Allah-u Teâlâ'nın sevdiği ve seçtiği veli kullarından vazifeli olanlar muayyen zamanda toplantılar yaparlar. Bu toplantıların ekserisi Mekke-i Mükerreme'de ve Ravza-i Mutahhara'da olduğu gibi; emrolunduğu çeşitli yerlerde, hatta hiç akla gelmeyecek yerlerde de yapılır.
Onlar bu toplantılara emirle iştirak ederler ve çıkacak hükmü, verilecek emri beklerler.
O hüküm Allah-u Teâlâ'dan Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inden de zamanın kutbuna, nâibine gelir.
Bu toplantılara Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iştirak ettiği zaman kutbun hükmü yoktur, orada Resulullah Aleyhisselâm'ın hükmü vardır, o emir verir. Daha sonra nâib tebliğatı yapar ve emrin icrasına geçilir. Hükme göre hareket ederler, hiç kimse emirsiz kendi başına hareket edemez.
Onlar hizmetçidir, verilen emre bakarlar. Ve yalnız emredileni yapmaya sahib-i salâhiyettirler. Ve fakat umumi salâhiyet olmadan hususi salâhiyetin hiç hükmü yoktur. Şu kadar var ki kendilerine verilen salâhiyet dahilinde müzakere yaparlar. Kendi aralarındaki mevzularda görüşürler, konuşurlar. Ancak emir olan bir hüküm üzerinde istişare yapılmaz.
O emir Allah-u Teâlâ'nın hükmünü taşıdığı için bu hükümlere itiraz olmaz. En küçük bir müdahaleye salâhiyetleri yoktur. Veyahut değiştirilmesi için kalbinden dahi zerre bir arzu geçse nâkıstır.
Niçin? Hizmetçi olduğu için. Onlar Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem-in hizmetçileridir. Yalnız emre bakar ve emredileni yapar.
Allah-u Teâlâ nasıl murad ederse öyle tecelli eder. Değil bir kul; bir peygamber dahi ilâhî hükme karışamaz. Mülk O'nundur, dilediğine verir. Mahlûkun hükmü yoktur, dilediği şekilde tecelli eder.
Bu toplantılara katılanların durumunu size şöyle arzedelim:
Allah-u Teâlâ dilerse şahsı o mecliste bulundurur, dilerse rûhâniyetini bulundurur, hangisi emrolunmuşsa... Yani o anda kişi otururken, rûhâniyeti toplantıya iştirak eder veya kişinin bizzat kendisi iştirak ederken, rûhâniyeti bedel olarak burada bulunur. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediği gibi hareket ettirir, mahlûkun hükmü yoktur.
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur.
Bu veliler dört kısımdır:
1- Kendisinin veli olduğunu bilir, halk da bilir.
2- Kendisi bilir, halk bilmez.
3- Halk bilir, kendisi bilmez.
4- Kendisi de bilmez, halk da bilmez.
Niçin kendisi bilmez? Çünkü o onu kendisine yakıştırmaz da onun için. Allah-u Teâlâ onu perdelemiş ve saklamıştır.
Bu velilerin hepsi vazifeli değildir, vazifeli olanların sayısı azdır.
Bunların en hayırlısı beş yüzdür. Bu beş yüzün içinden kırk kişi süzülür. Kırk kişinin içinden yedi kişi süzülür. Yedi kişinin içinden beş kişi süzülür. Beş kişinin içinden üç kişi süzülür. Üç kişinin içinden de bir kişi süzülür.
O bir kişi ahirete intikal ettiği zaman onun yerine üçten birisi seçilir ve böylece her boşalan yere bir sonraki mertebeden takviye edilir. Ve nihayet en son olarak vefat eden bir velinin yerine de avamdan bir kimse geçirilir ve bu yüz yirmi dört bin veli her zaman için mevcuttur. Artar eksilmezler.
Bunlar vazifelerine göre; "Kutup", "Nücebâ", "Ebdâl", "Evtâd", "İmâmeyn", "Gavs", "Ümena", "Nükebâ", "Meczûb"... gibi isimler alırlar.
Onların hayatları sırdır, Allah bilir, her yerde emniyettedirler.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'de buyurur ki:
"Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez."
İsmi cismi bilinir, bilinmeyen rûhâniyeti ve nurâniyetidir.
"Seni hakiki mârifetinle lâyık bir mârifetle tanıyamadık ey Ma'ruf!"
O öyle bir Allah'tır ki, yalnız O kendi kendini bilir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir." (Ahzâb: 23)
Bunlar Allah'a gönülden bağlı olup, söz verenler ve hükmünü Hakk'tan bekleyenlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedî saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bârî için gayret sarfetmektedir.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara: "Ne kadar sâdık!" denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik'ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: "Bu benim sâdık kulumdur." der, onun her işini halleder.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf: 196)
Âyet-i kerime'si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hârise -radiyallahu anh- Hazretlerine: "Senin imanının hakikatı nedir?" diye sorduğunda:"Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim, nefsimi dünyadan çektim." diye cevap vermişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bundan sonra ona:
"Ârif oldun, bildin, devam et." buyurdular.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Herşeyin bir madeni vardır. Takvânın madeni de âriflerin kalpleridir." (C. Sağîr: 7320)
Âlimin veliye ihtiyacı çoktur, velinin ise âlime ihtiyacı yoktur.
Nitekim Musa Aleyhisselâm'ın, Hızır Aleyhisselâm'ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi "Ledûn ilmi" idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm'a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatleri ona açtı ve ayrıldı.
Âlim cahil insanları, veli ise âlimleri terbiye eder.
Veliyi terbiye eden de bizzat Allah-u Teâlâ'dır ve Resulullah Aleyhisselâm'dır.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." buyuruluyor. (Bakara: 282)
Muallimleri Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil, vehbidir. Herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. O'nun akıtması, O'nun bildirmesi, O'nun göstermesi ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i imrân: 13)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd: 29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurabilir.