Muhterem Okuyucularımız;
Bu ayki sayımızda bazı mühim konuların izâhları yapılmış, daha iyi anlaşıla bilmesi için yer yer bölümlere ve kısımlara ayrılmıştır.
Peygamberlerin; "Ulül-azm", "Resul" ve "Nebi" olmak üzere üç kısma ayrıldığı açıklanarak izâhları yapılmıştır.
Peygamber, haberci mânâsına gelir. Arapça'daki "Nebi" ve "Resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın, kullarına muradını bildirmek, onlara emir ve yasaklarını haber vermek, irşad ve ikaz etmek üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanlara peygamber adı verilir.
Peygamberlik vazifesine "Nübüvvet" ve "Risalet" adı verilmektedir. Nübüvvet vazifesi alana "Nebi", risalet vazifesi alana "Resul" denir. "Enbiya" nebi kelimesinin, "Mürselin" ise resul kelimesinin çoğulu olarak kullanılır.
Allah-u Teâlâ dünya ve âhireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır. Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Bu arada bir çok peygamberler gelip geçmiştir. Kur'an-ı kerim'de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Andolsun ki, senden evvel de peygamberler gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık." (Mümin: 78)
Velîlerin; "Hem sehm-i nübüvvete, hem de sehm-i velâyete vâris olanlar", "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris olanlar" olmak üzere üçe ayrıldığı izâhlarıyla beraber açıklanmaktadır.
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahluk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân: 68)
Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur. Bu zatlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumî meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ'nın emri ve izni ile olur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62)
Âlimlerin; "Ulül-elbâb'a varmış hakiki âlimler", "Nakilci ulvî âlimler", "Avamın sâlih âlimleri" olmak üzere üç kısma ayrıldığı açıklanmıştır.
Zâhirî Ulül-elbâb'a varan âlimleri Allah-u Teâlâ ilimde derinleştirmiş ve:
"İlimde derinleşmiş olanlar." buyurarak onları övmüştür. (Âl-i imrân: 7)
Bu ilim kesbîdir, okumakla mümkün olur. Bu hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir.
Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ahlâk... sahalarında kitaplar yazarlar, müslümanlara ışık tutarlar. İçtihatlarında isabet ederlerse iki sevap aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel.
Din-i İslâm'a nûr saçan, ümmet-i Muhammed'e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara göğüs geren hakiki âlimlerin İslâm dininde çok mühim mevkileri vardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir." (Mücadele: 11)
Şehidlerin; "Cephede şehid olanlar", "Hükmen şehid olanlar" ve "Aşk şehidleri" olmak üzere üçe ayrıldığı ayrı ayrı açıklanıp, izahları yapılmıştır.
"Şehid" cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ'ya yükseltmek için bir çok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın!" (Âl-i imrân: 169)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah yolunda öldürülen şehiddir." buyurmuşlardır. (Müslim)
Bu mühim ve elzem konular, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında işlenerek, ümmet-i Muhammedin istifadesine sunulmuştur.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Bu sayımızda: Peygamberlerin; "Ulül-azm", "Resul" ve "Nebi" olmak üzere üç kısma ayrıldığını,
Velîlerin; "Hem sehm-i nübüvvete, hem de sehm-i velâyete vâris olanlar", "Sehm-i nübüvvete vâris olanlar", "Sehm-i velâyete vâris olanlar" olmak üzere üçe ayrıldığını,
Âlimlerin; "Ulül-elbâb'a varmış hakiki âlimler", "Nakilci ulvî âlimler", "Avamın sâlih âlimleri" olmak üzere üç kısma ayrıldığını,
Şehidlerin; "Cephede şehid olanlar", "Hükmen şehid olanlar" ve "Aşk şehidleri" olmak üzere üçe ayrıldığını,
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin nur ışığı altında ayrı ayrı izah edeceğiz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren insanları bir imtihan sahnesi olan dünyaya göndermiş ve hikmetinin iktizası olarak kimini kiminden üstün kılmıştır.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün kılan O'dur. Şüphesiz ki Rabb'in, cezası çabuk olandır. O, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." (En'âm: 165)
İnsanları muhtelif tabakalara ayırmış olmakla, haklarında bir imtihan ve ibtilâ muamelesi yapmıştır. Bir kısmını akıl, ilim ve marifet, şeref ve servet, makam ve mevki gibi bir takım hususiyetlerde bir çok derecelerle diğerlerinin üzerine çıkarmıştır.
Böylece en güzel amel yapanları seçecek, gelecekte vereceğini o kazancı ile verecektir. Bugünkü durum dünkü imtihanın bir neticesidir, yarınki durum da bu imtihanın bir neticesi olacaktır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurmaktadır:
"Bak! Biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır.
Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür." (İsrâ: 21)
Derecelerinin farklı olması da bu imtihanın icaplarındandır. Bununla itaatkâr olanlarla âsî olanlar, iman edenlerle inkâr edenler tezahür etmiş olmaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir.
Allah her ne yaparsanız görür." (Teğabün: 2)
Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir. Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
Peygamber, haberci mânâsına gelir. Arapça'daki "Nebi" ve "Resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın, kullarına muradını bildirmek, onlara emir ve yasaklarını haber vermek, irşad ve ikaz etmek üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanlara peygamber adı verilir.
Peygamberlik vazifesine "Nübüvvet" ve "Risalet" adı verilmektedir. Nübüvvet vazifesi alana "Nebi", risalet vazifesi alana "Resul" denir. "Enbiya" nebi kelimesinin, "Mürselin" ise resul kelimesinin çoğulu olarak kullanılır.
Allah-u Teâlâ dünya ve âhireti insan için, insanı da kendisini tanımaları için yaratmıştır. Allah-u Teâlâ'yı tanımak insanın en başta gelen vazifesidir.
İnsanlar önce hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi.
İlk peygamber Âdem Aleyhisselâm'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise yaratılış itibarı ile ilk, peygamber olarak da son peygamberdir.
Hadis-i şerif'lerinde:
"Âdem ruh ile cesed arasında iken ben peygamberdim." buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)
Bu arada bir çok peygamberler gelip geçmiştir. Kur'an-ı kerim'de isimleri geçen ve kıssaları az veya çok anlatılan peygamberler olduğu gibi, isimleri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan peygamberler de vardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Andolsun ki, senden evvel de peygamberler gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini de anlatmadık." (Mümin: 78)
Sayıları yüz yirmi dört bini bulan bu seçkin rehberler, Rahmet-i ilâhi'nin birer tecellileridirler. Hâlik-ı Azimüşân'ı en iyi bilenler onlardır.
Aslında aralarında fark yoktur.
Âyet-i kerime'de:
"O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız." buyuruluyor. (Bakara: 285)
Ancak derecelerinin yüksekliğinde, Allah-u Teâlâ'ya yakınlık cihetinden birbirlerinden ayrı yanları vardır.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık." buyuruluyor. (İsrâ: 55)
Kimisi bir kabileye gönderilmiştir, kimisi bir ümmete, kimisi bir nesle gönderilmiştir. Kimisi de bütün asırlar boyunca ümmetlerinin peygamberi olmuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Allah onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir." (Bakara: 253)
Bu bakımdan bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler.
•
Peygamberlik Allah-u Teâlâ'nın bir inâyetidir, bir lütf-u ihsanıdır, çalışmakla elde edilmez. Dilediği kullarını irşadla vazifelendirmiştir.
