Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm'a hitaben:
'Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsâ Aleyhisselâm: 'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu."
(Ahmed bin Hanbel)
İşte mârifetullahtaki sır budur.
Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder.
Sual:
– Şehadet bu kadar faziletli olmasına rağmen, Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in şehâdet durumu nedir?
– Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, O onları kendisi için yaratmıştır. Onların bütün iş ve icraatları Liveçhillâh'tır, yani yalnız Allah içindir.
Bu gibi kulları, dünyada iken Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesindedirler, ahirette ise hıfz-u hususiyetindedirler.
Bunun böyle olduğunu Âyet-i kerime ile arzederiz ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Bunlara "Allah'a varan sıddıklar" denir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İşte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler." (Nisâ: 69)
Buyurarak derece bakımından peygamberlerden sonra sıddıkları, daha sonra da şehidleri anmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Peygamber hariç, Ebu Bekir herkesten hayırlıdır." buyuruyorlar. (C. Sâğir)
Resulullah Aleyhisselâm'ın dâvetini ilk olarak kabul eden odur. En sâdık dostu, en yakın yardımcısı idi. Vefatına kadar yanından hiç ayrılmadı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e hitaben buyurdular ki:
"Sizin ikinizin melekler arasındaki benzeriniz ile, peygamberler arasındaki benzerinizi size haber vereyim mi?
Ey Ebu Bekir! Senin melekler arasındaki benzerin Mikâil'in misali gibidir, ki o rahmetle iner. Senin peygamberler arasındaki benzerin İbrahim'in misali gibidir. Kavmi onu yalanladığı ve ona yapacaklarını yaptıkları zaman: 'Bana uyan bendendir. Bana karşı gelen kimseyi sana havale ederim. Şüphesiz ki Sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin.' dedi. (İbrahim: 36)
Ey Ömer! Senin melekler arasındaki benzerin ise Cebrail'in misali gibidir, ki o Allah'ın düşmanlarına azap ile iner. Peygamberlerin arasındaki benzerin ise Nuh'un misali gibidir. Ki o: 'Ey Rabb'im! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!' dedi.' (Nuh: 26)" (Ramuz el-Ehâdis: 1904)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım."
O kadar çok Ashâb-ı kiram varken, hepsi de değerli iken, onun kalbine boşalttı.
Bu Hadis-i şerif o kadar büyük mânâ taşıyor ki, "Emanet-i ilâhîyi ona teslim ettim." mânâsına geliyor.
Öğle bir boşaltma ki, bu noktada akıl çalışmaz, bir mahlûkun aklı ermez ve yetmez.
Kalpten kalbe boşalan bu emanet-i ilâhî, Sıddıkiyye yolu ile kıyamete kadar devam eder. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın sevdiği, seçtiği has kullarıdır, bunları kendisi için yaratmıştır.
Şehidlerin şehadeti nispetinde derecesi olmasına karşılık, bunlar ise bizzat Allah-u Teâlâ'nın huzuruna çıkıyorlar.
Bunlar;
"Fakirliğimle övünürüm." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin sırrına mazhar olanlardır.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm'dan ayrı gayrı değildirler. Onunla birlikte cennet-i âlâ'ya ilk girenlerdir.
Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Cennete ilk giren ben olacağım, fakirlerle beraber."
Sual:
– Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'ın en efdali olduğu halde, kendisinden hiçbir keramet görülmedi, mevzusunu dahi yapmadı.
Cevap:
– Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de keramet ehli olayım demeyin. Şeytanın varlık tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.
Keramet, veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e mucize göstermek vâcip olduğu gibi, evliyaullah hazerâtına da kerametleri gizlemek vâciptir.
Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet görülmeyebilir de.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e: "Efendim, sizden hiç keramet husule gelmiyor." denildiğinde:
"Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi olur?" diye cevap veriyorlar.
Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam da yaklaşıyor. Fakat gidiyorlar gidiyorlar akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden batıveriyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:
"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allah'tır."
Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.
Her şeyin fevkinde O'nun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O'nun rızâsının yanında hükümsüzdür.
Tarikat-ı aliye'de bir çok haller, ahvaller zuhur eder. İhlâslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır.
Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Bunlarla, tarikat çocuklarını yetiştirirler." buyurmuşlardır.
Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş, bilmemiş, yapmamış gibi görünür.
Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Hazret-i Allah yeter. Evet keramet de bir lütf-i ilâhîdir. Buna rağmen keramet ehli olmak istemenin sırrını size şöyle arzedelim:
Evliyaullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah'a dönüktür. O ister ki O'nun hükmü olsun. Daha doğrusu o Hazret-i Allah'ı istiyor, O'nunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki, kendisinden gayri hiçbir şey istetmemiştir.
Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk'ın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada soyulmuştur. Evet Hakk'ın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki lütfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.
Keramet ehli olmayı istemek kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?
Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş. "Çalış kârı senin olsun." demiş. Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin. İlimse O'nun, irfansa O'nun, edebse O'nun, irşadsa yine O'nun, hülâsa her şey O'nun... "Benim!" dediğin zaman emanete ihanet etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.
Keramet de bu gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır. Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'ya sığınma nedir?
Allah-u Teâlâ'nın öyle kulları vardır ki, onlar O'nun hıfz-u himâyesindedir ve tasarruf-u ilâhîsindedir. Onlar Rabbül-âlemîn'e sığınmışlardır. Onlar mahfuzdurlar ve Rabb'i iledirler.
Daha dünyada iken:
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinin sırrına mazhardırlar.
O almış onları. Hem hıfz-u himâyesindedir, hem de dilediği zaman huzuruna çeker. Her zaman değil de, dilediği zaman.
Hazret-i Allah'a sığınma nasıl olur?
Farz-ı muhal ki sen bir tulumun içine girdin, her tarafını kapattın, tulumda nefes alıyorsun.
Bu sığınma da aynı bunun gibidir. O Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesine girmiştir, O'nunla nefeslerini almaktadır. Bu, bilinmeyen bir mevzudur. Burada sizin anlayacağınız tabiri ve temsili kullanıyorum.
O kişi, o anda kabre girmiş gibidir, dış âlemle her türlü ilgisi kesilir. O'na sığındığı zaman O'nunla hemhâl olur, O'nunla nefes alır ve O'nun ilhamı ile konuşur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?"
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu):
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
O anda ne hitap edeceğini, kalbine neyi ilham edeceğini, ne duyurmak istediğini, nasıl bir şey akıtacağını, ne nur vereceğini ancak O bilir. Şimdi bu bir hususiyet oldu.
Allah-u Teâlâ bir ilham verir, o ilham kitap yazar.
Bu hususta bir temsil arzedelim:
"Ki o, insanların göğüslerine hep vesvese verir." (Nâs: 5)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere şeytan insana bir iğvâ verir ve gider, kalpte kuruntusu kalır. Onun o iğvâsı insanı oyalar durur.
Şeytan ki bunu yapıyor, insanı yaratan Allah-u Teâlâ ilham verdiği zaman neler olur? O nuru kalbe indirdiği zaman o kalp nurlanır, o nur ışığı ile hakikat görülür. Bu Rahmânî ilham, şeytânî iğvâya hiç benzemez.
Rahmânî ilham ilâhî bir lütuftur ve Hadis-i kudsî'de buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'nın yüzü ile yöneldiği kimseye mahsustur, başka kimseye değil. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın hususiyetine aldığı has kullarıdır.
Tek kelime ile o, o anda Hakk iledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Bu, budur işte. Bu, yalnız Resulullah Aleyhisselâm'ın vekillerine mahsustur. Onun vekili olduğu için bu hâle mazhar olurlar.
O sığındı, kabın içine girdi, dünya ile ilgisini kesti. O hıfz-u himayededir, artık oraya hiçbir şey giremez. Bu esrâr-ı ilâhî'ye yalnız o mazhar olur.
