlerin içinde, aleyhlerinde söz hak olmuş (azap gerçekleşmiş) kimselerdir. Doğrusu onlar hüsrana uğrayanlardır." (Ahkâf: 18)
Şeytana uymak suretiyle aslî fıtratlarını kaybetmişler, ilâhî hükümleri inkâr ederek ebedî felâkete düşmüşlerdir.
"İslâm'a dâvet edilirken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez." (Sâf: 7)
Böyle birisinden daha zâlim hiç kimse elbette ki olamaz.
"Böylece Rabb'lerinin peygamberlerine isyan ettiler. O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakalayıverdi." (Hâkka: 10)
Hidayet Allah-u Teâlâ'nın kendi zâtını bulmak için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman; Hakk'ı tanıdıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün." (Mâide: 83)
Bu da bu gibi kimselerin Hakk'tan yüz çevirmediklerini, hakikatlere tam bir teslimiyetle teslim olduklarını göstermektedir.
Kendilerine okunan âyetleri dinledikçe, gönülleri o imanın verdiği huzur ve sükunla doldukça;
"Derler ki: Rabb'imiz! Biz iman ettik, bizi de şâhit olanlarla beraber yaz!" (Mâide: 83)
İman etmemenin düşünülemeyeceğini açıkça ifade ederek iç duygularını şöyle dile getirirler:
"Rabb'imizin bizi sâlihler zümresi arasına katmasını umarken, neden Allah'a ve bize gelen hakikate inanmayalım?" (Mâide: 84)
İnanmaları, tasdik etmeleri, hakkı ve hakikati kabul etmeleri sebebiyle de, bu gibi kimseler en büyük mükâfatlara kavuşacaklardır.
"Bu sözlerinden dolayı Allah onlara altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler verdi. Güzel hareket edenlerin mükâfatı işte budur." (Mâide: 85)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde hak ve hakikate çağırıldıkları zaman samimi müminlerin nasıl bir tavır takındıklarını beyan etmekte, böylelikle hidayeti bulmanın, bütünüyle İslâm'a girmenin yolunu göstermekte, arkasından da bu gibi kimselere müjdeler vermektedir:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'ine çağırıldakları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte gerçek saâdete erenler onlardır." (Nûr: 51)
Dünya saâdetini ahiret selâmetini elde edenler, umduklarına nâil olanlar onlardır.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nur: 52)
Mümin bir kimse Allah'tan başka hüküm verecek hakem kabul etmez, O'na isyan hususunda hiç kimseye itaat etmez.
"Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım?" der. (En'âm: 114)
Onun imanı böyle bir sapıklığa düşmesine fırsat vermez.
Çünkü Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Sakın Allah'ın âyetlerini yalan sayanlardan olma! Yoksa ziyana uğrayanlardan olursun." buyurmuştur. (Yunus: 95)
Allah-u Teâlâ'nın hükmüne karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamaz.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde buyurur ki:
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız." (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip salih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî'dir.
Bol bir rızka nail olursa, şükrünü edâ ederek Rabb'inin rızâsını kazanır. Rızkını dar bulursa sabreder, kanaat eder, kısmetine râzı olur. Böylece yaşayışı yine güzel olur.
"(Âhirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz." (Nahl: 97)
İmanları sebebiyle ve yaptıkları salih amellerden dolayı ebedî saâdetlere kavuşacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Kim mümin olarak sâlih amellerden yaparsa, artık o ne zulümden ne de hakkının yeneceğinden korkar." (Tâhâ: 112)
İşte dâvete icâbet etmenin, hakikati bulmanın mükâfatı budur.
"İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, Allah onlara mükâfatını tam olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez." (Âl-i imrân: 57)
Onları cennnetlerine koyacak ve yine onları cemâl-i bâkemâlinin müşâhedesiyle tecelliyât nurları içinde bırakacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder." (En'am: 103)
İnsan insanı görüyor, yeri göğü görüyor, dağları denizleri görüyor. Halbuki aslında göz görmüyor, o varlıklar göze aksediyor. İşte bu bilinmiyor.
Görünenler görünmüyor, O'nun gösterdiğini bilmek lâzımdır. O yaratıyor ve gösteriyor.
Zira O, her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)
O var olduğu için O'nunla görüyorsun, O'nunla işitiyorsun ve O'nunla konuşuyorsun.
Hülâsa-i kelâm hep O'nunlasın.
Eğer bu ilmi kavrarsanız Yaratıcı'yı kavramış olacaksınız. Kavrama noktalarından birisi de budur.
O yaratıyor, bir şekil veriyor ve onu gösteriyor. Yaratan'dan senin hiç haberin yok, yaratılmışlardan da haberin yok. Yer var, gök var deyip geçiyorsun. Halbuki O yaratıyor, O gösteriyor.
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki: Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere ruh Allah-u Teâlâ'nın emridir. Fakat insanoğlu bunu bilmiyor. Ruhunu çektiği zaman hani sen vardın? Var gibi görünüyordun, O'nunla var olduğunu bilmiyordun. O'nunla yürüdüğünü, O'nunla konuştuğunu, O'nunla gördüğünü bilmiyordun. Ruhunu çektiği zaman sende hiçbir şey olmadığını öğrendin mi? Hani sen vardın?
Allah-u Teâlâ mahşer yerinde kullarını bir bir hesaba çeker ve bu hesap bir anda olup biter.
Âyet-i kerime'de:
"Allah hesabı çabuk görendir." buyuruluyor. (Bakara: 202)
Size bunun sırrını arz edelim:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurmuyor mu?
"Hiçbir göz O'na erişemez, ihata ve idrak edemez. Fakat O bütün gözleri ihata eder." (En'âm: 103)
Bütün gözleri ihata ettiğine göre, senin bir maske olduğun çıkıyor meydana. Sen bir maske olduğuna göre kâinat da bir maskedir. Maskeyi kaldır O var. O'ndan başkası yok.
