Osmanlı târihinde "İstanbul'un fethi" kadar meşhur bir hâdise olmadığı hâlde, onun kendi çağında "meşhur", ancak bizce "meçhul" olan seçkin sîmâları üzerindeki karanlık noktalar hâlâ aydınlatılabilmiş değildir.
İstanbul'un fethine Rumeli beyleri arasında katılan ve bu beyler arasında ilk Osmanlı sancağını dikerek, "İstanbul'un ilk subaşısı" olma unvânını kazanan Karışdıran Süleyman Beg, fethin bu kimliği meçhûl şahsiyetlerinden sâdece birisidir.
Günümüzde İstanbul surlarına ilk sancağı Ulubat'lı Hasan'ın mı, Karışdıran Süleyman'ın mı diktiği meselesi âmiyâne iddiâlar sebebiyle tam bir muammâya dönüşmüş ve son derece açık bir mesele iken, fuzûlî tartışmalar yüzünden karmaşık bir hâle bürünmüştür.
Fetihte surlara sancak diken ilk Türk erinin Ulubat'lı Hasan olduğu, asrın Bizans târihçilerinden Francis'in eserinde yer alan kayıtlarla sâbittir. Târihçi geçinen bâzı "tahrifçi"lerin, bu kayıtların sonradan ilâve edilmiş bir derkenarda yazılı olmasını bahâne etmeleri bu târihî gerçeği örtbas etmeye yetmez. Çünkü derkenardaki kayıtların, Francis'e âit olmasa bile, onun gibi fetihte bizzat hazır bulunmuş bir görgü şâhidine âit olduğu apaçık ortadadır.
Fethin zuhûr ânına şâhid olan bu Bizans eri, Francis'in eserindeki derkenarda, Ulubat'lı Hasan'ın surlara sancak diktiği ânı şöyle tasvir eder:
"İşte o sıralarda 'Hasan' adlı bir yeniçeri (memleketi Ulubat olup koca bir vücûda sâhipti), sol eli ile başının üstüne kalkanını tutup sağ eli ile kılıcını çekti ve bizimkilerin şaşkınlık içinde geri çekildikleri o bölgede surun tepesine doğru atıldı. Onunla aynı cesâreti göstermek isteyen otuz kadar diğeri de kendisini takip etti. Bizimkilerden hâlâ surlarda kalanlar ise, üzerlerine kayaları yuvarlıyorlardı ve onlardan on sekizini aşağı yuvarladılar. Ne var ki, Hasan kendisine özgü şiddeti ile surun üstüne çıkmayı ve bizimkileri kaçırmayı başardı. …Bu savaş sırasında bir taş Hasan'a isabet etti ve onu yere yıktı. Kendisini yere yıkılmış görünce, bizimkiler de üstüne her taraftan taş fırlatmaya başladılar. O ise dizleri üstüne kalkmış kendini savunmaya çalışıyordu; ancak almış olduğu pek çok yaradan sağ kolu işlemez oldu ve oklarla kaplandı, onunla birlikte pek çok kişi daha öldü..."(5)
Ulubatlı Hasan'ı bizzat gören ve böylesine ayrıntılı bir biçimde tasvir eden bu görgü şâhidi, ortada hiçbir mâkul sebep olmadan bu kadar kolay yalanlanacaksa; o zaman hiçbir râvîye, hiçbir rivâyete, hattâ "târîh" diye bir bilimin var olduğuna bile inanmamak gerekir. Hâlbuki gerçek "târihçi"ler çok iyi bilir ki, arşiv belgelerinden sonra en doğru ve en kesin bilgiler olayların görgü şâhitlerine dayanan rivâyetlerdir ki, yukarıdaki rivâyet de apaçık bu kapsama girmektedir. Dolayısıyla bu "tahrif"çilerin sudan bahânelerle bu "târihî" gerçeği değiştirmeleri mümkün değildir, onların tüm iddiâları asılsız birer safsatadan ibârettir!..
Surlara ilk sancak dikenin "Ulubatlı Hasan" mı, "Karışdıran Süleymân" mı olduğu meselesinin izâhı ise basittir: "Ulubat'lı" oluşundan da anlaşılacağı üzre, "Hasan" savaş sırasında Anadolu birlikleri içinde; "Karışdıran Süleyman" ise, oğlu Behiştî'nin rivâyetine göre o an "Rumeli beyleri" içindedir. Francis'in eserindeki notun sâhibi Anadolu askerinin bulunduğu tarafta savaştığı için, o an Hasan'ın sancak diktiğini görmüş ve bunu rivâyet etmiş; Rumeli tarafında savaşan râvîler ise, bizzat Behiştî'nin ifâdesiyle; "evvel Rûm-ili beglerinden hisâr-ı 'âlî-mikdâra çıkan"ın Süleyman Beg olduğunu görmüşler ve hâliyle bundan sözetmişlerdir.