Hıfz-u himayede olduğu için, tasarruf-u ilâhîdedir. Onun ile harfsiz-hurufatsız, murad ettiği şekilde perde arkasında konuşur. Yani istediğini ona ilham eder. Rabb'isi kalbine neyi ilham ederse bilir. Onun kalbine akıttığı, duyurduğu şeyi de ondan başkası bilmez. Bu esrâr-ı ilâhî onlara mahsustur.
•
Nitekim İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri "İhyâu-ulûmid-din" adlı eserinin 1. Kitab'ın 2. Bâb'ında "Ahiret İlminin Kısımları"nı anlatırken; bütün evliyâullahın tarif etmek istediği en ince noktayı kapalı olarak açıklamış, bu duruma gelende bu hâlin tecelli edeceğini beyan buyurmuştur:
"Bu ilim, yani mükâşefe ilmi sıddıkların ve mukarreblerin (Allah'a yakın olanların) ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir.
O nûrlu halden birçok hususlar inkişâf eder, bu sayede birçok şeyleri görür.
Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden icmalen mânâlarını tahmin eder. Fakat kalbi nur hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır.
Hatta Allah-u Teâlâ'nın Zât-ı ulûhiyetini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve ahireti yaratmasının hikmetini, ahireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur.
Aynı zamanda nübüvvetin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözünün mânâsını da bihakkın bilir.
Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyetini bütün inceliklerine kadar anlar.
Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur.
Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücadeleyi bütün açıklığı ile görür.
Melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.
Ahiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mizanın ve hesap gününde olacakların keyfiyetini de apaçık bir şekilde bilir.
'Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen nefsine yetersin!' (İsrâ: 14)
Ve:
'Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!' (Ankebut: 64)
Âyet-i kerime'lerinin mânâsını hakkıyla anlar.
Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O'nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O'na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar.
En yüce cemaatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saâdetin, melekler ve peygamberlerle beraber olmanın mânâsını da idrâk etmiş olur."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)" (İhlâs: 1-2)
Vücud O, mevcud O... O'ndan başka ne vücud var, ne de mevcud var.
Bütün mevcûdat vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, "Ol!" emriyle olmaktadır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim emrimiz ancak bir göz açıp kapanana kadar bir tek andır." (Kamer: 50)
Bir şeye ancak bir kere emreder. Az da, çok da O'nun kudreti yönünden birdir.
Allah-u Teâlâ ona bir şekil, bir suret veriyor, hayat veriyor, bütün mukadderatını içine dürüyor ve onunla "Ol!" diyor, oluveriyor. Ömrü, icraatı, ölümü-kalımı, geçmişi, geleceği, her şeyi içinde olmak üzere "Ol!" emriyle husule geliyor. "Ol!" emrinin içinde kendi varlığı ile görülüyor.
Çünkü O Hayy ve Kayyum'dur. O yaratıyor, yaratılanlar O'nunla kâim. Hem O yaratıyor, hem O'nunla kâim. Varlığını çektiği anda, var gibi görünen şey bir anda yok olur. Çünkü O'nunla var idi.
Sen ise yaratılmışlarda kaldın, Hakk'ı bilemedin, bildiğini sandın.
O Ehad'dır. Hem Ehad diyorsun, hem de sen varsın O yok. Ehad diyorsun amma senden başkası yok. İşte insanların Allah-u Teâlâ ile durumu budur. Marifetullah ilmi ile diğer ilimleri buradan ayırın.
O Ehad'dır, her şey O'na muhtaçtır.
Şu muhtaçlık durumunu sizin anlayacağınız şekilde bir temsille şöyle anlatalım:
Bir buğday tanesinin kabuğu o taneye ne kadar muhtaç ise, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı ve bir kabuktan ibaret olan âlemler de Allah-u Teâlâ'ya muhtaçtır. Çünkü vücud O, mevcud O.
Onun içindir ki:
"Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." (İhlâs: 3-4)
Kabuğu Allah'tan gayrı sanma. "Ol!" demekle o kabuk olmuştur. Kabuk görülüyor, O görülmüyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İyi bil ki O her şeyi çepeçevre kuşatandır." (Fussilet: 54)
Her şey O'nunla var.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Efendimiz:
"Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur.
O, Hakk'ı ve hakikatı gördü. O'nun nuru ile O'nu görüyor ve biliyor, O'nunla O'nu görmek demek; içinde O, nurunu da O akıtıyor. O nurla O'nu görebiliyor. Başka türlü göremez.
Sen Rabbül-âlemîn olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kabuktan ibaret olan yaratıklarda mı kaldın?
Bir düşün, aklını ve ilmini bir yokla!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"Rahman olan Allah Kur'an'ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı (açıklamayı) öğretti." (Rahman: 1-4)
Açıklamayı O öğretti. Bu açıklamalarından nasibini aldın mı?
Bu açıklamalar ilme göredir.
Zâhirî ilim, tarikat ilmi, hakikat ilmi, marifet ilmi, ulül-elbâb'ın ilmi olduğu gibi, bir de kendi katından verilen bir ilim vardır.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:
"Bu marifet ve ilimler, ulemanın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür." (317. Mektup)
İşte o ilim bu ilimdir.
Âyet-i kerime'de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Tarafımızdan has bir ilim öğrettik." (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Marifetullah ehli "Ulül-elbâb" olmasına rağmen, bu onun özüdür.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah-u Teâlâ İsâ Aleyhisselâm'a hitaben:
'Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.
İsâ Aleyhisselâm:
'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)
İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder.
İkinci bir soru:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"De ki: Allah bir tekdir." buyuruyor. (İhlâs: 1)
Sen Ehad olan Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kabuk mesabesinde olan ve O'na muhtaç olanlarında mı kaldın?
Ve fakat bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah'tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
Muallimin Allah olursa, hem kendisini bildirir, hem de yarattıklarının esrarını bildirir.
Daha doğrusu bunun sırrını ancak Allah-u Teâlâ'nın talebeleri bilir. O'nun öğretmesi, O'nun göstermesi, O'nun bildirmesiyle kâimdir. Kendinin âlim olduğunu zannettiğin için, bu ilimden haberdar olmadığını sana bildirmem için, bu ilimlerde câhil olduğunu göstermem için önünüze seriyorum.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Kim ki ben âlimim derse bilin ki o câhildir." buyurmuşlardır. (Münâvî)
Aynaya bak, kendini gör, sonra da vicdanına dön, kararını ver. Sakın ve sakın tenkide kalkma, cehaletini ileriye sürme.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur." (Tirmizî)
Sen bu faydalı ilimden nasibini almamışsan, ilmin zandan ibaretse, gözün körse güneşin suçu nedir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size furkan (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nur) verir.
Kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir." (Enfâl: 29)
Allah-u Teâlâ'nın nur verdiği kimseler Hakk'tan korkar, halktan korkmaz. Hakk'tan korktuğu için, bütün hayatını takvâ üzerinde, O'nun rızâsını kazanmak için yürütür.
Öğretmek için bir hoca talebesini karşısına aldığı gibi, Allah-u Teâlâ da kendi talebesini karşısına alır, anlayacağı şekilde ona bir bir hakikatleri duyurur, bildirir ve gösterir.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u Teâlâ onu huzuruna alıyor ve ona bir bir öğretiyor.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Buyurduğu halde, sen içinde Cenâb-ı Rabbül-âlemin'i mi gördün, yoksa kendini mi gördün? Bir düşün, aklını ve ilmini bir yokla, hakikatte âlim misin, câhil misin? Bak da kararını ver.
Bu gerçeğe nâil olanlar Mukarrebler ve Sıddıklar'dır. O; O'nu görüyor, kendisinin de bir maskeden ibaret olduğunu, o maskenin de bir paçavradan ibaret olduğunu görüyor. O'nun yanında maskenin, paçavranın ne hükmü var? O'nu görenlerin gerçeği budur. Amma sen O'nu görmediğin için, kendini gördüğün için, âlim ve allâme sandın, câhil olduğunu da bilemedin.