Bütün insanların hesabını bir anda görmeye Kadir-i mutlak olan Hazret-i Allah budur. Şimdi anladınız mı?
Kendisinin ve kâinatın bir maske olduğunu gören de var, bilen de var.
Kim bilir, kim görür?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz? " buyuruyor. (Zâriyât: 21)
Sen görmüyorsan, iyi bil ki gören de var, bilen de var.
Bu tecelliyat içinde olduğunu görene mahsustur, başkasına değil. Başkası sadece işitir, duyar, kabul eder veya etmez. Fakat o, O'nu görüyor, kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu çoktan öğrenmiş.
Bu ledünî bir durumdur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Duyan kulağı olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur. Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur)." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Bu bir Hadis-i kudsî'dir, anlamıyorsan buradan anla.
Bu kulları için açığa çıkmış. Onlar Cenâb-ı Hakk'ı görüyor, kendini görmüyor. O'ndan O'na yakın olduğunu hem görüyor, hem biliyor ve bildirdiği kadarını bildiriyor.
Bunlar muhsinlerdir, Cenâb-ı Hakk'ın has kullarıdır. "Nurun alâ Nur" olanlardır.
Nitekim:
"Resul'üm! Sen atmadın Allah attı." (Enfâl: 17)
Âyet-i kerime'si bunlara delâlet etmektedir.
Bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler bu beyanlarımızı teyid ediyor.
Aslında "Her şeyden her şeye yakın" olduğunu da haber veriyor. Böyle olduğu halde neden göremiyoruz ve bilemiyoruz?
Neden bilemediğimizi kendinde ara. Bu hakikatları görmeye kendi varlığın mânidir. Vücud elbiseni çıkarabilirsen, Var olanı görürsün. Zira senin gibi her şeye bir vücud vermiştir. Kâinatın vücudunu da çıkarabilirsen, yalnız O'nun var olduğunu; O'ndan başka vücud da olmadığını, mevcud da olmadığını görebilirsin.
Aslında O'ndan başka bir vücud da yok, mevcud da yok.
Bu gördüğün kâinat "Ol!" emr-i şerifi ile var olmuş, "Kün feyekün." elbisesidir. Yani O'nun emir ve hüküm elbisesidir. Herkes perdeyi görüyor, perdenin içindekini göremiyor.
Allah-u Teâlâ bir çok Âyet-i kerime'lerinde senden sana yakın olduğunu beyan buyurduğu halde, hâlâ bilemiyorsun!
Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Bunu bir bilene sor!" (Furkân: 59)
Bu bir emr-i ilâhidir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Bu hakikatleri bilebilmen ve öğrenebilmen için, ilim-irfan mektebine dehâlet etmen zaruridir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz." buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Sâdıklar O'nun veli kulu olan Mürşid-i kâmil'lerdir.
Allah-u Teâlâ bu beyanlarını onların bilebileceğini beyan ediyor. Zira onların muallimi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur" buyuruyor. (Bakara: 282)
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın öğretmenleridir, Rabbânîleridir. Halka hak ve hakikati bildirirler, gizli yollardan Hakk'a yürütüp götürürler.
Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyâdır. Onlara "Vâris-i enbiyâ" denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
Bu boşaltma vâristen vârise kıyamete kadar devam eder. Bu da ancak;
Sehm-i nübüvvete,
Sehm-i velâyete,
Hem sehm-i nübüvvete, hem sehm-i velâyete vâris olanlara mahsustur.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru ile, Allah-u Teâlâ'nın onlara bahşettiği ikinci Kudsî ruh'la bütün bu esrar-ı ilâhîyi bilirler, görürler ve söylerler.
Bir Hadis-i kudsî'de de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyurur:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
İşte bu Hadis-i kudsî, Allah-u Teâlâ'nın onlara verdiğini kimsenin bilemeyeceğini, onlara ihsan ve ikram ettiğini, başkasına vermediğini ve Hazret-i Allah'ı yalnız bunların bildiğini bize bildiriyor.
•
Ve bunlar her ne kadar okunsa dahi Allah-u Teâlâ hakikatı duyurmadıkça bilinmesi mümkün değildir. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.
Anlayamayacağınız halde bunlar size niçin anlatılıyor?
Allah-u Teâlâ Furkan sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinin nihayetinde şöyle buyuruyor:
"Bunu bir bilene sor! (Bunun gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır.)" (Furkan: 59)
Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır.
Böyle bir kimseye de uy ve yolundan git.
Bu Âyet-i kerime, Vahdet-i vücud'u doğrudan doğruya hem beyan ediyor hem de açıklıyor.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhiyi dilediğine bildiriyor ve bildirdiğini de beyan ediyor. Yani onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Gaybı bilen O'dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez." (Cin: 26)
"Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar." (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun haricinde mahlukun Hakk'a ait bilgisi olmaz.
"Ki onların böylece Rablerinin kendilerine verdiği emirleri duyurduklarını bilsin.
Ve Allah onların yanında bulunan her şeyi çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır (kaydetmiştir.)" (Cin: 28)
Allah-u Teâlâ "Nebi"ye vahiy vasıtasıyla "Veli"ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Hazret-i Allah olduğu için ona O öğretiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı. Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer'dir." (Buharî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e şamil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed'in arasında kıyamete kadar böyleleri daima bulunacaktır.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ'nın o kimseyi o kudsi ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken çıkar, peygamberler meclisine girer;
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Bu lütuflar hep oradan geliyor.
Bu sırlara mazhar olabilmek için Hazret-i Allah'ın bu ilmi, görüldüğü gibi kalpte yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız, mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)
Zira Allah-u Teâlâ bunların kalbine nûru akıtmış, kalbine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Burada görülüyor ki, Hazret-i Allah bizzat bunlarla ilgileniyor, bilmediklerini öğretiyor. Bunun içindir ki bunların muallimi Hazret-i Allah'tır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mârifet bir nûr verir." (Enfâl: 29)
İşte hep bu iki şey: "Bir mârifet, bir nûr..."