Onlar en yüksek ahlâka ve vasıflara sahip mümtaz ve müstesnâ insanlardır. Her biri birer numune-i imtisaldir. Hepsi de Hakk'al-yakîn mertebesindedirler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Onlar bizim katımızda seçilmişlerden ve hayırlılardan idiler." (Sa'd: 47)
Ahiret yurdunu düşünüp bunun dışında her türlü dünyevî ve nefsanî düşüncelerden sıyrıldıkları gibi, zihinlerini ve gönüllerini bütünüyle âhiret hayatını hatırlatmaya çevirmişlerdir.
Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ mertebelerini yüceltmiş, onlara hiç kimsenin ulaşamayacağı makamlar vermiştir.
"Onların hepsi salihlerdendi." (En'âm: 85)
Üzerlerine düşen kulluk vazifelerini hakkiyle yapıyor, sakınılması gerekenden sakınıyorlardı.
•
İnsanların en hayırlıları ve en seçkinleridirler. Allah-u Teâlâ onları bizzat ayırıp kendisi terbiye etti. Beşeriyetin ilk mürebbileridirler.
Âyet-i kerime'sinde:
"Her birine âlemlerin üstünde meziyetler verdik." buyuruyor. (En'âm: 86)
Her hususta doğru sözlüdürler, aslâ yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup, istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar; günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah'tan aldıkları emir ve nehiyleri olduğu gibi insanlara bildirirler.
Âyet-i kerime'de:
"Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık." buyuruluyor. (Enbiya: 73)
Onlar din ve dünya işlerinde kendilerine uyulan önderlerdir. Allah-u Teâlâ'nın emriyle insanlara hak ve hakikati gösterirler.
•
Peygamberlere iman etmeyen kimse, Allah-u Teâlâ'ya iman etmemiş olur. Birine iman etmemek de, hepsini inkâr etmek gibidir.
Acziyetlerini her zaman için itiraf eden, azamet-i ilâhî karşısında korkan ve titreyen bu peygamberler, insanları Allah'ın birliğine davet ve kul olmaya teşvik ettiler.
Bu mukaddes vazifeyi yaparken de hiçbir maddi menfaat, hiçbir karşılık gözetmediler.
Hakk'ı tebliğ ettikleri topluluklara:
"Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb'ine âittir." demişlerdi. (Şuarâ: 109)
Kur'an-ı kerim'de ibretli kıssaları, güzel halleri anlatılmış, yürüdükleri yoldan ve izden gitmemizin, onları nümune almamızın gerektiği beyan edilmiştir:
"O peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların gittiği doğru yolu tutup onlara uy, o yoldan yürü." (En'âm: 90)
Onların hepsinin tuttukları Tevhid, doğruluk, dine bağlılık, fazilet yolunu tut, o yolu takip et.
"Peygamberlerin haberlerinden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar." (Hûd: 120)
Zorluklarla karşılaşan kimseler, böylece teselli bulmuş olurlar. İmanları artar, gönülleri rahatlar.
"Bunda da sana hak ve müminlere öğüt ve uyarı gelmiştir." (Hûd: 120)
Çünkü müminler yapılan öğüt ve uyarılardan yararlanırlar, vakit kaybetmeden yola koyulurlar.
• Ulül-Azm olanlar,
• Resul olanlar,
• Nebi olanlar.
Peygamberlerden "Azim sahibi" olanlar, diğerlerinden üstündür. Ulül-azm peygamberlerin sayısı Âyet-i kerime'lerde nass yoluyla zikredilmiş olan beş peygamberdir:
"Peygamberlerden söz almıştık. Resul'üm! Senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan, ve Meryemoğlu İsa'dan pek sağlam bir söz aldık." (Ahzâb: 7)
Hakk'ı bırakıp putlara yönelen, küfür ve sapıklığa dalan bir kavme, Allah-u Teâlâ'nın ilâhî emirlerini tebliğ üzere gönderdiği ilk peygamber Nuh Aleyhisselâm'dır, ulül-azm peygamberlerin de ilki sayılır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Nuh'a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur.
Resul'üm! Sana vahyettik, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya da buyurduk ki, dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ: 13)
Nuh Aleyhisselâm'dan Muhammed Aleyhisselâm'a kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine de bu emir verilmiş bulunmaktadır. Bütün peygamberler bunu tatbik için gönderilmişler, hepsi de zamanlarındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmişler, tefrikayı, ayrılıkları kaldırmak için Tevhid'e dâvet etmişlerdir.
Bu peygamberlere "Azim sahibi" denilmesinin sebebi; azimlerinin kuvvetli, imtihanlarının şiddetli, mücadelelerinin ağır ve güç oluşundandır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Resül'üm! Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret!" buyuruyor. (Ahkâf: 35)
Çünkü sen de onlardansın.
Resulullah Aleyhisselâm, peygamberler içinde en çok mücadele vereni, en ziyade sabır ve fedâkârlık gösterenidir. Nitekim Allah-u Teâlâ da onu diğer peygamberlerden daha çok övmüş, ikram ve ihsanlara mazhar kılmıştır.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Azim sahibi" peygamberlerin en faziletlisi, en üstünüdür. Kâinatın mebdei, mahlûkatın ekmeli ve efendisidir.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, kendisinden önce gelen her peygambere ona tâzim etmelerini, teslim olmalarını, gönülden bağlı olmalarını, ona ellerinden gelen her türlü yardımı yapmalarını emretmiştir.
"Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız." (Âl-i imrân: 81)
Ve bu bütün Enbiyâ-i izam Hazerâtı da bu emr-i ilâhiyi kabul etmişler, onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ etmişlerdir.
Onların her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız kendi kavimlerine hastır. Fakat o, bütün insanlığa ve cinlere gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." buyuruyor. (Sebe: 28)
Bilgisizlikleri onları içinde bulundukları azgınlık ve sapıklığa, muhalefet ve isyana sevketmektedir.
•
Resulullah Aleyhisselâm Miraç gecesinde Kurb-i ilâhî fezâsında öyle ilerledi, Rabb'ine öyle yaklaştı ki, aradan bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhîye kabul buyuruldu. Zamandan mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk'ın Cemal rüyetine erdi. O'nu baş gözü ile yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i gördü. Onu kendi nurundan halkettiği için, o nur Nur'u görmeye takat getirebildi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kuluna iki yay kadar, yahut daha da yakın oldu." (Necm: 9)
Cebrâil Aleyhisselâm mukarreb melek olduğu halde Sidre-i müntehâdan bir parmak ucu kadar ileri geçerse yanacağını ifade etti. Ve fakat Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı kendi nurundan halkettiği için, onu kendisine o kadar yaklaştırdı ki, o yanmadı. Allah-u Teâlâ'nın nurundan olduğu için yanmadı ve ona dilediğini, murad ettiğini vahyetti. Onun mübarek kalb-i şerif'i ilâhî esrar odası haline geldi ve bütün bu esrar kendisinde kaldı, dilediğine dilediği kadar açıkladı.
Musa Aleyhisselâm da ulül-azm peygamberlerden olduğu halde, Allah-u Teâlâ'nın Cemâl-i bâkemalini göremedi, dağa tecelli buyurduğunda dayanamadı ve baygın yere düştü. Her ikisi de ulül-azm olmasına rağmen, arada bu kadar büyük farklar var.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm'a indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm'a indirilen İslâm'dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Muhammed Aleyhisselâm'a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Artık İslâm'dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çağlar boyunca insanlığın maddi ve manevi bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir. İslâm dururken eski dinlere uymak, gündüz gökte yıldız aramak gibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde İslâm'dan başka din arayanın dininin kabul edilmeyeceğini ferman buyurmaktadır:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmiş ve cezaya müstehak olmuşlardır. Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altın vermiş olsalar bile ahirette kendilerini kurtaramazlar.