Bu kayıtlara dayanarak, Anadolu askerlerinden surlara ilk sancak dikenin "Ulubatlı Hasan", Rumeli beylerinden ise "Karışdıran Süleymân" olduğu söylenilebilir.
Hüseyin Hüsâmeddîn'in "Amasya Târîhi"ndeki kaydına göre, Karışdıran Süleymân; Sultan I. Murad (Hüdâvendigâr)'ın şehâdetinden sonra Bursa'da pâdişahlığını ilân eden Bursa sancak beyi Şeh-zâde İbrâhîm'in vezîri olup, 1389 (h. 791)'de Yıldırım Bâyezîd tarafından bu şeh-zâde ile birlikte katledilen Süleyman Paşa'nın torunudur.(1) Ünlü Türk edebiyatçısı Saadettin Nüzhet Ergun bu eserdeki kayıtlara dayanarak, "Karışdırân" lâkabının ilk kez bu "Süleyman Paşa"ya verildiği ve ondan da torunu Süleymân Beg'e intikâl ettiği neticesine erer.(2)
Bursa'lı Mehmed Tâhir'in verdiği mâlûmâta bakılırsa, Karışdıran Süleymân Fâtih'in meşhur târihçisi Tursun Beg'in eniştesidir ve bu devirde Fâtih'in mâiyyetinde bir dönem defterdarlık yapmıştır: "Hazret-i Fâtih'üñ ma'iyyet-i hümâyûnında defterdârlık hidmetinde bulunan Karışdırân'lı Süleymân Beg'üñ kaynıdur."(3) Bu kayıt doğru ise, onun defterdarlık yaptığı dönem Fâtih Sultan Mehmed'in saltanatının İstanbul'un fethinden önceki iki yılına (m. 1451-1452) rastlamış olmalıdır.
Karışdıran Süleyman Beg'in, II. Bâyezîd dönemi şâir ve târihçilerinden Behiştî Ahmed Sinân Çelebi'nin babası olduğu, hem onun kendi sözlerinden, hem tahrir kayıtlarından, hem de şuarâ tezkirelerindeki bilgilerden açıkça anlaşılır.
O, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinin II. Mehmed (Fâtih) dönemini anlatan VII. cildinde babası "Süleymân Beg"den açıkça sözederek, onun Sultan II. Murâd döneminden beri Vize sınırında bir uç beyi olduğunu, İstanbul'un fethinde Rumeli beylerinden surlara ilk sancağı dikenin o olduğunu ve bundan ilham alan diğer erlerin de galeyâna gelerek, bir anda bütün surları sancaklarla doldurduğunu söyler:
"Evvel Rûm-ili beglerinden hisâr-ı 'âlî-mikdâra çıkan merhûm-ı mağfûr vâlidüm (babam) Süleymân Beg idi dirler. Sultân Murâd-ı [kudsî-] nicâd zamânından berü iyâleti vilâyet-i Vîze imiş, ol eyyâmda ser-hadd-i mülk-i ehl-i İslâm imiş; sedd-i sınûr idüb memleket muhâfaza idermiş. Kudret-i pazû-yı takdîr nasîr olub, sancağını ol dilîr-i kâm-yâb eline alub, Hurşîd-i cihân-tâb gibi evc-i âsumâna çıkarmış. Kulle'-i kal'a'-ı fürû'-ı âfitâb râyet-i zafer-intisâb-ile ve şu'â'-i bâyice'i yüstehakk-ı sa'âdet-me'âb-ile münevver-i rûşen oldı, anı görüb feleklere melekler âferîn-ü tahsîn itdükden soñra didiler ki: 'Gâyet-i şecâ'at ve nihâyet-i şehâmet ancak olur!' …Anı görüb sâyir (diğer) begler dahı ikdâm-u ihtimâm eyleyüb, a'lâm-ı nusret-encâmı bâm-ı felek-i a'lâya çıkardılar; tekbîr-ü tehlîl âvâzından 'âleme velvele tolub zemîn-ü âsumâna zelzele düşdi."(4)
Bu satırlar, İstanbul surlarında Türk sancağını dalgalandıran ilk Rumeli beyinin "Karışdırân Süleymân" olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir.
