Muhterem Okuyucularımız;
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Dâvud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram'ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: "Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu." dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
"Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır." (Taberâni)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması da ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık." (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
"Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık." (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, âhiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir."
"Dünya âhiretin tarlasıdır." (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem âhiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
Dinimiz; hak ve adâletine uygun bir şekilde yapılan ticareti desteklemiş, müminlere bu hususta titiz davranmalarının gerekliliğini ve yollarını belirterek, halis niyeti bozmadan yapılan bir ticaretin âhiret hayatına destekçi olacağını açıklayarak inananları ticaret konusunda teşvik etmiştir.
İslâm hukukunda ticaretin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ticaret ayrı ayrı bölümlerde çeşitli kısımlara ayrılarak izâhları yapılan ve uzun uzadıya açıklanan bir konudur. Bu ayki sayımızda "Ticarette Yardımcı Muameleler" ve hassas bir konu olan "Ortaklık" ele alınarak ayrıntılı bir şekilde izâhları yapılmaya çalışılmış ve ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir.
Bu ay içerisinde idrak edeceğimiz "Hicri Yeni Yılı"nızı tebrik eder, tüm İslâm Âlemi'ne hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Katade -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve selem-e namazını kıldırıvermesi için bir cenaze getirilmişti.
'Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kıldırın!' buyurdu.
Ben 'Borç benim üzerime olsun ya Resulellah!' dedim.
'Sadâkatle mi?' diye sordu.
'Sadâkatle' dedim.
Bunun üzerine cenaze namazını kıldırdı." (Tirmizî: 1069)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz burada Katade -radiyallahu anh-in ölen bir kimsenin borcunu üstlenmesine karşı çıkmamıştır.
İyi niyetle kefil olma, kefile sevap kazandıran, taat kazandıran bir ameldir. Kefil olan kimse Allah-u Teâlâ'nın yardımını üzerine çeker. Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman: 60)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk: 2)
"İnsanlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini imtihan etmek için, yeryüzünde olan şeylere bir ziynet verdik." (Kehf: 7)
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması da ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık." (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
"Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık." (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
"Size yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O'nun verdiği rızıktan da yiyin.
Nihayet dönüş O'nadır." (Mülk: 15)
İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.
"Yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından nasibinizi arayın." (Cuma: 10)
Çünkü rızık O'nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
"Dünyadan da nasibini unutma." buyuruyor. (Kasas: 77)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde de helâlinden kazanmak için uğraşanları kendi uğrunda cihad edenlerle beraber zikretmiştir:
"Allah'ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseler ve Allah yolunda savaşacak olanlar..." (Müzzemmil: 20)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır."
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış." (İbn-i Asâkir)
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, âhiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir."
"Dünya âhiretin tarlasıdır." (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem âhiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Dâvud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram'ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: "Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu." dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
"Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır." (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında "Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zat var, gündüzleri oruçla, geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor." dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. "Biz hepimiz..." cevabını alınca "Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz." buyurdu.
Bir Hadisi şerif'lerinde:
"Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır." buyuruyorlar. (Camiüssağir)
Arzettiğimiz farz kazancın yanında, fakirlere yardım etmek, akrabalara ikram etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
Güzel bir hayat geçirmek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mübahtır.
Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:
"Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir." (Ahmed bin Hanbel)
"Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır." (Münâvî)
"Bir senelik hayatına yeterli olan azık insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır." (Münâvî)
"Bir insan bir işte bulunup rızıklanıyorsa, o işe devam etmelidir." (Camiüssağir)
İslâm'a karşı veya İslâm'ın haram kıldığı işler de haramdır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fâizi ve içkiyi yasaklarken; imal eden, taşıyan, hizmet eden, yazan ve şahidlik eden kimseleri de lânetlemiştir.
Hadis-i şerif'te "Allah-u Teâlâ bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar." buyurulmaktadır. (Ebu Dâvud)
Dinimiz; hak ve adâletine uygun bir şekilde yapılan ticareti desteklemiş, müminlere bu hususta titiz davranmalarının gerekliliğini ve yollarını belirterek, halis niyeti bozmadan yapılan bir ticaretin âhiret hayatına destekçi olacağını açıklayarak inananları ticaret konusunda teşvik etmiştir.
İslâm hukukunda ticaretin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ticaret ayrı ayrı bölümlerde çeşitli kısımlara ayrılarak izâhları yapılan ve uzun uzadıya açıklanan bir konudur. Bu ayki sayımızda "Ticarette Yardımcı Muameleler" ve hassas bir konu olan "Ortaklık" ele alınarak ayrıntılı bir şekilde izâhları yapılmaya çalışılmış ve ümmet-i Muhammed'in istifadesine arz edilmiştir:
Kefâlet, bir kimsenin sorumluluğunun başka bir kimsenin sorumluluğuna eklenmesidir.
Bu muamele, borcu veya yüklendiği hususu kefilden isteme hakkı verir, yoksa borç asıl borçludan düşüp de kefil üzerine sabit olmaz.
Kefâlet Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile meşru kılınmıştır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmuştur:
"Onu getirene bir deve yükü mükâfat verilecek. Ben buna kefil oluyorum." (Yusuf: 72)
Ebu Katade -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve selem-e namazını kıldırıvermesi için bir cenaze getirilmişti. 'Onun üzerinde borç var, arkadaşınızın namazını siz kıldırın!' buyurdu. Ben 'Borç benim üzerime olsun ya Resulellah!' dedim. 'Sadâkatle mi?' diye sordu. 'Sadâkatle' dedim. Bunun üzerine cenaze namazını kıldırdı." (Tirmizî: 1069)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz burada Katade -radiyallahu anh-in ölen bir kimsenin borcunu üstlenmesine karşı çıkmamıştır.
İyi niyetle kefil olma, kefile sevap kazandıran, taat kazandıran bir ameldir. Kefil olan kimse Allah-u Teâlâ'nın yardımını üzerine çeker.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?" (Rahman: 60)
Kefillik şahıs veya mal, yahut nakit para borçları için bahis mevzuudur.
a. Şahsa kefâlet:Bir kimseyi belirli bir tarihte belirli bir yere getirmeyi garanti etmektir.
b. Mala kefâlet: Bir kimsenin vermesi gereken bir malın ödenmesi için kefil olmaktır. Asıl borçlu mal ya da borcunu vâdesinde ödemezse, kefil bunları alacaklıya ödemeyi üstlenmiş olur.
Kefillik mutlak ve mukayyed olmak üzere de ikiye ayrılır:
a. Mutlak kefâlet:Borcun ödenme şekli ve vâdesinden söz etmeksizin yapılan kefillik sözleşmesidir.
b. Mukayyed kefâlet:Kefillik için bir ay veya bir yıl gibi süre sınırlamasına gidilmesidir.
Bu şartlar; kefil, borçlu ve alacaklı ile ilgili olmak üzere üç kısma ayrılır:
1. Kefille ilgili şartlar:
Kefilin akıllı olması ve büluğ çağına gelmiş bulunması gerekir. Sefihlik sebebiyle kısıtlı bulunanlar da kefâlete ehil değildirler. Kefâlet mâli bir tasarruf olduğu için kefilin reşit olması gerekir.
2. Borçlu ile ilgili şartlar:
Kefilin, kefâlet konusunu ifâ etmeye gücü yetmesi gerekli olduğu gibi, borçlunun kimliğini bilmesi de gerekir.
3. Alacaklı ile ilgili şartlar:
Alacaklının belirli olması, akit meclisinde hazır olması ve akıllı olması lâzımdır.
Kefillik, kefil olunan kişinin istemesiyle veya o istemeden de câiz olur. Kefil olunanın isteği ile olunan kefalette kefil, ödediğini kendisinden ister. Fakat kefil olunandan izinsiz kefalette bulunan kimse ise ödediğini isteyemez.
Alacaklı olan kimse, borçludan veya kefilden isteyebildiği gibi, her ikisinden de isteyebilir.
Kefil malı ödemeye zorlanırsa, kendisini bu durumdan kurtarıncaya kadar kefil olunanı sıkıştırır.
Bir kimse henüz müşteriye teslim edilmemiş olan satıcının malına kefil olamaz.
Kefilliği şartlara bağlamak câizdir, fakat kefillikten kurtulmanın bir şarta bağlanması câiz değildir.
Kefil iki kişi olursa, borç onlardan yarı yarıya tahsil edilir. Alacaklı alacağını asıl borçludan veya kefilden dilediğini tercih ederek isteme hakkına sahiptir.
Kefil olan, borcu ödemeden önce, asıl borçludan isteyemez.
a. İster borçlu ister kefil tarafından ödensin, borç alacaklıya ödendiği zaman kefâlet akdi sona erer. Alacaklı alacağını kefile veya asile hibe ettiği zaman da kefillik biter. Çünkü hibe, edâ yerindedir.
b. Alacaklı olan, kefili veya asili borçtan ibrâ etse (hakkını talep etmese) kefâlet sona erer. Ancak, yalnız kefili veya yalnız asili ibrâ etmesi, diğerini de ibrâ etmesi mânâsına gelmez. Kefilin borçtan ibrâsı, yalnız borcun ondan istenmesi hakkını düşürür. Fakat borcun aslını ortadan kaldırmaz. Ancak alacaklı borcun ödendiğini ikrar ve itiraf ederse, kefil de asil de borçtan kurtulmuş olur.
a. Suçlu, kefil tarafından belirtilen tarihte mahkemede bulundurulunca akit sona erer.
b. Hak sahibi, kefili şahsa kefâletten beri kılınca, kefâlet akdi sona erer.
c. Kefâlet konusu olan kişi ölünce, kefil kefâletten kurtulur. Kefil öldüğü zaman da kefâlet akdi sona erer.
Vekâlet; bir kimsenin câiz olan ve bilinen bir tasarruf konusunda kendi yerine başka birisini yetkili kılmasıdır.
Vekâlet sözünde "Kendi işini başkasına hâvale etmek ve ona bu hususta dayanıp güvenmek." mânâsı da vardır.
Bir kimse bütün işlerini bizzat yapma gücüne sahip olmayabilir. Bazen işlerinin çokluğu onu vekâletle iş gördürmeye zorlayabilir.
Vekâlet; Kur'an- kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Ashâb-ı Kehf'in mağarada bulundukları sırada kendi aralarında söyledikleri şu sözü Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size erzak getirsin. Fakat çok dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf: 19)
Burada, mağara arkadaşlarının içlerinden birisini alış-veriş yapmak üzere şehre gördermesi bir "Vekâlet sözleşmesi" niteliğindedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tatbikatta çeşitli konularda vekâlet yoluyla muameleler yaptığı bilinmektedir.