•
O hem peygamberler silsilesini hitama erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Muhammed Allah'ın Resul'ü ve nebilerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40)
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dininin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar baki kalacaktır. Öyle bir din ve öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemallisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek yüce şahsiyetine, gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir nurdur. Nûru cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
•
İnsanların zanlardan, vehimlerden kurtulmaları, kendilerini yaratanı tanımaları, olgunlaşıp kemale ermeleri, ancak peygamberler vasıtası ile olur. Peygamberler ise feyizlerini Sultan-ı enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm'dan almışlardır. İnsanları imansızlık karanlıklarından kurtarıp, iman ve hidayet nuruna kavuşturmaları, ondan iktibas ettikleri nurla olmuştur. Çünkü onun yaratılışı onlardan öncedir. O, insanoğlunun gözü mesabesinde olan peygamberlerin gözbebeğidir.
Ulül-azm peygamberler dahi onun yolunda olmayı temenni etmişlerdir.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Eğer Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka yol bulamazdı." (Ebu Dâvud)
Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın, Allah-u Teâlâ'nın izni ile semadan ineceği ve ona tâbi olacağı, şeriatı ile amel edeceği malum ve müsellimdir.
Peygamberlerin her biri birer yıldızdırlar. Güneşin doğmasından önce, karanlıktaki insanlara ışık saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semasının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin nûru, gurur ve sürurudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.
Kıyamete kadar insanları şirkten, küfürden, isyan ve tuğyandan, cehalet ve dalâletten kurtaracak; âlemi hidayet nuru ile gündüz gibi aydınlatacaktır.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Resul "Gönderilen kimse" mânâsına gelir. Allah-u Teâlâ'nın hususi olarak indirdiği Kitap ile vahyetmiş olduğu, hükümlerini halka tebliğ etmek üzere gönderdiği peygamber demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Kuran'da Musa'yı da an! O seçkin kılınmış halis bir insan ve Resul bir peygamberdi." buyuruyor. (Meryem: 51)
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'dan haber veren ve insanlara doğru yolu gösteren, derecesi yüksek bir Resul'dü.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize yeryüzüne kaç resul kaç nebi gönderildiği sorulduğunda; resullerin 313, nebilerin ise 124 bin olduğunu söylemiştir. (Ahmed bin Hanbel)
Her "Resul" nebidir, fakat her "Nebi" resul değildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve hiçbir nebi yoktur ki..." (Hacc: 52)
Bu Âyet-i kerime Resul ile Nebi'nin mânâlarında farklılık bulunduğunu bildirmektedir.
Nebi "Haber getiren veya yol gösteren kimse" mânâsına gelir. Kendisine kitap indirilmemekle beraber, tebliğe memur olsun olmasın, kendisine vahyedilen peygamberdir. Kendisinden önceki Resul'ün şeriatını bildirmek için gönderilmiştir.
Resul şeriat koyucu, nebi ise o şeriatı koruyucu peygamber demektir.
Nitekim İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerin hepsi de Musa Aleyhisselâm'ın şeriatını anlatmak için gönderilmişlerdir.
İsmail Aleyhisselâm yeni bir şeriatle değil, İbrahim Aleyhisselâm'ın şeriatı ile gönderildiği halde Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o sözüne sâdık bir Resul ve Nebi idi!" buyuruyor. (Meryem: 54)
O halde hem Nebi hem Resul'dür. Babası İbrahim Aleyhisselâm'a indirilen on sayfayı tebliğ ile vazifeli olduğu için "Resul", kendisine vahyedilen ilâhî ahkâmı ümmetine haber vermesi sebebiyle de "Nebi" idi. Gönderildiği insanlara nispetle yeni bir şeriat olmuş oluyordu.
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahluk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân: 68)
Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ'ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif'in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur. Bu zatlar cemiyetlere mânen yön verirler, mânevî kontrolleri altında bulundururlar. Fertlerle meşgul oldukları gibi, müslümanların umumî meselelerinde de yardımcı ve tasarruf sahibidirler. Bu da Allah-u Teâlâ'nın emri ve izni ile olur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." buyuruyor. (Yunus: 62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus: 63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus: 64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus: 64)
O'nun verilmiş hükmünü kaldıracak hiçbir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Elbette ki ilâhî vaad tamamen gerçekleşecektir.
"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 64)
Velâyet; "Bâtınî" ve "Zâhirî" olmak üzere ikiye ayrılır.
Bâtınî velâyet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetidir. Zâhirî velâyet ise beşeriyetin mazhariyetine göredir. Bir kısmı umumî olup, buna "Velâyet-i amme" adı verilir. Bütün enbiyânın, evliyânın ve tevhid ehlinin velâyetidir. Hususi olana ise "Velâyet-i hassa" denir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ve onda fâni olan kutuplara mahsustur.
Bir velâyet hangi mertebede vâki oluyorsa, o mertebeye göre isim alır. O mertebe ve makamlardan süzülen bir veli ise o nispette Hakk'a tekarrüb eder.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e vâris olan veliler üç kısma ayrılır:
• Hem Sehm-i nübüvvetine hem de Sehm-i velâyetine vâris olanlar,
• Sehm-i nübüvvetine vâris olanlar,
• Sehm-i velâyetine vâris olanlar.
Bunlar bizzat Resulullah Aleyhisselâm'ın vekilidirler. Kalpten kalbe dökülen emânet-i ilâhîye mazhar olanlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." buyuruyorlar.
Kalpten kalbe dökülen ilâhî emânetullah kıyamete kadar devam eder.
Üzerindeki hâl nübüvvetin bir cüzü, iç âlemi Hâtem'ül-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bir emanetidir ve bütün fazilet de o emanettedir.
İşte bunlar Hakk iledirler ve Hakk'tan bahsederler. Onların muallimi bizzat Hazret-i Allah'tır.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime'sinde şöyle tarif ediyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Diğer bir Hadis-i serif'te şöyle buyuruluyor:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrâil'in peygamberleri gibidir." (K. Hafâ)
Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk'a davet ederler. Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir." (Ebu Nuaym. Hilye)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Onlar şu Âyet-i kerime'nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm'ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ'nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir. Öyle bir ruhtur ki sevdi, seçti, kendisine çekti. Başka kimsede bulunmayan bir nur, bir ruhtur.
Hâtemü'l-enbiyâ olduğu gibi bir de Hâtemü'l-evliyâ vardır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri, dini hükümleri ve şeriatı haber vermek; bâtını ise, haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da, ilâhî kemâlin yeryüzüne tecellisi olan velilerin tasarruf vazifeleri sürdüğü için nübüvvet, velâyet şeklinde de devam etmektedir.
Hâtemü'l-evliyâ'ya gelince; âhir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Bu "Hâtem" meselesi gizlidir.
Allah-u Teâlâ'nın sevdiği seçtiği birçok veli kulları Hâtem-i veli'nin âhir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlardı.
Ümmül-kitab'ı okumuşlar, bütün hayatımın satırlarını çizmişler. Bunlar Ümmül-kitab'ı okumakla olur. Allah-u Teâlâ mukadderâtı yazıyor, onlar bakıyor, baka baka yazıyorlar.
Bu ihsan edilen ilim has ilmullah olduğu için, bu ilmin üstünde de ilim yok. Onu ancak dilediğine vermiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ilmi var mıydı? Her hangi bir kimseden ilim tahsil görmüş müydü? O ümmî idi, yazısı bile yoktu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sen bilmezken doğru yola eriştirmedi mi?" buyuruyor. (Duhâ: 7)
Ona Rabbül-âlemîn tarafından öğretildiği için her şeyi biliyordu.
