Tasavvuf tarihinin en seçkin sîmâlarından olan Abdülgânî en-Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri, 1640 mîlâdî yılında Şam'da dünyaya geldi. Asıl ismi Abdülgânî bin İsmâil'dir.
Çok küçük yaşlarda iken babasından Kur'ân öğrendi. Henüz on iki yaşında iken babası vefât etti ve yetim kaldı. İlim tahsiline büyük bir önem vererek, devrin önde gelen âlimlerinden fıkıh, tefsir, hadis, nahiv, beyan ve sarf ilimlerini öğrendi, bu ilimlerde icâzet almaya hak kazandı. Tasavvuf yoluna intisâb ederek, gerek Nakşî gerekse Kâdirî yolunun feyz ve kemâlâtından geniş bir biçimde istifâde etti.
Önceleri Emevî câmiinde halka vaaz ve nasîhat vermekle meşgul olan Hazret, birdenbire bu hâlini terketti ve yedi sene kadar inzivâya çekilerek halktan uzak bir hayat yaşadı. Bu dönemde Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri ile Afîfüddin Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin eserlerini tedkik etti, bu iki zâtın beyanlarından çok etkilendi.
Bütün ömrünü kitap yazmakla, hizmet ve irşadla geçiren Hazret, 1731 yılında Şam'da bulunduğu sıralarda, bir ikindi vakti ebedî âleme göç etti. Cenâzesine otuz binden fazla kimsenin katıldığı rivâyet edilmektedir.
Tasavvuf ehli arasında en çok kitap yazan zâtlardan olduğu bilinen Hazret'in, bâzı kaynaklarda belirtildiğine göre iki yüze yakın eseri vardır. "el-Vücûdü'l-Hakk ve'l-Hitâbu's-Sıdk", "el-Ecvibe", "el-Ebyâtü'n-Nûrâniyye fî Mülûki'd-devleti'l-'Osmâniyye", "es-Sulhü Beyne'l-İhvân fî Hükm-i İbâhetü Şürbü'd-Duhân", "Tahrîrü'l-Hâvî", "el-Hadîkatü'n-Ned'iyye", "Kenzü'l-Hakku'l-Mübîn", "Keşfü'n-Nûr 'an Ashâbü'l-Kubûr", "Vesâ'ilü't-Tahkîk", "el-Cevâbü't-Tâm 'an Hakîkatü'l-Kelâm", "el-Kavlu'l-Metîn fî Beyâni Tevhîdi'l-'Ârifîn" ve "Cevâhirü'n-Nusûs fî Hall-i Kelimâtü'l-Fusûs" bu eserlerden sâdece birkaçıdır.
Şeyh Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Şeyhü'l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Fusûsu'l-Hikem"i üzerine yazdığı "Cevâhirü'n-Nusûs fî Hall-i Kelimâtü'l-Fusûs" adlı şerhindeki "Hâtemü'l-velâye" mevzusu ile ilgili te'vil ve izahları üzerinde daha önce durulmuştu.
Hazret, Allah-u Teâlâ'yı bilen âriflerin O'nu birleme mertebelerini ele aldığı "el-Kavlu'l-Metîn fî Beyâni Tevhîdi'l-'Ârifîn" adlı eserinde de "Hâtemü'l-velâye" mevzusuna kısaca değinmiş ve bu makâmın "İnsan-ı kâmil mertebesinin en kâmil makâmı" olduğunu haber vermiştir.
Abdülgânî bin İsmâil en-Nablûsî -kuddise sırruh- Hazretleri "el-Kavlu'l-Metîn fî Beyâni Tevhîdi'l-'Ârifîn" adlı eserinde varlık mertebelerinin yedi olduğunu belirttikten sonra "Hakîkat-ı Muhammediyye" ve "Hakîkat-ı İnsâniyye" mertebeleri arasındaki farka işâret etmiş; bu mânevî fetih ve terakkîlerin en kâmil derecesinin "Hâtemü'l-enbiyâ" ve "Hâtemü'l-evliyâ"da zuhûr ettiğini belirterek, "İnsan-ı kâmil mertebesinin en kâmil makâmı"nın "Hâtemü'l-velâye" mertebesi olduğuna dikkati çekmiştir:
"Varlık mertebelerinin sonuncusu, zikredilen yedi mertebeyi birleştiren mertebedir. Zikrolunan mertebeler iki kısma ayrılır:
Hâdis mertebeler, kadîm mertebeler.