Meselâ Ümmü Habibe -radiyallahu anhümâ- Vâlidemiz'le kendisini nikâhlaması için Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh-i, Meymune -radiyallahu anhümâ- Vâlidemiz'le nikâhlamısı için de Ebu Râfi -radiyallahu anh-i vekil tayin etmiştir.
Diğer yandan Hakîm bin Hizâm -radiyallahu anh-i kurbanlık almak üzere vekil tayin ettiği nakledilmiştir.
Vekâlet verenin, vekâlet yoluyla yaptıracağı iş veya tasarrufa mâlik olması ve bu tasarrufun hükümlerinin onu bağlayıcı vasıfta olması gerekir. Buna göre mümeyyiz olmayan (yedi yaşından küçük) çocuğun ve akıl hastasının vekil tayin etmesi geçersizdir. Buna karşılık, yapılacak bağışı kabul etmek gibi, mutlak yararı olan tasarruflarda mümeyyiz küçüğün vekâlet vermesi câizdir.
Vekilin yalnız akıllı olması yeterlidir. Bu da alma ile satmanın niteliğini, kârla zararı, aldanma ve aldatmanın ne olduğunu bilmesiyle gerçekleşir. Buna göre temyiz gücüne sahip olmayan küçüklerle akıl hastaları başkalarına vekil olma ehliyetine sahip değildirler.
a. Genel vekâlet: Vekâlet veren kişinin "Benim için istediğin otomobili veya evi satın al." sözleriyle genel vekâlet bahis mevzuu olur. Burada alınacak şeyin çeşidi ve vasıfları belirtilmemekle birlikte vekâlet akdi geçerlidir.
b. Özel vekâlet: "Bana şu vasıfta bir elbise veya bir ev satın al." şeklinde yetki vermesi halinde vekilin hareket alanı sınırlandırılmış olur.
Satışa vekâlet ya mutlak veya mukayyet, yani kayıtlara bağlanmış olur. Mukayyet satışta vekilin belirlenen şartlara uyması gerekir. Aksi halde, kabul etmedikçe vekâlet vereni bağlamaz. Ancak vekilin kayıt dışına çıkması vekâlet verenin yararına ise bu durum ayrıdır.
Peşin satış şart koşulduğu halde vekil veresiye satsa, bu satışın geçerli olması mal sahibinin icâzetine bağlıdır.
Vekâlet veren, malın kime satılacağını belirtmişse, vekil malı başkasına satamaz.
Eğer vekâlet mutlak olarak verilmişse vekil aza, çoğa, peşin veya veresiye satış yapabilir.
Mal satım alımına vekil olana gelince; onu rayiç bedelle veya âdet olarak insanların aldanabilecekleri kadar bir fazlalıkla mal alması câizdir.
a. Vekâlet verenin vekili azletmesi ile vekâlet sona erer. Azlin geçerli olması için de, vekilin azledildiğini öğrenmesi ve vekâletin başkasının hakkı ile bağlantılı olmaması gerekir.
b. Vekâlet konusu olan işi vekâlet veren bizzat kendisi yaparsa, meselâ bir arsa için vekâlet veren kimse vekilden önce arsayı satsa vekâlet sona erer.
c. Ölüm ve akıl hastalığı, vekilin çekilmesi vekâlet ilişkisini sona erdirir.
Rehin; değerli olan bir malı, bir borç veya hakkın alınması gayesiyle, hak elde edinceye kadar alıkoymak demektir. Yani bir şahsı zimmet altına almak değil de, bir mal almak sureti ile yapılan akittir. Böylelikle kefâletten ayrılmaktadır.
Rehin teberru gibi bir akittir. Çünkü rehin verenin rehin alana verdiği şey, herhangi bir şey karşılığında değildir.
Rehin akdi Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer yolculukta olur da yazacak kimse bulamazsanız, alınan rehinler de yeter." (Bakara: 283)
Burada yolculuk esnasında rehin alma işi şart koşulmuş olsa da, yolculuk olmadığı zamanlarda da rehin alınabilir. Bu bir vesikadır, teminat vazifesi görür.
Sünnet-i seniyye'deki deliline gelince, Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir yahudiden veresiye zâhire satın aldı da, ona bir zırhını rehin olarak verdi." (Müslim: 1603)
Rehinin meşru kılınmasının hikmeti, borçların belgelendirilmesi ve sağlama alınmasıdır. Nasıl ki kefâlet, borcun şahsi bir yolla belgelendirilmesi ise, rehin de borcun mâli yolla belgelendirilmesidir. Rehin, alacaklı kişiye diğer alacaklılar arasında imtiyaz hakkını vermek suretiyle de fayda sağlar.
Rehin akdinin rükünleri icâp ve kabulden ibarettir. Akit, rehin verenle alanın icâp ve kabul iradelerini açıklamaları sonunda meydana gelir. Rehinin teslim alınmasıyla da muâmele tamamlanmış olur. İcâp ve kabul sırasında şahit bulundurmak gerekmediği gibi, bu irade beyanlarının yazı ile tespiti de gerekmez.
a. Rehin akdi, iki veya üç ay süre ile rehin vermek gibi bir süreye bağlanamaz.
b. Rehin akdi bir şarta bağlanamaz. Rehinin mahiyeti ile bağdaşmayacak bir şartın bu akitte ileri sürülmemesi gerekir.
a. Alım-satıma elverişli bir mal olmalıdır.
b. Mütekavvim yani değeri olan bir mal olması gerekir.
c. Ortak bir mülk olmamalıdır. Çünkü ortak mülkün yalnız belli bir parçasını kabzetmek mümkün olmaz. Ancak böyle bir mülkün bütün ortaklarının müşterek borcu için rehin edilmesi durumu ayrıdır.
d. Rehin edilen şeyin teslim alındıktan sonra, rehin hakkı sahibinin eli altında bulunması gerekir. Meselâ ağaçlar istisna edilerek yalnız bu ağaçların üzerindeki meyveleri rehin etmek muteber değildir. Çünkü ağaçlar rehine dahil edilmeyince, mahsul kabzedilmiş ve rehin alanın kontrolüne girmiş olmaz.
Rehin akdi meydana gelip rehin edilen şey karşı tarafa teslim edildikten sonra tarafların aşağıdaki hükümlere göre hak ve sorumlulukları doğar:
a. Rehin hakkı sahibi, alacağı ödeninceye kadar rehini hapsetmek ve elinde alıkoymak hakkına sahiptir. Rehin veren, rehin mal kurtulmadan önce ölürse, rehin alan, diğer alacaklılardan daha üstün hak sahibi olarak öncelikle rehinden alacağını alır. Rehin edilen mal, borca yeterli olmazsa, bu kimse miras malından da hakkını talep edebilir.
b. Rehin, teminata bağladığı borcun istenmesine engel olmaz. Rehini kabzettikten sonra da rehin alanın alacağını isteme hakkı devam eder.
c. Rehin alan, borcun tamamı ödeninceye kadar rehini elinde tutabilir. Borcun bir bölümü ödenince, bu borç karşılığında verilen rehinin de bir kısmını geri vermeyebilir. Ancak ödenen borca, rehinden belli bir kısım karşılık oluyorsa, o kısım geri verilebilir.
d. Rehin veren ölürse, mirasçıları onun yenine geçerek terikeden borcu ödemek suretiyle rehini kurtarmaları gerekir. Rehin alan ölürse, rehin onun mirasçılarının nezdinde rehin olarak devam eder.
e. Rehin edilen şeyden doğan ilâveler, asıl rehin ile birlikte rehin edilmiş sayılır. Meselâ rehin edilen ineğin sütü, ağacın meyvesi gibi nemâlar rehin edene âit olup, bunlar rehin hakkı sahibinin asıl rehine ilâveten rehin olarak kalır. Mahsul zâyi olursa tazminat gerekmez.
f. Rehin alanın rehin verene, rehini satarak bedelinden borcu ödettirme yoluna başvurma hakkı yoktur.
g. Rehin alan rehine ihmalinden dolayı zâyi olursa, bütün kıymetini tazmin eder.
Emanet; korunması maksadıyla emniyetli bir kimsenin yanına bırakılan mala denir.
Korumak üzere emanetçiye (vedîa) veya kullanılmak üzere ödünç (âriyet) verilen şeyler emanet sayıldığı gibi, kiracının elinde kiralanan mallar emanet kapsamına girer. Sahibini araştırmak maksadıyla alınan buluntu mal da emanet sayılır.
Emanetçi kendi malını ne şekilde koruyorsa, emaneti de o şekilde korumakla yükümlüdür. Bu koruma ya bizzat kendisi tarafından ya da koruyup gözettiği ve nafakalarını sağlamak durumunda olduğu eş, oğul, kız gibi kimseler aracılığı ile olur.
Emaneti elinde bulunduran kimsenin kasıtı, kusur ve ihmali bulunmadıkça telef ve zâyiinden dolayı tazmin edilmesi gerekmez.
Bir kimse yolda veya başka yerde bir şey bulup da bunu kendisine mâletmek üzere alırsa gaspçı hükmünde olur. Bu malın telef veya kaybolması halinde onun kasıt, kusur veya ihmali olmasa bile tazmin etmesi gerekir. Eğer bunu sahibine vermek üzere alırsa, sahibi biliniyorsa bu sırf emanet olup, sahibine teslim edilmesi gerekir. Eğer sahibi bilinmiyorsa buluntu mal (lukata) hükmünde olup, bulanın yanında emanet sayılır. Bunu ilan ettirir, sahibi çıkmazsa, kendisi muhtaçsa bu şeyi alıkoyar, muhtaç değilse sahibi adına tasadduk eder.
Bir kimsenin yanında başkasına ait bir mal bulunur ve kaza ile telef olursa, bu malı sahibinin izni olmaksızın almışsa tazmin etmesi gerekir. Eğer sahibinin izni ile almışsa emanet sayılır ve tazmin edilmesi gerekmez.
Ücretle emanetçilik yapanlar ise hırsızlığa karşı da tedbir almak zorunda bulunduğu için, gözetleyerek hırsızlığı önlemesi mümkün iken bu yapılmamışsa, malın çalınmasından ötürü de tazmin sorumluluğu bulunur.
Bir malı korunması için başkasının yanına bırakmanın meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile sabittir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah size emanetleri (millet işlerini) ehil (yani iktidarlı ve emniyetli) olanlara vermenizi emreder." (Nisâ: 58)
"Eğer birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti ödesin ve Rabb'i olan Allah'tan korksun." (Bakara: 283)
Sünnet-i seniyye'den delili ise Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Müslim: 59)
Başkasının yanına emanet bırakmanın caîz oluşu hakkında icmâ vardır. Çünkü bu insanlar için bir ihtiyaç ve zarurettir.