Allah-u Teâlâ onun hakkında:
"Resul'üm! Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın." buyurdu. (A'lâ: 6)
Zira o; okumak ve yazmak için değil, okutmak ve yazdırmak için gönderilmişti.
Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Sen kitap nedir, iman nedir önceleri bilmezdin." (Şûrâ: 52)
Ümmî peygamberin ilmi, ilm-i ilâhî'dir. Onun ilmi hep Hazret-i Allah'ın bildirmesi iledir, ilmullah'tır.
"Daha önce ne sen bunları biliyordun, ne de kavmin biliyordu." (Hûd: 49)
Okuyup yazmak için bir muallimden öğrenmek lâzımdır. Onun böyle bir kimseye minnettarlığı, beşeri bir ilim kaynağına ihtiyacı yoktur. Muallimi ve mürebbisi bizzat Allah-u Teâlâ'dır.
Hâtem-i nebi böyle olduğu gibi, Hâtem-i veli de böyle oldu. İkisi de ümmî. Doğrudan doğruya Hakk tarafından gönderildiklerine en büyük alâmet.
Fakir, hiçbir yerden tahsil görmedim, hiçbir şey de bilmiyordum. Gelen o kanaldan geliyor. Hazine-i ilâhî'den akıyor. Yani hazine-i ilâhî'den Resulullah'a gelen kanal devam etmektedir. İlhamât-ı ilâhî'nin hududu yoktur.
Onun için deriz ki; "Kitaplarda yok ki okuyayım, ben bilmiyordum ki söyleyeyim. Ne verilir, ne dökülürse o." Öyle ise bu ilim ilmullah'tır.
Geçmiş Enbiyâ-i izam Hazerâtı, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini, yapacağı icraatları haber vermişlerdi. Hâtem-i veli de böyle oldu. Gerek Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, gerekse diğer birçok evliyâullah da ondan haber verdiler. İkisi de hep bir noktaya geliyor.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Demek oluyor ki asıl olan varlık birbirine benzemeyen sıfatlarla vasıflanmayı kabul ettiği gibi Hâtemü'l-evliyâ da birbirine zıt sıfatlar takınmayı kabul eder. Celil ve Cemil, Zâhir ve Bâtın, Evvel ve Âhir gibi. Halbuki o kendi nefsinin aynıdır. Kendisinden başka değildir. Fakat o, hem bilir, hem bilmez, hem anlar, hem anlamaz, hem görür, hem görmez." (Fusûsu'l-Hikem, s. 66; Beyrut, 1994)
Gerçek budur. Gerçek bu olduğu için kabul ediyorum. Hiçbir ilgim, hiçbir bilgim yok. Fakat Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği her şeyi biliyorum, O'nun bildirdiğini biliyorum. Ben biliyorum yok. Şu halde O'nun bildirdiği ilim benim değil, O'nun ilmi oluyor.
Bunu siz kavrarsanız, inanıp iman ederseniz, bu ilmin ilmullah olduğunu kabul edeceksiniz. İman edene âittir bu!
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin:
"Aynı ona benzeyecek."
Buyurmalarındaki benzeyiş bidayetten, yani Âyân-ı sâbite'den başlıyor.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Hâtemü'l-enbiyâ'yı böyle kıldığı gibi, Hâtemü'l-evliyâ'yı da böyle kılmayı murad etmiş.
Onun da hiç ilmi yoktu, bizim de hiç ilmimiz yok. Bu bilgiler Allah-u Teâlâ'nın duyurmasıyla, bildirmesiyle, göstermesiyle ve yönetmesiyle husule gelir. "Ben gönderdim, ben öğretiyorum, ben yürütüyorum!" mânâsına geliyor. Bu has ilmullahtır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e böyle verilmişti, Hâtem-i veli'ye de aynısı verildi. O da sonuncusu, bu da sonuncusu!
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"Bil ki, Allah Tebâreke ve Teâlâ kullarından bir kısmını peygamber, bir kısmını da veli olarak seçmiştir. Peygamberlerin (İbrahim Aleyhisselâm gibi) bazısını dostlukla, (Musa Aleyhisselâm gibi) bir başkasını kelâmla, (Dâvud Aleyhisselâm gibi) bir diğerini Zebur'u senâ etmekle, (İsa Aleyhisselâm gibi) bir başkasını ölüleri diriltme ile ve (Muhammed Aleyhisselâm gibi) bir diğerini de günahlardan mâsumiyet ve kalp diriliği ile ilgili üstünlüğü nedeniyle diğerlerinden üstün kılmıştır. İşte velilerin kimini kiminden üstün kılması da böyledir.
O, âlemlerden hiç kimseye vermediğini Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e tahsis etmiştir.
Halka kapalı tutulan bir şeyi açıklamak, kendisindeki şeyin başkası için mümkün olmaması ve kendisinden öne geçecek herhangi birinin bulunmaması da, ancak O'na has kul olmaya ehil olan kimseye verilmiştir.
•
Allah var idi ve hiçbir şey yoktu. Zikri meydana getirdi, ilmi izhâr etti ve irâdeyi vâretti. Henüz hiçbir şey başlamamışken evvelâ onun zikrini başlattı. Daha sonra kendi ilminin içinde onun ilmini, sonra da kendi meşîet'i içinde onun meşîet'ini izhâr etti. O makâdir'de evvel, Levh'te evvel, misakta evvel, mahşer gününde evvel, hitapta evvel, vakarda evvel, şefaatte evvel, civarda evvel, cennete girmede evvel, ziyârette evveldir. İşte bu nedenle de o Enbiyâ Aleyhimüsselâm'ın efendisidir. Hiç kimsenin kaldıramayacağı "Hâtemü'n-nübüvve" ona tahsis edilmiştir. O kıyamet gününe kadar Azîz ve Celîl olan Allah'ın yarattıkları üzerine hüccetidir. Peygamberlerden hiçbiri işte bu hususlarda ona erişememiştir.
•
Onunla konuşan dedi ki: "Hâtemü'n-nübüvve" nedir?
Buyurdu ki: Allah-u Teâlâ'nın:
"İmân edenlere, Rabb'leri katında kendileri için bir Kadem-i sıdk bulunduğunu müjdele!" (Yunus: 2)
Buyruğunun hakikati olarak, Allah'ın yarattıkları üzerine bir hüccetidir. O'nun "Ubûdiyet sıdkı"na bizzat Allah şâhitlik edecektir. Deyyân olan; yani herkesin hakkını en iyi bilen ve veren Allah, kıyamet gününde Celâl ve Azamet'i içinde açığa çıktığı vakit şöyle buyurur:
"Ey kullarım! Sizi kulluk için yarattım, sizin ise kulluğunuz çok zayıf!.. Bu makâmın çevresinde Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-den başkası hissiz ve hareketsiz kaldı."
O işte bu doğruluk ayağını bütün nebî ve resullerin saflarının en ilerisine atar. Çünkü o Allah-u Teâlâ'ya "Ubûdiyet sıdkı" ile gelir; Allah da onu kendisinden kabul ederek, onu "Kürsî"nin yanındaki "Makâm-ı mahmûd"a gönderir.
Nihayet bu "Hatm"den perde kaldırılır, kendisini ihâtâ eden nur ve bu Hatm'in şûleleri O'nu açığa çıkarır. O, yarattıklarından hiçbirinin işitmediği bir senânın diliyle onun kalbinden haber verir. Peygamberlerin bile hepsi Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-i Azîz ve Celîl olan Allah'ın bildirmesiyle bilmiş olurlar.
