Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (47) - Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- (4) - Ömer Öngüt
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- (4)
Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (47)
Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
1 Ağustos 2009

 

Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına
İzah ve Açıklamalar (47)

Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- (4)

 

"Ma'rifet Güneşi"nin Doğuşu (1):

Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Mektûbât-ı Geylânî" adlı eserinde yer alan "Beşinci Mektup"ta Hâtemü'l-evliyâ olan zâtın Allah-u Teâlâ ile arasındaki mânevî sırlara ve gizli tecellîlere işâret ederek şöyle buyurmuştur:

"Ey Azîz!

Ma'rifet güneşinin doğuşunu bekle…"

Allah-u Teâlâ bu güneşi doğduracak, o biliyor.

"O güneş sırlar semâsı cânibinden doğacaktır…"

Yâni Allah-u Teâlâ tarafından doğacak.

"O güneş doğduktan sonra kalp bostanları nura gark olacaktır…"

İnşaallah… Tabii ki nasibdâr olana!.. Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyânında: "Ben sizin aldığınız kadarını satarım!" buyurmuştur. Yâni: "Benim mağazam zengindir, malı çoktur, satmakla bitip tükenmez! Fakat alıcı müşterilerim peşin paraları kadar mağazamdan mal alabilirler."

Diğer bir beyanları ise şöyledir:

"Ben sizin yalnız zâhirinizi süslemeye değil, amma gönül arâzînize ma'rifet fidanlarını dikmeye ve onları sulayıp yetiştirmeye me'murum!.."

Buradaki ma'rifetullâh da aynıdır, doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile irtibatlı olduğu için ayrı bir nezâfeti vardır.

"Bu nûrları getiren güneşin esas merkezi:

'Yer Rabb'inin nûru ile aydınlanır.' (Zümer: 69)

Âyet-i kerime'sinin özlü mânâsıdır."

Allah-u Teâlâ onu o nûra mazhar edecek ki, o nûrla kabre gitmiş olsun ve ebedî saadete nâil olsun. Dünyada kazanılan nûr âhirete de intikâl eder.

"Bu aydınlığa kavuşan sâlikin elbet gönlü rûşen olacaktır ve özünün derinliğinde saklı âlemleri seyre dalmak da onun hakkıdır."

En güzel hayat Hakk ile olmaktır, en güzel konuşma Hakk ile mülâkâttır. En güzel nefes Hakk ile alınan nefestir, O'nunla meşgûl olan "Hayât-ı hakîkî"nin içindedir. Onun içindir ki bâzen: "Yâ Rabbî, rahmetinin içine al!" diye niyâz ederiz, bir küpün içine girer gibi onun içine gireriz!..

"İşte bu dalış sonundadır ki, cehâlet örtüleri, akıllara has basîret gözlerinden kalkar. Amma nasıl bilir misin? Hangi kalp gözüne? Anlamayı arzular mısın? Elbette arzularsın…

O halde oku:

'İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık.' (Kâf: 22)

Âyet-i kerime'sindeki mânâ sürmesi çekilen kalp gözüne… Ne saadet, ne saadet!.."

Allah-u Teâlâ oraya tecellî edip nûrlandırdığı zaman hakîkat pınarlarını oraya akıtır, saadeti orada bulursun. O'nunlasın çünkü… O'nunla olduğun için asıl saadet!..

İnsan gözünü kapattığı zaman bir şey göremez, açtığı zaman nasîbi kadar görür. Mâneviyyât da böyledir. Allah-u Teâlâ'nın kişiye duyurduğu esastır, o zaman hakîkati görür ve anlar; ondan evvel gördükleri zandan ibârettir.

"Neleri görmez ve neleri müşâhade etmezsin ki? Ve bâtın gözlerine o İlâhî sürme çekilince ne müşâhadeler olmaz ki!.. Yeter ki o sürme bir defâ mânâ gözüne çekilsin…"

Yeter ki Allah-u Teâlâ'nın lütfu üzerinde olsun!..

"Ondan sonra, bâtın anlayışları gözün bir başka şeyler görmeye başlar. Öyle acâip işler görür ki, hayretten hayrete geçer. Müşâhade ettiği mukaddes nûrların parıltısı onları öyle kamaştırır ki, açmakta zorluk çeker."