Emanetçiye mal bırakmanın rüknü icâp ve kabulden ibarettir. Bu suretle emanet bırakanın "Ben bunu sana emanet bırakıyorum." demesine karşılık, emanetçinin "Kabul ediyorum." diye cevap vermesi veya konuşmaksızın emaneti alması ile gerçekleşir.
Temyiz gücüne sahip olmayan küçüklerle, akıl hastalarının emanet bırakması veya başkasının bırakacağı emaneti teslim alması geçerli değildir.
Bu akitte tarafların ergin olması şart değildir. Ticaret yapmasına izin verilmiş olan küçüğün emanet bırakması veya bırakılan emaneti kabul etmesi geçerlidir.
Emanet sözleşmesi bağlayıcı akitlerden değildir. Bunun içindir ki emanet bırakanla, emanetçiden birisi akdi dilediği zaman feshedebilir. Ancak emanetçi korumayı üstlenince emanet malı dinin belirlediği şartlara ve örfe göre muhafaza etmek zorunda olur.
a. Emanetçi malı korumayı üstüne aldıktan sonra, korumayı terketme sonucunda mal telef olursa, kefâlet yoluyla onu tazmin etmeyi de üstüne almış sayılır. Meselâ malın çalındığını gördüğü halde, mâni olması mümkün iken müdahale etmese malı tazmin eder.
b. Emanetçi, emanet malı özürsüz olarak elinden çıkarıp başkasına emanet bıraksa, tazmin yükümlülüğü doğar. Emanet mal bu ikinci kişinin yanında zâyi olsa, emaneti ilk alanın tazmin etmesi gerekir.
c. Emanetçi yalnız korumayı üstlendiği için, onun emanet maldan faydalanma hakkı bulunmaz. Bunun içindir ki, o emanet maldan binmek veya giyinmek gibi bir yolla yararlanmaya kalkışır ve bu sırada mal hasara uğrarsa tazmin yükümlülüğü doğar. Ancak yararlanma sırasında değil de daha sonra koruma sırasında meydana gelecek teleften yine sorumlu olmaz.
d. Emanet veren, emaneti geri istediği zaman, emanetçi inkâr eder veya onu teslim edecek durumda olduğu halde, teslimden kaçınırsa gaspçı sayılır ve bundan sonra her türlü teleften dolayı tazmin yükümlülüğü olur.
e. Emanet mal aynı veya başka cins bir malla karışmışsa, bunları ayırmak mümkün ise ayrılır, değilse emanetçinin emanetin mislini tazmin etmesi gerekir.
f. Emanetçiye mal veren, bunun çelik kasa gibi hususu bir yerde korunmasını şart koşmuşsa, emanetçinin bu şarta uyması gerekir. Emanetçi bu şarta uymaz, malı daha az korumalı bir yerde korumaya kalkışır ve mal zarar görürse tazmin etmesi gerekir.
Âriyet; bir maldan karşılıksız olarak faydalanmayı ve dinimizin müslümanlar arasında yardımlaşmayı sağlamak için meşru kıldığı bir akittir.
Bir malın menfaatinden geçici olarak istifade etmek için sahibinden istenebilir. Sahibi bu malı herhangi bir menfaat beklemeden vermişse buna iâre denir, verilen mal âriyettir.
Âriyetin meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Kur'an-ı kerim'de doğrudan doğruya âriyet akdinden bahseden bir Âyet-i kerime olmamasına rağmen, karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden, yardımlaşmayı engelleyenleri kınayan Âyet-i kerime'ler vardır.
Ezcümle bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." (Mâide: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Talha -radiyallahu anh-den âriyet olarak bir at almış ve ona binmiştir.
Safvân bin Ümeyye -radiyallahu anh- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Huneyn savaşı sırasında benden bir miktar zırhı âriyet olarak istedi. Ben de "Bunları zorla mı almak istiyorsun?" dedim.
Şöyle buyurdu:
"Hayır! Gerekirse tazminatı ödenecek âriyet (ödünç) olarak alıyorum." (Ebu Dâvud: 3562)
Safvân -radiyallahu anh- o günlerde yeni müslüman olmuştu.
Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Âriyet sahibine ödenir, minha (yararlanılması bağışlanan mal) sahibine iâde edilir." (İbn-i Mâce: 2398)
a. Âriyet verenin akıllı olması gerekir. Delinin ve aklı ermeyen küçüğün âriyet vermesi geçerli değildir. Büluğ şart değildir.
b. Âriyet isteyen, malı teslim almalıdır. Hibede olduğu gibi, kabz olmaksızın âriyetin hükmü sabit olmaz.
c. Âriyet olarak verilen şey telef edilmeksizin, kendisinden yararlanılabilecek türden olmalıdır.
Ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracı gibi, devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her şeyde âriyet akdi geçerlidir.
Âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan akittir. Âriyet veren kimse dilediği zaman verdiği şeyi geri isteyebilir. Şu kadar var ki, vaktin bitmesinden önce rücû mekruhtur. Çünkü böyle bir davranış, verilen sözde durmamaktır.
Âriyet malı belirlenen şartlara göre kullanmak, bu hususta sınırı aşmamak gereklidir. Âriyet verilen şeyin koruma ve bakım masrafları âriyet alanın karşılaması asıldır. Bu malı kendi mülkü gibi korumalıdır. Kişinin ödünç aldığı şeyi kiraya vermesi, rehin vermesi câiz değildir.
Âriyet, alan kişinin elinde emanettir. Malı aşırı bir şekilde kullanması ve bu yüzden telef olması halinde bedelini ödemesi gerekir. Mal sahibi emaneti geri istediği halde âriyet alan vermez ve bu anda telef olursa yine bedelini öder.
Nitekim Semure bin Cündüb -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur." (İbn-i Mâce: 2400)
Âriyet şeyin izinsiz olarak üçüncü kişiye verilip zâyi olması da bedelin ödenmesini gerektirir.
Âriyet, âriyet olarak alanın elinde emanet hükümlerine tâbidir. Normal olarak kullanırken zâyi olan âriyet, kasıt ve ihmal olmadıkça tazmin edilmez. Kullanmakla zâyi olursa da tazmini gerekmez.
Âriyet akdi, âriyet verenin malı geri istemesi veya taraflardan birisinin ölmesi, yahut da kullanma süresinin bitmesi ile son bulur.
Hibe; bir kimsenin başka bir şahsa, faydalanacağı bir şeyi karşılıksız mülk olarak vermesidir.
Hibe, hediyeyi ve sadakayı da içine almaktadır. Çünkü hibe, sadaka, hediye ve atıyyenin mânâları birbirine yakındır. Bedelsiz yapılan başka tasarruflar da vardır. Meselâ teberru kelimesi, bedelsiz yapılan hukukî tasarrufların hepsini içine alan geniş bir terim olup, hibeyi de içine alır. Ayrıca vasiyet, vakıf, ibrâ, ibâha, sadaka ve âriyet de teberru çeşidine giren başlıca tasarruflardır.
Hibenin meşruiyeti Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Kur'an-ı kerim'de açık olarak hukukî mânâda hibeden söz eden bir Âyet-i kerime olmamakla birlikte sık sık geçen sadaka ve infâk terimleri teberru ve hibeyi de içine almaktadır. Verme ve lütfetme mânâlarında kullanılan hibe yerine, daha çok bu kökten türetilmiş olan fiil ve sıfatlar kullanılmaktadır:
"Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz danesi olan ve yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Allah dilediğine kat kat artırır, Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi bilendir." (Bakara: 261)
Hibe kişiyi cimrilikten korur.
"Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Teğabün: 16 - Haşr: 9)
Bağışlamada orta yolun takip edilmesi de tavsiye edilir.
"Rahman'ın o kulları ki, harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur." buyuruluyor. (Furkan: 67)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden hibe hususunda bir çok Hadis-i şerif'ler rivayet edilmiştir.
Hediyeyi kabul ettiği gibi hediye de gönderirdi. Onun hediyesi ya gelen hediyeye mukabele şeklinde, ya da doğrudan bir hediye şeklinde tezahür ederdi. Hanımlarına, yakınlarına, vazife verdiklerine, kendisine gelen heyet mensuplarına hediyeler verirdi. Bilhassa heyet olarak gelen temsilcilerin hediyelerine ayrı önem verir, onlardan hiç birinin hediyesiz kalmamasına dikkat ederdi. Hatta âhirete intikal etmeden önce yaptığı son vasiyetlerden biri de gelen elçilerin hediyelerinin ihmal edilmemesi ile ilgili idi.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hediyeyi kabul eder ve ona karşılıkta bulunurdu." (Buhârî. Hibe 11)
Hediye olarak verdikleri şeyler arasında giyecek, yiyecek, koku, at, deve, ev ve arazi... gibi şeyler vardı.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Hediyeleşiniz. Zira hediye kalpteki kini ve kırgınlığı giderir. Hiçbir kadın komşu kadından gelen hediyeyi, bir koyun paçası olsa bile hakir görmesin." (Tirmizî: 2131)
Hibenin rüknü icâp ve kabuldür. Çünkü hibe de alış-veriş gibi bir akittir. Bağışta bulunan kimsenin "Bu şeyi sana hibe ettim." sözü ve karşı tarafın eline geçmesiyle hibe gerçekleşmiş olur.
a. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması şarttır. Buna göre hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir.
b. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkü olması gereklidir. Buna göre kiracı kiraladığı malı, âriyet alan elindeki emanet şeyleri hibe edemez.
c. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin belirlenmiş ve bilinir olması şarttır.
d. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip yani akıllı ve büluğa ermiş olması gereklidir.
e. Taraflar arasında rızâ bulunmaksızın cebir ve ikrah ile yapılan hibe geçerli değildir.
f. Bölünebilen hisseli bir mal, bölünüp ayrılmadan bağışlanamaz. Bölünmeyi kabul etmeyen hisseli bir malın hibe edilmesi ise câizdir.
İslâm hukukunda bağışlanan şeyin belirli şartlar altında tekrar bağışlayana dönmesi şartıyla yapılacak hibeler "Umrâ", "Rukbâ" ve "Süknâ" terimleriyle ifade edilir.
a. Umrâ:
Bir evi veya bir yeri birisine ömür boyu yararlanmak üzere vermektir. "Evimi sana ömrüm boyunca verdim." gibi sözlerle yapılır.