O ilk hitapta bulunan ve en ilk şefaat edendir. "Livâü'l-hamd" ve "Kerem anahtarları" ona verilecektir. Livâü'l-hamd umum müminler için, kerem anahtarları peygamberler içindir.
"Hâtemü'n-nübüvve"nin bidâyeti ve durumunun derinliği, onun bu taşıdıklarından daha da derindir. Fakat bu değerli ilmin dahi sana yeteceğini ümit ederim!"
.......
"Allah Azze ve Celle Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-ini aldıktan sonra, ümmetinden kırk kişiyi onun yerine oturtur. Arz onlarla ayakta durur. Onlar O'nun ehl-i beyt'idir. Onlardan biri ölünce yerine bir diğeri geçer.
Bunların sayıları tükenip, dünyanın zevâl vakti gelince Allah bir velî gönderir. Bu velîyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, ona bir de "Hâtemu'l-velâye" tahsis etmiştir. Bu, kıyâmet gününe kadar Allah'ın, diğer velîlere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Nübüvvet sıdkı" bulunduğu gibi, onun da bu "hatm" nedeniyle yanında "Velâyet sıdkı" vardır. O'na şeytan musallat olamaz, nefis onu velâyet'ten alıp zevkine düşüremez!
Kıyamet gününde velîler açığa çıkıp, kendilerine velâyet ve ubûdiyet sıdkı gerektiğinde, bunun "Hâtemu'l-velâye"nin yanında tam olarak bulunduğu görülür. Böylece o, onlara ve kendisinden sonra gelen diğer Tevhid ehli üzerine Allah'ın bir hücceti olup; kıyâmet gününde onların şefaatçisi ve evliyânın imamı olur.
O onların efendisidir. Nasıl ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamberlerin efendisi ise, o da evliyânın efendisidir. Ona şefaat makâmı tayin edilir ve o Allah-u Teâlâ'yı senâsıyla anıp, hamdiyle metheder; diğer veliler de onun "İlm-i billâh"; yani "Allah-u Teâlâ'yı bilme" hususunda kendilerinden daha üstün olduğunu kabul ve tasdik ederler.
•
Bahsettiğimiz bu velî, başlangıçta evvel olma hususunda da geri kalmaz. O zikirde evvel, ilimde evvel, meşîette evvel, makâdirde evvel, Levh-i mahfûz'da evvel, misakta evvel, mahşerde evvel, hitapta evvel, vakarda evvel, şefaatte evvel, civarda evvel, cennete girmede evvel, ziyârette evveldir. Nasıl ki Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- her yerde peygamberlerin evveli ise, o da velilerin evvelidir. Diğer veliler Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e kafa durumunda, o ise kulak durumundadır.
İşte o, makâmı Mülk'ün Melik'inde, Allah'ın huzurunda bulunan bir kuldur. Burada yer alan "Meclisü'l-A'zam"da; yani "En ulu meclis"te O'nunla karşılıklı olarak konuşur. O Rabb'inin himâyesindedir. Diğer velîler derece derece onun arkasında; nebîlerin yerleri ise onun önündedir." (Hatmü'l-Evliyâ: 5. Bölüm)
Bunlar zâhirî ilme sahiptirler, faydalı ilim diye tarif edilen ilme de mazhardırlar. Hakiki âlimler bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız." buyurmaktadır. (Âl-i imrân: 110)
Hiç kimseden menfaat beklemez. Okuttuğu ilimden aslâ ücret almaz. Her işleri yalnız ve yalnız rızâ-i Bâri'ye dayanır, bütün icraatları liveçhillâhtır.
"Onlar Kur'an ehli, Allah ehli ve Allah'ın has kullarıdır." (İbn-i Mâce: 215)
Diye Hadis-i şerif'te tarif edilenler bunlardır.
Hazret-i Kur'an'ı yaşarlar. Bütün iş ve icraatlarını ahkâma uydururlar. Halka nur saçarlar, beşeriyeti irşad ederler. Bunlar irşad memurlarıdır. Sayıları pek azdır.
Bunlara mukarrebun denir. Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği veli kullarıdır, makamları çok âlidir, daima huzurda, huşudadırlar. O huzurdan ayrılmak istemezler. Kendilerine gelen emir ve ilhama bakarlar. Fakat irşad memuru değildirler, halk ile hiçbir ilgileri yoktur.
Âyet-i kerime'de:
"Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz." buyuruluyor. (Nahl: 43 - Enbiyâ: 7)
Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın huzur-u izzetine kadar çıkardığı kimselerdir.
Bu sevgili kullarını daire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzuruna kadar almış ve en büyük saâdetine eriştirmiştir.
"Onlar sıdk makamında kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. Huzur-u ilâhisine ancak sevdiğini seçtiğini alır.
Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullarını kendine çektiği için, içini nurlandırmış, her türlü ahlâk-ı zemime'den temizlemiş, ahlâk-ı hamide'ye de nail etmiş:
"Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'si mucibince o kul Allah-u Teâlâ'nın nuruna ve lütfuna kavuşmuştur.
Bu gibi kimselerin dünyadaki durumları da budur, ahiretteki durumları da budur. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl: 128)
Allah-u Teâlâ kiminle beraber olursa, o kimse en büyük saâdete ermiştir.
"Allah dilediği kulunu zâtına seçer." (Şûrâ: 13)
•
• Ulül'elbab'a çıkmış olan âlimler,
• Nakilci ulvî âlimler,
• Molla.
Ulül-elbab iki türlüdür: Zâhirî, batînî.
Zâhirî Ulül-elbâb'a varan âlimleri Allah-u Teâlâ ilimde derinleştirmiş ve:
"İlimde derinleşmiş olanlar." buyurarak onları övmüştür. (Âl-i imrân: 7)
Bu ilim kesbîdir, okumakla mümkün olur. Bu hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir.
Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ahlâk... sahalarında kitaplar yazarlar, müslümanlara ışık tutarlar. İçtihatlarında isabet ederlerse iki sevap aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel.
Dört büyük mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfi, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmet -rahmetullahi aleyhim ecmain- Hazerâtı olsun, diğer müctehidler, müfessirin-i izam, muhaddisin-i izam olsun, hep bu kısma dahildirler.
Din-i İslâm'a nûr saçan, ümmet-i Muhammed'e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara göğüs geren hakiki âlimlerin İslâm dininde çok mühim mevkileri vardır.
Allah-u Teâla Ku'ran-ı kerim'inde onları övmüş, ilmi ve ilim sahiplerini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir." (Mücadele: 11)
Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, âhirette ise cennetlerdeki derecelerin yüsekliğidir.
Allah-u Teâlâ veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemaya da gösterilmesi gerekmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimlerine tâzim ve hürmet ediniz. Zira onlar yeryüzünün yıldızlarıdır." (Münavî)
İlmiyle âmil olan ulemaya daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halka hakikati öğretirler, şeriat ahkâmını talim ederler, bid'atlardan sakındırırlar. İlâhî hükümleri tahrifattan, cahillerin tevillerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
Ulvî olan nakilci âlimler, müslümanlara dinlerini öğretecek tefsir gibi kitaplar yazmaya kendileri muktedir değildirler. Ancak "Filân şöyle söyledi, filân böyle söyledi." diyerek hakiki âlimlerin beyanlarını naklederler. İctihad yapamazlar. Ancak hakiki âlimlerin eserlerinden alıp naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler.
Bu nakilci âlimler de iki kısımdır. Eğer İslâm'ı yaşıyorsa, telif ettiği kitaplar, yaptığı vaaz ve nasihatlar, yaşadığı nispette halka tesir eder. Yaşamıyorsa hiçbir tesiri olmaz.
