Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir. Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir. Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik." (Bakara: 151)
"Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime'yi okumak kâfidir.
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Onun ümmetinden olmayanlar, anlatılan devlete eremezler.
Ona tâbi olup yolunda bulunanlar, Allah-u Teâlâ'nın zâtî tecellîsine kavuşurlar. İzinde ilerlemekle, bütün mertebelerin üstünde bulunan kulluk makamına ulaşırlar.
Onlar onu buldular, Hakk'ı buldular. Hakk'ı bulan ebedî saâdete erişir. Dünyada Hakk ile yaşar, kabirde O'nunla olur, mahşerde O'nunla olur, Cennet-i âlâ'da da O'nunla olur.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük nimetidir:
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
O bir hidayet nurudur. Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ onu, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep kılmıştır.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
"(Ey insanlar!) Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur.
Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi odur.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür." (Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki yaratan ona âşık olmuş.
•
Bütün peygamberlerin en güzelidir. Onların güzellikleri o Nur'un güzelliğinden iktibas edilmiştir.
Diğer peygamberlerin pak ruhları onun nurundan yaratıldıkları için, sadece gönderildikleri topluluklara rahmet oldular. O ise aynıyle rahmettir.
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
İlâhî fermanının mazharı olmuştur.
Bu Âyet-i kerime ile Zât-ı şerif'i müstesnâ bir mahiyet kazanmıştır. Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir kimsede toplaması elbette mümkündür.
Bu rahmetin mânâsını şöyle arzedelim:Kuru toprağı bir düşünün. Cama atsanız camı, insana atsanız gönlü kırar. Bu sert toprağa rahmet inince yumuşayıveriyor. İçindekileri dışarıya atıp nice nice bitkiler fışkırtıyor.
Yağmur olmayınca hayat olmaz. Her zerredeki hayat o rahmetten gelir. Her zerrede Allah-u Teâlâ'nın ulûhiyet sırları olduğu gibi, Rahmeten lil-âlemîn olan Resulullah Aleyhisselâm'ın rahmeti de her zerrede mevcuttur. Çünkü Allah-u Teâlâ mükevvenâtı o nurdan yaratmıştır.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor. (Tevbe: 61)
Bu âleme teşriflerinden önce bütün peygamberler ve mukarreb melekler katında, mübarek vücudunun âlemlere rahmet olduğu biliniyordu. Semâvî kitaplarda çok çok övülmüştür, kıyamete kadar da övülüp senâ edilecektir.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
"Yâ Resulellah! Şu müşrikler için bedduâ etseniz!" denildiğinde:
"Şüphesiz ki ben lânet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim." buyurmuşlardı. (Müslim: 2599)
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Bu onlar için büyük bir rahmet oldu. Birçoğu hakikati görerek dâvete icâbet ettiler ve iman selâmetine eriştiler.
Diğerleri de itaat etmiş olsalardı, onlar da o rahmetten istifade edeceklerdi. Fakat o Nur'a karşı gözlerini yumdukları için, kendi kendilerini felâkete atmış oldular.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri, istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
•
Peygamberlerin her biri birer yıldızdırlar. Güneşin doğmasından önce karanlıktaki insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nuru, gurur ve sürurudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Ayın, güneşin, yıldızların nuru; onun nurundan iktisab ve iktibas edilmiştir.
"Ay dahi güneş dahi, nurundan Muhammed'in,
Cümle şekerler tadı, tadından Muhammed'in."
Kıyamete kadar insanları şirkten, küfürden, isyan ve tuğyandan, cehâlet ve dalâletten kurtaracak, âlemi hidayet nuru ile gündüz gibi aydınlatacaktır.
•
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (Câmiüs-sağir)
Muazzez ism-i şerif'leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini insanların en mükerrem ve en değerlisi kıldığı gibi, Ümmet-i muhteremesi'ni de ümmetlerin en hayırlısı, en faziletlisi yapmıştır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i imrân: 110)
Bu fazilet ve meziyetlerin hepsi, Resulullah Aleyhisselâm'dan gelmektedir. O çok âli ve muhterem olduğu için ümmeti de öyle olmuştur.
"İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." (Âl-i imrân: 110)
Allah-u Teâlâ'nın bahşettiği bu izzet ve şerefe nâil olabilmek için, iyiliği söylüyorum; kötülükten, bölücülükten, fitne ve nifaktan vazgeçirmeye çalışıyorum. Ve Allah-u Teâlâ'ya bütün gönlümle inanıyorum, Elhamdü lillâhi Rabb'il-âlemîn.
Daha önce de arzettiğimiz gibi; bütün kitaplar satılsa bir lira dahi cebimize girmez.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, ancak onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime mucibince doğru yolda olduğumuzu size bildirmek için, hakikati söylediğimizi anlamanız için, Allah-u Teâlâ'nın emrinde ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda bulunduğumu ispat için böyle yapıyorum. Hiç bir dünyevî menfaatim yoktur, gayem rızâ-i ilâhî'dir.
Şöyle ki;
Huzûr-u ilâhî'ye çıktığım zaman, Rabb'ül-âlemin: "Ey kulum! Dinimi paramparça yapmak isteyen, ümmet-i Muhammed'i paramparça yapan bölücüleri görmedin mi? Onlara karşı ne gibi bir müdahalen oldu?" suâline karşı: "Ya Rabb'el-âlemin! Ümmet-i Muhammed'e yönelen fitne ateşini elimden geldiği kadar söndürmeye çalıştım. Kullarını Allah ve Resul'ünde toplamak ve birleştirmek için takatim nispetinde gayret ettim. Hoşnutluğunu kazanmak için bölücü ve kâfirlerle çatır çatır savaştım. Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmedim ve yalnız ve yalnız senden korktum. Aslâ hiç kimseden birşey beklemedim." diyebileyim.
Allah-u Teâlâ'nın bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtına mazhar etmesi, bu ilâhî lütfa nâil kılması, benim için dünyalara değişilmez. Bu yolda bulunduran sahibime sonsuz şükürler olsun! Allah'ım bu yolda bulundursun, bu yolda alsın.
Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini hatırlatmak, ikaz ve irşad etmek vazifemiz olduğu için yapıyoruz.
Bu vazife bize Resulullah Aleyhisselâm'dan miras olarak gelir. Ondan ve onun soyundan geldiğim için.
Bütün bu lütuf, feyiz ve bereket, bu ilim bize ondan geliyor. Bu rahmete nâil olmam, onun yolunda ve izinde bulunmamdan ötürüdür.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"O sizi seçti." buyuruyor. (Hacc: 78)
Sevdiği için, seçtiği için, öne sürdüğü için Rabb'ime sonsuz şükürler, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de sonsuz salât-ü selâmlar eylesin.
Âyet-i kerime'de:
"İzzet Allah'ındır, Allah'ın Peygamber'inindir ve bütün müminlerindir." buyuruluyor. (Münâfikûn: 8)
Ona izzet asaleten verilmiştir. Ümmetine ise ona tâbi oldukları için, yolunda bulundukları için verilmiştir.
Bu lütüf ve ikrama nâil olabilmekten daha üstün ne olabilir? Siz neye aldandınız, neye kapıldınız? Dünyanın süsüne lüksüne, lezzetine mi kapıldınız da şeytana uydunuz? Siz şeytan ile ve ilâhlarınızla övünürken, hiç şüphe yok ki Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım. Benim tek övündüğüm Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm'dır.
İman ile küfür kesin olarak ayrılmıştır. Ben size imandan bahsediyorum ve irşad etmeye, ikaz etmeye çalışıyorum. Allah-u Teâlâ dilediğine hidayet verir, saâdetine eriştirir; dilediğine vermez, küfür batağında bırakır.
•
Bir Âyet-i kerime'de:
"Onlar yaratıkların en iyileridirler." buyuruluyor. (Beyyine: 7)
Nebiler ve resuller ümmetlerine birer atiyyedir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir hediyedir. Atiyye muhtaç olanlara verilir, hediye ise sevilenlere verilir.
Bir Hadis-i şerif'te ise:
"Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı kılındı." buyurulmaktadır. (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ bu ümmeti en seçkin ümmet yapınca; onlara dinlerin en mükemmelini, yolların en güzelini bahşetmiştir.
Son peygamberin ümmeti oldukları için toprakta kalmaları az olacak, cennete bütün ümmetlerden önce girecekler, cennet sakinlerinin pek çoğu bu ümmetten olacaktır.
"Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız." (Buhârî)
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah'a inanan ve Allah'a ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! De ki:'Allah'ın kulları için yarattığı süsü, ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?'
De ki:'Bunlar dünya hayatında inananlarındır. Kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.'
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz." (A'râf: 32)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ dünyada da ahirette de müminleri ayırmıştır. Bütün bu ikram ve ihsanları Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve onun yüzüsuyu hürmetine ümmet-i muhteremesine bahşetmiştir. Her türlü nimet müminler için iniyor, fakat herkes istifade ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Her asırda benim ümmetimde sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur. Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhî o kadar boldur ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır." (Nevadir-ül Usûl)
Bir veliye bunca ihsan, bunca ikram. Ya Allah-u Teâlâ'nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm'a neler verilmiştir?
İşte Âyet-i kerime, işte Hadis-i şerif! Allah-u Teâlâ bütün bu lütufları Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ikram ediyor, fakat inanan ve inanmayan herkes istifade ediyor. Amma mümin olmayanların istifade etmeleri geçici bir zaman içindir. Ahirette bu nimetlere iştirak edemezler. Çünkü Allah-u Teâlâ dünyanın Rahman'ı, ahiretin Rahîm'idir.
"Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Ahirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz." (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i sübhânî'dir.
Allah-u Teâlâ'nın ümmet-i Muhammed'e vâdetmiş olduğu fazilet ve meziyetleri, ihsan ve ikramları; başka ümmetlere verilmiş olanlardan çok fazla ve çok büyüktür.
Âyet-i kerime'lerde:
"Resul'üm! Müminlere Allah tarafından büyük bir lütuf olduğunu müjdele." (Ahzâb: 47)
Allah-u Teâlâ'nın ümmet-i Muhammed'e vaad etmiş olduğu lütuf ve ihsanları çok daha fazla ve çok büyüktür.
"Allah yakında müminlere büyük bir mükâfât verecektir." buyuruluyor. (Nisâ: 146)
Bu ilâhî müjde kıyamete kadar gelecek olanlara da şâmildir. Kıyametten sonra da ümmet-i Muhammed'e bahşedilecektir. Allah-u Teâlâ'nın sonsuz ihsan ve ikramıdır. İnanan bir kimse ibadet ve taatı nispetinde bu nimete nâil olur.
Hiç şüphesiz ki müminler dünyaya ve ahirete ait bu muazzam nimetlere Muhammed Aleyhisselâm sayesinde ermişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in risaletine Allah-u Teâlâ'nın şehâdet ettiğini, onun ise Zât-ı kibriyâ'nın birliğini tasdik ettiğini, müşriklerin küfür ve şirkinden uzak bulunduğunu beyan buyurmaktadır:
"Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şâhit olarak Allah yeter!" (Nisâ: 79)
O aynı zamanda seninle onlar arasında da bir şâhittir. Onlara neler mükellef kıldığını ve buna karşılık, kendilerinin küfür ve inatları sebebiyle tebliğ ettiğin hükümlere rağmen sana nasıl bir karşılık verdiklerini çok iyi bilir.
"De ki:'Şâhitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?' De ki:'Allah'tır. O, benimle sizin aranızda şâhittir.'" (En'âm: 19)
Allah-u Teâlâ benim Zât-ı akdes'i tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuma, bütün sözlerimin de O'ndan olduğuna en büyük şâhittir. O'nun şâhitliği bana yeter!
"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu." (En'âm: 19)
Kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
"Allah ile beraber başka ilâhlar olduğuna siz mi şâhitlik ediyorsunuz?" (En'âm: 19)
O ilâh edindiğiniz önderlerinizi niçin savunuyorsunuz?
"De ki:'Ben şâhitlik etmem!'" (En'âm: 19)
Ben ancak onların bâtıl olduklarını söylerim.
"De ki:'O ancak bir tek ilâhtır.'" (En'âm: 19)
Ben Allah-u Teâlâ'yı bir olarak tanırım. O hüküm ve hikmet sahibidir. Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Benim dinim benim olsun, sizin dininiz sizin olsun.
"Ben sizin şirk koştuklarınızdan uzağım." (En'âm: 19)
Ben sizin taptıklarınızdan, ilâh edindiklerinizden uzağım. Beni yaratana, yaşatana, öldürecek ve diriltecek olan tek olan Allah'a iman ettim ve O'na döneceğimi kabul ettim. Siz kime döneceksiniz?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bütün ümmetler hakkında bir şâhit olarak gönderilmiş olduğunu beyan buyurmaktadır:
"O gün her ümmete kendilerinden bir şâhit göndeririz ve seni de bunların üzerine şâhit olarak getiririz." (Nahl: 89)
Seni öyle büyük bir makama getireceğiz ki; kıyamet günü bir araya toplanan bütün ümmetlerin şâhidi olacaksın, ümmetlerle peygamberleri arasında adâletle hüküm verecek olan bir hakemsin.
Sana indirilen Kitab-ı kerim, önceki kitaplara hâkimdir, onların risâletlerine şâhittir.
"Biz bu Kitab'ı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı, müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Nahl: 89)
Öyle bir kitap ki, gönüllere şifâ olan açıklamalar vardır. Küçük büyük hiçbir şeyi bırakmamış, hepsini açıklamıştır. Bütün insanlık için bir hidayet rehberidir. Hususiyetle müminler için tam bir müjdedir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e hitap ederek şöyle buyuruyor:
"Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (Nisâ: 80)
Senin vazifen ilâhî hükümleri onlara duyurmaktır. Yaptıkları işler sebebiyle onları heseba çekecek ve cezalandıracak olan Allah'tır. Yaptıkları işlerden onlar sorumludurlar, sen onlardan mesul değilsin.
"Sen 'Allah' de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar." (En'âm: 91)
Müslüman olursanız bu bataktan çıkmış olursunuz. Aksi halde bu Âyet-i kerime'ye bakarak dalâlet batağının içinde yüzdüğünüzü açık olarak görün, bilin ve dalâletinizi kabul edin. Başkalarını da bu dalâlet batağına sürüklemeyin. Zira onların da günahlarını sırtlamış olursunuz.
Allah-u Teâlâ bütün ikazlara rağmen yola gelmeyen fâsıkların, yaptıklarının sonuçlarını mutlaka göreceklerini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Kendilerine verdiğimiz nimetleri inkâr etsinler ve sefa sürsünler bakalım! Yakında bilecekler!" (Ankebût: 66)
Ellerinde ateşle oynadıklarını, Allah-u Teâlâ'yı gadaplandıracak işler yaptıklarını ve gerçekten de azabı hak ettiklerini itiraf edecekler, söyleyecek bir söz de bulamayacaklar. Âdil-i mutlak olan Allah-u Teâlâ, yaptıklarının karşılığını onlara verecek.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?" (En'âm: 144)
Gerçekten bunlardan zâlim kimse yoktur.
"Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi." (En'âm: 45)
Çünkü hak geldi bâtıl zâil oldu. Elbet ki bu zâlimlerin de kökü kuruyacak.
"Âlemlerin Rabb'i Allah'a hamdolsun!" (En'âm: 45)
İslâm'ın doğuşundan şu içinde bulunduğumuz zamana kadar birçok müslüman milletler, Allah'ın dinine yardımcı olmuşlardır. Kıyamete kadar da İslâm ümmetinden bir topluluk bu Din-i mübin'i ayakta tutmaya devam edecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Ey inananlar! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler.
Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler.
Allah yolunda cihad ederler.
Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütf-u ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, herşeyi bilendir." (Mâide: 54)
Bu Âyet-i kerime Din-i İslâm'ı bölmek isteyenlere, Allah-u Teâlâ'nın emrinden ve yolundan çıkanlara bir ihtar-ı ilâhî'dir. Bu emr-i ilâhî'ye mi uyacaksınız, şeytanın izinden mi gideceksiniz?
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde yolunda bulunanların vasıflarını belirtiyor. Onlar birbirine karşı çok şefkakli, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Bu sertlik bu Âyet-i kerime'den ötürüdür, bu ilâhî bir lütuftur. "Niçin bu kadar sert!" demeyin, bu Âyet-i kerime'ye bakın, bizden bir şey beklemeyin.
•
Kur'an-ı kerim'in bu hükmü kıyamete kadar bâkidir. Âyet-i kerime'nin sırrı her zamanda, her asırda zuhur etmektedir. Kendilerine bu emaneti koruma şerefi verilen milletler, her ne zaman Din-i İslâm'a yardımcı olmaktan uzaklaşmışlarsa, Allah-u Teâlâ başka bir topluluğu öne geçirmektedir.
Her devirde irşad görevi kesintisiz devam etmiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Bu hükm-ü ilâhî Asr-ı saâdet'ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Zira, Allah-u Teâlâ bu irşad memurlarını eksik etmeyecek ve kesmeyecektir.
Onlar Allah'tan gelen ve Allah'a râci olanlardır. O'nun emir ve nehiylerini tebliğ ederler. Halkı her türlü sapıklıktan kurtarmaya çalışırlar, Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine bağlarlar, bu suretle Hakk'a ulaştırmış olurlar.
Âyet-i kerime'de açıkça görülüyor ki onlar Hakk ile hüküm verirler. Size verilen bu hükümler Hakk'ın hükümleridir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetimden bir tâife kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyeceklerdir." (Tirmizî)
Bunlar onun has ümmetidirler, sapıkları bertaraf ederler.
•
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O (Kur'an) hak olduğu halde senin kavmin onu yalanladı." (En'âm: 66)
Mekke müşrikleri yalanladığı gibi, bu bölücüler de seni ve Hakk'tan geleni yalanladılar.
Ya Resulellah! Seni inkâr ettikleri gibi, Allah-u Teâlâ'nın senin hakkında verdiği hükmü de inkâr ettiler.
"De ki:'Ben sizin üzerinize vekil değilim.'" (En'âm: 66)
Resulullah Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümlerini tebliğe memurdur, hiç kimsenin üzerine vekil değildir. Allah-u Teâlâ dilediğine iman lütfeder, dilediğini sapıklıkta bırakır. O sizin sapıklığa düşmenizden mesul değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruyor:
"Eğer o kâfirler bu verdiklerimizi inkâr ederlerse, şüphesiz ki inkârcı olmayan bir kavmi buna vekil kılarız (yerlerine bunları inkâr etmeyecek bir kavim getiririz)." (En'âm: 89)
Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ her şeye kâdirdir. İnsanları imtihan sahnesine koyar. İhsan ve ikramlarına şükreden kullarına nimetlerini artırır. Yoldan sapan, nimetine küfredenleri ise sapıklıkta bırakır.
"–Geçimini helâl yollardan kazanan, Peygamber'in nurlu yolundan ayrılmayan ve başkalarına hiç kötülüğü dokunmayan kimse cennete gider."
"–Yâ Resulellah! Bugün aramızda böyleleri çoktur."
"–Şimdi olduğu gibi benden sonraki devirlerde de böyleleri olacaktır." (Tirmizî)
•
Numunemiz Hazret-i Resulullah Âleyhisselâm ve onun ıyâli olsun. Şaşaadan kurtulalım, iç âleme varalım. Dış âlem hayâlâttır, seriüz-zevaldir. İç âlemde hakikat mevcuttur.
Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün kelâmı esastır.
•
Sen çık aradan kalsın Yaradan. Yani senin varlığın yapraktır. Yaprağı kaldırdığın gibi, kendi varlığını kaldırdığın zaman altta O çıksın.
Allah-u Teâlâ hem Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin beşeriyet âlemindeki ulu mevkisini, hem de Ümmet-i Muhteremesi'nin değerini Âyet-i kerime'si ile bütün insanlığa duyurmuştur:
"Böylece sizi, bütün insanlara karşı şâhidler olmanız için tam ortada vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhit olsun." (Bakara: 143)
Allah-u Teâlâ her peygamberi kendi ümmetine şâhit tutmuş, Ümmet-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ise bütün insanlar üzerine şâhit kılınmıştır. Onlar insanlara şehâdet ederken, kendilerine de şehâdet eden bir Resulullah Aleyhisselâm vardır.
Vasat ümmet; orta yolu takip eden, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde ölçülü ve mutedil olan, dünya ve ahiret dengesini kurabilen, hak ve adaletten ayrılmayan, hakka hak, bâtıla bâtıl diyen bir ümmettir.
Kıyamet gününde bütün ümmetler bu ümmetin efendiliğini, diğer ümmetlere olan üstünlüğünü itiraf edeceklerdir.
Ey iman edenler! Bu lütuf size yetmez mi?
•
Âdem Aleyhisselâm'dan beri bize müslüman adını veren Allah-u Teâlâ'dır:
"Bundan önceki kitaplarda ve bu Kur'an'da size müslüman adını veren O'dur.
Tâ ki Peygamber size şâhit olsun, siz de insanlara şâhitler olasınız." (Hacc: 78)
Binaenaleyh Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a ve Resulullah'a iman eden kimse bütün kitaplara, bütün peygamberlere iman etmiş olur.
Hazret-i Kur'an'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyen, bütün Kütüb-i semâviye'yi inkâr etmiştir, peygamberleri de...
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı şâhit olarak tutuyor. Ki yarın sıkışıldığı zaman: "Biz duymadık, bilmedik!" diyemesinler.