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kullarıdır.
Ve fakat zulmâniyeti Nûr'a tercih edenler zulmâniyette kaldılar, nûrdan mahrum oldular. Böylece de halkı şaşırtıyorlar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın indinde çok büyük mesuliyettir.
Bu gibi esrar-ı ilâhi'den bahsedenlere hiç hayret etmeyin. Zira bunlar Allah ehlidir ve muallimleri de Hazret-i Allah'tır.
Bu gibi esrarı anlamaya da çalışmayın. Çünkü Akl-ı meaş ile, Akl-ı mead ile, Akl-ı nûrâni ile, ilmel-yakîn ile çözülecek bir esrar değildir. Bunları Allah-u Teâlâ ancak Ebrar kullarına, yani duyan kulağa, gören göze ihsan eder. Bu Ulül-elbâb aklın, Hakkal-yakin ilmin işidir. Bu hakikat öğretilen ve verilen ilimle bilinir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Öyle ilim vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn)
Allah-u Teâlâ kimsenin bilemeyeceğini açıklıyor ve ilmin yalnız onlara mahsus olduğunu ifade ediyor. Çünkü yalnız onlar bu esrarı biliyor.
Hülâsa olarak arzedelim: Kim bilir? Bunlar bilir. Nasıl bilir? O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile konuşuyor. Demek ki bildirdiği kimseler var ve size bildiriyor. Bildirdiği kimselerin olduğunu bildirmek için bunlar size söyleniyor.
Bunu ancak bildirdiği kimse bilir. Bildirdiği kimsenin dışında isterse âlim olsun, hacı, hoca olsun hiç kimse bilemez.
Furkan sûre-i şerif'inin 59. Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ bu hakikatı bilenlerin olduğunu haber veriyor. Demek ki bildirdiği kimseler bildirilen her şeyi biliyormuş.
Bilenler bunun böyle olduğunu bilir.
Kişinin bu esrara vâkıf olması için;
"Men ârefe"nin sırrına vâkıf olması lazımdır. Gerçekten hükümsüz, değersiz olduğunu görmedikçe, bilmedikçe, bu sır tecelli etmez. Yani ifnâ olmadıkça, hüküm ve hikmet yalnız Hazret-i Allah ile olduğunu görmedikçe ve bilmedikçe bu esrar-ı ilâhiyi bilmek ve çözmek mümkün değildir.
Yani O'nu bilen kendisinin hükümsüz, değersiz bir mahluk olduğunu bilir.
İkincisi; "El fakru fahrî"nin sırrına vâkıf olmak da şarttır. Bu gibi kimseler hiçbir şeye sahip ve malik olmadığını gözü ile görür, hükümsüz olduğunu bilirler ve ilan ederler.
Herkes nefsiyle iftihar ederken bunlar yalnız ve yalnız Hazret-i Allah ile iftihar ederler. Çünkü O'ndan başka bir vücud ve mevcud olmadığını yalnız bunlar bilirler.
Herkes nefsiyle "Ben, ben, ben!" diyor, ama bunlar ise hep "Allah, Allah, Allah" diyor ve Hazret-i Allah ile övünüyorlar.
Zira onlar Hazret-i Allah'ı biliyorlar ve O'ndan başka bir mevcud olmadığını görüyorlar.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime'sinin sırrına da bunlar mazhardır.
Gerek içinde gerekse bütün kâinâtta yalnız O olduğunu biliyor.
Ve bunlar:
"Ben ben değilim, bir benliğim var benden içeri" diyenlerdir.
Bunlar benliğinden geçmiş, benliğini ifna etmişlerdir. Çünkü Var'ı görüyor. İçinde de O, kâinâtın içinde de O.
Amma kendisini bilmeyen, yaratılış gayesini göremeyen Hazret-i Allah'ı nasıl bilebilir, nasıl bulabilir?
Ey nefsini ilâh edinen! İçinde Cenâb-ı Hakk'ı görmeyip kendini gören, ilmi zandan öteye varmayan, hakikat ilminden mahrum edilen allâme!
Bu hakikatları anlamıyorsun diye, sakın inkâra kalkışma! Zira karşında Kelâmullah okunuyor, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif'lerle izahı yapılıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Size ilimden az bir şey verilmiştir." (İsrâ: 85)
Nitekim Hızır Aleyhisselâm ile Musa Aleyhisselâm'ın kıssasını bir düşün!
Gemide yolculukları esnasında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına kondu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
"Yâ Musâ! Benim ilmimle senin ilmin, Allah-u Teâlâ'nın ilminden şu serçenin denizden eksilttiği kadar eksiltir." (Buhârî. İlim 16)
Oysa o iki damla da Hazret-i Allah'ındır, senin neyin var? Hiç!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Bu mevzular bâtınî ilim erbabına mahsustur. Bu hakikatler onlar için arzediliyor. Bu hakikatlerden ve bu ilimden haberdar olmayanlara da duyurmaya çalışılıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in "Faydalı ilim" olarak tarif ettiği ilim bâtınî ilimdir.
Zâhirî ilim dış âlemimizi süslemek ve cehaletten kurtulmak içindir. Bâtınî ilim ise bu münevver yolu bilmek ve bulmak, iç âlemimizi nurlandırmak içindir.
Bu ise fenâdan başlar.
Fenâfişşeyh,
Fenâffirrasul,
Fenâfillâh merhalelerinden geçer.
Hakiki ilim Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği, duyurduğu ilimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar Allah'ı lâyıkıyla takdir edip bilemediler." buyuruyor. (Zümer: 67)
Niçin? Faydalı ilimden mahrum oldukları için.
İlmi satır ilmidir, sadır ilminden nasip almamış. Üstelik ilim birdir zannediyorlar.