Bir de şu var ki, halka âlim olduğu zannını verdirmek için konuşuyorsa, halkı başına toplamak gibi bir gaye güdüyorsa gizli şirktir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Gizli şirk, insanların methini ve ihsanını veya tâzimini kazanmak maksadıyla amel ve ibadet eylemektir." (C.Sağir)
Kendinde varlık gördüğü için "Ene Kabuğu"ndan çıkamaz. Hakikattan haberi olmadığı için de kendi zannını hakikat diye satmak ister.
Bir zâhirî âlim satırdan almasına rağmen, ilimde derinleştiği nispette cehaletini öğrenmiş olur. Eğer ilimde ihlâs sahibi ise ilmi arttıkça âcizliğini duyar, Hazret-i Allah'a sığınır, âcizliğini itiraf eder. Her mevzuda Hazret-i Kur'an'a ve Sünnet-i seniye'ye müracaat eder. Her iş ve icraatı Ahkâm-ı ilâhi'ye uygun olmasını ister.
Bunlar halkın avam tabakasına yakın âlimlerdir. Hem bilir, hem bildirir, tarif eder. Bunlar muttakilerden sayılırlar.
"Şehid" cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ'ya yükseltmek için bir çok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Şehidlik Allah-u Teâlâ'nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur'an-ı kerim'de on beş yerde şehidler övülmekte, Âyet-i kerime'lerde Allah yolunda hayatlarını fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehidlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın!" (Âl-i imrân: 169)
Bu hitâb-ı ilâhi her ne kadar Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e ise de, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin." (Bakara: 154)
Buyurularak onlara "Ölü" denilmesi yasaklanmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda hayatlarını cömertçe feda ettiler. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir.
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Bu Âyet-i kerime onların ölü zannedilmemesi hususunda kati bir delildir.
"Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154)
Onlar fani hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, şehidler hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır:
"Allah'ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i imrân: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb'lerinin kendilerini şehidlik gibi bir mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler. Allah-u Teâlâ'nın rızâ-ı Bâri'sinin bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
"Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler." (Âl-i imrân: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
Cihadda henüz canlarını vermemiş olan mücahid kardeşlerinin, şehid oldukları takdirde, ölümden sonra mazhar olacakları nimetler sebebiyle, hem kendileri adına hem de arkada bıraktıkları kardeşleri adına sevinirler. Çünkü ahirette kardeşlerinin herhangi bir korkuları olmayacaktır ve dünyadan ayrılmalarına da üzülmeyeceklerdir.
"Onlar Allah'tan olan nimet ve keremin; Allah'ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler." (Âl-i imrân: 171)
Âyet-i kerime'ler Ashab-ı kiram hakkında nazil olmakla beraber, sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani olmadığı için; sözü edilen bütün bu ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehidlere ve mücahidlere de şâmildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ashab-ı kiram'ı şüphesiz ki bu hususta en büyük ve en canlı numunedirler.
•
Yalnız ve yalnız Allah için harbe giden, hiçbir gaye ve menfaat taşımayan ve kelimatullah'ın yükselmesi için gayret edenler şehiddir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah yolunda öldürülen şehiddir." buyurmuşlardır. (Müslim)
• Cephede şehid olanlar,
• Hükmen şehid olanlar,
• Aşk şehidleri.
Kâfirlerle harp ederken harp âletlerinden biri sebebiyle öldürülenlerdir. Bunlara hem dünyada hem ahirette şehid hükmü verilir.
Dinimizde Allah rızâsı için cihad etmek her müslümana farzdır.
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm'ın, cihanın her köşesine yayılmasıdır. İnsanların küfür karanlıklarından iman nuruna kavuşmaları için bütün müslümanların tüm güçleriyle çalışmaları gerekir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ona tabi olan müminlerin Allah yolunda yaptıkları cihad sebebiyle ne kadar büyük mükâfatlara nâil olduklarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Fakat o Peygamber ve onun maiyyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Saâdete erişenler de onlardır." (Tevbe: 88)
Dünyada insan için en kıymetli iki şey vardır. Canı ile o canı yaşatacak malı.
Müminlerin dünyada bunun her ikisini de fedâ ederek canları ve malları ile cihada atılmalarına karşılık olarak ihsan ve ikram edeceği mükâfat elbette büyük olacaktır.
Ebu Saîd -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle dedi:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise, cennet ona vacip olmuştur."
Bu sözü hayretime gitti ve: "Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar etti, arkasından da şunu söyledi:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu dereceler arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki mesafe gibidir."
Ben: "Öyleyse bu nedir?" diye sordum.
Şu cevabı verdi:
"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!.." (Müslim: 1886)
Allah-u Teâlâ'nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah yolunda öldürülenlere gelince, onların amellerini aslâ boşa çıkarmaz." (Muhammed: 4)
•
Şehidlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Resulullah Aleyhisselâm tarafından muhtelif Hadis-i şerif'lerde belirtilmiştir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Şehidden başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehid ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder." (Müslim: 1877)
Bu Hadis-i şerif, şehidliğin faziletini gösteren delillerin en büyüğüdür.
Bazı rivayetlerde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ: "Bir arzun var mı?" diye sorar. Şehidler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehid olmayı temenni ettiklerini belirtirler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Müslümanın aldığı her yara Allah yolundadır. Sonra kıyamet gününde bu yara, vurulduğu günkü kılığında olacak, kan fışkıracaktır. Renk kan rengi, koku misk kokusudur." (Müslim: 1876)
Şehidin misk gibi güzel kokusu onun fazilet ve şerefini mahşer halkına duyurmak için yayılacaktır. Kanının ve cenazesinin yıkanmaması da bundandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mertebeyi her vesile ile beyan etmiş ve ümmet-i muhteremesini daima teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Muhammed'in nefsini kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim." (Buhârî - Müslim: 1876)
Aslında savaşa ölmek için değil, düşman öldürmek, saldırı ve azgınlığı durdurmak için gidilir. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Çünkü bu Allah-u Teâlâ'nın değişmeyen kanunudur.
•
Şehidlik kul hakkı dışında, bütün günahların bağışlanmasına vesiledir.
Ebu Katâde -radiyallahu anh- anlatıyor:
Bir kimse: "Yâ Resulellah! Ne buyurursun? Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde bütün günahlarım affolur mu?" diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Evet, ihlâsla sabrettiğin halde ileri gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen!" buyurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sonra: "Nasıl dedin?" diye sordu.
O kimsenin, sorusunu aynen yenilemesi üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı:
"Evet, ihlâsla sabrettiğin halde, ileri gidip geri dönmeyerek Allah yolunda öldürülürsen! Yalnız borç müstesnâ. Zira bunu bana Cebrâil Aleyhisselâm söyledi." (Müslim: 1885)
Ancak denizlerde Allah yolunda savaşıp şehid düşenlerin diğer bütün günahlarıyla birlikte kul hakkından doğan günahları da bağışlanır, Allah-u Teâlâ hazine-i gaybından ihsan eder.
•
Mikdam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehide, dökülen ilk kanı esnasında altı haslet verilir:
1. Günahları bağışlanır.
2. Cennetteki makamını görür.
3. Cennet hurisiyle evlendirilir.
4. (Kıyametin) büyük korkusuna karşı teminat verilir.
5. Kabir azabından emin kılınır.
6. İman elbisesi ile ziynetlendirilir." (Buhârî)
Şehidlik öyle büyük bir lütuftur ki, cennetin bütün yollarını açar ve hurilerin istikbale çıkmasını sağlar.