Yine mühim bir soru:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." buyuruyor. (Kâf: 16)
Sana senden yakın olduğunu gördün mü, bildin mi? Yoksa kendi zan ilminde mi kaldın?
Hani sen her şeyi bildiğini söylüyordun? Oysa senden sana yakın olanı dahi bilmiyorsun. Hem göremedin, hem de bilmiyorsun.
Hakikat erbabı nazarında bu en büyük cehâlettir. Anlamadığın halde kendini âlim sanmanın cehâletinin ne kadar kötü olduğunu öğrendin mi?
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Cum'a: 4)
Sen bu Âyet-i kerime'lerin ismini işitiyorsun, fakat hakikatına vâkıf değilsin ve fakat kendini âlim zannediyorsun.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Kullarım sana beni sorunca haber ver ki, ben onlara yakınım. Benden isteyenin, duâ ettiğinde duâsını kabul ederim.
Öyleyse onlar da benim dâvetime icabet etsinler, bana iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler." (Bakara: 186)
Kişi Allah-u Teâlâ'ya samimiyetle iman ederse, yakınlığını içinde hissederse, O'nunla rabıtasını, merbudiyetini kurarsa, hiç kimseye muhtaç olmaz. Herkes Allah-u Teâlâ'ya muhtaç iken, Allah-u Teâlâ ona ondan yakın. Ona ondan yakın olana müracaat etmeyip de kime müracaat etsin?
İşte ehl-i hakikat ile ehl-i hareketin arasındaki fark budur, durumları böyledir.
Birisi içine dönüyor, içindekine müracaat ediyor, O'na yalvarıyor; diğeri O'ndan mahrum olduğu için, o yakınlığı kesbetmediği için, dışarıdakine müracaat ediyor.
Birisi kalp kilidini açmış, O'nunla merbudiyet kurmuş; diğerinin kalbi kapalı kalmış, içerisini göremiyor.
Bütün beşeriyetin durumu böyledir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)
Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.
O'nunla kâim olduğun için O'nunlasın. Çünkü O'nun varlığı ile kâimsin. Sen de böylesin, bütün yaratıklar da böyledir. Her şeyden her şeye yakındır, her şeyden haberdardır.
Fakat sen bu inceliğe vâkıf olamadın, bu ilimlere nâil olamadın, içinde Hakk'ı bulamadın, dışarıda kaldın. Bari inkâr etme, cehaletini izhar etme.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yeryüzünde bulunan herşey fena bulacak. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin vechi baki kalacak." (Rahman: 26-27)
Bu varlıkları murad ettiği anda yok edecek. Oysa varlıklar kendilerini başlı başına bir varlık zannediyorlardı. Bazıları da: "Bu mülk bizim." diyorlardı. Fakat Kahhar olan Hazret-i Allah hepsini kahretti. Mülk sahibinin Zât-ı Akdes'i olduğunu gösterdi. Hani o "Benim mülküm!" diyenler ne oldu şimdi? "Benim... Ben varım..." diyenler nerede şimdi? Hepsini kahretti, yerlere yatırdı. Yarın da yer emr-i ilâhî ile bütün yuttuklarını dışarıya çıkaracak ve Allah-u Teâlâ böylece zerreden hesap sormak için huzuruna alacak.
Var ile övünüyorum, varlığımdan utanıyorum.
Zira benim varlığım bir damla kerih su idi. Âcizliğimi bildirmek, hakîr olduğumu göstermek, âsârı ile donatışını duyurmak için O beni zerre bir nutfeden yarattı, nimetleriyle donattı.
Bir düşün! Bir ressam resmini yaptığı zaman hoşuna giderse, o ressamı översin değil mi?
Ve fakat yoktan var eden, nimetlerine gark eden, her âzânı yerli yerine koyan, en güzel bir biçim verip de ana karnından dünyaya getiren, mülkünde yaşatan, sayılamayacak kadar çok olan nimetleriyle rızıklandıran, kâinatı olanca azametiyle sana musahhar kılan Allah-u Teâlâ'ya itaat etmek gerekmez mi?
Bir de şu var ki, bu ihsan ve ikram ettiği nimetlerin zerresinden sual soracaktır. Bunu unutma!
Nitekim Zilzâl sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Yer müthiş bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman!" (Zilzâl: 1)
İnsanlar bir gün ansızın böyle tasavvurların üstünde korkunç bir âfete uğrayacaklardır.
"Yer bütün ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzâl: 2)
Uzun süredir bağrında taşıdığı cesetleri ve madenleri açığa çıkarır.
"İnsanın: 'Buna ne oluyor?' dediği zaman." (Zilzâl: 3)
O gün o durum karşısında geçirdiği şaşkınlıktan dolayı böyle söylemek zorunda kalır.
"İşte o gün yer, üzerinde herkesin ne iş yaptığını haber verir. Çünkü Rabb'in ona konuşmasını emretmiştir." (Zilzâl: 4-5)
Allah-u Teâlâ'nın bunu ona emretmesi, onun da üzerinde meydana gelen bütün hadiseleri anlatması, izin verilmesi sebebiyledir.
Kıyamet koptuktan sonra insanlar mahşerde toplanırlar ve amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için mizana gelirler. Orada her şeyin kıymeti, her işin değeri, her sevabın ağırlığı ve her günahın derecesi ölçülür. Her şahıs kendi sevap ve günahının miktarına, mahiyetine vâkıf olur.
"O gün insanlar, yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için gruplar halinde (ilâhi divana) çıkarlar." (Zilzâl: 6)
Herkes ameline göre bölük bölük olur. İman ehli ayrı gruplar, küfür ehli ayrı gruplar halinde sevkedilirler, muhasebeye tâbi tutulurlar.
Müminin terazi kefesinde öncelikle imanının ağırlığı olacak, bunun yanı sıra amel-i salihleri de ağırlık yapacaktır. Kâfirlerin hiçbir iyiliği kötülük kefesini kaldırmayacaktır. Çünkü küfür, kötülük kefesini ağır bastıracak kadar büyük bir kötülüktür.
Allah-u Teâlâ'nın adaleti tecelli edecek, herkes bu ilâhî adaletin icabı olarak ya mükâfat veya mücâzat görecektir.
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.
Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)
Bir mümin bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görecektir. Kötülük yapmışsa ondan da haberdar edilecektir. İyilikleri kötülüklerinden çok ise ilâhi bir lütuf olarak o kötülükleri affa uğrayabilir veya onun cezasını dünyada iken görmüş bulunur.
Bir kâfir ise, iyilik yaparsa, o iyiliği iman dahilinde olmadığı için Allah katında makbul değildir. Ahirette kendisini azaptan kurtaramaz. O iyiliğin mükâfatını dünyada görmüş olur. Kâfir olduğu halde ahirete giden her kişi ebedî olarak cehennem azabına uğrayıp duracaktır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Şüphesiz ki Allah zerre ağırlığı kadar olsun haksızlık etmez. Zerre ağırlığı bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve kendi katında pek büyük mükâfat verir." (Nisâ: 40)
Dilediği kulunu nice ebedî saâdetlere nâil eder.
•
İnsanların yaratılışı, dünyadaki hâli, kabirdeki hâli, kabirden sonraki hâli tefekkür için kâfidir.
İnsan kendisini ne kadar beğeniyor? Fakat şu kendisini beğenenlerle kabirdeki leş arasındaki farkı bir düşün!
Bir kardeşe öyle söylemiştik:
"Güzelliğine kabristan aynasında bir bak!"
Bunların hepsi güzel, çünkü O seni güzel yaratmıştı. Fakat şimdi leş haline gelmişsin. Hani senin güzelliğin?
•
Ey gafil insan! Bu durumlardan ne derece haberdarsın?
O hep seninle idi, sen kiminle idin?
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
"Altı aydır kalp gözüm kapanmıştı, çok canım sıkılıyordu. Seyahat esnasında yolum bir mescide uğradı. Duvarda bir levhada şu yazıyı gördüm:
'Ey sevgili ol benimle,
Benim dâima seninle.