Hâdis mertebeler cismânî mertebelerdir ki, bunlar iki kısımdır: Latîf mertebeler ki, bu, 'Misâl 'âlemi mertebesidir ve Kesîf mertebeler ki, bu da cisimler mertebesidir. Her ikisi de, daha önce belirtildiği üzre terkîbîdir. Nûrânî mertebeler de iki kısımdır; birisi mutlak ve kadîm mertebedir ki, bu 'Ehadiyyet mertebesi'dir. Diğer kısım ise hudutlu ve hâdis mertebedir ki, bu ise 'Mücerred ruhlar mertebesi'dir.
Vahdet mertebesi 'Hakîkat-ı Muhammediyye' mertebesi; Vâhidiyyet mertebesi ise 'Hakîkat-ı insâniyye' mertebesidir. Bu iki mertebe kadîm mertebelerdir. Çünkü bunlar 'Hakîkat-ı Muhammediyye' ve 'Hakîkat-ı insâniyye' mertebeleri olsalar bile, gayb mertebesinin ardından gelen iki İlâhî mertebeye mensupturlar. Bu iki mertebe ise şehâdet ve zuhûr 'âlemini tâkip eder.
Bahsedilen bu yedinci mertebe son İlâhî fetihtir ve bundan sonra, ondan daha büyük bir (mânevî) fetih yoktur. Noksanlığı da, kemâli de kabûl eden mutlak insanın mertebesi işte budur.
Zikredilen bu yedi mertebenin ilki, 'Lâ-zuhûr (zuhûrsuzluk) mertebesi'dir. Bu, külliyyetten uzak olan mutlak mertebedir. Bunun dışındaki altı mertebe ise küllî zuhûr mertebeleridir. Şu hâlde kalan altı mertebenin ilk ilk mertebesi 'Vahdet' ve 'Vâhidiyyet' mertebesidir ki, bunlar 'Hakîkat-ı Muhammediyye' ve 'Hakîkat-ı insâniyye' ile zuhûr ederler, dört mertebe ise kendileriyle zuhûr ederler. İnsan, hüviyetinin himmeti ve kendisiyle kâim olduğu Rabb'inin kudretiyle terakkî edip, zâhir ve bâtın sûretin, Ezelî Kudret'ten kadîm meşî'etinin (irâdesinin) gereğine göre sâdır olan fiiller olduğunu görmekle zâhir ve bâtın sûretini görmez hâle geldiğinde; ona, yâni zikrolunan vasıflarla tavsif edilebilen insana 'İnsan-ı kâmil' denir. Çünkü O'na âit kemâl o insanda zuhûr etmiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ:
'Biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık, denizde ve karada onu taşıdık.' buyurmuştur. (İsrâ: 70)
Onlar mertebelerin tümünü biraraya getirmekle şereflenmiş olan bu 'Küllî insan'ın cüzleridir. Bunun sebebi ise, insanın aslî olan ilk mertebeyi cismâniyyet karasında ve rûhâniyyet denizlerinde taşımasıdır.
Zikrolunan bu 'Urûc' (terakkî) ve küllî şeylerin cüzlerindeki mânevî fetih, en kâmil biçimde Peygamber'imizin -sallallahu aleyhi ve sellem- mertebesinde meydana gelmiş ve bu nedenle o, 'Hâtemü'l-enbiyâ'; yâni 'Peygamberlerin sonuncusu' olmuştur. İşte bu terakkiyât ve bu mânevî fetih en kâmil biçimde hangi velînin mertebesinde gerçekleşirse, o da 'Hâtemü'l-evliyâ'; yâni 'Velîlerin sonuncusu' olur. Şu hâle göre o (Hâtemü'n-nübüvve) Makâm-ı Muhammediyye'de nübüvvet makâmının hatmi ve nübüvvetin en kâmil makâmı olduğu gibi; 'Hatmü'l-velâye' makâmı da İnsan-ı kâmil mertebesinin en kâmil makâmıdır." ("el-Kavlu'l-Metîn fî Beyâni Tevhîdi'l-'Ârifîn", s. 40-42, bas.: Mısır, ts.)