Karışdırân Süleymân hakkında, oğlu Behiştî'nin muâsırı olan diğer kaynaklarda sâdece onun İstanbul'un ilk subaşısı olduğu bilgisi tekrarlanır.
Ünlü Osmanlı şâir ve devlet adamlarından Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi, İstanbul'un fethi hakkında yazılmış en güzel fetih-nâmelerden biri olan "Mahrûse'-i İstanbûl Feth-nâmesi" adlı eserinde, Fâtih Sultan Mehmed'in fetihten önce askerlerine büyük bir vaadde bulunarak: "Her kim mukaddem (ilk önce) gedüge çıka, eger dirlük tasarruf itmemiş kimse ise 'âlî himmetler olub, ziyâde-cihet ola! Ve eger dirlik yeyenlerden ise, tîmâr eri ise büyük su-başı ola! Su-başı ise sancak begi ola! Sancak-begi ise begler-begi ola! Eline hükm-i şerîf dahı sadaka olına! Tâ nesli munkarız olıncaya (kesilinceye) degin, evlâd-ı ekbâdı devlet-i Âl-i 'Osmânî'de ki, tâ kıyâmet bâkî-vü pâyende olsun, her zamânda mer'î (riâyete şâyân) ve muhterem ola!" diye îlân ettirdiğini bize haber vermektedir.(6)
Bu büyük devlete mazhar olan kutlu askerin, pâdişâhın mâiyyetinde bulunan "Karışdıran Süleymân Beg" olduğunu ve fetihten sonra İstanbul'un îmârı işinin Sultan Mehmed tarafından ona tevdî edildiğini de, Tâcî-zâde'nin "Fetih-nâme"sindeki şu sözlerinden öğreniyoruz:
"Şehrüñ ta'mîri hem-hvâbe'-i zamîr-i münîri olub, 'Karışdurân Süleymân' dimekle ma'rûf bir yarâr ve mu'temed kulını su-başı nasb eyleyüb buyurdı ki: 'Memâlik-i mahrûseden her kim ki gelüb, bu Belde'-i tayyîbe'de vatan tutub ikâmet niyyetin ide, her kangı evi murâd-u ihtiyâr iderse, sâbıku'z-zikr (yukarıda zikrolunan) su-başıdan tezkere alub Südde'-i murâd-bahşa (saraya) gele, mülk-nâme'-i hümâyûn sadaka olına!'"(7)
Fâtih muhâsaradan önce surlara ilk çıkan kişiye, tımar eri ise subaşı olmayı, subaşı ise sancak beyi olmayı, sancak beyi ise beylerbeyi olmayı vaadettiğine göre; subaşılığa tâyin edilen Karışdırân Süleyman Beg'in bu târihte sancak beyi olmadığı, Bursa'lı Mehmed Tâhir'in naklettiği gibi belki de defterdarlık yaptığı anlaşılmaktadır. Fâtih'in defterdarlığını yaptığı için bu târihlerde Rumeli "beg"leri arasında yer alan Karışdıran Süleyman'a, vazîfesi gereği "subaşılık", yâni bir bakıma "vâlilik" görevi tevdî edilmiş ve böylece o "İstanbul'un ilk vâlisi" olarak târihe geçmiştir.
Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi'nin bu kayıtları, asrın meşhur müverrihlerinden Âşık Paşa-zâde ve onu tâkip eden Rûhî ve Neşrî'nin rivâyetleriyle iyice kuvvet kazanır. Âşık Paşa-zâde onun subaşılığa tâyinini: "Sultân Muhammed Gâzî kim İstanbûl'ı feth itdi, su-başılığını kulı Süleymân Beg'e virdi ve cemî'-i vilâyetlerine kullar gönderdi kim: 'Hâtırı olan gelsün, İstanbul'da evler, bağlar ve bağçalar mülklige gelüb dutsun!' didi." şeklinde naklederken;(8) Rûhî: "İstanbûl'uñ su-başılığın Karışdırân Süleymân'a virüb…"(9) cümlesiyle ve Neşrî: "Sultân Muhammed çün kim İstanbûl'ı feth itdi, su-başılığı Süleymân Beg kulına virdi: 'Şehri 'imâret itmek ardınca ol!' didi." ifâdeleriyle aktarır.(10)
Ünlü Osmanlı müverrihi Kemâl Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân" adlı eserinin Fâtih dönemini anlatan "VII. Defter"inde, İstanbul'un fetihten sonraki îmârına "Zikr-i Ta'mîr-i Şehr-i Kostantîn" adında özel bir bölüm tahsis ettiği hâlde,(11) Karışdıran Süleymân Beg'in subaşılığa tâyininden ve şehrin tâmiri işini onun üstlendiğinden hiç sözetmemiştir.