Gafil olma gel benimle,
Benim daima seninle.'
O anda öyle mest oldum ki kalp gözüm açılıverdi."
Her zerrede O'nun tecelliyatı, O'nun ilhamı vardır. Amma bu ilhamı ancak O'nunla görebilmek mümkündür. O'nsuz göz göremiyor, kör oluyor, O'nsuz hiçbir şey görülmüyor.
Görüyor, O'nunla olduğunu göremiyor. Güzel diyor, güzelliğini görüyor, amma onu güzel yaratanı görmüyor. Bu, şaşı gözdür. Mevcûdatın güzel olduğunu görüyor, Yaratan'ın da olduğunu biliyor, amma Yaratan'ın onda mevcut olduğunu göremiyor.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır." (Hadîd: 3)
O'ndan öte zaten bir şey yok.
•
Herkes varlık taslıyor. Kahhar olan Zât-ı Kibriya kahrettiği zaman hani sen vardın? Halbuki ehl-i hakikat bunun böyle olduğunu, yaratıcının yalnız O olduğunu, mülkün sahibinin de O olduğunu, O'ndan başka kahredici olmadığını daha dünyada iken görmüştü. Çünkü o Var'ın karşısında mahvolmuştu, yok olmuştu, hiç olmuştu. Varlığından eser kalmamıştı.
"Yeryüzünde bulunan herşey fena bulacak. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabb'inin vechi baki kalacak." (Rahman: 26-27)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyâtına çok evvel mazhar olmuştu.
Evvel O, nihayet yine O.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah ve Peygamber'i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin." (Enfâl: 24)
Hayat verip canlandıracak şey ruhun dirilmesi, gıdalanması demektir. Öyle bir hayat ki, yalnız dünya hayatını değil, hayat-ı ebediyeyi kazandıran bir hayattır.
Dünyada ulvî hayat, ahirette ebedî hayat.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in insanları bir şeye çağırması, Allah-u Teâlâ'nın çağırması demektir. Çünkü o, Allah-u Teâlâ'nın emriyle bu çağrıyı yapmaktadır. Dâvet birdir. Resulullah Aleyhisselâm bu dâvet için gönderilmiştir. İnsanlara kulak, dil ve akıl bunun için verilmiştir.
Allah-u Teâlâ'yı bilmekte, Resulullah Aleyhisselâm'ı bilmekte ve O'nun bildirmeyi murad ettiği şeyleri bilmekte gerçekten hayat vardır.
Zâhirî ilimler insana sadece dünyevî bilgi ve maddî hayat kazandırır, mânevî hayat kazandırmaz. Halbuki ruhun tekâmüliyeti mânevî hayat ile mümkündür.
"İkinci kitap"ta bir beyanımız var: "İlim lezzetini alıp amel açlığına düşmeyin." demişizdir. (sh. 51)
Sahibime sonsuz şükürler olsun ki fakire ilim vermemiş, bilgi vermemiş. Bunu her zaman söylüyorum. Hep O'nun lütfu, hep O'nun ilhamı.
"Ben biliyorum" sözü kişinin helâkına vesile olur. O "Benlik" nefis putudur. "Biliyorum" demek, kendisinin öğrendiğini belirtmektir. Halbuki Allah-u Teâlâ insana öğretiyor. İradeyi O verdi, aklı O verdi, fikri O verdi, bilgiyi O verdi. "Ben biliyorum" demek, Allah-u Teâlâ'nın ihsanını kenara atıp nefis putunu dikmek demektir.
İşte bu ilim hayat vermez, bu ilim vefat verir. Niçin? Çünkü o benliğini atamamış, her iyiliği nefsine mâletmiş, ihsan-ı ilâhîyi görememiş, O'nunla yaptığını bilmiyor.
Hayat verip canlandıracak şey, Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu şeydir. İlim var hayat verir, ilim var vefat verir. O'nun duyurduğu, desteklemeyi murad ettiği kullarına öğrettiği ilim gerçekten hayat verir. Bu gibi kulların muallimi Allah-u Teâlâ'dır.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz ne güzel temas etmiş:
"Ne ilm-i mârifet verdin, ne câh-ı menkabet ya Rabb!
Bi hamdillâh ki bir zerre medâr-ı iftiharım yok.
Beni nev-i beşer resminde ancak bir heyûlâ var."
Ne mahviyet ne mahviyet! Hakikat ehli böyledir. Onlar Hakk'a dayanırlar, nefislerine hiçbir şey mâletmezler. Zâhir ehli "Ben biliyorum, ben yaptım." der. Hep ben, ben, ben... O benlik en sonunda kişiyi helâk eder.
İşte Hakk'ın öğrettiği ile halkın öğrettiği ilim arasındaki fark budur. Zãhirî ilim, kişinin üzerinde varlık toplar, bâtınî ilim ise varlığı atar. Çünkü varlığı Var'a varmaya mânidir.
Gıda var ki ruhu doyurur, gıda var ki nefsi doyurur. Mânevî gıda ruhu doyurur.
Yeryüzünde Allah-u Teâlâ'nın çeşmeleri vardır. Her nasiplinin nasibi, ezeli takdir ve taksimât nispetinde o çeşmenin yanında durur. Çeşme O'nun... Çeşme dahi o deryâdan bir şey alamaz. Bin sene dursa, su gelmedikçe akıtamaz.
Allah-u Teâlâ'nın hoparlörleri de vardır, tecelli eder söyletir. Yerinde binlerce sene dursa bir hoparlör kendiliğinden konuşabilir mi? Ancak Allah-u Teâlâ'nın tecelli edip konuşturduğu kimseler hoparlörlük vazifesini görür. Ne akıtmış, ne söyletmiş ise...
Böyle olmasına rağmen bir kimse Allah-u Teâlâ'nın bu tecelliyatını kendine mâlederse, "Ben çeşmeyim" veya "Ben hoparlörüm" derse; veyahut ki hiç tecelli etmediği halde tecelli etmiş gibi, kendisinde varmış gibi göstermeye çalışırsa, bu sırları benimserse, o dalâlettedir. Hem kendisini hem etrafını zehirlemiş olur.
Bu gibi esrâr-ı ilâhiye ne zaman tecelli eder?
Bir insan pislik yuvarlayan Cuballâ adlı pislik böceğinin pisliği yuvarladığı gibi, kendisine ait tüm varlığının pislik şeklinde yuvarlandığını gözü ile görmedikçe hiçbir zaman bu hâl husule gelmez. Ve o kimse Vahdet-i vücud'dan bahsetmeye de sahib-i selâhiyet değildir.
Bunun da sırrı şudur: Asliyetinin bir damla pislik olduğunu insan kendisi göremez. Onu göstermek için başka göz lâzım. O göz de Hazret-i Allah'ın lütuf nurudur. O nur ışığı ile ona kendi asliyetini gösterir. O zaman o göz onun değildir. Fakat bu sırlara gözü ile görebilecek kadar vâkıf olanlar dünya yüzünde nâdir kimselerdir.
Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Her şey O'dur." İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise: "Her şey O'ndandır." buyurmuşlar.
Tecelliyâtları ayrı ayrı olduğu için, bu iki zât-ı muhteremin ayrı beyanlarda bulunmaları ile İslâm'da büyük bir çelişme husule gelmiştir. Ve bu çelişme günümüze kadar devam etmiştir.
Her iki söz de doğru. Fakir her ikisinin beyanlarını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
"Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O'nun varlığı ile kâimdir."
Böylece bu ihtilafı ortadan kaldırıyoruz, elhamdülillah.
Birincisi İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanı, ikincisi Muhyiddin İbn-ül Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanı... Binaenaleyh hem O'dur, hem O'ndandır.
Her zerrede O'nun varlığı mevcuttur. Her şey ceset, O ise ruhtur. Ruhsuz cesedin ne hükmü olabilir?
Âyet-i kerime'de:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." buyuruluyor. (Nûr: 35)
Olanlar O'nun nurundan oldu.