Câhiliye devrinde Araplar bir yeri ömür boyunca birisine verir, o kimse öldükten sonra geri alırlardı. İslâmiyet bunu gerçek hibe sayarak, tasarrufun sürekli meydana geldiğini ve lehine umrâ yapılanın mirasçılarına intikal edeceği esasını getirdi.
Câbir bin Abdulah -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Herhangi bir adam bir kimseye, kendisine ve çocuklarına ömürlük bir mülk verir de 'Bunu sana ve sizden bir kişi kaldığı müddetçe çocuklarına verdim.' dese, artık o mülk, verilen kimsenin olur, sahibine dönmez. Çünkü o öyle bir şey vermiştir ki, onda miras cereyan etmiştir." (Müslim: 1625)
Umrâ yoluyla bağışlanan mal, lehine umrâ yapılanın ölümü halinde onun mirasçılarına geçer, bağışlayana veya onun mirasçılarına dönmez.
b. Rukbâ:
Bir kimsenin "Şu evimi sana rukbâ yoluyla verdim. Ben senden önce ölürsem ev senin, sen benden önce ölürsen benim olacak." sözleriyle yaptığı bir bağış şeklidir.
Bu şekilde yapılan hibe bâtıldır. Bu şekilde verilecek mal, alan kimsenin yanında âriyet olarak kalır. Yani mal sahibi malını dilediği zaman geri alabilir.
c. Süknâ:
Bir kimsenin, evini bir başkasına yaşadığı sürece oturmak üzere mesken olarak bağışlamasıdır. Bu çeşit bağışta mesken mülkiyet sahibine âit olup, mesken bağışlayanın elinde âriyet olarak kalır.
Hibe yapacak kimsenin teberru yapmaya mâlik olan kimselerden olması gerekir. Çünkü hibe bir teberrudur. Teberru yapamayan hibe de yapamaz. Bu yüzden küçüklerin ve akıl hastalarının hibesi geçerli değildir. Buna göre, akıllı ve bâliğ kimsenin, sağlığında malının tamamını veya bir bölümünü dilediği kimselere hibe etmesi câizdir.
Ölümle sonuçlanan ağır bir hastalığa yakalanan kimsenin vakıf, borç ikrarı ve hibe gibi yükümlülük doğuran sözlü tasarrufları ancak mallarının üçte birinden geçerli olur. Fazlası, vasiyette olduğu gibi tenkise tabi tutulur.
Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için lehine hibe yapılanın; hibe sırasında hayatta bulunması, akıllı, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler.
Gayr-i mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi veli ve vârisleri kabul ederler.
Hibenin karşılıksız ve geri almamak üzere yapılması asıldır. Ancak karşılıksız yapılan hibede mal henüz bağışlayanın elinde duruyorsa, yabancıya yapılmamış olsa bile dönmek mümkündür, fakat mekruhtur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Verdiği hibeyi geri alan kimsenin durumu köpeğin durumu gibidir. Köpek yer, iyice doyunca kusar, sonra kustuğuna tekrar dönüp onu yer." (İbn-i Mâce: 2384)
a. Usûl, fürû, kardeşler, kardeş çocukları, amca, dayı, hala, teyze gibi nesep hısımı olanlara yapılan hibeden dönülmez.
b. Eşler, biri diğerine hibede bulunsa artık dönemez.
c. İvaz (bedel) verilmesi halinde hibeden dönülmez.
d. Hibe edilen malda, tarla üzerine ev yapılması gibi, ayrılmaz bir artış meydana gelmesi.
e. Satmak, hibe etmek, telef olma gibi sebeplerle malın, bağışlanan kimsenin elinden çıkması.
f. Taraflardan birinin ölümü. Bağışlanan öldüğü takdirde, bağışlayan hibesinden dönemeyeceği gibi, bağışlayan öldüğü takdirde de mirasçıları, bağışlanmış olan malı geri alamazlar.
Sağlık halinde iken çocuklara yapılan atıyye, bağış ve verilen hediyelerde eşitliğe riâyet etmek müstehaptır. Aynı hususlarda aralarında fark gözetmek ise mekruhtur.
İslâm vârise vasiyeti menettiği gibi, ana veya babasının hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermelerini de men etmiştir.
Numan bin Beşir -radiyallahu anh- der ki:
"Babam malının bir kısmını bana tasadduk etmişti. Bunun üzerine annem Amra binti Revâha 'Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şahid göstermedikçe ben râzı olmam.' dedi. Babam da sadakama şahid yapmak için beni Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Ona 'Bunu bütün çocuklarına yaptın mı?' diye sordu. Babam 'Hayır!' diye cevap verince:
'Allah'tan korkun ve çocuklarınız arasında adalet gösterin.' buyurdu.
Bunun üzerine babam döndü ve o sadakayı geri aldı." (Müslim: 1623)
Çocukları, ana-babalarına isyan ettirecek şeylerden kaçınmak gerekmektedir.
"Menetmek, daraltmak ve alıkoymak." mânâlarına gelen hacr; bir kimsenin kendisine âit bir malı devlet tarafından istediği gibi kullanmaktan alıkonulmasına denir.
Hacr altında bulunan kimseye kısıtlı mânâsına gelen "Mahcur", kısıtlılık hali kaldırılan kimseye ise "Me'zun" denir.
Kısıtlı bir kimse alım-satım veya hibe gibi bir akdi bizzat yapsa, kısıtlı yönünden bağlayıcı olmaz. Kısıtlının yapacağı bir akit velisinin veya vârisinin icazetine bağlı olarak meydana gelir. Bunlar izin verirse akit geçerli olur, aksi halde ortadan kalkar.
Kişiyi hacr altına almanın meşruiyeti Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'ye dayanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde velilere, mallarını sefihlere vermelerini yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın sizin için geçim kaynağı yaptığı (koruyucusu kılmış olduğu) mallarınızı sefihlere (aklı ermezlere) vermeyin. O mallarla onları rızıklandırıp giydirin ve onlara güzel söz söyleyin." (Nisâ: 5)
Bu hüküm, onları mallarında tasarruftan alıkoymak mânâsına gelmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruyor:
"Yetimleri evlenme çağına gelinceye kadar tecrübe edip deneyin. Eğer onlarda bir olgunlaşma görürseniz mallarını derhal kendilerine teslim edin." (Nisâ: 6)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile yetimlerin, mallarını koruyup koruyamayacaklarının anlaşılması için onların denenmesini istemektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Muaz -radiyallahu anh-i mal hususunda hacr etmiştir. Hazret-i Osman -radiyallahu anh- de malını saçıp savurduğu için Abdullah bin Câfer -radiyallahu anh-i tasarrufunda kısıtlamıştır.
Kişi iki sebepten dolayı hacr altına alınır: Ya kişi kendisi veya malı bakımından korunur, yahut da başkalarının menfaati gözetilir. Akıl hastası, küçük, sefih ve malını saçıp savuran kişinin kısıtlanması kendi yararı içindir.
İflâs eden borçlunun kısıtlanması, alacaklıların menfaatini korumak için yapılır. Ölüm hastasının kısıtlamasının sebebi de, terikenin üçte birinden fazlasında vârislerin haklarını korumaya yöneliktir.
Kısıtlama gerektiren sebebler ortadan kalkınca kısıtlama da kalkar.
Rüşt çağına ulaşmadıkça çocuğa malı teslim edilmez. Çünkü ona malı teslim etmek için büluğ ve rüştü şarttır. Küçük büluğa erip reşit olursa malı kendisine verilir ve üzerinden hacr kalkar.
Aralarında çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemek için mal teslim edilirken şahit bulundurmak gerekir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Mallarını kendilerine teslim ederken yanlarında şahit bulundurun." (Nisâ: 6)
Akıl ve temyiz kabiliyeti bozulunca edâ ehliyeti ortadan kalkar. Sürekli akıl hastaları küçük çocuklar gibi tam olarak ehliyetsizdirler. Akıl hastalığı sürekli olmayıp ara sıra iyileşen hastalar ise, aklı başında iken yaptığı tasarruflarından sorumludur. Çünkü o işi yaparken temyiz gücüne sahip bulunmaktadır.
Akıl ve şuuru bozulmuş, anlayışı kıt ve konuşması karışık olan kimsedir. Bu hal doğuştan veya sonradan meydana gelebilir. İleri derecede bunaklık, akıl hastalığı gibidir ve bütün tasarrufları geçersizdir.
Bunama hafif olur ve bunayan kimse temyiz gücüne sahipse; zararlı tasarrufları bâtıl, faydalı olanları ise sahihtir. Bu ikisi arasındaki durumlarda ise velisinin iznine bağlıdır. Bu, mümeyyiz küçük gibi olur.
Mirasçıların haklarını korumak için ölüm hastası hacr altına alınır. Hastanın borcu servetine denk veya servetinden daha fazla ise her çeşit teberru ve vakıf tasarruflarında kısıtlanır. Ne teberru yapabilir, ne de bir şeyi vakfedebilir.
Borcu malından az ise, kalan malın üçte birisini geçmediği takdirde muteber olur. Geçerse mirasçıların rızâsına bağlıdır.
Borcu yoksa yine malının üçte birinden fazlasını teberru edemez, ayrıca mirasçılara hibe yapamaz.
Sefih, aklı başında veya temyiz gücü olmasına rağmen, malı üzerinde akıl ve mantık dışı tasarruflarda bulunan kimsedir. Çünkü sefih malını yerli yersiz saçıp savurur. Bundan dolayı mallarının telef edilmesini önlemek için hacr edilir.
İkrah; bir kimseyi, istemediği ve çirkin gördüğü bir sözü söylemeye veya kötü bir işi yapmaya mecbur etmek, zorlamak demektir.
Terim olarak ikrah ise; bir kimsenin başkasına yaptığı ondaki rızâyı kaldıran veya ehliyeti yok etmediği halde onun seçme hürriyetini bozan yahut da kişinin şer'î yükümlülüğünü kaldıran zorlama halidir.
Ölüm tehlikesi ve bir uzvun koparılması bahis mevzuu ise, kendisine baskı uygulanan kimsenin inkâr kelimesini söylemesinde bir mahzur yoktur. Bu hususta en büyük delil Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh-e verdiği müsaadedir.