Resulullah Aleyhisselâm kıyâmet günü peygamber olarak gönderildiği bütün insanların; kendisine icabet edip iman şerefine erenlerin ve iman etmeyip küfür ve dalâlette kalanların hepsine şehâdet edecektir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in muhabbet ettiği akrabalarına muhabbet etmek de vâciptir.
O nasıl ki bütün insanların en üstünü ise, zevceleri de hanımların en hayırlısı, Ehl-i beyt'i de insanların en hayırlısıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! (İlâhî ahkâmı tebliğ ettiğin kimselere) de ki:'Ben sizi hidayete dâvet ettiğim için hiçbir ücret istemiyorum. Ancak yakınlarıma (Ehl-i beyt'ime) muhabbet etmenizi isterim.'" (Şûrâ: 23)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ehl-i beyt'ini hem sevmiş, hem de sevilmelerini emretmiştir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'in hanesinde bulundukları bir sırada:
"Ey Ehl-i beyt! Allah sizden kiri, günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak ister." Âyet-i kerime'si nazil oldu. (Ahzâb: 33)
Kızı Fâtıma'yı, torunları Hasan ve Hüseyin'i çağırdı. Üzerinde bulunan bir örtü ile onları bürüdü. O sırada Hazret-i Ali -radiyallahu anh- geldi. Onu da örtünün içine aldı ve:
"Allah'ım! Bunlar benim Ehl-i beyt'imdir. Onlardan günah kirini gideriver, tertemiz yap." diyerek duâ buyurdu. (Tirmizî: 3870)
Âyet-i kerime'nin tamamı ve bundan önceki Âyet-i kerime'ler incelendiğinde, bütün zevcelerine hitap ettiği ve Ehl-i beyt'e olan o büyük ikramın derecesi daha iyi anlaşılmış olur.
Zevceleri ile kızı Fâtıma, diğer kerimeleri, torunları, damadı Hazret-i Ali Ehl-i beyt'ten sayılmaktadır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Size nimetlerinden yedirip içirdiği için Allah'ı seviniz. Beni Allah'ın muhabbeti sebebiyle seviniz. Ehl-i beyt'imi de benim onlara sevgim için seviniz." (Tirmizî: 3792)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah Aleyhisselâm'a:
"Ehl-i beyt'inden hangisini en çok seviyorsun?" diye sorulmuştu.
"Hasan ve Hüseyin!" diye cevap verdi.
Bazı zamanlar: "Benim oğullarımı bana çağır!" diye kızı Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-ya emreder, onları getirtip koklar ve kucaklardı. (Tirmizî: 3774)
Onların dünyevî ve uhrevî halleriyle ilgili bir çok ihbarlarda bulunmuştur.
Onun Ehl-i beyt'e olan alâkası, akrabalık gayretinin bir sonucu olmayıp, risalet vazifesinin bir neticesidir. Murâd-ı ilâhî böyle tecelli etti, dinin nur damarları onlardan dağıldı, o nurdan o bereketten dünyaya kol saldı. O pak asâletten, asırlar boyunca temiz bir nesil geldi. İslâm âleminin her tarafına yayılarak dinin öncülüğünü, rehberliğini yaptılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kendisi âlî ve münevver olduğu için Ehl-i beyt'i de böyledir. Ehl-i beyt'i böyle olduğu gibi, mânevî vârisleri de böyledir. Onların hepsi onun Ehl-i beyt'inden sayılır.
Bir Hadis-i şerif'te:
"Selmân bizdendir ve Ehl-i beyt'tendir." buyurulmaktadır. (Taberânî)
Halbuki Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Hazretleri İran'dan gelmiş bulunuyordu.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, o Nur'u görmek şerefine nâil olup iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Onlar o nurun ef'al ve ahvâlini gördüler. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur'dan lemean etmiştir.
O nur ile sohbet şerefine muadil tutulacak hiçbir fazilet ve kemâlât tasavvur edilemez.
Onların imanları şuhûdidir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatleri göre göre iman ettiler. Böyle bir devlet onlardan başkasına müyesser olmamıştır.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Allah-u Teâlâ benim Ashâb'ımı nebiler ve resuller müstesnâ olmak üzere bütün insanlara ve cinlere üstün kılmıştır." (Bezzâr)
Kur'an-ı kerim'in kâtipliğini yapanlar, Hadis-i şerif'leri rivayet edenler, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk'ın son dinini yayanlar ve bize ulaştıranlar onlardır.
Diğer bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Sahâbemi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah'a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız." (Buhârî)
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
Allah-u Teâlâ bu mümtaz zatların üstün vasıflarını Kur'an-ı kerim'de meth-ü senâ ediyor ve şöyle buyuruyor:
"İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle, güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır.
Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır." (Tevbe: 100)
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyap olan, o Nur'un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i canlarından da aziz bildiler. O Nur'dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Değil mallarını, canlarını bile fedâ etmekten haz duydular. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Bedir savaşına hazırlanırken Ashâb-ı kiram'ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
"Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm'a dediği gibi:'Sen ve Rabb'in varın savaşın, biz burada oturacağız!' demeyiz, fakat biz deriz ki:'Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.'"
Resulullah Aleyhisselâm'ı bu derece sevmenin mükâfâtı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. "Peygamberlerle beraber olmak" mertebesidir.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyurulmaktadır:
"Ashâb'ım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayeti bulmuş olursunuz." (Beyhaki)
•
Gerek Tevrat'ta ve gerekse İncil'de Resulullah Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Muhammed Allah'ın Peygamber'idir." (Fetih: 29)
Onun Allah katındaki vasfı budur. O Allah-u Teâlâ'nın Resul'üdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da Allah-u Teâlâ'dır.
O'nun bu şehâdetine karşı "Muhammed Allah'ın Resul'üdür." demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.
"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere asla sevgi beslemezler.
Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.
İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.
"Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün." (Fetih: 29)
Namazlarını Allah için ihlâsla kılarlar. Çünkü namaz amellerin en hayırlısıdır.
"Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler." (Fetih: 29)
Öyle çalışırlar ki, daima Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmayı, rızâsına doğru ilerlemeyi düşünürler.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih: 29)
Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.
"İşte bu, onların Tevrat'ta anlatılan vasıflarıdır." (Fetih: 29)
Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat'ta belirtilen hususiyetlerindendir.
Onların İncil'deki özelliklerine gelince:
"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır:Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider." (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram'ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
"Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir." (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümûl bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
Ashâb-ı kiram'a öfke duyan, onların kusurlarını diline dolayan bir kimse bu Âyet-i kerime'ye göre küfre düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan övgü ile söz etmiş ve onlardan râzı olmuştur. Bu ise onlara yeterlidir.
"Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfât vâdetmiştir." (Fetih: 29)
O'nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.
Âyet-i kerime'de geleceğin fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, çok büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm'ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler. İlâhî rahmet ve inayet bütün müminleri kuşatmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara "Tâbiîn" denir.
Onlar da insanların hayırlıları olarak müjdelenmişlerdir.
"İslâm'da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle, güzellikle tâbi olanlar." (Tevbe: 100)
Âyet-i kerime'sine uyarak onlara "Tâbiîn" adı verilmiştir. Aslında bu isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Beni gören veya beni göreni gören müslümana ateş dokunmaz." (Tirmizî)
Onların da derece ve faziletleri çok yüksektir. Saâdet asrının seçilmiş insanlarını görmek bile büyük bir lütuf, büyük bir saâdettir.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Ne mutlu beni göreni görene!" (Ahmed bin Hanbel)
Onlar bu Din-i mübine en büyük hizmet olarak Hadis-i şerif'leri, Ashâb-ı kiram'ın söz ve içtihatlarını topladılar. Bu onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her tâbiî, bir sahabenin veya birkaç sahabenin talebesi durumunda idi. Birçok talebesi olan sahabeler de vardı.