O'nsuz hiçbir zerre yok. Fakat O görülmüyor da perde olan ceset görülüyor. Halbuki aslında her şey ölüdür.
Mesela Âdem Aleyhisselâm'a ruh verilmeden evvel çamur halinde idi. Ruh O'nun emri, O'nun varlığıdır. Verdiği zaman dirildi ve hareket etmeye başladı.
Âyet-i kerime'de:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
Yani sen Allah-u Teâlâ ile kâimsin. Her şey perdedir, aslı O; her şey maskedir, gerçek O.
İnsanoğlu ruh verildiği zaman her şeyi yapıyor. O'nun varlığı ile hareket ediyor. Allah-u Teâlâ ruhu çektiği zaman hiçbir şey kalmıyor. Demek ki var olan O imiş.
O'nu bilmek ise mânevî tahsillerle mümkün olur.
Zâhirde ilk, orta, yüksek tahsiller olduğu gibi, mânevî ilimler ve mânevî tahsiller de mevcuttur.
Bu mânevî tahsil üç merhaledir:
1- İlmel-yakîn, "Bilmek"tir.
2- Aynel-yakîn, "Bulmak"tır.
3- Hakkâl-yakîn ise "Olmak"tır.
İlmel-yakîn mertebesinde olanlar "Zâhid"ler, Aynel-yakîn mertebesinde olanlar "Arif"ler, Hakkâl-yakîn mertebesine ulaşanlar da "Vâkıf"lardır.
Bir ilim diğerine erişemediği için hakikat da anlaşılamıyor. Merhaleler arasında çok farklar vardır.
Bu mevzu "İlmel-yakîn"de ve "Aynel-yakîn"de olan kişinin işi değildir. Kör gözün işi de değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'yı görüp kendisini görmeyenin işidir.
Göz üç türlüdür:
1- Kör göz: Tabiat karanlığına düşmüştür, ondan başka hiçbir şey görmez.
2- Şaşı göz:Hem kendisine, hem de Yaratan'ına bakar. Yani biri iki görür.
3- Görür göz:Allah-u Teâlâ'nın nuru ile bakar. Her şeyin O'nunla kâim olduğunu görür ve bilir. Kendisini görmez.
Çözülmeyen ve bilinmeyen Vahdet-i vücud'un sırrı budur. Hakkal-yakîn'e vasıl olanların bilebileceği bir mevzudur. Bilinmeyerek münakaşa edilmiştir. Yapan O'dur, perdede başkası görülür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime'de ise:
"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Allah-u Teâlâ: "Ben attım!" buyuruyor.
Ancak bu hâle gelen Vahdet-i vücud'dan bahsedebilir. Bu hâle gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Bu mevzuda kimler konuşuyor?
1. Âlem-i billah olan Allah-u Teâlâ'yı bilir, ancak onlar Hakk'tan konuşur. Onların halk ile işleri olmaz, halka muhtaç değillerdir. Bu gibi kimseler hiçbir zaman; madde, makam, menfaat üzerinde durmazlar. Çünkü onlar gerçekten Hakk'ta fani olmuşlardır. Allah-u Teâlâ'nın nasıl tecelli edeceğine, ne hükmedeceğine bakarlar. Onların ilimleri vehbi'dir, Hakk'tan gelir.
2. Âlimin ilmi kesbî'dir, satırdan nasip alır. Hakk'a ulaşamadığı için halktan rağbet bekler ve daima nefsini düşünür. Her ne kadar hizmet etse de, nefisle olduğu için gayeler, maksatlar, menfaatler üzerinde durur.
3. Yazar'a gelince, o ise cebini düşünür. Bakarsın harikulade yazılar yazmıştır, fakat daha yazmadan evvel, cebine ne gireceğinin hesabını yapar. Şayet en mühim bir mevzu dahi olsa, eğer onun cebine dokunacaksa onu ilân etmez.
Vahdet-i vücud nedir? Buna mazhar olan kimlerdir?
Vahdet-i vücud, Hazret-i Allah'tan başka hiçbir mevcut olmadığını görene ve bilene mahsustur. Başkası bilemez, göremez, konuşur. Konuşsa da yalan ve yanlış konuşur.
Vahdet-i vücud'dan bahseden kimsenin "İsm-i Âzam"ı bilmesi lâzımdır.
İsm-i Âzam'ı mı merak edersin? Allah dediğin zaman ve O'ndan başka hiçbir mevcut olmadığını gördüğün zaman, onu söylemiş olursun.
"Lâ ilâhe illallah" da İsm-i Âzam'dır ve fakat O'ndan başka bir mevcut olmadığını gördüğün zaman... Demek ki görülüyormuş. İşte o zaman gerçek mânâda Kelime-i Tevhid'i söylemiş olursun. İman-ı kâmil de budur. O'ndan başka bir şey görmediğin zaman iman kemâle erer.
Bu esrar-ı ilâhi'yi ancak marifetullah ehlinden dilediği kimseye bildirmiş, her veli kuluna dahi beyan etmemiştir. Yüz senede bir gönderdiği kullarından bazısına açmıştır. Bunun içindir ki bu, pek az kişinin bilebileceği iştir.
Bildirdiklerinin dahi tecelliyatları ayrı ayrı olduğu için kişi kendi bilgisini ortaya koymuştur.
Bunlar pek az gelmiştir, fakat bunların dahi tecelliyatları ayrı ayrıdır.
Bu gibi esrar-ı ilâhî ne zaman tecelli eder?
Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya, o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna olup, yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse O'nun göstermesi ile Azâmet-i ilâhî'yi görür. Azâmet-i ilâhî'yi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Rabb'imi Rabb'imle bildim." buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ'nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud'dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud'dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ'nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah göklerin ve yerin nurudur." buyuruyor. (Nûr: 35)
Ve bu hususu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime'yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime'yi bu Hadis-i şerif'le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ'nın lütuf nur ışığı lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabb'inden verilen bir nur üzerindedir." (Zümer: 22)
İşte Rabb'inden verilen bu nur sayesinde ancak bu esrar-ı ilâhî bilinir. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlere vâkıftırlar.
Allah-u Teâlâ'nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ'nın nurunu taşıyan ve o nuru yayanlardır.
Bu nuru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'leri ile beyan ediyorlar:
"Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah'ın nuru ile bakar." (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O'nunla bakar, O'nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın tecelliyat-ı ilâhî'sine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın içte olduğunu görüyor, O'ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ'yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhî'ye mazhar olanlar bunlardır.
O'ndan başka mevcud yok. Ötesi hep kabuktan ibarettir.
Bir ağaç var, dışı kabukla örtülmüş. Ona kabuk mu diyorlar, yoksa ağaç mı diyorlar? Tabi ki ağaç diyorlar. O kabuk da ağaçtandır. Üzerindeki âsâr olsun, üzerindeki hâreler olsun hep ağaçtandır.
Sen de bir kabuksun, kâinat da bir kabuktur. İçinde O var. Fakat insanoğlu o kabuğu görüyor da içindekini görmüyor. Yani perdeyi görüyor da tutanı görmüyor. Halbuki Âyet-i kerime'sinde "İçindeyim!" buyuruyor. Senin de içinde, kâinatın da içinde. Fakat sen görmüyorsun. Çünkü ilmin de, aklın da o noktada değil. Hiç şüphesiz ki içinde olduğunu gören de var bilen de var.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
O Allah-u Teâlâ'nın lütuf tecelliyâtına mazhar olmuş. İçinde olduğunu, ona ondan yakın olduğunu gözü ile görüyor. Niçin? Allah-u Teâlâ ile baktığı için.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her şeyi bilendir." (Hadîd: 3)
Bu Âyet-i kerime'yi okuyabilen bir kimse, hem "O" olduğunu, hem her şeyin "O'ndan" olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Allah-u Teâlâ "Evvel"dir, ezelîdir. O'ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı Akdes'i için asla başlangıç tasavvur olunamaz. O'nun varlığı Zât-ı Akdes'inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O'ndandır.
