Ölüm, dünya hayatı ile ahiret hayatının dengesi ve hikmetinin anlaşılması için son derece lüzumlu bir hadisedir.
Önce hayatın değerini ortaya koyar, sonra da ahiret hayatının lüzumunu belirler.
O halde fâni dünya hayatı ile bâki ahiret hayatının birbirini tamamladığını, biri olmayınca diğerinin mânâsız kalacağını bilen ve inanan kimseler, ölümü bu hayatın ayrılmaz bir parçası olarak görürler ve ona hazırlıkla meşgul olurlar.
Allah-u Teâlâ kudretini ve varlığını delil getirerek kulları üzerinde yegâne tasarruf sahibi olan yaratıcılığını misal vererek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü iken sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir. Tekrar O'na döndürüleceksiniz." (Bakara: 28)
Daha önce hayattan mahrum birer zerreden, birer nutfeden ibaret iken, daha sonra onlara hayat verdi ve idrak sahibi yaptı. Mukadder vakti gelince bu dünya hayatından mahrum bırakacak, kıyamet gününde tekrar hayat verecek.
Ölüm, bu fâni âlemdeki hayat yolculuğunun sona ermesi ile bekâ âleminde geçirilecek ebedî hayatın başlangıç noktasıdır. Biri fânî, diğeri ebedî olan iki hayat arasında bir köprüdür. Dünya ahiretin bir tarlasıdır. Her doğan ölür, her gelen gider.
Dünyanın yıkılışı büyük kıyamet, insanın ölümü ise küçük kıyamettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" buyuruyor. (Hicr: 99)
Ölüm, dar ve sıkıntılı bir evden, çok geniş ve o nispette ferah bir eve taşınmaktır. Ebedî yaşamanın sırrı ve habercisidir. Ölüm eskiyen bedenin atılması ve ruhun yeni bir bedene bürünmesi demektir.
"Allah öleceklerin ölümleri ânında ruhlarını alır." (Zümer: 42)
Âyet-i kerime'si cesetlerin ölümüne işaret etmiştir.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik'ine ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Hâlik'ini dost edinen bir kimse şüphesiz ki dostuna bir an önce kavuşmak ister.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum." buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
"Her kim Allah'a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Kim Rabb'ine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabb'ine kullukta hiç ortak koşmasın." (Kehf: 110)
Ölüm için hazırlanmak; zulümleri bırakmak, günahlardan tevbe etmek ve ibadetlere yönelmekle olur.
Başı olanın mutlaka sonu da olacaktır. Dünyaya gelen mutlaka ölecektir. Bu, hayatın değişmez kanunudur.
Âyet-i kerime'de:
"Her insan ölümü tadacaktır." buyuruluyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût: 57)
Ölüm, dünya hayatı ile ahiret hayatının dengesi ve hikmetinin anlaşılması için son derece lüzumlu bir hadisedir. Önce hayatın değerini ortaya koyar, sonra da ahiret hayatının lüzumunu belirler.
O halde fâni dünya hayatı ile bâki ahiret hayatının birbirini tamamladığını, biri olmayınca diğerinin mânâsız kalacağını bilen ve inanan kimseler, ölümü bu hayatın ayrılmaz bir parçası olarak görürler ve ona hazırlıkla meşgul olurlar.
Allah-u Teâlâ kudretini ve varlığını delil getirerek kulları üzerinde yegâne tasarruf sahibi olan yaratıcılığını misal vererek şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölü iken sizi O diriltti. Sonra sizi öldürecek, ondan sonra da tekrar diriltecektir.
Tekrar O'na döndürüleceksiniz." (Bakara: 28)
Daha önce hayattan mahrum birer zerreden, birer nutfeden ibaret iken, daha sonra onlara hayat verdi ve idrak sahibi yaptı. Mukadder vakti gelince bu dünya hayatından mahrum bırakacak, kıyamet gününde tekrar hayat verecek.
Şüphesiz ki ölümden kaçış ve kurtuluş yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden kurtaramayacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nerede olursanız olun, sarp ve sağlam kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşır." (Nisâ: 78)
Herkes mutlaka ölecek, ölümden insanı hiçbir şey kurtaramayacaktır.
"Sonra onu öldürür ve kabre koyar." (Abese: 21)
Herkes için kesin bir ecel ve belirlenmiş bir âkıbet vardır.
Nitekim yatağında vefat eden Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri şöyle demiştir:
"Şu şu savaşlarda bulundum. Vücudumda ok ve kılıç yarası olmayan yer yok. Amma işte ben yatağımda ölüyorum. Korkakların gözü aydın olsun!"
"Sonra bize döndürüleceksiniz." (Ankebût: 57) (Bakınız. Enbiyâ: 35)
Kim O'na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Mülkün mutlak sahibi Allah-u Teâlâ insanları dünya sahnesine denemek için göndermiştir.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gücü yeter.
