"Ne oluyor?" sorularının çoğaldığı bir ortamda dış ve iç gelişmeleri anlamlandırmaya, olayların arka planını çözmeye "Terör yapan veya yapmayan örgütlerin arkasında kim var?" sorusunu çözmeye çalışıyoruz.
Birkaç yüzyıllık yakın tarihimiz bize göstermiştir ki ülkemizde yaşanan gelişmelerde "Batı" kelimesi ile kategorize ettiğimiz; eskinin sömürgeci, yeninin "Demokrasi beşiği(!)" devletlerinin parmağı fazlasıyla mevcuttur.
Paranın çoğaldığı ve hızlı hareket edebildiği ve daha önemlisi insanların para ile satın alınabilmesinin çok kolaylaştığı bir çağda yaşıyoruz. Burada parayı sadece "dolar" olarak düşünmemek lâzım. Her türlü menfaat çarkını bu kapsamda görmemiz gerekiyor.
Meselâ bir sivil toplum kuruluşu "Batı" dediğimiz ülkelerden birinden ya da o ülkelerde konuşlanmış bir kuruluştan aldığı fon desteği ile bir "İnsan hakları toplantısı" yaptığı zaman; bu toplantıda Irak'taki, Afganistan'daki insan hakları ihlallerinin konuşulması mümkün müdür? Değildir! Yine meselâ Amerika'dan menfaati olan, Amerika'dan himaye gören bir kimsenin Amerikan çıkarlarına zarar verecek bir konumda olması mümkün müdür? Değildir!
Bu menfaatle bağlama yöntemlerinin listesini uzatabiliriz. "Batı" bu yöntemler hususunda uzmanlaşmıştır.
Maddi menfaat ya da şahsî ikbal için her şeyi yapmaya hazır insanların azımsanmayacak kadar çok olduğu bir devirde; Türkiye'nin altını oymak gibi bir geleneği olan ülkelerle "Dostluk" kurmanın normal gösterildiği bir ortamda, "Dış güç"lerin ülkemize nüfuz etmek için fazla zorlanmadığını söyleyebiliriz. Küffarın içimize nüfuzunun zirveye çıktığı bir zamanda yaşıyoruz.
Bu nüfuz ajanlarının patronu "Batı", maddi ve ideolojik üstünlüğünü elde tutabilmek için her türlü yalanı, iftirayı kullanmayı meslek edinmiştir. Düşmanlarını karalamakta uzman olduğu kadar kendi karanlık yüzünü gizlemekte de aynı oranda uzmanlaşmıştır. Barbarlığını "insanlık", savaşını "barış", faşizmini "demokrasi" kavramları ile kamufle eder. İçindeki çirkinliği diline vurmaz, el altından sinsice icra eder. Dilinde "demokrasi, insanlık, insan hakları" vardır. Hatta bu kavramları kendi tekelinde görür.
Ülkemizde yaşanan gelişmelere baktığımızda bu uzmanlığını ihraç etmekte de aynı şekilde başarılı olduğunu görürüz.
Meselâ PKK yandaşları örgütün silah ile üstünlük sağlayamayacağını bildiği için "Barış" diye bağırıp dururlar. Şehir merkezlerindeki "yakma, yıkma, öldürme" gibi faaliyetler ise "Demokratik eylem"dir.
Yine "Batı"nın, "Amerika"nın dezenfomasyon talebeleri Amerikalı hocalarını aratmayacak derecede maharetlidir.
"Batı" (bu genel kavramın içerisinde İsral'i de düşünmek lâzımdır) ise Türkiye arenasında beslemelerini tokuşturmanın keyfini sürer.
Bir de bu arenada bilmeden figüran konumuna düşen "saftirik"ler vardır. "Batı"nın bizim için iyi şeyler düşünmesini, bizim iyiliğimiz için çalışmasını beklerler.
Halbuki "Batı" için Türkiye "İdeolojik" bir rakip ve düşmandır. Bu durum bin yıllık bir tarihsel arka plana dayanır. İdeolojik düşünmeyen bir Batılı için bile Türkiye Batı Medeniyeti'nin alternatifini temsil eden, Batı çıkarlarını tehdit etme potansiyeline sahip bir devlettir.
Biz tarihi hinterlandımızda ve daha ötesinde barış ve ticaret projeleri yürütürken bu durumun ne gibi yansımaları olabileceğinin tahlilinde bulunmuyoruz.
Türkiye uluslararası arenada ön plana çıktıkça bu ülkeler en hafif tabiriyle pireleniyorlar. "Türk" kâbusu tekrar rüyalarına girmeye başlıyor.
Biz tarih defterini kapatıp yeni bir sayfa açmak istesek bile defter aynı defter olduğu için kapatmak mümkün olmuyor. Sadece kendimizi kandırıyoruz.
Türk imparatorlukları 1000 yıl önce "Batı" ilerleyişine başladı. 1700 yılına gelinceye kadar (1699 Karlofça) bu ilerleyiş büyük bir haşmetle devam etti. Türk imparatorluklarının ilerleyişini durdurubilmek için her yolu denediler. Sayı olarak bugünkü şartlarda bile muazzam büyüklükleri ifade eden Haçlı orduları topladılar. Selçuklular devrinde Anadolu, Osmanlılar devrinde Balkanlar Haçlı mezarlığı haline geldi.
Türkler sadece kılıçla Avrupa'yı tehdit etmediler. İdeolojik olarak da tartışmasız bir üstünlüğümüz vardı. Hiçbir beşeri ideoloji ile kıyas kabul etmez İslâm dini Avrupa'nın köhne kilise düzeni için büyük bir tehdit olarak algılanıyordu. Yine hususiyetle Osmanlı devrinde yaşanan eşsiz adalet düzeni yerel halkların teveccühünü çekiyordu. O gün adı konulmamış olmakla beraber bugün bile birçok devlette görülmeyen bir "Hukuk devleti" vardı.
Osmanlı hiçbir zaman bugünkü "Batı"nın yaptığı gibi yıkıcı bir kültürel emperyalizm uygulamadı. Siyasî hakimiyet uğruna ahlaksızlık, kargaşa yaymaya çalışmadı.
Bugünkü medya teknolojisi o gün elimizde olsaydı, "Batı düzeni"nin tarumar olması işten bile değildi.
Bu sebeple "Batı"; Osmanlı'ya, "Türk"e karşı büyük bir kıskançlık, büyük bir kin, büyük bir düşmanlık besledi. Kilise gibi bazı mahfiller "Batı halkları"nın kalplerine maraz derecesine varan "Türk düşmanlığı hastalığı"nı yerleştirdiler. Bu yolda, siyasî maksatları için, her türlü yalana, dolana, iftiraya sarıldılar. (Farkında değiliz ancak biz "Aranıza gireceğiz." diye dayattıkça "Avrupa"nın bu rahatsızlığını, kalbindeki marazını depreştiriyoruz. Hem Avrupa'ya hem kendimize zarar veriyoruz.)
Türklerin Batı ilerleyişinin başlamasından 300 yıl önce Endülüs'te inkişaf eden İslâm medeniyeti "Batı"da büyük bir kültürel şoka sebep olmuştu. Bu şoku atlatamadan doğudan gelen kılıçlı Türkler bu şoku büyük bir travmaya çevirdi.