Fetihteki büyük başarısı nedeniyle İstanbul'un ilk subaşısı olmakla ödüllendirilen Süleyman Beg'in, sonraki 3 yıl içinde (1453-1456) Sultan II. Murad zamânında olduğu gibi sancak beyliğine tâyin edildiğini, ancak bir süre sonra bu görevinden azledildiğini ve daha sonra gösterdiği yeni bir dilâverlik örneği sâyesinde kendisine yeniden sancak beyliği verildiğini de, yine oğlu Behiştî'nin başka bir kaydından öğreniyoruz.
"Tevârîh-i Âl-i 'Osmân"ın "VII. cild"inde Hicrî 860 (m. 1456) yılında düzenlenen Belgrad Seferi öncesi babasının bir sebeple görevinden azledilmiş olduğuna işâret eden Behiştî, sefer zamânı iki yüz kişilik yardımcı bir kuvvetle kale önlerine gelen ve büyük yararlılıklar gösteren Süleyman Bey'in, savaştan sonra pâdişahtan taltif görerek yeni bir sancağa atandığını ifâde eder:
"İttifâk, merhûm-u mağfûr vâlidüm (babam) Süleymân Beg -rahmetu'llâhi 'aleyh- ol zamânda ma'zûl (azledilmiş) imiş, sâyir sancak beglerinden mümtâz (ayrı) kendü kullarıyla hisâra karîb (yakın) bir yirde konmış. İttifâk, bu ma'reke-vü bî-kârda (neticesiz savaşta) hâzır bulınub, Süleymân-ı zamân Sultân Muhammed Hân at salduğı mahallde, yanında hâzır bulınur iki yüz mikdâr hidmetkârlarıyla ol nâm-dâr cenkde sarf-ı iktidâr idüb (güç harcayıp), gâyetde dilâverlükler ile şecâ'atin-şehâmetin (cesâretini ve yiğitliğini) Hazret-i Sultân-ı sâhib-kırân görüb, ol gavgânuñ 'akabince envâ'-ı ri'âyetler idüb, yine 'âlî sancak virüb ri'âyetler eylemiş."(12)
Behiştî babasına ihsan edilen sancağın hangi sancak olduğunu belirtmese de, burası hakkında "'âlî sancak" ifâdesini kullanması, sözkonusu sancağın büyük ve meşhur sancaklardan biri olduğunu gösterir. Hayatının son yıllarını Bursa'da geçiren Karışdıran Süleyman Beg'in, Belgrad seferinden sonra atandığı sancak da muhtemelen burası olmalıdır.
Hayâtının son yıllarını Bursa'da geçiren Karışdıran Süleymân, muhtemelen Fâtih Sultan Mehmed'in saltanatının sonlarına doğru burada vefât etmiş olup, türbesi Muradiye Mahallesi'nde, İkinci Murâd ve şehzâde türbelerinin karşısında yer alır. Dış görünüşü itibâriyle XV. yüzyıl Osmanlı mîmârî özelliklerini taşıyan türbenin üzeri kubbe ile örtülü olup, duvarları taş ve tuğla ile karışık olarak örülmüş ve kenarlarında birer pencere bırakılmıştır. Türbede mezartaşı ve kitâbe bulunmadığı için, esâsen mevcut şekliyle bu türbenin Karışdıran Süleyman Beg'e mi, yoksa kendisiyle aynı lâkabı taşıyan dedesi Süleyman Paşa'ya mı âit olduğu tam olarak anlaşılamamaktadır. Yaptığımız tüm araştırmalara rağmen, Karışdırân Süleymân Beg'in kaybolan mezartaşı ve kitâbesini bulamadık, mevcûdiyetine dâir herhangi bir iz ve işârete de rastlayamadık. Süleyman Beg'le ilgili çok ayrıntılı olmasa da; kısa, fakat doğru bilgiler elde etmemize yarayacağını tahmin ettiğimiz bu nişâneler herhâlde tamâmen ortadan kaybolmuştur.