Onların diğer bir mühim hizmetleri; Ashâb-ı kiram'ın görüşüne göre, Kitap ve Sünnet'ten herhangi bir delil bulunmayan meselelerde içtihatlar yapmış olmalarıdır.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın birçokları İslâm ülkelerine dağıldığı içindir ki, Hadis-i şerif'leri toplamak hususunda nice güçlüklerle karşılaştılar. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, ileri gelen sahabeleri Medine-i münevvere'de oturmaya mecbur etmişti, onların görüşlerinden faydalanmak istiyordu. Fakat Hazret-i Osman -radiyallahu anh- halife olunca Medine-i münevvere'den ayrılmak isteyen sahabelere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmişti. Bununla beraber seçkin sahabelerden çoğu oradan gitmemiştir.
Onlar Ashâb-ı kiram'ın çizmiş oldukları yoldan çıkmamışlar, naklettikleri Hadis-i şerif'lerin ve fetvâların ötesinde, ayrıca birçok içtihatlar yapmışlardır.
Bir Hadis-i şerif'te de şöyle buyuruluyor:
"İnsanların hayırlısı benim zamanımdaki müslümanlardır. Sonra onlara yakın olanlar, ondan sonra da Ashâb'ımı görmüş olanlara yetişenlerdir." (Buhârî)
Çünkü o sâfiyet oraya geçiyor. Allah-u Teâlâ'dan gelen Resulullah Aleyhisselâm'a, Resulullah Aleyhisselâm'dan gelen o sâfiyet Ashâb-ı kiram'a, o sâfiyet daha sonra Tabiîn-i kiram'a geçiyor.
Ashâb-ı kiram o sâfiyeti, o nuru kaybetmedi. O sâfiyeti o nuru tâbiîne aktarmaya çalıştılar. Tâbiîn-i kiram da onlara bakarak ehil oldu. Onlar Hakk'la meşgul oldular, Var'ı bulmaya çalıştılar.
•
Tâbiîn-i kiram Hazerâtı'nı gören müslümanlara Tebe-i tabiîn adı verilmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları da insanların hayırlıları olarak vasıflandırmıştır.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır.
Onlara:
'İçinizde Peygamber Aleyhisselâm'ı gören kişi var mıdır?' diye sorulunca:
'Evet vardır!' diye cevap verilir.
Nihayet ordu içindeki Sâhâbe'ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da:'İçinizde Resulullah Aleyhisselâm'ın Ashâb'ını gören kişi var mıdır?' diye sorulur. 'Evet vardır!' diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da:'İçinizde Resulullah'ın Ashâb'ını görenleri gören var mı?' diye sorulur. Bu defa da:'Evet vardır!' denilir. Yine fetih müyesser olur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh. 1223)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a Levh-i mahfuz'daki takdir filmini göstermişti. Ne çizdiyse onları görüyor ve biliyordu.
Bu Hadis-i şerif onun en açık mucizelerinden birisidir, buyurduğu gibi öylece tahakkuk etmiştir.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar, Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. O öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Bu topluluk Allah-u Teâlâ'nın, kalplerine nuru akıtıp hakikati bildirdiği, Zât-i akdes'ini duyurduğu ve hakikati bildirmek için gönderdiği kullardır.
Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet'ten kıyamete kadar geçerlidir ve müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye devam edecektir." (Müslim)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bir fırkanın kurtulacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Yani o vazifedarlar o bir fırkadan çıkacak, başka fırkalardan çıkmayacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." (Ebu Dâvud)
Görülüyor ki bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ tarafından gönderilmiş vazifedarlardır.
O'nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, hakkı tebliğ eden ve halkı Hakk'a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah'a götürürler.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl'den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm'ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ'nın hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli'yi gönderir.
Hâtem-i enbiya olduğu gibi bir de Hâtem-i evliya vardır. Zira, velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtem-i evliya, âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Nitekim Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur."
Dikkat edilirse "Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz." buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye'yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur, değil Türkiye'ye, bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ adâleti onunla ayakta tutacak. Daha doğrusu Allah-u Teâlâ onu öne sürmüş. Tek kelime ile o robot gibidir, tecelliyât-ı ilâhiye Allah-u Teâlâ'nındır. Onu O öne sürmüş ve onda tecelli etmiştir.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, dinin üstünlüğünü ve adaletini onunla ayakta bulundurmayı dilemiş.
Âl-i imran sûre-i şerif'inin 81. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; Allah-u Teâlâ bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e, Hâtem-i nebi olan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber vermişti. İman edeceklerine ve ona sadâkat göstereceklerine dair onlardan söz almıştı. Binaenaleyh hepsi de onun geleceğini biliyorlardı.
Aynı bunun gibi; ikinci bir hâtem olan Hâtem-i veli'nin gönderileceğini veli kullarına bildirmiştir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği birçok veli kulları, Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlar ve bildiriyorlardı.
Böyle bir kimsenin geleceği halk için meçhul, fakat onlar için açıktı. Eserlerinde bu noktaya parmak basıp izahlı bir şekilde ayrı ayrı anlatıyorlardı.
Nitekim Hâtem-i veli'nin geleceği mevzusuna bin küsur sene önce yaşamış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok eğilmiş, birçok vasıflarını olduğu gibi bir bir sıralamış, hatta sırf bu mevzuda "Hatm'ül-Evliya" isminde bir kitap yazmıştır. İlk ifşaatta bulunan da odur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de alâmetleri ile beraber Hazret-i Mehdi'nin geleceğini bildirmiş, onun hakkında birçok Hadis-i şerif'ler beyan etmiştir.
Nitekim Nuaym bin Hammad'ın Ka'b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar'ın çıkmasıdır."(Suyûtî, Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)
Çünkü bu iman kurtarma cihadı bu birinci merdivenden başladı. Ondan sonra Hazret-i Mehdi kılıçla cihad etmek için gönderilecek, doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselam'ın vekâletini taşıyacak, onun vazifesini yapacak. Garip duruma düşen İslâm'ı gariplikten kurtarmaya çalışacak. Çünkü bunun için gönderilecek.
İsa Aleyhisselâm da Deccal'i öldürmekle işe başlayacak.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "261. Mektub"unda buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onları şu Hadis-i şerif'i ile müjdeli kıldı:
'Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garib olarak avdet edecektir.
Ne mutlu gariplere!' (Müslim)
Bu ümmetin sonu, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatından bin sene sonra, yani ikinci binin başlaması ile başlamıştır. Çünkü aradan bin sene geçmesi ile insanlarda büyük bir değişiklik ve eşyada kuvvetli bir tesir meydana çıkmıştır.
Allah-u Teâlâ bu dini kıyamete kadar değiştirmeyeceği için, ilk zamanda gelenlerin tazelikleri sondakilerde de görülmekte ve böylece ikinci bin yılın başında bu dini kuvvetlendirmektedir.