Gördüğü işkencelere dayanamayan Hazret-i Ammar -radiyallahu anh- müşriklerin istedikleri sözleri söylemek mecburiyetinde kalmıştı. Durum Resulullah Aleyhisselâm'a bildirilince "Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine, kanına karışmıştır." diyerek o anda orada bulunan Ammar -radiyallahu anh-in gözlerininin yaşını sildi ve "Seni yine zorlarlarsa istediklerini söyle!" buyurdu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sini indirerek bu gibi hallerde müslümanlara ruhsat verdi:
"Gönlü imanla mutmain olduğu halde, zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların üzerine Allah'tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır." (Nahl: 106)
Zorlama olmadığı halde, kendi isteğiyle küfrü gerektiren kelimeyi söyleyen veya zorlama olduğu zaman kalbini bozup da küfre inanan kimseler, dünya hayatını âhirete tercih etmiş olurlar. Bunun için Allah-u Teâlâ'nın gazabı onların üzerinedir. Dinden dönenlerin cezası bu kadar ağır olmaktadır.
a. Tam ikrah: Zorlananın mal, can veya herhangi bir uzvunun telef olmasına yol açabilecek ağırlıktaki ikrah.
b. Eksik ikrah: Malın bir kısmını telef etmekle tehdit, uzuvların telefine yol açmayacak şekilde dövme, hapis, tehdit etmek ve bağlamakla tehdit de bu kısma girer.
c. Yakınlara verilecek zararla ikrah: Ana, baba, çocuklar ve eş gibi yakınlardan birisine eziyetle tehdit bu kısma girer.
Zorlama, söz ve fiillerin sonuçlarına etki eder, fakat ehliyetin aslını ortadan kaldırmaz. Geçerli olan ikrah, sözleri hükümden düşürür. Bundan dolayı zorlama altında yapılan ikrahlar geçerli değildir. Fakat zorlama kalktıktan sonra rızâ gösterilmesi ise ayrıdır. Tam ve eksik zorlamadan her ikisi de rızâyı yok eder. Bağlayıcı akit ve sözleşmelerde ise karşılıklı rızâ esastır.
Zorlamanın fiilleri, zorlamanın tam ve eksik olmasına göre değişik hükme tabi olur. Eksik ikrah, zorlananı fiilin sonucu bakımından mutlak olarak serbest bırakmaz. Meselâ bir kimse hapisle tehdit edilerek içki içmeye zorlansa, teklifi yerine getirirse, bunu yaptığından dolayı sorumlu olur. Çünkü bu eziyete katlanarak istenilen şeyi yapmayabilir. Yapmadığı takdirde uğrayacağı eziyet, tahammül edilebilir cinstendir.
Tam ikrahta ise zorlanan, işlediği fiilden sorumlu değildir, zorlayan sorumludur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer câriyeleriniz namuslu kalmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa bilinmelidir ki, zorlanmalarından sonra Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir." (Nûr: 33)
Gasb; bir şeyi zorla ve haksız yollarla sahibinin elinden almak, mal sahibinin izni olmadan, o maldan el çektirecek şekilde almak demektir.
İslâm'a göre alım-satımı meşru olan mala "Mütekavvim mal" denir. Gaspta mala el koyma işi hırsızlık yoluyla olmamıştır. Mal sahibinden gasbedileceği gibi, kiracıdan, rehin veya emanet olarak yanında bulunduran kimseden de gasbedilmiş olabilir.
Başkasının malını gasbetmek Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ delilleri ile yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin." (Bakara: 188)
Amr bin Nüfeyl -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Her kim bir karış toprağı zulüm yoluyla gasbederse, Allah kıyamet günü yedi kat yerin dibinden itibaren onun boynuna dolar." (Müslim: 1610)
Gasbedilerek zorla ele geçirilen mal haramdır ve büyük günahtır.
Gasbedilen bir mal mevcut ise, gasbedildiği şekliyle sahibine gasbedildiği yerde iâde edilir. Gasbedilmiş mal harcanmış ve yok edilmiş olursa, gasbeden tarafından ödenmesi gerekir. Eğer mal değeri verilebilecek cinsten ise bu değer takdir edilerek verilir. Misli verilecek cinsten ise misli verilir.
Gasbedilen mal helâk olmuşsa tazmin edilmesi gerekir.
İtlâf; öldürme, gereksiz yere harcama veya yok etme demektir.
Terim olarak ise; bir malı faydalanabilir olmaktan çıkaracak şekilde telef etmek mânâsına gelir. İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir. Çünkü burada başkasının hakkına tecavüz etmek, ona zarar vermek vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmet edilmesi gerekli şeyler de karşılıklıdır. Size saldırana, onun size saldırdığı gibi siz de saldırın." (Bakara: 194)
Gasbta bile malı tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir. Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir.
Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten veya hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmamasında fark yoktur. Hatta uyuyan veya akıl hastası olan bile mala verdiği zarardan sorumludur.
a. Telef olan şeyin mal olması gerekir.
b. Mal sahibine göre alınan-satılan cinsten olmalıdır.
c. Telefin devamlı bir zarar meydana getirmesi gerekir. Mal eski haline getirilebilirse tazmin gerekmez.
d. Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel değildir.
Anlaşmazlığı gidermek için iki kişi veya iki taraf arasında yapılan anlaşmaya sulh akdi denir.
Sulh akdi, insanların arasındaki muamelelerde yapılır. Müslümanla kâfir, şiddetli geçimsizlik halinde eşler arasında yapılacak sulh anlaşması bu akdin alanını genişletmektedir.
İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkların sulh yoluyla giderilmesi menduptur. Hâkim tarafları sulha zorlayamazsa da onları buna teşvik eder. Ancak taraflardan herhangi birinin haklı olduğu ortaya çıkarsa, hâkimin hükmü uygulaması gerekir.
Sulh akdi Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Sulh ise daha hayırlıdır." (Nisâ: 128)
Amr bin Avn -radiyallahu anh-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanlar arasında haramı helâl, helâli haram kılmayan sulh akdi câizdir." (İbn-i Mâce: 2353)
Buradaki sulhtan maksat hak ve hukuklar, alım-satımla ilgili mülklerle ilgili olarak taraflar arasında çıkan ihtilâfı, anlaşma ve uzlaşma yoluyla halletmektir.
Bu Hadis-i şerif'te ayrıca sulh yapmanın câiz olmadığı hususlar beyan edilmiştir. Bunlardan birisi helâl bir şeyi haram eden, diğeri ise haramı helâl kılan sulh çeşididir.
Bu akit, insanların arasındaki ihtilâfları kaldırdığı için faydalı olmaktadır.
a. Dâvâlının ikrarda bulunduğu anlaşmazlığı sulh yolu ile çözme.
Bir kimse başkasında bir alacağı olduğunu iddia etse, dâvâlı da böyle bir borcu bulunduğunu ikrarda bulunsa, sonra dâvâcı onunla asıl borcundan başka bir bedel üzerinde anlaşsa, ikrara dayalı sulh bahis mevzuu olur.
İkrara dayalı sulh anlaşması bir mal yerine başka mal üzerinde yapılmışsa satım akdi gibi sayılır. Bu, tarafların rızâsı ile bir malın başka malla değiştirilmesi niteliğindedir.
Bir mal yerine evde oturma gibi bir yararlanma üzerinde anlaşma yapılmışsa, bu takdirde kira hükümleri uygulanır.
b. Dâvâlının inkârına dayalı sulh:
Dâvâlının dâvâ konusunu inkâr etmesi üzerine yapılan sulhtur. Meselâ bir kimse başka birisinin üzerinde bir hakkı olduğunu iddiâ etse, dâvâlı da onu inkâr etse, sonra da taraflar dâvâ konusunun bir bölümü üzerinde anlaşma yapsalar böyle bir anlaşma câizdir. Ancak bunun için dâvâcının dâvâ konusu şeyin kendisine âit bir hak olduğuna inanması, dâvâlının ise aksi görüşte olması, fakat düşmanlığı ortadan kaldırmak üzere dâvâlının dâvâcıya üzerinde anlaştıkları bir bedeli ödemesi şarttır.
c. Dâvâlının susması ile yapılan sulh:
Dâvâcının dâvâ konusu olan bir şeyi ikrar veya inkâr etmeyip susması üzerine yapılan sulhtur. Bir kimse başkası üzerinde bir hakkı bulunduğunu iddia etse, dâvâlı ise bunu ikrar veya inkâr etmeden sussa, sonra da bu konuda onunla anlaşsa, bu anlaşma geçerlidir.
a. Akıllı olmak. Çünkü delinin veya temyiz gücüne sahip olmayan küçüğün yapacağı sulh akdi geçerli değildir.
Ergenlik ise şart değildir. Açık bir yararı olunca, tasarrufa izinli küçük çocuğun yapacağı sulh geçerlidir.
b. Küçük aleyhine yapılan sulh anlaşmasında, sulhun çocuğa açık bir zarar vermemesi gerekir.
c. Küçük yerine sulh yapacak kimsenin baba, dede veya vâsi gibi kendi malında tasarrufta ehil kimselerden olması gerekir.
a. Konusu Allah-u Teâlâ'ya âit bir hak olmayıp insana âit bir hak olması gerekir. Bu hakkın mal, zimmet borcu veya kısas veya tâzir cezası gibi mal sayılmayan bir hak olması mümkündür. Allah hakkı olan bir hak üzerinde sulh akdi yapmak geçerli değildir.
b. Akdin konusunun sulh yapana âit bir hak olması gerekir. Eğer hak ona âit değilse sulh anlaşması bâtıl olur.
c. Sulh akdi konusunun, sulh yapana âit sabit bir hak olması gerekir.
a. Sulh akdi dâvâcı ve dâvâlı arasındaki husumeti ve anlaşmazlığı sona erdirir. Artık aynı konuda bunların dâvâsı dinlenmez.
b. Şüf'a (öncelikli alım) hakkı sahibi için bu hak sabit olur.
c. Ayıp sebebiyle geri verme hakkı doğar. Sulh akdi, ikrara dayalı ise, geri verme hakkı her iki taraf için de bahis mevzuu olur. Çünkü bu takdirde satım akdi niteliği bulunur.
d. Görme muhayyerliği sebebiyle geri verme hakkı doğar. Bu hak sulhün her iki çeşidinde de bahis mevzuudur.
"Temize çıkarma, bir şeyden uzaklaşma ve kurtarma" mânâsına gelen ibrâ, terim olarak; bir kimsenin başkasının zimmetinde veya onun tarafında olan kendisine âit bir hak veya alacağı düşürmesi demektir.
Meselâ; alacaklının, borçlunun zimmetinde bulunan alacağını düşürmesi ve onu borçtan kurtarması ibrâdır.
Hak, bir kimsenin zimmetinde olmadığı zaman bunu düşürmek ve bırakmak, ibrâ değil yalnız borcu düşürmektir. Her ibrâ bir borcu düşürmektir, fakat her düşürme bir ibrâ değildir.
