Hicretin ikinci yılının en mühim hadisesi cihada izin verilmesi olup; ayrıca kıblenin yönü Kâbe-i muazzama'ya çevrilmiş, Ramazan orucu ile zekât farz kılınmış, haram aylarda savaşmak haram kılınmış, kurban kesme, Ramazan ve Kurban bayramları, Fıtır sadakası vâcib olmuştur.
Ayrıca esirlerden fidye almaya, ganimet mallarının taksimine, verdiği sözü bozan hasımlara dâir hükümler konulmuştur.
Resulullah Aleyhisselâm İslâmiyet'in ilk yıllarında Mekke'de iken savunma şeklinde de olsa İslâm düşmanları ile harp etmedi. Ancak onları Allah'ın birliğini kabule dâvet etmekle, yaptıklarına katlanmakla memurdu. Zira cihadın ilk ve en temel safhası dâvettir. Bu dönemde en güzel şekliyle bir sabır mücadelesi vermişti.
Hatta çeşitli haksızlıklara ve işkencelere uğrayan müslümanlar: "Yâ Resulellah! Nedir bu çektiklerimiz? İzin ver de şu adamların gizlice hakkından gelelim." diyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm ise onları teselli ediyor ve: "Henüz savaşa izin verilmedi." buyuruyordu. Müşriklerin kanları müslümanlara helâl kılınmamıştı.
O dönemde nâzil olan Âyet-i kerime'lerde; kurtuluşun yakın olduğu, İslâm'ın gün gelip mutlaka muzaffer olacağı, küfrün ise mutlaka başaşağı geleceği haber veriliyordu.
Ezcümle bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret!" (Ahkâf: 35)
Seni inkâr edenlerin dedikodularına, ezâ ve cefâlarına karşı sabırlı ol. Onlar lâyık oldukları azaplara mutlaka kavuşacaklardır.
"Onlar için acele etme!" (Ahkâf: 35)
O azap hiç şüphesiz ki onlara inecektir. Senden önceki peygamberlerin, kavimlerinin muhalefet ve eziyetlerine karşı senelerce yılmadan mücadele verdikleri gibi, sen de mücadelene devam et.
"Onlar vâdedildikleri azabı gördükleri zaman sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar." (Ahkâf: 35)
Maruz kaldıkları azabın şiddeti ve uzunluğu karşısında dünya hayatını bir saatten ibaret olarak telâkki edecekler. Korkularından, dünyada durdukları senelerce ömür o kadar az gelecektir.
"Bu bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi?" (Ahkâf: 35)
Elbette edilmezler. Bizzat kendileri helâk olmaya yönelmiş olanların dışında, Allah-u Teâlâ hiç kimseye zulmetmez. Bu onun ilâhî adâletinin bir tecellîsidir. O ancak azaba lâyık olanları cezalandırır.
Medine'ye hicret edildikten sonra tehlike kısmen atlatılmış, müslümanlar toparlanmaya başlamışlardı. Evs ve Hazreç kabileleri imana gelmekle ve Muhâcirler'le de bütünleşmekle din-i İslâm kuvvet bulmuştu. Allah-u Teâlâ onu kendi yardımı ve Ensâr ile destekledi. Aralarında mevcut olan düşmanlık ve kinden sonra kalplerini birleştirdi. Hepsi de bir gönül, İslâm'ın gönüllü erleri oldular. Kendilerini o Nur'a hibe ettiler. Onun sevgisini babalarının, çocuklarının ve eşlerinin sevgisinden önde tuttular.
Allah-u Teâlâ'nın buyruklarını reddeden, Resulullah Aleyhisselâm'ı yalanlayan, sırf: "Rabb'imiz Allah'tır!" dedikleri için inananları işkenceden işkenceye uğratan, onları dinlerinden döndürmek için zorlayan, yurtlarından yuvalarından çıkaran, hâlâ da mücadelelerinde kararlı olan müşriklerle savaşmak zamanı artık gelmişti ve hicretin ikinci yılında Safer ayının on ikisinde savaşa izin verildi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Zulüm ve haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin, karşı koyup savaşmasına izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kâdirdir." (Hacc: 39)
Bu Âyet-i kerime nazil olduğu zaman Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-: "Anladım ki yakında bir çarpışma olacak." demişti. (Tirmizî: 3170)
Bu beyan-ı ilâhî müslümanların nusretlere nâil olacaklarına dâir bir müjdedir. Çünkü o dönemde güçleri çok zayıftı. Kureyş'in gücü ise çok büyüktü, diğer müşrik Araplar da onları destekliyordu. Bu Âyet-i kerime'nin nüzulü müslümanlara büyük bir teselli verdi.
Bir başka Âyet-i kerime'de savaş izni teyid edildi. Yapılacak savaşın usûlü de belirtildi:
"Size karşı savaş açanlara, Allah yolunda siz de savaş açın! Aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." (Bakara: 190)
Âyet-i kerime'lerin ifadesinden anlaşılacağı üzere buradaki cihad izni kayıtlıdır. Sadece zulme uğradıklarında, tecavüze maruz kaldıklarında; kendilerini savunmak, maruz kaldıkları haksızlığı ve zulmü gidermek için savaşa müsaade edilmişti. Bir saldırı emri değil, saldıran düşman karşısında müdafaa emridir.
Nitekim daha sonraları nâzil olacak Âyet-i kerime'lerle cihad müslümanlar üzerine farz kılınacaktır:
"Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı." (Bakara: 216)
Savaş hem ölmeye, hem öldürmeye, hem de mal kaybına sebep olduğu için insanlara güç gelir. İstenmese bile savaşa girildiği ve Allah yolunda savaşıldığı zaman, kazanılacak olan zaferin, savaştan önce duyulan bütün korkuları unutturacak derecede büyük önemi vardır. Savaşta milletin varlığını muhafaza ve müdafaa vardır. Savaşta şehitlik ile ecir ve mükâfât vardır.
"Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfâl: 39)
Bâtıl dinler Hakk dinin karşısında yıkılıp gitsin, Hakk kâim olsun, fitne ve eziyetle kimse Allah'tan başkasına itaat etmeye boyun eğmeye zorlanmasın, hiçbir mümin dininden dönmesin.
Müminlerin savaşmasını helâl kılan tek gaye budur, başka bir gaye için savaşmak müminlere yakışmaz.
"Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görendir." (Enfâl: 39)
Küfürden dönüp de müslüman olurlarsa, bilsinler ki, Allah-u Teâlâ ona göre mükâfâtlarını kat kat verecektir.
"Yok vazgeçmez de yüz çevirirlerse, artık bilin ki Allah sizin sahibinizdir.
O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır." (Enfâl: 40)
O'nun sahip çıktığı kaybolmaz, O'nun yardım ettiği mağlup olmaz.