Selmân-ı Fârisî -radiyallahu anh- Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya hayatını şöyle anlatmıştır:
Ben İsfahan halkından bir Farslı idim. Babam beni çok sever, hiç yanından ayırmazdı.
Mecusîliğe çok bağlı idim. Ateşgedeye bakma ve ateş yakma işine ben bakıyordum. Ateşin sönmesine bir an bile meydan vermezdim.
Babam beni bir defasında çiftliğe göndermişti. Giderken de: "Sakın ha oralarda oyalanma!" diye sıkı sıkı tembih etti. Çiftliğe giderken yolda bir kiliseye rastladım. Baktım hıristiyanlar içeride ibadet ediyorlardı. Babam beni hep evde hapsedip dışarıya bırakmadığı için, insanların ne yaptıklarını, ne gibi dinler edindiklerini bilmiyordum. İbadetleri pek hoşuma gitti, yanlarından ayrılmadım, çiftliğe hiç gitmedim. Onlara: "Bu dinin aslı nerededir?" diye sordum, Şam'da olduğunu söylediler. Akşam eve gittiğimde babam bana kızdı, nereye gittiğimi sordu. Kendisine durumu anlattım. "Oğlum o dinde hayır yoktur, senin dinin daha üstündür." dedi.
Babam benim kaçacağımı tahmin ederek ayağımdan zincirle bağladı ve eve hapsetti. Benim gönlüm hıristiyanlıkta kalmıştı. "Oraya Şam'dan bir kafile geldiği zaman bana haber verin." diye kilisedekilere haber saldım. Bir zaman sonra haber geldi, ayağımdaki zinciri söküp attım, onlarla birlikte Şam yolunu tuttum.
Şam'a gelince oranın en üstün din adamının kim olduğunu sordum. Kilisedeki piskopos olduğunu söylediler. Kendisini bularak, kilisede hizmet etmek, hıristiyanlığı öğrenmek, ibadet etmek istediğimi söyledim. Beni yanına aldı.
Piskopos iyi bir adam değildi. Hıristiyanlardan sadakaları topluyor, yoksullara vermeyerek kendisi için saklıyordu. Böylelikle yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Ona çok kızıyordum. Nihayet adam öldü. Hıristiyanlar onu defnetmek için toplandıklarında durumu onlara anlattım ve definenin yerini gösterdim. Benim doğru söylediğimi anlayınca adamın ölüsünü astılar ve taşa tuttular. Yerine başka bir rahip getirdiler. Bu gelen çok iyiydi. Ben onun kadar ibadete düşkün birini görmedim. Onu sevdiğim kadar da hiç kimseyi sevmedim. Uzun zaman yanında kaldım. Sonra bu zât ölüm döşeğine düştü. Kendisinden sonra kimin yanına gitmemi tavsiye ettiğini sordum. Mevsil'de bir zât olduğunu, onun da kendisinin tuttuğu yol üzerinde bulunduğunu söyledi.
Bu rahip de ölünce Mevsil'deki zâtı buldum. Durumu anlattım. Beni yanına kabul etti. O da hayırlı bir insandı. Fakat çok geçmeden o da ölüm döşeğine düştü. Ona da kendisinden sonra kimin yanına gitmemi tavsiye ettiğini sordum. "Nusaybin'deki filân zâttan başka bizim gidişatımızda bir zât daha var mı bilmiyorum?" dedi.
Onun da ölümü üzerine Nusaybin'e gittim. Bahsettiği zâtı buldum, durumu ona da anlattım, beni hizmetine kabul etti. Bu da hayırlı bir kişi idi. Fakat vallahi çok geçmeden ona da ölüm gelip çattı. Kendisinden sonra ne yapmamı, kimin yanına gitmemi tavsiye ettiğini sordum. "Oğulcuğum! Rum topraklarında Amûriyye'deki zâttan başka sana tavsiye edebileceğim bir kimse kaldığını bilmiyorum." dedi ve o da dünyasını değiştirdi.
Kalktım, Amûriyye'deki arkadaşının yanına gittim. Durumu anlattım. "Olur, yanımda dur!" dedi. Bu zât da öteki arkadaşlarının gidişatında idi. Bir zaman yanında bulundum ve hizmet ettim. Bu arada çalıştım, biraz davar ve inek sahibi oldum.