"... O dönemde Batı büyük bir cehalet içerisindeydi. Yeni tanıdıkları İslam'ın medeniyet anlayışına hayran kaldılar ve bu onlar için adeta bir şok etkisi yaptı. .... İslam'ın yayılmasından endişe eden dönemin Hıristiyan otoriteleri ... Müslümanları zalim göstermek için propagandaya giriştiler. ... Avrupa'da ciddi bir İslam karşıtlığı başladı. Haçlı seferlerinin temelini de bu olay atmıştır. Bu savaşlar esnasında 'Sanshon de jest' denilen savaş destanları yazılmaya başladı. O zamana kadar Avrupa'da sadece Latince yaygın ve yerel diller de yok. Yazılan bu 200'ü aşkın İslam'a karşı kahramanlık destanları yerel dilleri de doğurdu. Bunlar İspanyolca, İtalyanca gibi bugünün Avrupa dillerinin ilk yazılı metinleridir. Fransız Roland'ın destanı Fransızca'nın ilk yazılı metnidir ve bugün de bütün Avrupa okullarında bu destanlar temel metin olarak okutulur. Bu destanların hepsinde Müslümanlar hain, gaddar, kan dökücü, kötü insanlar olarak tasvir edilir. Onlara karşı kahramanlık gösteren Hıristiyanlar ise 'iyi'yi ve 'doğru'yu temsil ederler...."(Prof. Dr. Bekir Karlığa, D.B.Tercüman, 11 Şubat 2002)
Batı dediğimiz güruhun dili, tarihi, İslâm ve Türk düşmanlığı ile başlıyor. Türklerin silahlı ilerleyişi ve İslâm dininin bayraktarlığını ele almasıyla bu düşmanlık tamamen Türklere yönelmiş oldu. Müslüman olmak Türk olmakla aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Müslüman olan hıristiyanlara Türk denildi. Matbaa Türkler aleyhinde tertip edilen broşürleri çoğaltmak gayreti ile yaygınlaştı. Anneler çocuklarını "Türkler geliyor." diye korkuttu. Türkler çocukları yiyen, her türlü işkence ve vahşeti yapan barbar canavarlar olarak takdim edildi.
Türklerin ve müslümanların Balkanlar'da, Kafkaslar'da soykırıma tabi tutulduğu, milyonlarcasının canını kurtarmak için Anadolu'ya kaçmaya çalıştığı 19. yy sonlarında İngiltere ve Avrupa'da yayınlanan broşürlerde tam tersi bir propaganda yapıldı. Barbar Türkler hıristiyanları katlediyor diye kamuoyu oluşturuldu.
Bu propagandanın en büyük mimarlarından birisi olan İngiliz başbakanı Gladstone şöyle söylemişti:
"Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Medeniyetimizin bekası için onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu'da yok etmeliyiz"
Londra Konferansı sırasında ingiliz Başbakanı Lloyd George da Türkleri "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlamış, beklediği neticeyi alamayacağını anlayınca endişesini şöyle ifade etmişti: "Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa'dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten de kaçırıyor olabiliriz."
Siyasetçisi, din adamı, bilim adamı hepsi böyle.
Reformist namlı din adamı Luther Türkler'i "Deccal" olarak tanımladı. Vatikan zaten belli.
Bilim kisvesi altında Türk düşmanlığı yapıldı.
Darwin 3 Temmuz 1881 tarihinde W. Graham adlı bir bilim adamına yazdığı mektubunda aynen şöyle demişti: "Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu ispatlayabilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa, Türkler tarafından işgal edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük risk altında kalmıştı, ama artık bugün Avrupa'nın Türkler tarafından işgali bize ne kadar gülünç geliyor. Avrupa ırkları olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından elimine edileceğini görüyorum."
Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Ortada yalan ve iftira üzerine kurulu büyük bir tarihi kök var. "Yalan ve iftira" derken "Batı"da bu yalan ve iftiralara gönüllü bir sarılmadan bahsetmemiz lâzım. Zira siyasî rakip olarak görülen "Türkler"le mücadele etme yöntemlerinden birisidir bu "kara propaganda". Yönetici elitin bilinçli bir tercihidir.
Ne yaparsanız yapın bu tarihi kökü, bu ideolojik barbarlığı değiştiremezsiniz. Zira biz ne kadar "Öyle değiliz" desek bile Türkiye "Batı"nın siyasî rakibi, ideolojik alternatifidir. Balkanlara gittiğimizde Almanya'nın, Kuzey Afrika'ya gittiğimizde Fransa'nın, Ortadoğu'ya el attığımızda Amerika ve İsrail'in, Latin Amerika'ya uzandığımızda İspanya'nın endişe ve korku ile kulaklarını dikmesini engelleyemezsiniz. Türkiye'nin yükselmesi demek otomatik olarak "Batı"nın gerilemesi demektir. Bu bizim yazgımızdır.
Binaenaleyh hiçbir Batılı, Türkiye'nin onmasını istemez. Köpeklerini üzerimize salmaktan da çekinmezler.