Oysa ilim dörttür:
Zahirî ilim,
Tarikat ilmi,
Hakikat ilmi,
Marifetullah ilmi.
Onların gerçekten akıldan da haberleri yok. Akıl birdir zannediyorlar.
Oysa akıl beştir:
Akl-ı meaş,
Akl-ı mead,
Akl-ı nurânî,
Akl-ı kül,
Ulül-elbâb.
Nefisten ve nefis derecelerinden de habersizdirler.
Nefis dereceleri de yedidir:
Emmâre,
Levvâme,
Mülhime,
Râdiye,
Merdıyye,
Mutmainne,
Sâfiye.
Bu hakiki ilimden habersiz olan, bunları bilmeyen, aslında kendisini dahi bilmez, bilip tanıyamaz. Böyleyken onu yoktan var eden, nimetleriyle donatan, âzâlarını bir bir yerine koyup onu ana karnından çıkaran Hazret-i Allah'ı nasıl bilsin?
Bunların Cenâb-ı Hakk'ı bilmeyişleri, hakikatten mahrum oluşlarından ötürüdür. Hazret-i Allah'a iman etmiştir, İsm-i şerif'ini bilir, duymuştur.
Zâhirî ilimden nasibi kadar almış, hepsi o kadar. Hakikati bilmedikleri için; kendilerini âlim değil allâme zannediyorlar. Ehlince malum olan cehaletlerini böylece ortaya koyuyorlar.
İçlerinde öyleleri var ki, bunca Âyet-i kerime'leri ve Hadis-i şerif'leri bir kalemle inkâr eder, küfre kayar, haberi dahi olmaz.
Üstelik onun ihraz ettiği mevki ve makama avam halk aldanırlar, böylece onları da ifsat ederek imandan kaydırırlar.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde âhir zaman âlimlerini tarif ederken:
"Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir." buyuruyorlar. (Beyhâki)
İlâhî ahkâm esastır. Hüküm Hazret-i Allah'ındır, yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur
Kurtulmak için şu Âyet-i kerime'leri önüne sürüyorum. Bu ilâhî beyanlara dikkat et.
"Göklerin ve yerin Rabb'i, Arş'ın da Rabb'i olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82)
Merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk, korkunç günün azabından kullarını korumak ve kurtarmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmaktadır:
"İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler." (Enbiyâ: 1)
Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye gafil denir.
Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:
"Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb'inizin davetine icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz." (Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ'nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
•
Allah-u Teâlâ kullarına öğüt vererek dünya hayatının gün gelip sona ereceğini, daha sonra ahiret hayatının başlayacağını, kendisine dönüleceğini, insanların hesaptan geçirileceklerini hatırlatmakta ve azabından sakındırmaktadır:
"Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah'a döndürülürsünüz. Sonra herkese kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz." (Bakara: 281)
Çünkü kendi kazançları ne ise onu almış olacaklar.
"Öyle bir günden korkun ki, o günde kimse kimseden yana bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez." (Bakara: 123)
Allah-u Teâlâ'nın azabını onlardan hiç kimse uzaklaştıramaz ve ilâhi azaba karşı kimse onları kurtaramaz. Ne zorla kurtarılabilir ne de kolaylıkla.
"O gün kimseye şefaat fayda vermez, onlar hiç kimseden yardım da göremezler." (Bakara: 123)
Aracılar yok olmuş, kişi yaptıkları ile başbaşa kalmış. Herkes kendisini kurtarmaya çalışıyor. O gün toplulukların birbirleriyle yardımlaşmaları, birbirlerini desteklemeleri de kaldırılmıştır.
"Ey insanlar! Rabb'inizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin zelzelesi cidden korkunç bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Hacc: 1-2)
Bakıyorlar amma ne yaptıklarını bilmiyorlar. Açık açık gördükleri korkunç manzaralar karşısında gözleri hor ve hakir olmuş.
Allah-u Teâlâ'nın ikinci defa gadaba gelmesi halkı mahşere toplayacağı an olacak. Öyle bir an ki, ahiret güneşi bir mil kadar yaklaştırılmış, insanlar kan ter içinde hararetten kavrulurken, isyanlarına göre tere gömülmüşler. Kimi topuğuna, kimi diz kapağına, kimi de gırtlağına kadar batmış, bazılarını da ter tamamen kaplamış. Hiçbir taraftan imdat yok.
Mahşer yerinde herkesin Allah katındaki mevki ve derecesine göre uzun veya kısa süren bir bekleyiş olacak. Bu bekleyiş dayanılmaz bir hale gelince, mahkemenin başlaması için bir şefaatçı aramaya çalışacaklar, ulül-azm peygamberlere müracaat edecekler, sıra ile Âdem Aleyhisselâm'a, Nuh Aleyhisselâm'a, İbrahim Aleyhisselâm'a, Musa Aleyhisselâm'a, İsâ Aleyhisselâm'a başvuracaklar. Onlar ise "Aziz ve Celil olan Rabb'imiz bugün çok celallidir. Öyle ki, ne şimdiye kadar böyle gazaplı görünmüş, ne de bundan sonra görülecektir." diyerek her biri birer mazeret göstererek şefaat edemeyeceklerini beyan edecekler.
Sonunda da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek haklarında şefaatçı olmasını isteyecekler.
O da Arşurahman'ın altına gelerek secdeye kapanacak, âhiret muâmelesinin başlaması için niyazda bulunacak. Allah-u Teâlâ ona lütfedecek, duâsını ve şefaatını kabul buyuracak ve hesap başlayacak.
Öyle korkunç anlar var.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler." (Keşf-ül Hafâ)
Şimdi Hadis-i şerif'in izahına geçelim:
"Bütün insanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle âmil olanlar müstesna."
Bu nokta çok korkunçtur.
Zâhirde kalan âlimler de benlik içindedirler. Hep "Ben!" der, "Ben biliyorum!", "Ben söylüyorum!", "Ben irşad ediyorum!" der.