En sonunda o da ölüm döşeğine düşünce: "Senden sonra kimin yanına gitmemi ve ne yapmamı tavsiye edersin?" diye sordum.
Şöyle söyledi:
"Oğulcuğum! Vallahi bugün yeryüzünde insanlardan, yanına gitmeni tavsiye edebileceğim bir kimse bulunduğunu sanmıyorum.
Fakat Âhir zaman Peygamberi'nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür. O peygamber İbrahim peygamberin dini üzere gönderilecektir. Arap toprağından ortaya çıkacak, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan belli bir yere hicret edecektir. O hediyeden yer, sadakadan yemez. Onun iki dalı arasında peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git."
Bundan sonra Amûriyye'de bir müddet oturdum. Kelp kabilesi'nden ticaretle uğraşan bazı kimselerle karşılaştım. Onlara: "Beni Arap diyarına götürün, şu davar ve ineklerimi size vereyim." dedim. Kabul ettiler ve beni yanlarına aldılar. Fakat Vâdilkurâ'ya gelince fikirlerini bozdular ve beni bir yahudiye köle olarak sattılar. Orada bir müddet kaldım. Sahibimin Kureyza oğulları'ndan olan amcasının oğlu gelmişti, beni ondan satın alıp Medine'ye götürdü. Medine'yi görür görmez, vallahi Amûriyye'deki rahibin tarif ettiği Âhirzaman Peygamberi'nin hicret edeceği yerin burası olduğunu anladım.
Artık Medine'de kalıyordum. Halbuki Resulullah Aleyhisselâm peygamber olarak gönderilmiş, Mekke'de ne kadar kalmışsa kalmış, fakat ben kölelik meşguliyeti yüzünden, hiçbir şey işitmemiştim. Sonra Medine'ye hicret edip gelmiş, benim yine haberim olmamıştı.
Bir gün hurma ağacının üstünde idim. Yahudi'nin amcasının oğlu geldi. "Allah Evs ve Hazreçliler'i kahretsin. Mekke'den yanlarına gelen peygamber dedikleri bir adamın başına bugün Kuba köyünde toplanmış bulunuyorlar." dedi. Öyle heyecanlandım ki, beni bir titreme tuttu, neredeyse düşecektim. Adama: "Ne dedin ne dedin?" dedim ve hemen ağaçtan indim. Yahudi sahibim bana çok kötü bir tokat vurdu ve: "Bu senin nene gerek, sen işine bak!" dedi.
Yanımda biraz yiyecekler vardı. Akşam olunca Kuba'ya giderek Resulullah Aleyhisselâm'ı buldum. Kendisine: "Senin sâlih bir zât olduğunu işittim, yanında da muhtaç kimseler varmış. Bunları size sadaka olarak getirdim." diyerek uzattım. Ashâb'ına: "Bunu alınız ve yiyiniz!" buyurdu, kendisi hiç yemedi. İçimden "Bu bir!" dedim.
Birkaç gün sonra yine gittim. Bu defa Resulullah Aleyhisselâm Medine'nin içine gelmiş bulunuyordu. Biriktirdiğim bazı şeyleri takdim ettim. "Senin sadakamı yemediğini gördüm. Bu ise senin için hazırladığım bir hediyedir." dedim. Bu sefer hem kendisi yedi, hem de Ashâb'ına söyledi, birlikte yediler. Yine içimden: "Bu iki!" dedim.
Bundan sonra bir gün Bâki kabristanında bulunduğu bir sırada yanına vardım. Ashâb'ından bir zâtın cenazesinde bulunuyordu. Selâm verdim. Sonra da mührü görebilirmiyim diye arka taraflarına geçtim. Resulullah Aleyhisselâm benim bu arzumu anlayınca, üzerinden ridâsını sıyırdı. Nübüvvet mührünü görünce üzerine kapandım, öptüm ve ağlamaya başladım. Bana: "Bu tarafa dön!" buyurdu. Gelip önüne oturdum.
Ey İbn-i Abbas! Başımdan geçenleri, sana anlattığım gibi ona da anlatmıştım. Benim bu kıssamı, Ashâb'ının da işitmiş olmaları, Resulullah Aleyhisselâm'ın pek hoşuna gitmişti. (Ahmed bin Hanbel)
Köle oluşu sebebiyle Bedir ve Uhud savaşlarında Resulullah Aleyhisselâm ile birlikte bulunamamıştı. Ondan sonra başta Hendek olmak üzere hiçbir gazâda Resulullah Aleyhisselâm'dan ayrı kalmadığı gibi, Şam ile Irak fütuhatının hemen hepsine de ihtiyar haliyle iştirak etti. Hendek savaşında Medine-i münevvere'yi düşman hücumundan kurtarmak için etrafına hendek kazılmasını tavsiye eden odur.