Rahmet meleklerinin refakatine sebep olur. Şehidin ruhunu yetmişbin melek elleri üzerinde yükseltir.
Ruhları bedenleri ile devamlı irtibat halindedir. Bu bakımdan bir çok şehidlerin bedenleri çürümez. Yalnız kendileriyle meşgul değil, aynı zamanda dünyadaki müminlerle de yakından ilgilidirler. Şehid düşecek olanları müjdelemekte ve hiçbir korku ve üzüntü görmeyeceklerini haber vermektedirler.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Amcam Enes bin Nadr -radiyallahu anh- Bedir savaşında uzakta bulunduğu için: "Yâ Resulellah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta uzakta bulundum. Eğer Allah müşriklerle bir savaş daha nasip eder de beni bulundurursa neler yapacağımı elbet Allah görecektir!" demişti.
Uhud günü müslümanlar bozguna uğrayıp geri gidince amcam: "Allah'ım! Şu arkadaşlarımın çekilmesinden dolayı özür dilerim. Şu müşriklerin yaptıklarından da sana iltica eylerim." dedi. Sonra müşriklere doğru ilerledi. Bu sırada Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh-e rastgeldi. Ona dönerek: "Ey Sa'd! Canım cennet istiyor. Babam Nadr'ın Rabb'ine yemin ederim ki ben cennetin kokusunu Uhud'da duyuyorum." dedi.
Savaştan sonra Sa'd bin Muaz -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Biz Enes bin Nadr'ın yaptığını yapamadık." dedi.
O şehid olmuş, teninde seksenden fazla ok, kılıç, süngü yarası bulunmuş, kolları kesilip parça parça edilmişti. Onu hiç kimse tanıyamadı da, kız kardeşi (halam) parmak ucundan ancak tanıyabildi.
Zannedersem şu Âyet-i kerime Enes bin Nadr ve benzerleri hakkında nâzil olmuştur:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.
Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mesele ile ilgili olarak onun hakkında:
"Allah'ın kullarından öylesi var ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." buyurmuştu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şehitler için hazırlanan üstün nimetleri anlatırken gördüğü bir rüyayı şöyle haber vermiştir:
"Bu gece iki adam gelerek beni bir ağaca yükselttiler. Derken bir saraya soktular. Ondan daha güzel, daha üstün bir bina görmüş değilim. Sonra bana dediler ki: Bu gördüğünüz saray, şehidlerin konağıdır." (Buhârî)
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, Numan bin Mukarrin -radiyallahu anh- kumandasında bir orduyu İran'ın fethine yollamıştı. Ordu İran içlerinde ilerledikleri zaman, Nehavend civarında kırk bin kişilik İran ordusuyla karşılaştılar. Başlarındaki bölge valisi müslümanlardan bir elçi istedi. Elçi olarak Muğire bin Şûbe -radiyallahu anh- uygun görüldü.
Vali tercüman vasıtasıyla: "Siz Araplar en çok açlık çeken, her çeşit hayırdan en uzak olan kimselersiniz. Size yine açlık ve yokluk uğradı da onun için geldi iseniz, size yiyecek yardımı yapalım da dönün!" gibi küçük düşürücü bazı sözler sarfetti.
Muğire bin Şûbe -radiyallahu anh- İslâm adına şu sözleri söyledi:
"Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, Rabb'imizin risaletini getirmiştir. Bir de bize bildirdi ki, bizden kim öldürülürse cennetlik olacaktır. Bu sebeple biz ölümü, sizin hayatı sevdiğinizden daha çok seviyoruz." (Buhârî, Cizye 1)
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı sadece ve sadece rızâ-i Bâri'yi düşünüyorlar, Allah-u Teâlâ'nın vâdettiği uhrevî makamlara bir an önce kavuşmak istiyorlardı.
Meselâ Enes bin Nadr -radiyallahu anh-: "Ben cennetin kokusunu duyuyorum." diyerek savaşa katılmıştı. Bazıları elindeki hurmaları atıp ölünceye kadar çarpışmıştı. Amr bir Cemuh -radiyallahu anh- gibi bazıları savaşa giderken: "Allah'ım! Beni artık âileme döndürme!" diye duâ etmişti. Sâbit bin Vakş -radiyallahu anh- gibi bazıları yaşlı oldukları için Resulullah Aleyhisselâm tarafından şehirde bırakıldıkları halde, şehid olmak ümidiyle habersizce katılmışlardı.
Ashab-ı kiram'dan bir çok şehid vardır.
•
Bir zat Resulullah Aleyhisselâm'a gelerek: "Yâ Resulellah! Şehid dışında kalan müminler niye kabirde imtihan edilirler?" diye sordu.
Resulullah Aleyhisselâm şu cevabı verdi:
"Şehidin ölüm anında tepesinin üstünde kılıç parıltısını hissetmesi imtihan olarak ona kâfidir." (Nesâî, Cenâiz: 112)
•
Câbir -radiyallahu anh- der ki:
Babam Abdullah'ın Uhud savaşında şehid edildiğinde ağlayarak üzerindeki elbisesini çıkarıyordum, beni ağlamaktan men ediyorlardı. Halbuki Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- men etmiyordu. Halam Fâtıma da ağlamaya başladı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
"Ona ağlasan da ağlamasan da siz şehidi kaldırıncaya kadar melekler onu kanatlarıyla gölgelendirdiler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 621)
•
Şehidliğin bir çok mertebeleri vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz savaş meydanında öldürülen üç kimsenin erişeceği sonucu bir Hadis-i şerif'lerinde beyan buyurmuşlardır:
"Savaşta öldürülenler üç kısma ayrılır:
Biri, mümin bir adam canı ve malı ile Allah yolunda cihadda bulunur, tâ ki düşman ile karşılaşır ve öldürülünceye kadar onlarla vuruşur. İşte bu, göğsü Hakk'a açılmıştır ki, cennettedir. Allah'ın Arş'ının altındadır. Peygamberler ancak peygamberlik derecesiyle ondan üstündürler.
İkincisi, günah ve hatalarından dolayı korku ve endişe içinde olan adamdır ki, düşman ile karşılaşır da öldürülünceye kadar savaşır. İşte bu durum temizleyicidir, onun günah ve hatalarını siler. Çünkü gerçekten kılıç, hataları çokça silendir. Cennete istediği kapıdan sokulur. Çünkü cennetin sekiz kapısı, cehennemin de yedi kapısı vardır. Cennet kapılarının biri diğerinden üstündür.
Üçüncüsü, münafık bir adamdır. O da malıyla cihad eder, tâ ki düşman ile karşılaşır ve öldürülünceye kadar Allah yolunda vuruşur. İşte bu cehennemdedir. Çünkü kılıç nifakı silmez." (Ahmed bin Hanbel)
•
Sehl bin Sa'd -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Uhud'da müşriklere ok yağdıranların ilki Kuzman'dı, müslümanlar bozulup dağıldıkları zaman kılıcının kınını kırmış, müşriklerden bir kaç kişiyi yere sermişti. Kendisi de yaralandı.
Daha önceleri Kuzman'ın adı anıldıkça Resulullah Aleyhisselâm:
"Dikkat edin. O adam cehennemliktir!" buyururdu. (Müslim)
Derken Kuzman ağır şekilde yaralandı. Acısına dayanamayarak kılıcının kabzasını yere, sivri ucunu da iki memesinin arasına dayadı, sonra kılıcının üzerine yüklenerek intihar etti.