Bir Âyet-i kerime var. Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
Ki birini muhabbet-i Mevlâ'ya, diğerini muhabbet-i mâsivaya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.
O "Ben"in gizli mânâsı, Allah-u Teâlâ o kalpte yok, varlık ve nefis var. Allah-u Teâlâ'nın ihsanını nefse bağlamış. Nefse bağladığı için nefis "Ben!" diyor, Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor. Bunun apaçık mânâsı budur.
Gerçekten bir çoğu irşad ettiğini sanır, ifsad ettiğini bilmez. Niçin bilmez? Hakikati bilmediği için bilmez. Çünkü dıştan içeriye alınmamıştır. Evin dışında kalmış, dıştan sesleniyor. İlmi kafada kaldı, kalbine inmedi. Kur'an'ın nûru boğazdan aşağıya da inmedi. İçeriye nüfuz edemedi. Onun için hakikati bilmiyor, o ise her şeyi bildiğini sanıyor, kendisinin bir allâme olduğunu biliyor, hakikatta câhil olduğunu bilmiyor.
Bir insan hep "Ben!.. Ben!.." der, varlık toplar. O toplanan varlıklar nefsin varlığıdır. Bir insan dünyada iken "Benim şunum var, benim bunum var, ben şöyle yaptım, ben böyle yaptım!" der durur. Kabre girdikten sonra, o dedikleri hep kaldı. Hiçbir şey yok, bir kefen kaldı.
Zâhirden sonra hakikata geçmek için tarikat ilmini dahi bitirmek lâzımdır, bunu açık söylüyorum. Hakikata geçtikten sonra da kalbin içine nüfuz eder. Bir de bakar ki: "Eyvah! Ben kendimin bir şey bildiğimi zannediyordum, şimdiye kadar nasıl bu varlığı topladım, Hazret-i Allah'a nasıl şirk koştum?" der. Hiçbir şey bilmediği gibi, kendisini de bilmediğini o anda öğrenir, hakikat perdesi açılır, o zamana kadar yaptığı varlıklara istiğfara başlar ve hayatı boyunca devam eder.
Hatta ulemâdan bir zât der ki:
"Medreselerde yaladığım mürekkebi kırk senedir çıkarmaya çalışıyorum, hâlâ muvaffak olamadım."
Ne demek bu? İlim tahsili esnasında nefsin aldığı gururu hâlâ kalbinden silemediğini ifade ediyor. Halbuki bu zât ehl-i keşif olmuş.
İşte âlimler bunun için helâk oldu. Çünkü fenâdan bihaberdirler. Bunun için kalbi de yumuşamadı, yumuşamasına muvaffak olmadı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnananların Allah'ı zikir için kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi?" (Hadîd: 16)
•
Bunun içindir ki Fenâfirrasul'e alınmayanların durumu çok tehlikelidir. Bunlar gerçek mânâda Hazret-i Allah'ı bilmez, Resulullah Aleyhisselâm'ı da bilmez.
Sebebi:
Fenâfirrasul'e alınmamış ki Resulullah Aleyhisselâm'ı bilsin.
Fenâfillah'a alınmamış ki Hazret-i Allah'ı bilsin.
Ene putunu eline almış, irşada kalkmış ve fakat ahirete bu put ile göçtüğü zaman hakikati görecek.
Zira Âyet-i kerime'de:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise elbette ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)
"El-fakru fahrî" Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olanlar, bu benlik dâvâsında bulunanlardan ikrah eder, fakat kimseye bir şey söylemez.
İlmiyle amel edenler niçin tehlikededirler?
Her ne kadar içeriye alınmışsa, içeriye nüfuz etmiştir. Yani kafadan kalbe inmiş, içeriye nüfuz etmiştir. Hiçbir şey bilmediğini bildi ve itiraf etti, istiğfara başladı. Fakat hiçbir şey olmadığını bilmez. Çünkü burada hiçbir şey olmadığını bilmesi için mârifetullah ilmi gerekiyor.
Hiç olduğunu bilenler dahi büyük bir tehlikededir. Bu Hadis-i şerif çok derin bir süzgeçtir!
Niçin tehlikededir?
O tuttuğu müddetçe helâk olmaz, bir an bırakırsa helâkına vesile olur. Allah-u Teâlâ tuttukça helâk olmazsın, atarsa helâk olursun. Zira sana âit hiçbir şey yoktur. Bir tek tüye sahip değiliz. Bir göze, bir ele, bir ayağa demiyorum, bir tek tüye sahip değiliz, buna rağmen "Ben!" dedik.
Yaratan O, nimetlerle donatan O, yaşatan O, öldüren yine O.
•
Bunun özetini bir temsil ile üç noktada izah edeceğiz:
1. Zâhirde kalanlar kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadır.
2. Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
3. Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk'ı bulmuştur, Hakk iledir.
Buraya alınan bu veli kulları, dilerse Zât'ına yaklaştırır, dilerse uzaklaştırır, dilerse tutar, dilerse atar. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Burada görülüyor ki, muhlisler dahi büyük bir tehlikededirler. Avam demiyorum, veliler dahi büyük tehlikededirler. Nice velilerin kaydığına dair kitaplarda işaret var.
Hatta Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Âl-i imrân: 129)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"O dilediğine azap eder, dilediğine merhamet eder ve hepiniz O'na çevrilirsiniz." (Ankebût: 21)
Mahlûka ait hiçbir şey yok. İnsanların helâk olduğunu belirten bu Hadis-i şerif ne kadar mühim. Allah'ımız bizi bize bırakmasın, lütuf rızasından ayırmasın. Amin.
Sofîlerden "İlim bu yolda perdedir" gibi sözler duyarsın ve bunlara inanmazsın. Bu sözü inkâr eyleme ki, doğrudur. Çünkü duygular ve duygu âzâları vasıtasıyla hasıl olan ilimlerle meşgul olur, onlara dalarsan, bundan mahrum olursun.