"Âhir"dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.
"Zâhir"dir; her görünen varlık O'nun kudretinin eseridir, O'nun varlığı ile kâimdir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O'nun Zâhir ism-i şerif'i ile zâhir olmuşlardır. Canlı ve cansız bütün mevcudat O'nun varlığı ile kâimdir.
"Bâtın"dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. "Kün feyekûn", "Ol!" buyuruyor, her şey oluyor. O'nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)
Her zerrede Fâil-i mutlak'ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakındır, fakat insan görememektedir.
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud'dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud'u hem izaha hem de Âyet-i kerime'lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabb'imin emrindendir." (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.
Kendini gören Vahdet-i vücud'dan bahsetmeye de sahib-i salâhiyet hiç değildir.
Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören Hakk'ı görür, Vahdet-i vücud'dan ancak o bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar. Bunlar da dünya yüzünde yok denecek kadar nadirdir. Her velinin işi değildir.
Sıddıkiyet makamına çıkardığı kimseyi dilerse; kendisini ifnâ ettirir, kendi varlığını husule getirir. O görür, başka hiç kimse görmez, o da Allah-u Teâlâ'nın göstermesiyle görür, kendisi göremez.
Amma bakıyorsunuz ki, vitrinler Vahdet-i vücud'dan bahseden kitaplarla dolu. Bütün bunlar bilinmeyerek, menfaat için yazılmış veya zanla konuşulmuştur.
Bu Âyet-i kerime'lerin bir tanesinin tecelliyâtına dahi mazhar olamamışsa, hep boşuna konuşmuştur. Hakikat ancak Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle ve duyurmasıyla mümkün olur.
•
Nasıl ki tasavvufta "Fenâfişşeyh" olmadan "Fenâfirrasul" olmuyorsa, "Fenâfirrasul" olmadan "Fenâfillâh" olmuyorsa, "Fenâfillâh" olmadan da "Vahdet-i vücud"a geçilmiyor. Fenafillâh'ta hiç olur, hiç olduğunu bilir.
Burada insan asliyeti olan âyân-ı sabitesini görür. Bu bir zerredir. Bir atomdur. Bu zerrenin ne hükmü var? Hiç.
Var olan da, var eden de Hazret-i Allah'tır. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar. Bu hiçlikten sonra Allah-u Teâlâ dilerse kendi varlığından onu kendi dilediği kadar haberdar eder.
Bu da ancak Allah-u Teâlâ'dan başka bir mevcut olmadığını gören ve bilenin işidir.
•
Zerreyi zirveye çıkaran ve yine murad ettiğinde denize düşüren Allah.
O damla denize düştüğünde ne olur? Hiç olur. Denizden çıkmıştı, yine denize düştü.
İşte, bunu bilen gerçek mânâda hiç olur, var olan Hazret-i Allah'tır. İşte bu hâle getirdiği kimse ancak Vahdet-i vücud'dan konuşabilir, başkası sahib-i salâhiyet değildir.
Kendini gören Vahdet-i vücud'dan bahis dahi edemez. Hiç olduğunu bilen, zerre hakir olduğunu gören; Hakk'ı görür, Vahdet-i vücud'dan ancak onlar bahseder. Allah-u Teâlâ dilerse esrarını ona açar.
Mürşid-i kâmil dünya yüzünde nadir bulunur, Vahdet-i vücud'dan bahsedenler dünyaya nadir gelenlerdir. Onlar yüz senede bir gelir.
Sizlere mühim bir hakikati açmak ve açıklamak için bazı temsiller vereceğiz.
Şöyle ki;
Bir ressam sana bakarak resmini çizse, bundan ne anlaşılır? Sen varsın ki resmini çiziyor. Bir düşün ki seni var eden kimdir?
Ressam o resmi çizdi ve fakat o resme can veremedi, tablo halinde kaldı, hissiz ve hareketsiz.
Bir düşün!
Seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, her âzânı yerli yerine koyan, sonra da bir şekil veren Allah-u Teâlâ; sana öyle bir şekil verdi ki, milyarlarca insan yarattığı halde hiçbiri diğerine benzemiyor.
Ve sen Allah-u Teâlâ ile kâimsin, O'nunla varsın da bilmiyorsun.
"O zâhirdir." (Hadîd: 3)
Zerreden kürreye kadar her yarattığı O'nunla vardır. Her zerrede O'nun ulûhiyet sırları mevcuttur ve O'nunla görünmektedir.
Sen O'nunla görünüyor, O'nunla konuşuyor, O'nunla tutuyor, O'nunla yürüyorsun.
Ve fakat Âyet-i kerime'sinde:
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Buyurduğu halde Yaratan'ı, donatanı, içinde O olduğunu bilmemen büyük bir cehalet değil midir?
Aynı zamanda senden sana yakın, şah damarından da yakın.
Âyet-i kerime'sinde:
"Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir." buyuruyor. (Hadîd: 4)
Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.
Bununla beraber resme de ressama da bakıyorsun da, sen kendinin Yaradan ve donatanla kâim olduğunu bilmiyorsun. O senden varlığını çekip alınca, o zaman kiminle kâim olduğunu bileceksin.
Oysa O seni topraktan yarattı, topraktan yarattıkları ile besledi, hayatını idame ettirdi.
Varlığını çekecek, yine toprağa iâde edecek.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır.
"Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O'na döndüreceğiz." (Tâhâ: 55)
Bu defa da toprak seni yiyip çürütecek. Ve fakat Âyân-ı sâbite olan ve "Acb'üz-zeneb" adı verilen bir zerre çürümeyecek. O bir zerre tohumdan seni aynen diriltecek.
"Ve sizi tekrar oradan çıkaracağız." (Tâhâ: 55)
Daha önce dünyada iken ihsan ettiği nimetleri aynen verecek. Tâ ki parmak uçlarındaki hassasiyete varıncaya kadar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kâdiriz." (Kıyamet: 4)
Parmak uçlarında yaratılış bakımından ince bir sanat bulunduğu için Allah-u Teâlâ onları anmıştır. Çünkü bir insanın parmaklarının derisi son derece ince çizgilerle kaplıdır. Bu çizgilerden bazısı kavis, bazıları düz ya da daire şeklindedir. Bu ince çizgiler o şekilde yaratılmıştır ki, yeryüzündeki herhangi bir şahsın parmak çizgileri diğerinin çizgilerine benzemiyor.
Her insanın farklı simâlarda olmasının yanısıra, parmak uçlarındaki desenlerin de birbirine benzememesi, Âdem Aleyhisselâm zamanından bu yana yaratılan milyarlarca insanın simâsını ve parmak izlerini ezelî ilminde muhafaza eden Zât-ı kibriyâ'nın mevcudiyetine ve ulûhiyetine delildir.
Ve Allah-u Teâlâ sana ihsan ettiği nimetlerin hesabını zerresine varıncaya kadar soracak.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür." (Zilzâl: 7)
"Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 8)
İhsan ve ikram ettiği nimetlerin şükrünü yerine getirdin mi? Nehyettiği yasaklardan kaçındın mı?
Bir zerreden bile soracak. İnkâra kalktığında ise ağzına mühür vuracak, bütün organlar yaptıklarına bir bir şâhitlik edecekler.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruluyor:
"O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şâhitlik edeceklerdir." (Nûr: 24)
Çünkü işledikleri suçları aynen aktarabilmesi için aynı organların olması gerektiği âşikârdır.
"O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder." (Yâsin: 65)
Aynı zamanda Kiramen kâtibin melekleri ağzından çıkan her sözü, işlediğin iyi ve kötü her ameli yazıyorlar, her yaptığının fotoğrafı çekiliyor.
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"İnsanların yaptıkları küçük büyük her şey amel defterlerinde satır satır yazılıdır." (Kamer: 52-53)
Bu yazılan defterler canlı kanlı çıkarak konuşacaklar, kıyamet gününde sahiplerine teslim edilecekler.