İbrânın hükmü menduptur. Müslümanlar buna teşvik edilmiştir. Çünkü ibrâ Allah-u Teâlâ'nın rızâsını kazandıran bir amel olup Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır." (Bakara: 280)
Bir müminin ihtiyaçlı din kardeşine karşılıksız borç vermesi, borcunu zamanında ödeyememesi halinde ona yeni süre tanıması, hatta ödeyemeyeceğini hissettiği zaman ona bağışlaması imanın kemâlindendir.
İbrâ hakkı sahibinin hakkını terkettiğini ve düşürdüğünü açık bir şekilde ifade eden teklifinden ibarettir. Bu akdin meydana gelmesi için kabul şart değildir.
İbrâ "Senden alacağımı düşürdüm." gibi sözlerle gerçekleşir.
a. İbrâ edenin teberru yapma ehliyetine sahip olması gerekir. Bu da onun akıllı, bâliğ ve reşit olmasını, sefih veya borç sebebiyle hacr altında bulunmamasını gerektirir.
b. İbrâ edeceği hak üzerinde; mâlik, vekil veya vâsi gibi bir tasarruf velâyetine sahip olması gerekir.
c. İbrâ edenin rızâsının bulunması gerekir. Zorlananın ibrâsı geçerli değildir.
Ölüm hastası bir kimse bir vârisini borçtan ibrâ etse, borç malının üçte birinden az olsa bile, ibrâ mirasçıların izinlerine bağlıdır.
İbrâ edenin belirli bir kimse olması, meçhul bulunmaması gerekir.
İbrânın bir şarta veya gelecek zamana bağlanması gerekir, şarta uygun olması geçerlidir. "Eğer ben ölürsem, sen borcundan berisin." demek gibi.
İbrâ mal, eşya, borçlar ve diğer haklar üzerinde gerçekleşir. Zimmette bulunan borçlardan ibrâ geçerlidir. Çünkü ibrânın esası zimmetteki şeyi düşürmektir.
a. Kefâret, havâle gibi kul haklarından ibrâ geçerlidir.
b. Had gibi Allah haklarından ibrâ geçerli değildir.
c. Tâzir, kısas, diyet... gibi kul hakkı üstün olan haklarda ibrâ geçerlidir.
Bir kimsenin yanında veya tasarrufu altında kendisine âit hiçbir malı kalmayacak şekilde borçlanmasına veya mal varlığının borçları karşılayamamasına iflâs denir. İflâs edene de müflis denir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir çok Hadis-i şerif'lerinde iflâsın ne olduğunu ve uygulama şartlarını göstermiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Bir kimse iflâs eden bir adamın (veya iflâs eden bir insanın) elinde iken malına olduğu gibi yetişirse, o mal için o kimse başkalarından daha haklıdır." (Müslim: 1559)
Bir kimsenin malı borcuna denk veya borcu malından fazla ise, vâdesi gelen borçları ödeyemiyor ve elindeki malı borcunu karşılayamıyorsa iflâs durumu ortaya çıkar.
Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek ve mesken gibi zaruri ihtiyaçlarına âit şeyleri satmaz.
Satılan bir malı, ortak veya bitişik komşusunun satış bedelini ödeyerek müşteriden geri almada üstün hakka sahip olmasıdır.
Şüf'a yalnız gayr-i menkullere âittir.
Küçük paylara ayrılan gayr-i menkulleri birleştirme, birbirleriyle anlaşabilecek komşuları bir araya getirme, bir apartmanda uyumsuz olabilecek kişiye satışı önleme gibi pek çok faydaları olan hususlar şüf'a içinde yer alır.
Şüf'a Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüf'a hakkı yere, yurda veya bahçeye âit her ortaklıkta vardır. Ortağın, ortağına arzedip o da ya alıp ya da terketmedikçe satışı muteber değildir. Bunu yapmazsa kendisine haber verinceye kadar ortağı o mala en lâyık kimsedir." (Müslim: 1608)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Bir kimsenin arazisi olur da satmak isterse, önce komşusuna teklif etsin." (İbn-i Mâce: 2493)
Ortak bir malın birlikte kullanımı, ortakların güzel geçinmeleri ile yakından ilgilidir. Aralarında anlaşmazlık çıkarsa ortakların, ortak mülkten faydalanması zorlaşır. Anlaşmazlık uzayınca mal ya taksim edilir, ya da bu mümkün olmazsa toptan satışa sunulur. Bir ortak payını satmak isteyince, alıcının, diğer ortağa zarar vermemesi için İslâm hukuku ona bazı öncelik hakları tanımıştır. Payını satmaya karar veren bir ortağın, bunu diğer ortağına teklif etmesi gerekir. O satın almadığı takdirde payını bir yabancıya satabilir. Ondan habersiz satmışsa, diğer ortak şüf'a hakkını kullanarak satılan hisseyi geri alabilir.
a. Akarda ortaklık:
Bir gayr-i menkul iki veya daha çok kişi arasında hisseli olur ve ortaklardan birisi müşterek hissesini bir yabancıya satarsa, diğer ortakların satılan bu akarda şüf'a hakları doğar. Bu haktan yararlanma hisse oranlarına göre değil, ortak sayısına göre belirlenir.
Meselâ; üç kişi arasında yüzde yirmi, yüzde kırk ve yine yüzde kırk oranında hisseli olan bir gayr-i menkulde, yüzde yirmi payı olan bir ortak kendi payını bir başkasına satsa, diğer iki ortak eşit olarak şüf'a hakkına sahip olurlar. Alıcıya satış bedelini ödeyerek bu yüzde yirmilik payı zorla geri alma hakları doğar.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- (ortaklar arasında) taksim edilmemiş mal hakkında şüf'a ile hükmetti: Sınırlar belli olunca artık şüf'a olmaz." (İbn-i Mâce: 2497)
Ortak akarın, ortaklardan birisine satılması halinde de diğer ortakların şüf'a hakkı bulunur.
Akarın bölünebilir nitelikte olup olmaması şüf'a hakkını etkilemez. Taksimi mümkün olmayan akarda da şüf'a hükümleri uygulanır. Çünkü şüf'anın sebebi ortaklığın doğurduğu zararı kaldırmaktır. Bu da taksime elverişli olmayan şeylerde gerçekleşir.
b. İrtifak haklarında ortaklık:
Mülk sahiplerine su alma, su geçirme, geçit veya kanalizasyon geçirme gibi haklara irtifak hakları denir. Bu hakları kullanacak kimselerin değişmesi de, diğer hak sahiplerini yakından ilgilendirdiği için bu haklara sahip olanlara da şüf'a hakkı sağlar. Yalnız irtifak hakları şüf'a konusunda sınırlı tutulmuştur. Su alma, artık suları geçirme hakkı şüf'a sebebi sayılmıştır.
c. Bitişik komşuluk:
Satılan bir gayr-i menkule bütün sınırlarında veya sınırın bir bölümünde bitişik olan bütün komşular için şüf'a hakkı vardır.
Semure -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Evin komşusu, komşusunun evine veya tarlaya daha ziyade hak sahibidir." (Tirmizî)
Şüf'a hakkı doğuran sebepler güç bakımından farklı olduğu için, bunlardan yararlanacak olanlar da derece bakımından farklı olur.
a. Satılan akarda ortak olanlar:Bir gayr-i menkule ortak olan kimse, diğer ortağı payını satınca şüf'a hakkına sahip olur. Bu gayr-i menkulün birden fazla ortağı varsa, payları eşit olmasa bile, şüf'a hakkını eşit olarak kullanırlar. Çünkü bu hak, akarın gelirine göre değil, ortaklık nedenine bağlı olarak doğmuştur.
Şüf'a hakkını bazı ortaklar kullanmak istemezse, isteyenler birlikte kullanıp, bu yolla geri alınan paya ortak olarak sahip olabilirler.
b. Satılan akarda irtifak hakkı sahibi olanlar: Satılan malın ortağı yoksa, sıra irtifak hakkı sahibine gelir. Bu haklara sahip olanlar ise kendi aralarında; su alma veya ortak su akıtma hakkı olma sırasına göre öncelikli olarak şüf'a hakkını kullanırlar.
c. Bitişik komşu olanlar: Gayr-i menkule veya irtifak hakkına ortak bulunsa veya bulunup da şüf'a hakkını kullanmak istemezse bitişik komşuya sıra gelir.
Evin duvarına ortak olan, evin kendisine ortak gibidir. Duvara kiriş uzatan bitişik komşu sayılır. Apartmanlarda alt ve üst katlar bitişik komşu hükmündedir.
a. İstemenin geciktirmeden yapılması:
Şüf'a hakkı sahibi şüf'alı yerin satıldığını duyduğu mecliste şüf'a hakkını kullanmayacağını ve şüf'alı yeri almak istemediğini açıklamalıdır. Satışı öğrendiği halde başka işte uğraşır veya meclisi terkederse şüf'a hakkı düşer.
b. Şüf'a hakkını kullanacağına dair şahit tutması:
İlk öğrenme meclisindeki açıklamadan sonra şüf'a hakkı sahibi satıcı veya alıcının yanına gelerek isteğini tekrar etmesi ve buna şahit tutması gerekir.
c. Anlaşmazlık çıkarsa hâkime başvurmak gerekir.
Şüf'a hakkı zayıf bir hak olduğu için çeşitli davranışlar ve tasarruflar onu düşürür.
a. Şüf'a hakkı sahibinin kendi yerini, hâkimin şüf'a hükmünden önce satması halinde şüf'a hakkı düşer. Çünkü şüf'anın dayanağı olan zarar görme ihtimali ortadan kalkmış olur.
b. Şüf'alı yer satıldıktan sonra şüf'a hakkı sahibinin, açıkça veya dolaylı olarak satışa rızâ göstermesi şüf'a hakkını düşürür. Ayrıca satışı veya şüf'a hakkının bulunduğunu öğrendiği halde özürsüz olarak susması ve şüf'a muamelesine başvurmaması da şüf'ayı düşürür.
c. Şüf'a hakkını, şüf'alı yerin bir bölümü için kullanma isteği bütün üzerindeki şüf'ayı düşürür. Çünkü şüf'a parçalanma kabul etmez.
d. Şüf'a hakkı sahibinin karşılıklı rızâ ile şüf'a'lı yeri teslim almadan önce ölürse, şüf'a hakkı düşer. Çünkü şüf'a hakkı mirasla geçmez.
"İki malı birbirinden ayırdedemeyecek şekilde karıştırmak." mânâsına gelen şirket; iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkabilecek zarara da katlanmaları şartıyla kurdukları ortaklık demektir.