Kalp bir havuz gibidir, beş duygu âzâsı da havuza dışarıdan akan beş dere gibidir. Eğer havuzun dibinden temiz su çıkarmak istersen, bunun çaresi, havuzdaki bütün suyu boşaltman, sonra bu suların getirdiği siyah çamuru çıkarman ve bir daha pis su gelmemesi için bu yolları kesmen ve havuzun dibini, içinden temiz, berrak su çıkabilecek şekilde yapmandır. Havuz siyah çamur ile dolu olduğu müddetçe içinden duru su çıkması imkânsızdır. Bunun gibi, kalbin içinden gelen ilim, dışarıdan gelenlerden kurtulmadıkça, maksat hasıl olmaz.
Fakat âlim, kendini öğrendiği ilimlerden ayırır, kalbini onlarla meşgul eylemezse, elde etmiş olduğu ilimler ona perde olmaz ve kalb gözünün açılması umulur. Şöyle ki: Kalb hayallerden ve hislerden kurtulunca, eski hayâlleri ona perde olmaz.
İlmin perde olmasının sebebi şudur ki, bir kimse Ehl-i sünnet itikadını öğrenir, münakâşa ve münâzaradaki delillerini de öğrenir, kendini tamamen buna verir ve bundan başka hiçbir ilim yoktur kabul eder, eğer kalbine başka bir şey gelse: "Bu duyduğumun aksinedir. Ona uymayan her şey bozuktur, yanlıştır" derse, böyle bir kimsede, işlerin hakikatinin bilinmesi mümkün olmaz. Çünkü; avâma öğretilen itikad, hakikatin sûretidir, kendisi değildir. Tam marifet olmalı ki, özün kabuktan ayrılması gibi, hakikatler sûretten ayrılsın.
Biliniz ki, mücadele ve münâzara ilmini o itikada yardımcı olarak öğrenene bir hakikat bildirilmez. Çünkü, elindekinin tam olduğunu sanmaktadır. Bu zan ona perde olur. "Bir şeyi öğrendiğine zann-ı galibi olan kimse, bu dereceden mahrum olduğu ekseriya mâlumdur." sözü meşhurdur. Bu da cedel (mücadele-münâzara) ilmine kendini verenlerin hâlidir. O halde, bu zannı silip atana, ilim perde olmaz. O zaman, onda da kalb açılması hâsıl olur. Derecesi çok yüksek olur. Onun yolu daha emniyetli, daha sağlam ve daha doğru olur. Zirâ temeli kuvvetli ilme dayanmayan kimse, ekseriya uzun zaman bâtıl hayallere bağlı kalır ve azıcık şüphe ona perde olur. Âlim ise böyle ziyanlardan emindir. O halde, "İlim perdedir" sözünün mânâsını mükâşefe derecesine ulaşmış bir kimseden duyarsan, böyle bil, sakın inkâr eyleme!
Fakat emir ve yasaklara uymayıp bozuk delillerle haramlara mübah diyen kâfirler ve nefislerine tâbi olan zavallılar, zamanımızda zuhur eyledi. Kendilerinde bu haller aslâ bulunmadığı halde, sofîlerin sekir halinde söyledikleri lüzumsuz, saçma sözlerden bir kaç tanesini alıp kendilerine süs veriyorlar: Yaptıkları iş, her gün yıkanıp taranmak, güzel elbiseler giyip seccadesini yaymak, sonra da ilmi ve âlimleri kötülemektir. Böyleleri öldürülmelidir. Onlar şeytan ahlâklıdırlar, insanları aldatıyorlar.
Allah-u Teâlâ ve Resul'ü -sallallahu aleyhi ve sellem- ilmi ve âlimleri övüyorlar. Bütün dünyayı ilme dâvet ediyorlar. Her şeye mübah diyen bu zavallı, hâl sahibi olmadığı ve ilmi elde etmediği için, onun bu sözü söylemesi nasıl doğru olabilir? Bu şuna benzer: Bir kimse kimyanın altından daha iyi olduğunu, ondan sayısız altın yapıldığını işitir. Altın hazinelerini önüne getirseler, onlara elini uzatmaz ve "Altın ne işe yarar, onun kıymeti nedir ki... Bana kimya lâzımdır ve asıl odur." der. Altını almaz. Halbuki kimyayı da aslâ tanıyamaz, bulamaz. Altın da yapamaz. Çaresiz müflis ve aç kalır. "Ben derim ki: Kimya, altından daha iyidir" şeklinde söylediği sözün sevincinden bağırır ve coşar.
İşte peygamberin ve evliyanın keşfi kimyaya benzer. Âlimlerin ilmi de altına benzer. Kimyaya sahip olan, altına sahip olandan daha faziletlidir.
Fakat burada bir başka incelik daha vardır: Bir kimsede bulunan kimya yüz altından fazla yapmasa, bu kimse kendisinde bin altın bulunandan faziletli olamaz. Kimya kitapları kimyadan bahseder ve onu arayanlar çok olduğu halde, bunun hakikati uzun zamanda bile herkesin eline geçmez. Onu temin etmek isteyenlerin çoğu kalp para elde eder. Mutasavvıfların işi de böyledir. Çok nâdir bulunur. Olan az olduğuna göre, kemâle gelmesi de pek nâdir olur.
O halde, buradan anlaşılmış oldu ki, sofîlerin hallerinden az bir şeyin kendisinde hasıl olduğu bir kimse bütün âlimlerden üstün olamaz. Çünkü bunların çoğu işin başlangıcında kendilerinde bir şey hasıl olduktan sonra oradan düşerler ve yolu tamamlayamazlar. Bazıları da vardır ki bir hâl ve bir hayâl onları kaplar ve fakat onun hakikati, aslâ olmaz. Onlar bunu kazanç sayarlar. Beğenilmeyip atılan şey böyle olmaz. Bahusus uykuda, rüyâda hakikatlar vardır. Fakat mânâsız, bozuk rüyâlar da vardır. Hatta âlimlerin sınırının üstünlüğü, bir kimse içindir ki o, o halde öyle kâmil olmuştur ki diğerlerine çalışarak verilen din bilgilerini o öğrenmeksizin bilir. Bu söz ise nâdir sözlerdendir. Yani bu sözle, ele geçmesi nâdir olan bir makam anlatıldı.