Ve o günde:
"Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin." denilecek. (İsrâ: 14)
Bu hitapla karşılaştığın ve bütün yaptıklarını kitapta gördüğün zaman ne durumda olacaksın?
Bütün amellerin kitapta bir bir yazılmış, şâhit ve sürücü melekler yanında hazır bulunuyor, deriler ve organlar şâhitlik yapıyor.
Allah-u Teâlâ'nın her şeyi bildiğini, her şeyi gördüğünü, O'nunla olduğunu, O'nunla kâim olduğunu, O'nunla var olduğunu, O'nun her şeyden haberdar olduğunu o zaman herkes anlayacak ve fakat o zamanki anlayış hiçbir fayda vermeyecek.
O gün denilecek ki:
"Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." (Kâf: 22)
O bize bütün gerçekleri bildirmişti. Bizim iyiliğimize olarak peygamber göndermişti. Kâinatı insana musahhar kıldığını beyan etmişti. Fakat zâlim ve câhil insan, bunca ihsan karşısında isyana kalkıştı.
"İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)
İnsanı bir damla kerih sudan yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir sûret bahşetti, en güzel nimetlerle besledi. O nankör ve câhil insan ise bütün bunların hepsini inkâr etti, Rabb'ine hasım kesildi.
Âfâka bir bak! Âlemleri de, içinde yaşadığımız dünyayı da yaratan O'dur. Bütün yarattıkları O'nunla var, O'nunla kâim. Hepsine bir şekil ve sûret vermiş, yaratıldıkları şekilde görünüyorlar.
Ve fakat kendisi görünmüyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Görmedikleri halde Rabb'lerinden korkanlar var ya! İşte onlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır." (Mülk: 12)
Her yaratık Allah-u Teâlâ'yı bilir. Cemâdâtın, nebâdatın, hayvanâtın ayrı ayrı zikirleri mevcuttur, hepsi de tesbihlerini bilirler ve Allah-u Teâlâ'ya şükrederler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halim olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
İnsanlardan da kim Allah-u Teâlâ'yı zikrederse, O'na iman edip sâlih ameller yaparsa, bazı meleklerden de üstün mertebeye ulaşır.
Nitekim bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:
"Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de efdaldir." (İbn-i Mâce)
Ve fakat bunca nimetlerle yaratan, âzâlarıyla donatan, en güzel nimetlerle merzuk eden Yaratıcı'yı inkâr edip hasım kesilenin, hayvanlardan elli derece daha fazla aşağı düşeceği muhakkaktır. Zira insana verdiğini kimseye vermedi.
Âyet-i kerime'sinde:
"Andolsun ki biz âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık." buyuruyor. (İsrâ: 70)
Kâinatta ne ki yarattıysa bir insanda mevcuttur. İnsanı bir takvim hâline koymuştur.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
"Ahsen-i takvim" maddî mânevî her türlü güzelliği içine almaktadır.
Bu hususta Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz buyururlar ki:
"Devân sendedir bilmezsin.
Derdin de sendendir görmezsin.
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür (de bilmezsin)"
Bilenler böyle söyledi.
Bunları anlaman ölümden sonraya mı kalacak? Yoksa içine dönüp senden sana yakın olanı mı bulacaksın?
Oysa sen nefesini O'nunla alıyorsun, O'nunla hayat buluyorsun. Nefesini çekse sana kim nefes verebilir?
Bu gerçeği de düşünüp bilemedin ve idrak edemedin. Çünkü sen O'nunla kâim olduğunu bilmiyorsun.
Bir ressamın resim yapabilmesi için, o sanatı evvelâ öğrenmesi lâzımdır. Uzun zamanda öğrendiği sanatı tatbik edebilmek için önce kâğıda, kaleme, boyaya ihtiyacı vardır. Eğer ressam yaptığı resmi o kişiye benzetebiliyorsa, onun hakkında "Güzel ressammış." deniliyor ve herkesin gözü o resime takılıyor.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Şu sûretleri yapanlar yok mu? İşte onlar kıyamet gününde: 'Haydi yaptığınız suretlere can veriniz!' diye azap olunacaklardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1963)
O resim hissiz, hareketsiz bir kâğıt parçasından ibaret olduğu halde; sen onu görüyorsun, onu seviyorsun ve ona önem veriyorsun.
Bu temsili verdikten sonra, nerede olduğunuzu bilmeniz için, size hakikati açacağız.
Hâlik-ı Azîmüşân yaratmayı murad ettiği zaman, mukadder kıldığı yağmur damlası ile seni indirir. O yağmur damlası toprakla karışır. O toprakta yetişen nebatı hayvanî ruh yer ve bu sebeple Cenâb-ı Hakk içeride nutfeyi halk eder. Sonra o nutfe ana rahmine geçer, mukadder olan yumurtayı deler ve orada işlem başlar.
Ve şöyle deriz: Yaratan Sübhan'ım!
O güzel yaratıcı her âzâyı yaratıyor, yarattığı her âzâyı nimetlerle donatıyor, terbiye edip yerli yerine koyuyor. Sonra da en güzel bir sıfatla anne karnından dünyaya getiriyor.
Biraz evvel zerre bir kerih su idin, O'nun işlemlerinden sonra güzel bir bebek oldun. O kerih su ile bebek arasında hiç kıyasın var mı? Allah-u Teâlâ'nın yaratıcılığını, donatıcılığını, en güzel şekil verdiğini tefekkür ettin mi? Bir tefekkür et neredesin!
"Şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şânı ne yücedir!" (Müminûn: 14)
Bir ressam yüz tane resim yapsa kaç tanesini birbirine benzetebilir? Hâlik-ı Azîmüşân milyarlarca insan yaratıyor, hiçbiri diğerine benzemiyor. Ona göz takmış görüyor, kulak vermiş işitiyor. Ağız ve dudak vermiş, diliyle de konuşuyor. Hafıza kuvveti vermiş, düşünüp zaptediyor. Ona kalp vermiş, onunla bütün âzâları zaptediyor. El vermiş tutuyor, ayak vermiş yürüyor. En güzel, en düzgün şekilde yarattığı gibi, en güzel bir biçimde donatmış.
•
Ey gafil insan!
Bir ressam bir hayâlden ibarettir. O bir resim yapınca hayran kalıyorsun da, seni yaratanın kudret ve azametini hiç düşünüyor musun? Oysa sen O'nunla kâimsin.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde:
"Ona kendi ruhumdan üfledim." buyuruluyor. (Sâd: 72)
Ve diğer Âyet-i kerime'lerinde de şöyle buyuruyor:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Bununla beraber diğer bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Çünkü insan çok zâlim ve câhildir." (Ahzâb: 72)
Hayâlden ibaret olan resme takılır da üzerindeki ilâhî sanatı göremez.
Resme bakıyor övünüyor, ressama bakıyor hayret ediyor da, kendini görüp Yaratan'ı göremiyor. Bundan büyük cehâlet, bundan büyük körlük mü olur? Resmi ve ressamı görüyor da, kendini ve Yaratan'ı göremiyor.
Kan damarlarının, sinirlerin vücutta nasıl dağıtıldığını, her uzvunun bir emirle hareket ettiğini biliyor ve görüyor musun?
Bütün bu nimetlerden sonra en güzel bir sûret verip yaratıyor, ana karnından çıkarıyor. Bir ressama, yaptığı güzel bir resme herkes hayran da, bu güzel yaratıcının resmini kimse anlamıyor.
Seni yoktan var eden, nimetlerle donatan Allah-u Teâlâ'yı tanımıyorsun. Bu tanımamazlık en büyük cehalet değil midir?
O zerre nutfenin içinde neler dürdüğünü, neler koyduğunu ancak Yaratan bilir. Yani onun mukadderatını da o nutfenin içine yerleştirdi. Neler yiyip neler içeceğini, neler yapacağını da bilir. Çünkü O yaratıyor, O donatıyor.