Bir veya bir kaç kişi ile bir araya gelerek bir malda, biri işte, bir kârda ortaklaşa iş yapmak mübahtır.
Ortaklığın meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten mallarını birbirine katan, ortakların bir çoğu birbirine haksızlık eder. İman edip amel-i salih işleyenler müstesnâ, fakat onlar da pek azdır." (Sâd: 24)
Yani ortak olanların çoğu ortaklık hakkını gözetmeksizin ortaklık haklarına tecavüz ederler. Ancak iman kalbine yerleşen, salih amellerle imanını kuvvetlendiren kimselerdir ki ortaklık haklarına riâyet ederler. Onlar ise pek azdır.
Hile ve haksızlık, zulüm ve aldatma olmadığı müddetçe Allah-u Teâlâ ortaklığı teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- in rivayet ettiği Kudsî bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"İki ortaktan biri arkadaşına hiyanet etmedikçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Biri diğerine hiyanet edince ben aralarından çıkarım." (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ortaklık yapmış, zamân-ı saâdetlerinde ve Hulefâ-i râşidîn devirlerinde müslümanlar arasında ortaklık yapılmıştır.
İslâm hukukuna göre şirketler genel olarak "Mülk" ve "Akit" ortaklığı olmak üzere ikiye ayrılır.
İki ve daha çok kişinin şirket akdi olmaksızın bir ayn'ı (malı) müştereken mülk edinmeleri sonucunda meydana gelen bir ortaklık çeşididir.
Bu ortaklık ya ihtiyâri olur ya da tarafların iradesi dışında zorunlu olarak meydana gelir.
a. İhtiyâri şirket: Bu, ortakların kendi fiilleri sonucu meydana gelen ortaklıktır.
Meselâ; iki kişi bir şeyi birlikte satın alır veya ikisine birlikte bir şey hibe edilir veya bir vasiyet yapılır, onlar da bunu kabul ederlerse, o mal bu ikisi arasında mülk şirketi olarak ortak olur.
b. Zorunlu şirket: Tarafların kendi fiilleri olmaksızın, iki ve daha çok kişi arasında sabit olan ortaklıktır.
Meselâ; iki kişi bir mala mirasçı olurlarsa, miras malı ikisi arasında miras payları oranında mülk ortaklığı ile müşterek olur.
Mülk ortaklığının hükmü:Ortaklardan her biri diğer ortağın payında yabancı hükmündedir. Bunun içindir ki, onun payında ortağın izni olmadıkça tasarrufta bulunması câiz olmaz.
Ortaklardan birinin hissesini diğerine satması câiz olduğu gibi, karışık olmayan malını ortağından habersiz başkasına satması da câizdir.
İki ve daha çok kişinin bir malda ve kârında ortak olmak üzere yaptıkları sözleşmedir. Mufâvaza (eşitlik) ortaklığı ve İnân (sınırlı yetki) ortaklığı gibi. Bir taraf sermayeyi, öbür taraf emeği ortaya koyarak ortaklık meydana getirmişlerse buna da Mudarabe denir.
Akit ortaklığı; sermaye, sanat ve kredi ortaklığı olmak üzere üçe ayrılır.
• Sermaye ortaklığı:
Ortaklar belli miktarda sermaye koyarak, bununla yapacakları ticaretten elde edecekleri kârı paylaşmak üzere sermaye ortaklığı kurulabilir.
• Sanat (iş) ortaklığı:
Ortaklar mal yerine sanat ve mesleklerini ortaya koyarak, birlikte iş alabilir, ortak taahhütlerde bulunabilir. Elde edecekleri kârı da anlaşma esaslarına göre paylaşırlar.
• Kredi (itibar) ortaklığı:
Sermayesi olmayan iki veya daha çok kişi halk arasındaki itibarlarına dayanarak kredi ile (ödünç parayla) veya veresiye mal alıp satmak suretiyle kâr elde etmek ve bunu aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurabilirler.
•
Bu şirket çeşitleri "Mufâvaza", "İnan" ve "Mudarabe" tarzında olur.
Bunlardan başka "Müzâraa" ve "Müsâkat" gibi ortaklıklar da vardır.
Eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarları olduğu gibi, kâr ve zararın paylaşılması da eşitlik esasına dayanır. Bu ortaklık ancak gümüş, altın veya tedavüldeki geçerli para ile kurulur. Eğer bir tarafın malı varsa, bu hisse satılarak paraya çevrilir ve ortaklığa dahil edilir. Ortaklardan herbiri diğerinin hem vekili hem de kefili durumundadırlar. Ortakların şirket sermayesi olabilecek hususi mülkleri bulunmaz.
Hususiyetle bütün harcamalarını şirketten yapan âile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki ortaklıklar bu gruba girebilir.
Süheyb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Üç şey vardır ki bereket onlardadır: Vâdeli satış, mufâvaza ortaklığı ve satmak için değil de yemek için arpa ile buğdayı karıştırmak." (İbn-i Mâce: 2289)
Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa bu ortaklık "İnan şirketi" ne dönüşür.
Bu şirkete mal satan bir alacaklı, alacağını dilediği ortaktan alabilir.
1. Her ortağın vekâlet ve kefâlet ehliyetine sahip olması gerekir. Bu da onların akıllı, ergin ve reşit olmalarını gerektirir.
2. Başta ve sonda miktar ve değer olarak sermayelerin eşit olması gerekir. Bu eşitlik bozulursa ortaklık şekli değişir ve inana dönüşür.
3. Ortaklardan her birinin sahip olduğu ve şirket malı olmaya elverişli bulunan malların ortaklığa dahil edilmesi gerekir. Altın, gümüş, nakit para gibi.
4. Kârda eşitlik prensibi gözetilmelidir. Eğer bir ortak için eşitliği bozan kâr konuşulmuşsa mufâvaza bozulur.
5. Bütün ticaret işlerinde eşitlik olmalıdır. Bunun içindir ki, bir ortak diğerinden ayrı olarak kendisine âit bir ticaret yapamaz.
İki veya daha çok kişinin sermaye koyarak ticaret yapmak ve elde edilecek kârı aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmalarıdır.
Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaştırılması şart değildir. Ancak ortaklar zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar.
Bu ortaklıkta ortaklar birbirine vekildir, fakat kefil değildir. Ortaklardan biri şirket için bir şey alırsa bedeli kendisinden istenir, diğer ortaklardan istenemez.
Ortaklardan her birinin bütün paralarını ve sermaye olabilecek mallarını sermayeye katma mecburiyeti yoktur.
1. Kâr prensip olarak yüzdesini almak gibi yaygın bir cüz şeklinde belirlenir. Kâr az olursa oranların miktarı azalır, çok olursa yükselir.
Hiç kâr olmazsa bir şey olmaz.
İki ortak aynı değerdeki para ile bir işyeri açsalar, ortaklardan birisi vasıflı işçi olarak işyerini idare etse ve işin başına geçse, diğer ortak vasıfsız olarak çalışsa, sermayeler eşit olmakla birlikte, vasıflı olan yüzde on fazla kâr istese, bu fazlalık onun çalışması karşılığı olur.
2. Ortaklardan herbiri şirkete âit ticaret malını peşin veya veresiye satma hakkına sahiptir. Çünkü mutlak satış yetkisi bu çeşit satışları kapsamına alır.
Elinde peşin para bulunan bir ortak peşin veya vâdeli olarak şirket adına mal satın alabilir.
3. Bir ortak, şirkete âit bir borç için rehin veya ipotek işlemleri yapabilir. Yine şirket alacakları için ipotek kabul edebilir.
4. Bir ortak şirket adına yapmış olduğu bir alış-verişte kabz, satılan malın teslimi, gerektiğinde dâvâlaşmak gibi akitle ilgili hakları yerine getirmekle yükümlüdür.
5. Bir ortak, diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından tasadduk edemez ve başkasına ödünç olarak da veremez.
6. İnan şirketlerde meydana gelecek zarara ortaklar sermaye oranlarına göre katlanırlar.
Bidâa; kârdan pay almaksızın, şirket sermayesini çalıştırıp dönem sonunda anaparayı ve bütün kârı şirkete vermektir.
Bir ortak şirket sermayesinden bir bölümünü başkasına bidâa yoluyla verebildiği gibi, şirket malını emanet (vediâ) olarak da bırakabilir.
Bidaâ muamelesi hususiyetle vakıf bünyesindeki nakit paraları işletip, elde edilecek kârın vakfın gayesine uygun olarak kullanılması gayesiyle başvurulan bir yoldur.
Vakıfların büyük hayır hizmetleri üstlendiği dönemlerde esnaf ve tüccar vakıf bünyesindeki vakfedilmiş parayı kendi sermayesi yanında Allah rızâsı için çalıştırır ve bu sermayenin bütün gelirini vakfa tahsis ederdi. Böylece daha fazla hayır işlenmesine vesile olmaya çalışırdı.
İki kişinin bir işi yapmayı taahhüt etmesi ve elde edilecek kazancı aralarında paylaştırmak üzere anlaşmasıyla meydana gelen ortaklıktır.
İki terzi veya iki ayakkabıcı, yahut bir marangoz ile bir demirci kendi çalışmalarına sermaye edinip, başkalarından da sipariş alarak kazancı aralarında paylaştırmak üzere yaptıkları ortaklık bunun gibidir. Aynı meslekte olanların böyle bir ortaklık kurmaları daha kolay olur.
Ortaklar kazanacakları kârı aralarında anlaştıkları şekilde paylaştırırlar. Ortaklardan yalnız biri çalışsa bile kazanç müşterek olur.
Ortaklardan biri tarafından kabul edilen iş, hem kendisini hem de ortağını bağlayıcıdır, çünkü birbirinin vekilidirler.
Kendi evinde barındırıp masraflarını karşıladığı oğlu ile iş yapan kimse, kazancın tamamının sahibidir. Sanatın icrasına yardım eden âile fertleri yardımcı hükmündedir. Fakat babasından ayrı evde yaşayan veya babasından ayrı sanatı olup babası ile iş yapan oğul, kendi kazancının sahibi olur. Babasının ona müdahale hakkı yoktur.
1. İş ortaklığında, her bir ortağın taahhüt ettiği iş diğer ortağı da bağlar.
2. İş ortaklığında kârın paylaşılması yapılan işe göre değil, taahhüdü tazmin yükümlülüğüne göre olur. Meselâ ortaklardan birisi bir mazeretinden dolayı çalışamasa, işi diğer ortak yapsa bile kazancın paylaşılması ortaklık akdine göre yapılır.