O halde hakiki tasavvuf yoluna ve onların üstünlüğüne inanmalısın. Boyunlarına halka geçmiş bu zavallıların sözü ile, onlar hakkındaki itikadını bozmamalısın. Onların ilmi ve âlimleri yeren ve ayıplayanların ellerinde bir şey olmadığını kabul etmelisin!
(Kimyây-ı Saâdet. Birinci Ünvan. 15. Fasıl)
Allah-u Teâlâ "İlimde derinleşmiş" ve ilimden "Zâhirî" ve "Bâtınî" hakiki nasibini almış âlimlerin vasıflarını beyan buyurarak Âyet-i kerime'sinde onlardan haber vermiştir:
"İlimde derinleşmiş olanlar 'O'na inandık, hepsi Rabb'imizin katındandır.' derler. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Âl-i imrân: 7)
Ulül-elbab iki türlüdür:
Zâhiri ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ'nın ilimde derinleştirdiği âlimler. Bunlan şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir.
Bâtınî ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ'nın kendinde derinleştirdiği âlimler. Bunlar Hakk'a vâkıftırlar, mârifetullah ehlidirler.
Ezcümle kimi ilme, kimi de Hakk'a vâkıftır. Kimisini ilimde derinleştirmiştir, kimisini Zât-ı akdesi'nde.
Derinleştiren O'dur, fakat "İlimde derinleşmiş olanlar" buyuruyor.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunun gönlünü bu şekilde genişletir, nurunu kalbine döker.
Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah'a yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim mârifetullah ilmidir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecelli eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:)
"Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
İşte onların "Râsih" oluşu buradan geliyor.
O'nun bildirmesiyle,
O'nun duyurması ile,
O'nun nurlandırması ile ilimde derinleşmiş oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmadan önce Mele-i a'lâ'da onu anarak yüceltmiş, meleklere haber vererek:
"Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." buyurmuştu. (Bakara: 30)
Melekler Allah-u Teâlâ'nın kendilerine öğrettiği bilgi ile şöyle söylediler:
"Orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor, devamlı takdis ediyoruz." (Bakara: 30)
Allah-u Teâlâ onların bu suâllerine cevap olarak:
"Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim." buyurdu. (Bakara: 30)
Melekler bir çok şey öğrenmişlerdi. Âdem Aleyhisselâm ise bilgin değildi, bir şey öğrenmemiş, bir öğretici ile de karşılaşmamıştı. Yüzünü Yaratan'a çevirdi, gönlünü her şeyden çevirerek Rabb'ine yöneldi.
"Ve Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara: 31)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu cisimleri ona göstererek, ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Daha sonra meleklere Âdem Aleyhisselâm'ın hepsinden daha bilgili ve anlayışlı olduğunu göstermeyi murad etti ve onları imtihana tâbi tuttu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Sonra da o eşyayı meleklere göstererek 'Eğer sâdıklardan iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin?' dedi." (Bakara: 31)
Melekler, kendilerine has olan ilim ve mârifetlerinin genişliğine rağmen, bu hususta bilgileri olmadığı için cevap veremediler. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine öğretmediği hususlarda ilimlerinin hudutlu olduğunu kabul ettiler.
"Sen münezzehsin, seni tesbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz ki sen her şeyi hakkıyla bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin dediler." (Bakara: 32)
Allah-u Teâlâ meleklerin bu tenzih tesbihinden sonra onun halifeliğe lâyık olduğunu onlara göstermek için Âdem Aleyhisselâm'a şöyle hitap etti:
"Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere haber ver!" (Bakara: 33)
Âdem Aleyhisselâm bu emr-i ilâhi'ye imtisal ederek, Allah-u Teâlâ'nın kendisine bahşettiği ilim sayesinde:
"Vaktaki Âdem bunların isimlerini onlara haber verdi." (Bakara: 33)
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere, eşyanın isimlerini teker teker sayıp özelliklerini belirtince Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Size demedim mi ki, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Açıkladığınızı da gizli tuttuğunuzu da bilirim." (Bakara: 33)
İşte bu ilim de tıpkı Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'a esmâyı öğrettiği gibidir, yani bu ilim şahsa âit değildir. Allah-u Teâlâ'nın öğretmesi ile bilinir, bir mahlûkun bunları bilmesi mümkün değildir.
Bütün velilerin taksimatı bir yerde toplanınca bu öz husule geliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyurmaktadır. (Bakara: 282)
Onların ilmi vehbidir. Okumakla, zâhirî ilimlerin tahsili ile bu halin husule gelmesi imkânsızdır, akla bile gelmesin.
Nitekim İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Vermek isteyince, vermesine hiç kimsenin mâni olamadığı, vermemek isteyince de, vermemesine hiç kimsenin mâni olamadığı Allah-u Teâlâ her ayıptan münezzehtir." (Mârifetnâme)
Râsih Ulemâ:
Tam bir teslimiyetle Hakk'a boyun eğen râsih âlimler Kur'an-ı kerim'de senâ edilmişlerdir:
"Fakat içlerinde ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler." (Nisâ: 162)
Bu zevat-ı kiram dörde ayrılır:
1. Allah-u Teâlâ'nın ilimde derinleştirdiği,
2. Hilimde derinleştirdiği,
3. Kudsî ruh ile desteklediği,
4. Âlemlerde tasarruf ettirdiği kimseler.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'a hitaben:
'Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsa Aleyhisselâm:
'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenab-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
Bu hilimle desteklediği kimselerden dilediğine dilediği kadar salâhiyet ihsan buyurur. O kerametini izhar edebiliyor ve onlardan harikulâde haller husule gelebiliyor.