Mehmed Ziyâ Bey'in "İstanbul ve Boğaziçi" adlı eserinde Karışdıran Süleymân Beg'in türbesi hakkında verdiği şu bilgiler, türbeye âit bu unsurların uzun süreden beri kayıp olduğunu göstermektedir:
"Subaşı Karışdırân Süleymân Beg Bursa'da, Murâdiye'deki selâtîn ve şehzâdegân türbelerinin şark-ı cenûbî (güneydoğu) cihetinde, Sultân Murâd Hân-ı sânînin (İkinci Murâd Hân'ın) hamâmı sırasında ilk tarz-ı mi'mârîmizde olmak üzre taş dîvâr, tuğla, hatıl ile yapılmış kubbeli metîn ve zarîf bir türbe derûnunda medfûndur. Türbe esâsen bir bahçe ortasında imiş. Fakat el-yevm (bugün) harâb ve mezbele hâlindedir. İçerisinde muntazam sandukası, seng-i mezârı (mezartaşı), kitâbesi varmış. Şimdi bunlardan nâm-u nişân yokdur. Bursa Evkâf İdâresi'nde mahfûz Muhâsebe defterinde mûmâ-ileyh Karışdırân Süleymân Beg'in 995 târîhli vakfiyesi mukayyed ve müseccel (kayıtlı ve tescilli)dir. Yenişehir'de evkâfı (vakıfları) vardır."(13)
Bu vakıfların bir kısmının ona atası Süleyman Beg'den intikâl ettiği düşünülebilir. Edirne'de tesis edilmiş olan "Ali Beg bin Hamza Subaşı Vakfı"na âit bir tahrir kaydında da, Karışdıran Süleymân Beg'in "Hızır Ağa Mahallesi"nde bir mülkü bulunduğunu ve bunun daha sonra vârislerine intikâl ettiğini görmekteyiz.(14)
Hakkında ancak cüz'î bir mâlûmât verebildiğimiz Karışdıran Süleyman Beg hakkında, İstanbul'un o dönemle ilgili tahrir kayıtları araştırıldığında daha esaslı ve orijinal bilgiler elde edilebileceğinde şüphe yoktur.
(1) H. Hüsâmeddîn, "Amasya Târîhi", c. 3, s. 147, 149. bas.: Necm-i İstikbâl Mtb., İstanbul, 1927.
(2) S. Nüzhet Ergun, "Türk Şâirleri", c. 1, s. 796, bas.: İstanbul, 1936.
(3) Bursa'lı Mehmed Tâhir, "Osmânlı Mü'ellifleri", c. 3, s. 82-83. Bas.: Matba'a'-i Âmire: İstanbul, 1333.
(4) Behiştî Ahmed Sinân Çelebi, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", c. VII, British Museum, Add. Gr. Mr.: 7869, vr. 158a-158b.
(5) Francis, "Şehir Düştü", s. 95-96, trc.: Kriton Dinçmen, bas.: İstanbul, 1992.
(6) Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi, "Mahrûse'-i İstanbûl Feth-nâmesi", İ.Ü. Ktp. TY, nr.: 2634, vr. 16a.
(7) Tâcî-zâde Ca'fer Çelebi, a.g.e., vr. 22b-23a.
(8) Âşık Paşa-zâde, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", s. 193, H. N. Atsız neşri, bas.: Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1949.
(9) Rûhî el-Edirnevî, "Târîh-i Rûhî", Oxford Bodleian Library, Marsh, nr.: 452, vr. 128a; H. E. Cengiz - Yaşar Yücel neşri, s. 449. TTK, Belgeler, XIV / 18 içinde.
(10) Mehmed Neşrî, "Kitâb-ı Cihân-nümâ", c. 2, s. 708, bas.: TTK, Ankara, 1957.
(11) İbn-i Kemâl, "Tevârîh-i Âl-i 'Osmân", VII. Defter (Tıpkıbasım), s. 93-96, nşr. Ş. Turan. TTK yayını, Ankara, 1954.
(12) Behiştî, c. VII, a.g.e., vr. 164b.
(13) Mehmed Ziyâ Bey (İhtifalci), "İstanbul ve Boğaziçi", c. 1, s. 201. bas.: Matba'a'-i Âmire, 1336.
(14) BOA, "Tapu Tahrîr Defteri", nr.: 1070, vr. 183