3. İş ortaklığında zarara katlanma, ortakların üstlendikleri tazminat oranına göre belirlenir. Meselâ bir inşaat şirketinde bir ortak işin üçte ikisini, diğer ortak üçte birisini üstlense, kârı da bu oranda paylaşmaları gerekir.
Sermaye sahibinin belli miktar sermayeyi işletmeciye ticaret yapmak üzere vermesi ve elde edilecek kâra, belirledikleri şartlara göre ortak olmalarıdır. Zarar ise yalnız sermaye sahibine âittir. İşletmeci zarara katlanmaz, yanlız emeği boşa gitmiş olur. Burada sermaye sahibi kâra sermaye sebebiyle, işletmeci ise emeği karşılığında hak kazanır.
Mudârebe ortaklığı uzun veya kısa vâdeli her çeşit krediyi temin etmek için elverişli bir ortaklıktır. Elinde büyük meblâğlara ulaşan nakit parası olan bir çok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine halk arasında bilgili, kabiliyetli ve ticaret işine yatkın bir çok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte mudârabe ortaklığı birbirine muhtaç olan bu iki unsuru karşı karşıya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur.
Bu çeşit ortaklık tamamen güvene dayanır.
Mudârabenin meşru oluşu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ'ya dayanır.
Kur'an-ı kerim'de mudârebeden bahseden Âyet-i kerime olmamakla birlikte, yeryüzünde dolaşarak ticaret yapmanın meşru olduğunu bildiren Âyet-i kerime ile, ticaretin genel olarak meşru bir kazanç yolu olduğunu ifade eden bazı Âyet-i kerime'ler mudârebeyi de şümulüne alır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah bildi ki içinizden hastalar olacaktır. Diğerleri Allah'ın lütfunu arayarak yeryüzünde seyahat edecekler, diğer bir kısmı da Allah yolunda savaşacaklar." (Müzzemmil: 20)
Bu ifade Allah-u Teâlâ'nın lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yan yana zikredilmiş olmalarında, bunların ikisinin de mükâfatta birbirine yakın olmalarına işaret vardır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
"Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın lütfundan birşey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir."
Sünnet-i seniyye'den delil ise; Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- şöyle demiştir:
"Abbas -radiyallahu anh- mudârabe yoluyla sermaye verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolculuğuna çıkmasını, bir vâdide konaklamasını ve canlı hayvan satın almamasını şart koşardı. Eğer bunları yapar ve zarar ederse anaparayı tazmin edecekti. Onun mudârabede öne sürdüğü bu şartlar Resulullah Âleyhisselâm'a ulaştığında bu duruma izin vermiştir."
Bu hususta bir başka uygulama da Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in halifeliği zamanında olmuştur.
Şöyle ki:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in iki oğlu Abdullah -radiyallahu anh- ile Ubeydullah -radiyallahu anh- Irak ordusuna katılmışlardı. Dönüş paraları kalmayınca Ebu Musa el-Eş'arî -radiyallahu anh-e başvurdular. O da onlara "Size beytülmâl'dan kredi vereyim. Buradan mal alıp Medine'de satarsınız. Anaparayı müminlerin emirine verirsiniz, kârı da aranızda paylaşırsınız." dedi.
Bunun üzerine Irak'tan aldıklarını Medine'de sattılar ve kâr elde ettiler. Anaparayı halifeye getirince "Ebu Musa sizin gibi bütün orduya kredi dağıttı mı?" diye sordu. "Hayır!" cevabını alınca da "Anaparayı ve elde ettiğiniz kârı beytülmâle teslim ediniz!" buyurdu.
Ubeydullah -radiyallahu anh- "Amma mal yolda helâk olsaydı, biz onu tazmin edecektik!" dedi. Bu anda bir başka sahabi söz aldı ve şöyle dedi:
"Yâ Ömer! Bu sermayeyi mudârabe ortaklığı olarak kabul etseniz?"
Buna göre anapara ve kârın yarısı beytülmâle, kârın diğer yarısı da Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in iki oğluna verilecekti. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buna râzı oldu ve hüküm uygulandı.
1. Mutlak Mudârabe:Sermaye sahibinin herhangi bir kayıt koymaksızın, işletmeciyi ticaret işinde serbest bırakmasıdır. Yalnız kârın paylaşılma şeklini ve zamanını belirler.
2. Mukayyet Mudârabe:Sermaye sahibi, anaparayı işletmeciye verirken bazı şartlar öne sürer.
Meselâ; sermaye ile belirli bir beldede ticaret yapmayı, belirli cins ve çeşit ticaret eşyasını alıp-satmasını, belirli kimselerden mal almayı ve belirli kimselere satmayı şart koşabilir. Ortaklığın süresini belirleyebilir.
Taraflardan her biri dilediği zaman akdi feshedebilir. Bu, mirasçılara da geçmez. Ancak fesih sırasında anaparanın nakit halinde olması gerekir.
Taraflar ayrıldıkları zaman sermayede borç varsa ve çalışan da kazanç elde etmişse borçları ödemeye mecburdur. Kazanç elde etmemişse ödemek zorunda değildir.
Bir taraftan arazi diğer taraftan çalışma olmak üzere, elde edilecek mahsulün belirli oranlarda paylaşılması şartı ile yapılan bir ortaklık sözleşmesidir.
Bir kimsenin toprağını çıkacak mahsulün belli bir yüzdesi karşılığında ziraat ortakçılığı yolu ile vermesinde bir mahzur yoktur. Delili ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hayber toprakları üzerindeki uygulamasıdır.
Abdullah bir Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, meyve ve ekinden çıkacak olan bütün mahsulün yarısı karşılığında Hayber'i (yahudilere) verdi.
Zevcelerine her sene kuru hurmadan seksen, arpadan yirmi vesk olmak üzere yüz vesk (yirmi ton) veriyordu.
Ömer -radiyallahu anh- hilâfete geçince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in zevcelerini ya kendilerine arazi ve su bölmek yahut her yıl onlara veskları ödemek şartıyla muhayyer bıraktı. Onlar bu teklifi benimsemede farklı kararlara vardılar. Bir kısmı arazi ile suyu tercih etti, bir kısmı da her yıl veskların verilmesini tercih ettiler. Âişe -radiyallahu anhümâ- ile Hafsa -radiyallahu anhümâ- arazi ve suyu tercih edenlerdendi." (Müslim: 1551)
Ashab-ı kiram'ın önde gelenleri topraklarını ziraat ortaklığı yoluyla vermişler ve karşı çıkan olmadığı için İcmâ meydana gelmiştir.
Ziraat ortaklığının geçerli olması ve tarafları anlaşmazlığa düşürmemesi için aşağıdaki şartlara uyulması gerekir:
1. Ziraat ortakçılığı yapacak kimselerin temyiz gücüne sahip olmaları gerekir. Ancak büluğ çağından önce ayrıca velinin icazeti de gereklidir.
2. Tohumun cinsinin ve kimin tarafından verileceğinin belirlenmesi gerekir.
3. Toprağın ziraate elverişli olması, sınırlarının belirlenmesi ve ortakçıya tamamen teslim edilmesi gerekir.
4. Çıkacak mahsulün taraflar arasında hangi oranda paylaşılacağının belirlenmesi gerekir. Paylaşma ikide bir, üçte bir veya dörtte bir gibi yaygın olan bir oranla belirlenir.
5. Ortakçılık süresinin belirlenmesi gerekir.
Ziraat ortakçılığı usulüne uygun olarak meydana gelince tarafların bir takım hak ve mesuliyetleri ortaya çıkar.
1. Sözleşme yapıldıktan sonra ortakçının tarlayı serbestçe işleme ve ondan yararlanma hakkı doğar.
2. Mahsulün yetişmesine yönelik bütün iş ve masraflar ortakçıya âittir.
3. Arazinin işlenmesi, mahsulün yetişip büyümesi tamamlandıktan sonraki hasat, harman yerine taşıma gibi masraflar ortakların payları nispetinde karşılanır.
4. Topraktan elde edilen mahsul, sözleşme şartlarına uygun biçimde paylaşılır.
5. Toprak mahsul vermezse, taraflardan hiç birisi diğerinden tazminat talebinde bulunamaz.
6. Ortaklık bozulacak olursa çıkan mahsul tohum sahibinin olur. Tohum arazi sahibinin ise normal işçilik ücretini alır. Tohum çiftçinin ise arazi sahibi arazinin normal kirasını alır.
7. Taraflar akitten sonra, alacakları payı karşılıklı rızâ ile azaltıp çoğaltabilirler.
Bir tarafın ağaç veya üzüm bağı, diğer tarafın bunların bakım işçiliği ile elde ettikleri meyveleri yarı yarıya, üçte bir, üçte iki gibi bir oranla paylaşmak üzere yaptıkları ortaklık şeklidir.
Bu ortaklığın delili Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hayber toprakları üzerindeki uygulamasıdır.
Bağ-bahçe ortaklığının rüknü icâp ve kabuldür. Teklifi bahçe sahibi yapar, işletmeci kabul eden durumundadır.
Meyve veren her türlü ağaç üzerinde müsâkât sözleşmesi yapılabilir.
1. Tarafların akıllı olması gerekir. Ergin olmak şart değildir.
2. Ağaçlar meyve veren türden olmalıdır. Müsâkât ortaklığı sebzelerde ve patlıcangillerde de câizdir.
3. Ağaçların işletmeciye teslim edilmesi gerekir. İki tarafın da çalışması şart koşulursa akit fâsit olur.
4. Çıkacak mahsul, taraflar arasında yüzde üzerinden ortak olmalıdır.
1. Çıkacak mahsulün taraflar arasında belirlenen esaslara göre paylaşılması gerekir. Hiç mahsul alınmadığı takdirde, ortakların birbirine bir şey vermesi gerekmez, işletmeci bir hak iddia edemez.
2. Meyvelerin büyümesi tamamlanmadan önce, mahsulü paylaşma oranında değişiklik yapılabilir. Büyüme tamamlanınca ise yalnız işletmeci toprak sahibinin payını arttırabilir. Çünkü işletmecinin arttırması ücretten indirim, toprak sahibinin arttırması ise ücreti arttırma sayılır.
3. İşletmeci, yeni bir sözleşme ile müsâkât akdini başkasına devredemez. Ancak toprak sahibi izin verirse mümkün olur.
4. Bu akit iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, bir taraf tek yanlı iradesiyle akdi feshedemez.
5. Ortaklık bozulacak olursa meyvelerin hepsi ağaç sahibinin olur, işletmeci normal işçilik ücretini alır.
6. İşletmecinin çalışamayacak derecede hasta olması veya hırsızlık yapması gibi sebepler ortaklığı bozar.