Resulullah Âleyhisselâm mübarek elini onun omuzuna koyarak:
"Bunlardan öyle erler vardır ki, iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişir, bulurlar." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1747)
Hazret-i Selman -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram arasında Resulullah Aleyhisselâm'ın hizmetine yakınlığı ile temayüz etmişti. Hâne-i saâdet'e her zaman girip çıkabilirdi. Resulullah Aleyhisselâm'la geceleri hususi görüşme saati vardı. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: "Birçok geceler Selman Resulullah Aleyhisselâm'la yalnız kalırlardı. Hatta bu gecelerde ezvâc-ı tâhirat'tan hiç kimse onun hizmetine girmezdi." buyurmuşlardır. Ashâb-ı kiram onun fazilet ve kemali hakkında ittifak etmişlerdir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında İran'a ordu sevkiyatı yapıldığı zaman bu orduya iştirak etmiş ve pek çok hizmetlerde bulunmuştur. Aslen İranlı olduğu için, İran'ın dilini, ahlâk ve âdetlerini iyi biliyordu. İran'ın ahvâli hakkında verdiği bilgilerden müslümanlar çok istifade etmişlerdi.
İranlılar'ın İslâm'a girmelerini gönülden istiyordu. Onları İslâm'a dâvet hususunda büyük gayretler gösterdi. Birçok İslâm esaslarını onlara kendi dilleri ile anlattı. İçlerinden bir kısmı onun sözünü dinleyip anlaşma yoluna gidilmesini istemelerine rağmen, başlarındakiler inat ettiler. Müslümanlar da İran'ı kuvvete başvurarak fethetmek zorunda kaldılar.
Bir muharebede de İranlılar fil kullanıyordu. Müslümanların çoğu böyle bir hayvan görmedikleri için duraklamışlardı. Hazret-i Selman -radiyallahu anh- bu hususta ne yapılacağını, fillerin nasıl bertaraf edileceğini müslümanlara öğretmişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde Medain'e vali tayin edildi. Bu makam onun hayatında bir değişiklik meydana getirmedi. Köle olduğu günlerde nasıl giyinir nasıl gezerse, Medain valisi olduğu zaman da aynı halde olmuş, debdebeden uzak kalmıştır. Doğru dürüst bir evi ve elbisesi bile yoktu.
Valiliği sırasında şehrin ve halkın her türlü işi ile uğraşırdı. Normal bir kıyafetle halkın arasına çıktığı için görenler onu tanıyamaz, vali olduğunu bilmeden yük taşıttıkları olurdu. Tanıdıktan sonra, yükü sırtından almak isteyenler olursa izin vermez, gidecekleri yere kadar yükleri götürüverirdi. Ücret verirler almazdı.
Tevâzuda, iş bilmek ve bitirmekte, geçim ehli olmakta herkese numune oluyordu.
Geçimini temin etmek için hurma yaprağından sepet örer, bir dirheme satın aldığı hurma yaprağından sepet ördükten sonra onu üç dirheme satardı. Kazandığı iki dirhemin birini ev halkının nafakasına ayırır, diğerini Allah için infak ederdi. Eline ne geçerse muhtaçlar arasında taksim ederdi. Yemez yedirir, giymez giydirirdi. Kendisi ihtiyaç sahibi olduğu halde, hiç kimseden sadaka kabul etmezdi. Sadakadan çok çekinir, hatta fakirlere bile sadaka kabul etmemelerini tavsiye ederdi.
Kisra'ların mülkünü idareye memur edilmiş iken, beş bin altın gelirin başında olduğu ve idaresi altında yirmi bin insan bulunduğu halde, onun bu yolu seçmesi, zühd ve kanaatinin kemâline şâhittir.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh-in hilâfeti devrinde hastalandı. Artık bu dünyadan göçme vakti geldiğini, dostu olan Resulullah Aleyhisselâm'a kavuşacağını, onu rüyâsında gördüğünü söyledi. Milâdi 655 yılında hayli yaşlanmış olarak vefat etti.