Durum Resulullah Aleyhisselâm'a intikal ettiğinde şöyle buyurdu:
"Bazen bir adam cehennemlik olduğu halde görünürde cennetlik bir kimsenin yaptığını yapar. Bazen de bir adam cennetlik olduğu halde insanların gözleri önünde cehennemlik bir kimsenin yaptığını yapar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1609 - Müslim: 112)
Diğer bir rivayette Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Bilâl -radiyallahu anh-e emir buyurmuş, o da cemaatin içinde şöyle seslenmiştir:
"Müslüman kişiden başka kimse cennete giremez. Elbette ki Allah bu dini fâcir bir adamla da destekler." (Müslim: 111)
•
Şehidlik mertebesi ayrıca şefaat makamına da vesile olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Her bir şehid, kendi hane halkından yetmiş kişi için şefaat etmeye yetkilidir." buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
•
Şehidlik büyük bir nimettir. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp şehid olarak vefat etmesi pek büyük bir saâdettir. Ancak şehidlik pek az kimseye nasip olduğu için, her müminin gönlünde böyle bir şuurun bulunması bile kâfidir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Allah'dan şehid olmayı sadakatle isteyeni Allah yatağında bile ölse şehidlerin mertebesine ulaştırır." (Müslim: 1909)
•
• Allah yolunda şehid olanlar, yıkanmadan namazları kılınarak kanları ile kanlı elbiseleri ile gömülürler.
Ancak üzerlerindeki elbiselerden şapka, sarık, kuşak, kemer, zırh, pamuklu hırka gibi kefen olmaya yaramayan şeyler ve ayakkabılar çıkarılır. Ayrıca saat, yüzük, para gibi kıymetli eşya da alınır.
Üzerlerinde bulunan elbiselerden sünnete uygun kefenden yani üç kattan fazla olanları varsa soyulur, eksik kalanı olursa tamamlanır.
• Allah yolunda öldürülen şehidlerden, cünüp olan, mecnun olan veya büluğ çağına ermemiş bulunanlarla, öldürücü bir şekilde harp meydanında yaralandığı halde hemen ölmeyip tedavi için başka yere taşındıktan sonra veya konuştuktan, yiyip içtikten sonra, aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçmiş bulunan müslümanlar yıkanmadan gömülmezler.
Savaşta yaralanan mümin ölmeden önce dini bir vasiyette bulunursa yine yıkanmaz. Nitekim Uhud'da yaralanan Sa'd bin Rabi' -radiyallahu anh- vefatından önce Ensar'a:
"Gözünüzü açıp kapayacak kadar bir vakit ve güç bulduğunuz halde Resulullah öldürülürse Allah katında hiçbir mazeretiniz yoktur." diye vasiyette bulunmuş ve yıkanmadan defnedilmiştir.
• Şehidlerin elbisesinde necaset bulunduğu takdirde yıkanır, o halde defnedilmesi saygısızlık olur.
Bir de âhiret şehidleri vardır ki, bunlar ahiret hükmü bakımından şehid sayılırlar.
Allah yolunda şehid olanlarla diğer şehidler arasında fark vardır. Bunlar ahiret bakımından şehid olmakla beraber, dünya hükümleri bakımından şehid sayılmazlar. Haklarında şehid muamelesi yapılmaz. Ecelleriyle ölen müslümanlar gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılındıktan sonra defnedilirler.
Umulur ki hükmî şehidler de hakiki şehidlerin mertebesine yakın olurlar. Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlara da şehid adını vermiştir.
Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:
"Zulmen kesici aletlerle öldürülen, tâun, binaların yıkılması, yırtıcı hayvanların yemesi, boğulma, ishal sebebiyle için kuruyup yanması, zâtülcenb hastalıkları, bunların hepsi şehid olarak ölmeye sebeb olur." (Buhârî)
"Gurbette vefat edenler şehiddir." (İbn-i Mâce)
"Humma ile vefat edenler şehiddir." (Münavî)
"Mazlum olarak haksız yere öldürülenlerin bütün günahları bağışlanır." (Nesâî)
"Malını korurken ölen şehiddir." (Buhârî)
Bu suretle ölenlerin şehid sayılması, çektikleri büyük elem ve acılara karşılık bir lütuf ve ihsandır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "İçinizden kimi şehid sayarsınız?" diye sordular. "Yâ Resulellah! Allah yolunda öldürülen şehiddir." dediler. "O zaman ümmetimin şehidleri gerçekten azdır." buyurdular. "Peki kimlerdir yâ Resulellah?" denildiğinde buyurdular ki:
"Allah yolunda öldürülen şehiddir. Allah yolunda ölen şehiddir. Tâundan ölen şehiddir. Karın ağrısından ölen şehiddir." (Müslim: 1915)
Bunun gibi elli kadar ahiret şehidi vardır ki, ihlâs derecelerine göre ahirette şehidlik sevabından nasiplerini alırlar.
Hadis-i şerif'te "Allah yolunda öldürülenler" ile "Allah yolunda ölenler" ayrı ayrı beyan edilmiştir. Zira öldürülenlerin içine cephede şehid olanlar girse de, kendisini Allah yoluna adamış, bu maksatla çalışırken şu veya bu şekilde ölenler girmez. Bu gibi kimseleri insanlar bilmese de Allah-u Teâlâ bilir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Allah yolunda ölenler"i şehid ilân etmekle, şehâdetin sahasını fevkalâde genişletmiş, düşmanla savaş hali olmadan bile, bu yüce mertebenin her hal ve şartlarda kazanılma imkânını her müslümanın önüne koymuş olmaktadır.
İrbâz bin Sâriye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şehidlerle yataklarında ölenler, tâundan ölenler hakkında Rabb'imize birbirlerini şikâyet ederler.
Şehidler:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, onlar da bizim gibi öldürüldüler!' derler.
Yataklarında ölenler de:
'Onlar bizim kardeşlerimizdir, bizim gibi öldüler!' derler.
Rabb'imiz onlara şöyle seslenir:
'Yaralarına bakın, öldürülenlerin yaralarına benziyorsalar onlardandırlar ve onlarla beraber olurlar!'
Bakılır ve onlardaki yaranın, öbürlerininki gibi olduğu görülür." (Nesâî, Cihad 36)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin şehidlerinin çoğu, başı yastıkta ölenlerdir. Savaş meydanında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir." (Ahmed bin Hanbel)
Bir de dünya hükümleri bakımından şehid sayılmakla beraber ahirette şehid hükmünde olmayanlar vardır. Bunlar ise savaştan kaçarken öldürülen kimse veya ganimet malında hiyanet eden gazidir.
Aşk ile ölenler de şehiddirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse; işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler.
Onlar ne güzel birer arkadaştırlar." (Nisâ: 69)
Bu ilâhî beyanda peygamberlerden sonra sıddîkler anılmakta, şehidler ise daha sonra gelmektedir.
Onların rütbelerini ve mertebelerini yalnız Allah-u Teâlâ bilir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'a ve peygamberlere iman edenler, işte onlar Rabb'leri katında sıddîklar ve şehidlerdir.
Onların mükâfatları ve nurları vardır." (Hadîd: 19)
Sıddîklar Hazret-i Allah'ı ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini tasdiklerine sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehidler ise Allah yolunda can veren mücahidlerdir. Birisi bir anda canını vermiş, diğeri ise bir ömür boyu gönlünü vermiştir.
Mükâfat ancak nur ile beraber olduğu zaman tamam olur. Onlar nurlar içinde haşrolunacaklardır. Onların payı bugünden takdir edilmiştir.
•
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir şiirinde buyururlar ki:
"Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışk'ı gasl etmek,
Cesed âteş kefen âteş hem âb-ı hoş-güvâr âteş."