Fakîr der ki: "Tarîkat-ı 'aliyye'de seyr-ü sülûk esnâsında her gün ayrı bir tecelliyât husûle gelir, kişi o esrâr-ı İlâhî'yi nefisle seyrettiği için ve her bir tecelliyât birbirinden üstün olduğu için her şeyi bildiğini sanır. Vaktâ ki hakîkat tahsîli başlayınca hiçbir şey bilmediğini öğrenir. Çünkü hiçliğe doğru gidiyor artık… Mârifetullâh'a alındığında da hiç olduğunu görür ve bilir; burada Hakk'a vâsıl olur, Hakk'ın göstermesi ile hakîkati görür."

"Ya fikre gelen hâtırâlar? Onlar da bir başka acâip işlerdir!.. Onunla da 'âlem-i melekûtun sırları çözülür. Kuvvet-i fikriyye seyrettiği şeylerin o kadar te'sîrinde kalır ki, artık düşünemez, edemez olur."

Bu, İlâhî tecelliyât karşısında insanın kendisinden geçmesi mânâsına geliyor. O İlâhî tecelliyâtlar karşısında bir bocalama geçirir, mânevî bir sarhoşluk içinde olur, âcizliğini idrâk eder.

"Belki de oraya bir talep için gelmişti, amma bilmeden aşk vâdîsine daldı!.. Zâten bu hâle gelen bilerek neyi yapabilir ki? O aşk heyecânına kapılan talep vâdîsindedir, amma bilemez, hayrandır, kendini kaybetmiştir."

Herkesin yaratılışı ayrı ayrıdır. Yüzler birbirine benzemiyor, sesler, tabîatlar birbirine benzemiyor. Herkesin tecelliyâtları ve terakkiyâtları da ayrı ayrıdır, herkes nasîbi kadar payını alır. Birine tecellî ettiği şekilde diğerine etmez!..

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm'da açılan bir gedik olur ve kıyâmete kadar onun boşluğu kapanmaz." (Deylemî)

Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazîfeler veriyor; ayrı vazîfeler verdiği gibi, tecelliyâtları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için, aldığında da verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.

Bunlar "İnsan-ı kâmil" olanlardır, Hazret-i Allâh'ın huzûr-ı İlâhî'sine kabul ettiği kimselerdir.

"Bu hâl içinde, onu bir başka kuvvet harekete getirir. Ne olduğunu anlamadan, bir de bakar ki Hakk yakınlığı vatanında!.."

Allah-u Teâlâ onu cezbe ile kendine çeker.

Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:

"Onlar sıdk makâmında, kudret ve kuvvet sâhibi Hükümdâr'ın huzurundadırlar." (Kamer: 55)

Kimi sevmişse onu seçmiş, kimi de seçmişse onu kendisine çekmiştir. O huzûr-ı İlâhî'sine ancak sevdiğini-seçtiğini alır. Bu sevgili kullarını dâire-i saadetine almış, merkez-i selâmetine çıkarmış, huzûruna kadar almış ve en büyük saadetine eriştirmiştir.

O kendisini boş vâdîde zannederken, o anda Allah-u Teâlâ onu alır, huzûruna kadar getirir. O anda, dilerse onu çektiğini, huzûrunda olduğunu ona bildirir ve bu hâl onlarda sık sık tecellî eder. Dilediği zaman Cenâb-ı Hakk tecellî eder.

"'Nasıl oldu bu iş?' diye soramaz da…"

Aslâ!.. Mahlûk ne yaptığını, ne yapacağını, ne olanı-biteni, hiçbir şeyi sormaya da öğrenmeye de sâhib-i salâhiyet değildir, çünkü O'nun kudret elindedir. Bir çöpün ne kadar hükmü varsa onun da o kadar hükmü olur!..

"Neredeydim nereye geldim!' de diyemez…"

Kat'iyyen!.. O boşlukta idi, çekiverdi onu…

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu noktada buyurur ki:

"O zât bu yolda murâd olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur." ("Mektûbât", 260. Mektup)

"Şevk hâli onu o kadar sarmıştır ki, ne edip ne eylediğini anlayamaz. Hattâ, hangi işlere âlet olduğunun bile farkında değildir."

Çünkü o bir robot mesâbesindedir. O Hakk'ın robotudur, Allah-u Teâlâ onu nasıl dilerse öyle kullanır, nasıl kullanırsa öyle olur. O robot nereye kullanılacağını bilmez, kendi arzusu ile hiçbir iş yapmaz; salâhiyeti de yoktur.

"Olagelen bu hâller içinde onu bir korku sardığı da olur. Öyle ya, belki bir an ayıkır, o baş döndürücü güzellikler için: 'Ya bunlar elimden alınırsa? diye düşünebilir."

Lütfeden Hazret-i Allah, murâd ettiği zaman bir anda alır! Hep O'nun, hep O'nun…


  Önceki Sonraki