Sen ise kendi mukadderatını bilmiyorsun. Nutfeden yarattığını, âzâlar ile donattığını görmüyorsun, seni insan şekline koyanı tanımıyorsun, seni niçin yarattığını da bilmiyorsun.
Ben kendimi nutfe olarak kabul ediyorum. İman ettiğim için, O yaratıcı olan Sübhan'ın onu nasıl işlediğini görür gibiyim.
O âzâları bitiştirip yerli yerine koyuş şeklini sanki görür gibiyim.
Hâlik'ın yaratış kudretini ve kendi durumumu ayrı olarak görür gibiyim. Bütün bunları, O'na iman ettiğimden dolayı görüyorum. Çünkü ben Allah-u Teâlâ'ya kendimden fazla iman ediyorum. Çünkü beni yaratan O'dur. O Hâlik, ben ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum.
Yani O içeride, ben dışarıda, beni O halketti.
Buradaki gaye, Hâlik ile mahlûk arasındaki durumu ortaya koymaktır.
Ben kendimi kıyas ediyorum, kıyasım da şöyle:
Allah-u Teâlâ beni bir zerreden halketti, o zerre de O'nun, kişiye âit ne var?
Varlığın var, amma biraz sonra gübre olacak, cife olacak. Bununla mı övüneceksin, bununla mı iftihar edeceksin? Cesedin ortada kaldığı zaman leş oluyor. En sevdiğin kimse yanından geçerken tiksinerek geçiyor. Bir evvelini düşün, bir de sonunu düşün.
Eğer üzerinde bir esas varsa, O'nun verdiği esastır. Verdiklerini seni denemek için verdi. O'ndan mı bileceksin, nefsine mi mâledeceksin?
Şu halde kişide ne var? Ne varsa O'nunla var. O varlığını çektiği zaman hiçbir şey yok. Madem ki yok, sen çık aradan kalsın Yaradan. Zerre kalmasın ortada. Fakire Sahibim bunu duyurmuş.
İkiden iki çıktı ne kaldı? Hiçbir şey kalmadı. Hesap ne kadar kolay.
Elif'i öğrendik mi şimdi? Ne demek Elif? Allah'tan başlanan ilme Elif denir. Elif'ten başlanan ilim, bâtınî ilmin özüdür.
Allah-u Teâlâ bu tecelliyatları tekâmül ettire ettire duyurur, birdenbire duyurmaz, çünkü mahlûkun hafsalası almaz. Bir taraftan kalbi açılır, diğer taraftan damla damla akıtır. Dilediği zaman olgunlaştıra olgunlaştıra öğretir.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Her şey O'dur" buyurmuşlar.
Bu söz doğrudur. Görebilmiş, bu sırra ermiş, söylüyor.
Nitekim Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh-:
"Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur.
Bu söz doğrudur.
Allah-u Teâlâ bu fakire de bunu gösteriyor. "Ben Allah'ımı görüyorum, başka bir şey görmüyorum."
Bu yaratılanlar kutunun içindekiler gibidir.
Çünkü Âyet-i kerime'sinde:
"İyi bil ki O her şeyi çepeçevre kuşatandır." buyuruyor. (Fussilet: 54)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de:
"Her şey O'ndandır." buyurmuşlardır.
Bu söz de doğrudur.
Fakir her ikisinin beyanını bir cümlede birleştiriyoruz ve diyoruz ki:
"Her şeyi Hazret-i Allah var etti, her şey O'nun varlığı ile kâimdir."
O'ndan başka varlık yok zaten. Zuhur ettiği de O'nundur ve O'ndandır. Var etmiş, O var etmiş.
İki nokta bir noktada birleşiyor.
Hayatta iken kimsenin eseri bilinmiyor. Zamanla bu mevzu tetkik edildiğinde anlaşılacak. Bilhassa Evliyâullah'ın bu ilim üzerine eğildiğine dikkat edildiği zaman görülecek ki; Allah-u Teâlâ'nın vermesiyledir, bilme ile değil.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Bu ilim, ilm-i billâh'ın âlâ'sıdır." buyuruyor.
Yani beşere âit değildir, Allah-u Teâlâ'nın has ilmidir. Bu ilmin yanında beşerî ilmin ve aklın hükmü yoktur.
Evliyâullah'ın ifşaatları ile, o gözlükle bu ilim çözülebilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed'dir. (Her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir)." buyuruyor. (İhlâs: 1-2)
Vücud O, mevcud O. O'ndan başka ne vücud ne de mevcud var. Bütün mevcudat vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. "Ol!" emriyle olmaktadır. Amma sen yaratılmışlarda kaldın. Hakk'ı bilemedin, bildiğini sandın.
Halbuki vücud elbisesini çıkarırsan O var. Vücud elbisesini giydiğin zaman sen varsın. O halde O'nu nasıl göreceksin?
Farz-ı muhal ki bütün kâinat bir tepsi, üzerinde de birçok nimetler var. Sen ise görebildiğin kadarı ile sadece tepsiyi görebiliyorsun. Kâinat tepsisinin üzerindeki nimetleri de görüyorsun.
Fakat o nimetleri yaratanı, o tepsiyi tutanı görmüyorsun. "Lâ" da, yaratılmışlarda kaldın. Bir de Vahdet-i vücud'tan dem vuruyorsun. Bu büyük bir yalan değil midir?
Çünkü O "Ehad" buyuruyor. O'ndan başka hiçbir mevcud yok.
O birdir. Her şeyi O yarattı ve her şey O'na muhtaçtır. Zira O yaratıyor, O yaşatıyor, O öldürüyor ve yine O diriltiyor. Amma sen O'nu göremedin.
"Kulhüvallâhü ehad" diyorsun, fakat isimde kaldın, kelâmda kaldın, amma Ehad'ı göremedin, yaratılmış olan muhtaçlarda kaldın. Öyle değil mi?
Zerreden kürreye kadar herşey herşeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arşurahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Allah-u Teâlâ ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
"O herşeyi çepeçevre kuşatandır." (Nisâ: 126)
Sen "Lâ" da kaldın, yeri gördün, göğü gördün.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." buyuruyor. (Nûr: 35)
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Hem görüyor, hem biliyor. Amma sen hem görmüyorsun, hem bilmiyorsun. Sen yeri gördün, göğü gördün. O'nun nuru olduğunu göremedin, hem de Vahdet-i vücud'u bildiğini zannediyorsun.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"O zâhirdir." (Hadîd: 3)
Her zerrede varlığı mevcuttur, ulûhiyet sırları mevcuttur.
O ki: "Ben zâhirim." buyuruyor.
Böyle buyurmasına rağmen O'nu gördün mü? Göremedin. Fakat gösterdiği ve bildirdiği kimseler bunun böyle olduğunu biliyor. O'ndan başka bir mevcud olmadığını, olanların O'nunla kâim olduğunu da görüyor.
Ve yine buyuruyor:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
Senden sana yakın olduğunu söylüyor. Bunu görebildin mi? Fakat bildirdiği ve gösterdiği kimseler bunu hem görüyor ve hem biliyor. Sen bunları nereden görüp bileceksin? Çünkü senin içinde nefsin var, masivâ putları mevcud. Sen bu hakikati nasıl bileceksin? Bu ilim marifetullah ilmidir ve Hakk ehline mahsustur.
Allah hırsızı, sahte Vahdet-i vücudçu! Âyet-i kerime'lerin tecelliyâtına varmadan bu mevzulardan nasıl bahsedebilirsin?
Hakikat yolunda gittiğini sanıyorsun, şeytanla arkadaşlık yapıyorsun. Ve bir gün uykudan uyanacaksın, kiminle arkadaş olduğunu göreceksin.
Niçin bunlara Allah hırsızı dendi. Çünkü kendi nefislerini dahi bilmiyorlar, bütün âlemleri yaratanı tarif etmeye çalışıyorlar ve böylelikle kitap yazıp para kazanıyorlar. Bu bir sahtekârlık değil midir?