Bu iddiâyı ispat etmek için iki kuvvetli şâhid olarak İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Hazretleri'nin bu bin içinde var oluşlarını gösterebiliriz.
Bir şiir:
'Alsaydı kudsî ruhtan eğer yardımını,
İsa'dan başkası da yapardı onun yaptığını.'
Ey kardeşim! Bugün bu sözler pek çok kimselere ağır gelir, anlayışlarından uzak görülür. Fakat onlar bilgileri, mârifetleri insaf ile ölçerlerse ve İslâmiyet'le karşılaştırırlarsa, İslâmiyet'e hangisinin daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp kabul ederler." (261. Mektup)
Bu beyanlarından açıkça anlaşılıyor ki, kendisinden sonra ileride gelecek bir zâtı tarif etmektedir.
Nitekim "260. Mektub"unda:
"Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir." buyuruyorlar.
O zamanın ulemâsı haklı olarak İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'ni "İkinci bin yılın müceddidi" olarak görmüşler ve göstermişler, o ise dört yüz sene sonrasını görebilmiş ve birçok mektuplarında bu zâtı tarif etmiştir. Allah-u Teâlâ'nın velilerinin görüşü ise uzundur. O'nun göstermesi ve bildirmesiyle bilirler ve konuşurlar.
•
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne de Hâtem-i veli'yi bildirmek emri ve vazifesi verilmiş.
O da nurunu ve ilhamını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerinden aldı. Allah-u Teâlâ dilediğini ona bildirdi ve gösterdi. O nur ışığı altında, Allah-u Teâlâ'nın ilhamı ile gördü, bildi ve yazdı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Mehdi hakkında birçok beyanlarda bulunduğu gibi, Hâtem-i veli hakkında da, sahtelerinin çıkmaması için, beyanlarda bulunmuş ve işaretler vermiştir.
Allah-u Teâlâ Hâtem-i veli'nin hakimiyet kesbedeceğini, galip geleceğini ve muvaffak olacağını Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne o zaman göstermiş. Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri böyle buyurdu ve gerçekten de dediği gibi oldu. Allah-u Teâlâ böyle murad etmiş, böyle tecelli etti, böyle oldu.
•
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği, velâyette onunla aynı mertebede bulunan zâtı ve ordusu olan "Bayraklılar"ı tarif etmekte; bütün ehl-i İslâm'ı onlara tâbi olup imân etmeye dâvet etmektedir:
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz imân ediniz." (Fusûs'ül-Hikem şerhi, sh: 215)
"Yine geldi" beyanları ile ikinci bin seneyi işaret ediyorlar.
•
1652-1728 yılları arasında yaşayan ve "Rûh'ul-Beyan" ismindeki kıymetli tefsirin sahibi olan İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kenz-i Mahfi" adlı eserinin "10. Bahis"inde Hâtem-i veli'nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtın diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredeceği kitapları göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarında, kendisinden iki yüz sene sonra gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
"Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir."
"Hâtem'ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir." (Kenz-i Mahfî)
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir. Nitekim Mürselât sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!" (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime'de geçen "Gönderilenler"den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler, "Lâ ilâhe illâllah" ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah'tan olan Mürşid-i kâmil'lerdir, başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor. Allah-u Teâlâ'nın izniyle bu cihadı bu gönderilenler yapıyor.
Bu gönderilenler Allah-u Teâlâ'nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Âhirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
•
"Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!" (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi, Din-i mübin'e gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde Din-i mübin'i neşrederlerdi. Bunlar da iman kurtarma akıncısıdırlar. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu tebşirâta girmektedirler.
•
"(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!" (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk'ı tarif eder, ulvî hakikatleri beyan eder.
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikati tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk'a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikati duyurmak için dünyanın bir çok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihadçılar nur-i ilâhî'yi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikati yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
"(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime'nin şümulüne girmektedir.
"De ki:'Hak geldi bâtıl gitti.'" (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk'a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların iç yüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm'ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun." (Müminûn: 52)
Âyet-i kerime'sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için gönderilmişlerdir.
Nitekim Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Feth'ur-Rabbânî" adlı eserinde şöyle buyurur:
"Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirden ayırt eder." (60. Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nur-i ilâhî'yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihadçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
•
"(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!" (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
"Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ'ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin ederler. Her fırsatta, her fesatçının, imansız imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı dabbe'tül-arzların, yalancı isaların, yalancı mehdilerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed'i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyla imanlarını kurtarmak için hakikati bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Bütün gaye ve maksatları Nur-i Muhammedî'nin yayılması, insanların Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir.
Âyet-i kerime'lerin şerefine mazhar eden Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hâtem-i enbiya olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i peygamberlerin en faziletlisi, Ashâb'ını da ümmetlerin en faziletlisi kıldığı gibi, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ'yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kılmıştır.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez." (Tirmizî)
Şimdi bu belli olmayanı belirtmeye çalışacağız ve hakikatini ortaya koyacağız.
Evvelkilerden murad "Asr-ı saâdet"tir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve "Hâtem-i velî" ile başlayan iman kurtarma ve cihad devresidir.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Hangisi daha hayırlıdır bilinmez." buyuruyor.
Bu mucize beyanı ile başta gelenlerle sonda gelenleri birbirine bitiştirmekle, Ashâb ile ihvanı bir zincirin baklaları haline getirmektedir. Hepsi de aynı yolun yolcularıdır, hiç fark yok.
Bu faziletin nereden geldiğini mütebâki Hadis-i şerif'lerde arzetmeye çalışacağız.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir kabristana gelip:
"Ey mümin cemaatin diyârı! Size selâm olsun. İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi görmüş olsa idik ne kadar sevinirdim." buyurdu.
Ashâb-ı kiram:
"Yâ Resulellah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" dediklerinde:
"Siz benim ashâbımsınız. İhvanımız ise, henüz gelmemiş olanlardır." buyurdu.
"Henüz gelmemiş olan ümmetinizi nasıl tanıyacaksınız yâ Resulellah?" diye sorulduğunda ise şöyle cevap verdi:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını bilemez mi?"
"Elbette bilir yâ Resulellah!"
"Kardeşlerimiz de yüzleri, el ve ayakları abdest nuru ile parlak olarak geleceklerdir. Ben de havzın başında onları bekleyeceğim." (Müslim: 249)
Burada herkesin anlayabileceği bir tabir kullanmışlar. "Abdest nuru ile tanıyacağım." buyuruyorlar. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı da abdest alıyordu amma Resulullah Aleyhisselâm'ı görüyorlardı. Onlar nurun karşısında idiler. O nur yetiyordu onlara. Ve fakat o nurdan 1400 sene uzaklaşılmış, ortalık kararmış. Gelecek ümmet ise hem görmüyor, hem abdest alıyor. O nurdan uzaklaşmışlar amma, Ashâb-ı kiram'ın hayatını yaşıyorlar, Ashâb-ı kiram'a bitişmiş durumları var. Demek ki; "İhvanımız ise henüz gelmemiş olanlardır." buyurulan kimseler, bilhassa ikinci bin seneden sonra gelecek olan bu ümmet içinde Hâtem-i veli'ye tâbi olan ihvan topluluğudur.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Bir kimsenin; alnı ak ve ayakları sekili bir atı olsa, tamamen siyah ve hiç alacası olmayan at sürüsü arasında kendi atını tanıyamaz mı?"
Beyanı ile bu zamanın karanlığını siyah atlara benzetmektedir. Ortalık o kadar kararacak ki, hiç beyaz yeri kalmayacak. Fakat o kararmış ortamda o beyazlığı, o nuru taşıyacak insanlar da bulunacak. Allah-u Teâlâ bu karanlık ortamda Hâtem-i veli'nin ihvanına öyle bir nur verecek ki, nûrun alâ nur olacaklar.
Ashâbı dinde kardeş yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş kabul etti. Faziletini siz düşünün!
Zira, bu güçlük içerisinde bin dört yüz seneden sonra Resulullah Aleyhisselâm'a kavuşuyorlar, bitişiyorlar ve aynı hayatı yaşıyorlar. Bu ise kardeşliğin tâ kendisidir.
Çünkü Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı zamanında güçlük vardı amma, destek aldıkları iki güç de vardı. Kur'an-ı kerim âyetleri an be an nâzil oluyordu. Her an için tecelliyât-ı ilâhî'ye mazhar idiler. Diğer taraftan Resulullah Aleyhisselâm'ın nuru karşılarında idi. İçleri dışları nurlanıyordu. Onun sohbeti ile müşerref oluyorlardı. İlâhî hükümleri kaynağından öğreniyorlardı. O nur onlara yetiyordu, onları eğitiyor, terbiye ediyordu. Büyük bir mânevî destek vardı. Onlar gördüler, göre göre iman ettiler. Bakıyorlardı, yol alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bu Din-i mübin'i onlarla kurdu, onlarla yaydı.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Dünya kurulalıdan beri böyle bir fitne kopmadı.
Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Aynı hayatı yaşadıkları için kardeş oluyorlar. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhî hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!" (Müslim)
"Garipler kimdir?" diye sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır:
"Garipler o kimselerdir ki, halk tarafından bozulmuş olan sünnetimi ıslah ederler, öldürülmüş olan sünnetimi de ihyâ ederler." (Tirmizî)
Bu kardeşlerin esası bunlardır. Bu kardeşler o gariplerdir. O kardeşlikle bu kardeşlik birleştiği gibi, mücadele hususunda da aynı noktada birleşiyorlar. Bu Hadis-i şerif bilhassa onlara işaret ediyor, ikinci bin seneden sonra bu mücahidlere bu ad veriliyor. Yeni doğar gibi doğuyorlar.
Bunun da sebebi Allah-u Teâlâ'nın bunlara Asr-ı saâdet hayatının benzerini yaşatması, din-i İslâm'ı bütün hükümleri ile ayakta tutmak için her türlü mücadele ve mücahedeyi yapmalarıdır.
Bu kardeşler halk tarafından bozulmuş olan Sünnet-i seniye'yi ihyâ ettiler. Hiç çekinmeden hakikati haykırdılar, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadılar. Bütün bu sapıtıcı imamların, bu dalâlet fırkalarının üzerine cesaretle gittiler.
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı bunlar açtılar, bu hakikati bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Bu suretle de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hadis-i şerif'lerinde müjdelediği şerefle müşerref oldular.
Bu şerefle müşerref eyleyen Sahibime sonsuz şükürler olsun.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise buyururlar ki:
"Garipler sayıları pek az olan sâlih kişilerdir. Bu kişiler sâlih olmayan bir topluluk içinde yaşarlar. Yaşadıkları bu topluluk içinde kendilerini seven az, buğz eden ise çoktur." (Ahmed bin Hanbel)
Bugün imanı muhafaza etmek çok zor, imandan kaymak çok kolaydır. Her an imandan kayma tehlikesi olduğu için onlara bu derece verilmektedir.
Görülüyor ki milyonlarca müslüman kitleler halinde küfre kaydılar. Bunlar daha önce müslümandı, amma küfre kaydılar, ebedî hayatları mahvoldu. Hele yabancı bir kimse müslüman olmak isterken, bir bölücü yakalıyor, doğmadan evvel onu öldürüyor.
Dünya kurulalıdan beri İslâm için böyle bir tehlike gelmemişti. Çok tehlikeli, çok müzayakalı, çok da kıymetli bir zaman.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Rivayete göre Ashâb-ı kiram'dan Sâlebe'tül-Haşenî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bu Âyet-i kerime'nin tefsirini sorduğunda şöyle buyurmuştur:
"Yâ Sâlebe! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Ne zaman ki aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk tabakasını bırak.
Muhakkak ki sizin arkanızda karanlık gece parçaları gibi fitneler vardır. O fitneler içerisinde, sizin üzerinde bulunduğunuz inancın benzerine sımsıkı yapışan bir kimse için, sizden elli kişinin sevabı kadar sevap vardır."
Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Onlardan elli kişinin sevabı kadar sevabı vardır değil mi? (Yani sizden kelimesi yanlışlıkla mı kullanıldı?)" diye sorduklarında buyurdu ki:
"Hayır! Sizden elli kişinin sevabı kadar sevap alır. Çünkü siz iyiliklerde yardımcı bulursunuz, fakat onlar bulamazlar." (Ebu Dâvud - Tirmizî - İbn-i Mâce)
•
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Öyle bir ifsat ki misli görülmemiş.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirminci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ'nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyleri çiğneniyor. Küfür ve nifak âdetlerini güçlerinin yettiği kadar yaymaya çalışıyorlar. Halk haramı helâli kaldırmış, besmelesiz kesilen etleri yiyor. Şer'i nikâh ve mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür zaten verilmiyor. Dünyaya aşırı bir muhabbetle bağlanmış, her kötülük moda olmuş, İslâm'ı yaşamak ayıp olmuş.
Fuhuş alenen yapılacak bir hale gelmiş, içki su gibi içiliyor, kumarın her türlüsü oynanıyor. Faiz alıp-verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Öyle bir devirdeyiz ki; Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar.
Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)
Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ'nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: "Bu doğru söylüyor." deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.
Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine, tasarruf-u ilâhî'sine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyurulmaktadır:
"Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce: 3954)
Eskiden nehir düz akıyordu, şimdi ise ters akıyor.
İslâmiyet yaşanıyordu, her yerde yaygındı, İslâm âdeti üzerinde ilâhî hükümlere bağlı olarak hareket ediliyordu. İslâm yolunda yürümek kolaydı. Herkes gidiyor, sen de kendiliğinden gidiyordun. Kendini o kaynağa kaptırdığın zaman seni götürüyordu.
Şimdi ise tamamen ters akıyor. Senin Hakk'a doğru gidişin, o suya doğru vurmana benziyor. Hatta o su da üstelik âfât suyu oldu. Eğer mâzallah insan bırakıldığında, ayağı kayar ve o âfâta kapılarak, imanını da ebedî hayatını da kaybeder.
İşte zaten;
"Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda sünnet-i seniye'me sarılanlara yüz şehit sevabı vardır." (Beyhakî)
Hadis-i şerif'inin sırrı burada toplanıyor. Bugün Sünnet-i seniye'ye riâyet edenler yüz şehit sevabı ile müjdelenmektedirler. Böyle bir mükâfâtın verilmesi, yürüyenin çok az ve yürüyebilmenin çok güç olması sebebiyledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Amellerin efdali en güç olanıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Yüz şehit sevabı gibi böyle bir ücret şimdiye kadar hiç kimseye verilmedi, ancak bunlara verildi.
Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Hangisinin efdal olduğu bilinmez." buyurdu.
İslâm'ın ilk yıllarında İslâm garipti, nur ile nurlanıyordu. Bugün de İslâm garip hâle düştü, ihvan ile nurlanıyor. Garip hâle gelen İslâm, yeniden diriliyor ve hayat buluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında:
"Allah'ın rahmeti benim vekillerimin üzerine olsun!" buyurmuşlar.
"Senin vekillerin kimlerdir yâ Resulellâh!" diye sorulduğunda ise:
"Benim sünnetimi ihyâ eden ve Allah'ın kullarına öğreten kimselerdir." cevabını vermişlerdir. (İbn-i Abdil-berr)
Bunların bu derece faziletli oluşları nereden geliyor? Böyle bir ortamda bir avuç müslüman Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a sığınarak adalet-i ilâhî'yi ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeyerek bu zulümâtı delmek için, nur-i ilâhî'yi yaymak için, insanları Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a götürmek için azimle, gayretle cihad ediyorlar.
Aslâ hiçbir menfaate tevessül etmezler.
"Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır." (Hucurât: 13)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'dan son derece korkarlar.
Haram şöyle dursun, şüpheli şeylerden dahi kaçınırlar. Bu gibi yerlerden alış-veriş dahi yapmazlar. Hiçbir dâvete, hiçbir ziyafete iştirak etmezler.
Her yaptıklarını Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bâri'si için yaparlar. Yazan para almaz, yayan almaz. Hiçbir fertten bir kuruş istendiği asla vâki değildir. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm'inde şöyle ferman buyurmaktadır:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Böyle bir şey aslâ duyulmamış ve görülmemiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de onları Ashâb-ı kiram'a tanıtarak şöyle buyuruyorlar:
"Onlar bugün sizin üzerinde bulunduğunuz hakikate sarılırlar."
•
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah'ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah'ın halifesi Mehdi'dir." (Hâkim)
Dikkat edilirse burada "Benim bayraklılarım." buyuruyor ve onları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı ile birleştiriyor. Bu cihad-ı ekber'i yapanlara "Bayraklılar" ismini bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz verdiği gibi, kimsenin o cihadı yapamadığını ve yapamayacağını işaret buyuruyorlar.
Ashâb onun ashâbı, ihvan onun ihvanı. "Benim bayraklılarım" demek, onun ashâbı demek. Bilhassa "İhvanım" demesi ile, kendisine daha da yaklaştırmaktadır.
Ashâbı dinde kardeş, yolda arkadaştı. İhvanı ise dinde de kardeş, yolda da kardeş.
Nitekim Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ise:
"Mustafa geldi yine, cümleniz iman ediniz." buyurarak o zamanla bu zamanı bitiştiriyor.
•
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in taşıdığı bayrağının rengi siyah idi.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bayrağı siyah, sancağı beyazdı." (Tirmizî. Cihad: 10)
Kendi yolunun yolcularına da bu bayrağının ismini vermiştir.
Din-i İslâm'ı bütün tazeliği ile ayakta tutan bu mücahidler, garip hâle düşen İslâm dininin müdâfisidirler.
Bu bayrak ve bu bayraklılar, bu mücahidler, ilk iman kurtarma cihadını başlattıklarından ötürü bu şerefe nâil oldukları gibi, bu Hadis-i şerif'in de tecelliyatına mazhar oldular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu bayraklıları tarif ettiği gibi, görülüyor ki, bunlar mânevî bayrak ve bayraklılardır.
Onun vekili olan evliyâullah da bu bayrağı ve bu bayraklıları tarif ediyorlar.
Nitekim "Hatmü'l-Evliyâ"adlı eserin sahibi olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta buyururlar ki:
"Allah onun yeryüzünde şânını ve irşâdını yaymış, kendisini halkın velâyet bayrağının sahibi yapmıştır." (Nevâdir'ül-usül. Cilt 1, sh: 339)
Bu bayrak aslında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e âit nübüvvet bayrağıdır. Onun bayrağını vekili taşır.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bir diğer beyanları şöyledir:
"Allah-u Teâlâ onu yeryüzünde Zât-ı Bari'nin adalet kamçısı yapmıştır."
"Onunla ilâhî ahkâmı ayakta tutar."
İşte bu cihadın mânâsı budur. Bu üç merdivenin ehemmiyeti ve ciddiyeti meydana çıkmış oluyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu bayrağının vârisine intikal ettiğini beyan etmek üzere de Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Velâyet bayrağını elinde bulunduran Hâtem-i evliyâ, Peygamberimiz'in diğer peygamberlere şefaat etmesi gibi, diğer velilere şefaat edecektir."
"O anda veliler onun arkasında, nebiler ise önündedir."
Gerçekten de Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram'a "Son"u çok evvel göstermiştir.
•
"Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (C. Sağîr)
Bunun mânâsı;
Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazanmak maksadıyla, benim için ve benim çizdiğim yol için, bu nuru yaymak için, karanlığı delmek için canlarını dahi feda etmeye hazırdırlar.
Bu ise Resulullah Aleyhisselâm'a olan muhabbetten ötürüdür.
Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:
"–Geçimini helâl yollardan kazanan, Peygamber'in nurlu yolundan ayrılmayan ve başkalarına hiç kötülüğü dokunmayan kimse cennete gider."
"–Yâ Resulellah! Bugün aramızda böyleleri çoktur."
"–Şimdi olduğu gibi benden sonraki devirlerde de böyleleri olacaktır." (Tirmizî)
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'le beraber oturuyorduk.
Bir ara şöyle konuşuldu:
–Söyleyiniz! İman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar kimlerdir?
–Meleklerdir yâ Resulellah!
–Evet onlar öyledir ve bu haklarıdır. Allah onları öyle bir mertebeye çıkarmışken bu pâyenin onlara verilmesini ne engelleyebilir? Amma ben melekleri sormuyorum.
–Yâ Resulellah! Öyleyse en üstün insanlar, Allah'ın kendilerine risâlet ve nübüvvet ihsan buyurduğu peygamberlerdir.
–Onlar da öyledir ve bu haklarıdır. Allah onlara öyle bir rütbe vermişken bu imtiyazın kendilerine verilmesini ne engelleyebilir?
–O halde yâ Resulellah, onlar peygamberlerin yanında şehid düşenlerdir.
–Şehidler de öyledir ve bu haklarıdır. Çünkü Allah kendilerine şehâdet bahşetmiştir. Ben başkalarını soruyorum.
–Öyleyse yâ Resulellah sen söyle kimlerdir?
–Henüz erkeklerin sulplerinde olan bir takım kimselerdir ki benden sonra gelecekler.
Beni görmedikleri halde bana iman edecekler, beni tasdik edecekler.
Kur'an okuyup içindekilerle amel edecekler.
İşte iman edenler arasında en üstün imana sahip olanlar bunlardır. (Ebu Ya'lâ - Heysemî)
Ebu Cum'a -radiyallahu anh- der ki:
"Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle yemeği yiyorduk. Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh- de aramızdaydı.
"Yâ Resulellah! Bizlerden daha üstün kimseler var mıdır?
Çünkü biz sen hayatta iken müslüman olduk, maiyyetinde savaştık." diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
"Evet vardır!
Benden sonra gelip de beni görmedikleri halde bana iman edecek kimselerdir." (Ahmed bin Hanbel - Heysemî)