Kudsî ruh sahipleri ise; bizzat Hazret-i Allah'ın tasarrufu ile, lütuf desteği ile, hükmü ile hareket eder.
Bu hususta İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Alsaydı Kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını."
Bu, Allah-u Teâlâ'nın bizzat kudsî ruhla desteklediği kuldur, her velinin işi değildir.
Bir de O'nun tasarruf memurları vardır. Allah-u Teâlâ'nın izniyle tasarruf eder. Bunlar "Dünyada tasarruf memuru"dur, yani "Dünya mutasarrıfı"dır.
Allah-u Teâlâ'nın dünya karnında tekâmül ettirip büyüttüğü kimseler, O'nun veli kullarıdır. Sayıları çoktur ve fakat tasarruf memurları azdır.
Allah-u Teâlâ dilediği kuluna tasarruf salâhiyeti verir. Hem dünyaya, yaratılmış mahlûka tasarruf eder, hem de yakınlarına tasarruf eder. Tâlim ve terbiye için ruhunu yükseltir, tekâmül ettirir. Bu suretle nefis ile mücadelesini kolaylaştırır. Her an ve yönde tasarrufunu yürütür.
Hiç şüphe yok ki bunların hepsi Allah-u Teâlâ'nın iradesiyle, emir ve hükmüyle olur.
O kimse;
Gerçekten bir paçavra olduğunu,
Bir maskeden ibaret olduğunu,
Gerçek mürşidin Hazret-i Allah olduğunu bilir.
Zira onlar:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına mazhardırlar. O'ndan başka bir varlık olmadığını görürler.
Bir de âlemlerin karnında tekâmül ettirip büyüttüğü kimseler vardır. Onlar "Âlemlerin tasarruf memuru" olup, "Rahmeten lil-âlemîn"nin vekilidirler. Onlarda Hazret-i Allah tasarruf eder. Onlar o mânevi halin içindedirler.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bunlar hakkında buyurur ki:
"Allah'a ne zorluğu olur,
Âlemi bir şahsa doldurur."
Âlemlerin karnında tekâmül ettirip büyüttüğü kimseler, Allah-u Teâlâ'nın tıpkı anne karnında yaratıp tekâmül ettirdiği çocuğa benzer. Çocuk ana karnında, o ise Hazret-i Allah'ta.
Her şey her şeyi kuşatmış, O ise her şeyi kuşatmıştır.
Zira Âyet-i kerime'sinde:
"Allah her şeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Nisâ: 126)
Âlemler de karın içindedir.
Herşeyi çepeçevre kuşatan, mülkünde tasarruf eden Allah-u Teâlâ insanları da çepeçevre kuşatmıştır.
"Rabb'in insanları çepeçevre kuşatmıştır." (İsrâ: 60)
O ikinci defa doğmuş oluyor. Herkes bir defa doğar, o ise ikinci defa doğmuş oluyor.
Ana karnındaki çocuğun hükmü ne ise, onların hükmü de budur. Hiç hükmü yoktur.
Buradaki gizli nokta şu ki:
Âlemlerde tasarruf eden Hazret-i Allah'tır, fakat âlemlere onun tasarruf ettiğini gösterir. Onu kukla olarak oraya koymuştur.
O hem bilir, hem görür. Üzerindeki bütün âsârın sahib-i hakiki olan Hazret-i Allah'a âit olduğunu, kendisini tekâmül ettirdiğini ve mânevî olarak beslediğini bilir. Her şeyin O'na muhtaç olduğunu, her şeyin yalnız O'ndan geldiğini bilir, acziyetini itiraf eder, kendisini görmez.
İradesi yoktur ki hareket etsin, arzusu yoktur ki arzu etsin.
O takdir ediyor, O yaratıyor, O donatıyor, O yapıyor. Hep O.
Ana karnındaki çocuktan şu kadar farkı vardır ki; çocuk kimin tekâmül ettirdiğini bilmez, âlemlerin karnında tekâmül ettirdiği kimse ise kimin tekâmül ettirdiğini, yani Allah-u Teâlâ'yı bilir.
Onda Hazret-i Allah tasarruf ettiği için, o âlemlerin mutasarrıfı oluyor.
Bunun ispatı:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir beşer, bir kul idi. Hiçbir şey bilmiyordu. Fakat murad etmiş, onu "Rahmeten lil-âlemîn" kılarak, bütün âlemlere hayat verici yapmış. Kim yaptı bunu? Hazret-i Allah yaptı.
Hep O, fakat perdede dilediğini gösteriyor. Bu diyor. İnsan aslında bir maskedir. Maskeyi takarsan sen varsın, elbiseyi giyersen sen varsın, kaldırırsan O var. Zerreden kürreye kadar bu böyledir. Hazret-i Allah'ı böyle tanıyın.
"Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir." (Hacc: 62)
•
Bu mevzular çok incedir, bu mevzuya dalmayın, aklınızı ve ilminizi sokmayın. Boşluğa düşersiniz.
Bu hususta aklınız ve ilminiz yetmez. Bu bir zehirdir, helâkinize vesile olur.
Okuyun, geçin. İçine dalarsanız, derin olduğu için boğulursunuz.
Nitekim Musa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm'ın sahip olduğu ilim karşısında ilmi ve dimağı yetmedi.
Gün gelecek Allah-u Teâlâ Hazret-i Mehdi'yi gönderecek. Bu ilim ona mahsustur, bu ilmi ondan başka kimse çözemez. Bu hakikatleri o çözecek, o anlayacak, tahsilini burada görecek. Onun kitap yazmaya vakti olmayacağına göre, bu külliyat ona hazır bir program olacak, icraatını yapacak.
Muhatab Hazret-i Mehdi'dir. Bizim bütün vazifemiz Hazret-i Mehdi'ye zemin hazırlamaktır ki geldiğinde zemin hazır olsun.