O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz'dir, çok bağışlayıcıdır." (Mülk: 1-2)
Halbuki ilm-i ezelisinde kimin ne yapacağını biliyordu. Daha cenin halindeyken kişinin takdirini dürmüştü. Fakat kulun kendisi de görsün diye sahneye göndermiştir. "Amelin en güzel olması" liveçhillâh, yalnızca Allah için olması demektir. Doğru olması Rızâ-i ilâhi'ye uygun olması demektir.
Hayat deneme ve mükellefiyet yeridir, ölüm ise ceza ve mükâfat yeridir; orası imtihanın sonucudur.
Ölümü daima gözönünde bulunduran bir kimse, hazırlığını ona göre yapar. Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerine hakkıyla riâyet ederek ubudiyet vazifelerini yerine getirmeye çalışır. Yapacağı amellerin en güzelini yapmaya gayret eder.
Hayat, her kemalin ve lezzetin esası olması itibariyle insanlar hakkında nimet olduğu gibi; ölüm de dünyadan ahirete intikal vasıtası olduğu için, insanlar için hayat gibi bir nimettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu dünyada güzel işler yapanlara güzellik vardır, ahiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır.
Takvâ sahiplerinin yurdu ne güzeldir!" (Nahl: 30)
Dünya hayatında amellerini güzelleştirenlere Allah-u Teâlâ hem dünyada hem de ahirette iyilik verir. Onları istikamete yöneltir, hayat ile ölüm arasında ecel gelinceye kadar sırat-ı müstakimden ayırmaz.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında yer üzerine değnekle bir kare çizdi. Onun ortasından yana doğru bir çizgi çekti. Bu çizgiden de yukarıya, aşağıya bir kaç hat çekti ve buyurdu ki:
"Şu insandır. Şu da insanın ecelidir ki, insanı tamamen kaplamıştır. Şu ecel çizgisinden dışarıda kalan hat ise insanın gayesidir.
Dışarıya uzanan hattan aşağı ve yukarı çıkan hatlar ise insanın başına gelecek âfetler ve musibetlerdir. İnsan bunun birini geçerse bir başkası gelir. Onu da geçerse bir başkası.
Onu da geçerse ecel gelip çatar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2164)
İnsanlar kimi zaman musibetlerle, kimi zaman nimetlerle, kimi zaman darlık kimi zaman bollukla, kimi zaman hastalık kimi zaman sıhhatla imtihandan geçmektedirler.
Allah-u Teâlâ insanlara mal ve can vermiş, insanları bunlarla imtihan etmektedir. Bu imtihan ecel gelinceye kadar devam eder.
Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imrân: 186)
"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz.
Resul'üm! Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)
Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve yönelenlerdir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)
Bu bir teslimiyettir ve Hakk'a boyun eğmektir. Bunu yalnız dil ile değil bütün kalıbı ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.
Böylece O'ndan çıkacak hükm-i ilâhiyi peşin olarak kabul ettikleri gibi, vakti gelirse O'na döneceklerini de belirtmiş oluyorlar.
Onların bu samimi itirafları ve ihlâsla yönelmeleri neticesinde Allah-u Teâlâ onlara iltifatta bulunmaktadır:
"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"İki şeye (sabır ve sığınmaya) karşı verilen iki şey (mağfiret ve rahmet) ve ayrıca yapılan ilâve (hidayete erdirilmek) ne kadar güzeldir!"
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
"Mümin iki korku arasındadır. Birisi geçmiş ömrü hakkındadır, ki Allah-u Teâlâ'nın geçmişine dair kendisine ne gibi bir muamele edeceğini bilmez. Diğeri ise geri kalan ömrüne dairdir ki, burada da Allah-u Teâlâ'nın kendisi hakkında ne gibi bir hüküm vereceğini bilmez.
Binaenaleyh kul kendisinden kendisi için, dünyasından ahireti için, hayatından ölümü için ve gençliğinden ihtiyarlığı için azık alsın. Çünkü dünya sizin için, siz ahiret için yaratılmışsınız.
Hayatım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; öldükten sonra affı mucip bir amel yapılamayacağı gibi, dünyadan sonra da cennet veya cehennem olmak üzere iki yer vardır." (Beyhakî)
Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ımız Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri kullarına en büyük öğütlerinden birisini vererek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa O'na yaraşır şekilde öylece korkun.
Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin." (Âl-i imrân: 102)
Allah-u Teâlâ'nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyuruyor:
"Aranızda ölümü biz takdir ettik. (Ne zaman öleceğinizi belirleyen biziz.)" (Vâkıa: 60)
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
"Ve bizim önümüze geçilmez." (Vâkıa: 60)
Hiç kimse O'nu iradesinden alıkoyamaz. Her dilediğini dilediği şekilde yapar.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ömrü uzayanın ömrünün uzaması, ömrü kısalanın ömrünün kısalması kitapta (Levh-i mahfuz'da) yazılmıştır." (Fâtır: 11)
Ömrünün uzaması veya kısalması muhtelif sebeplerle olur. Meselâ Levh-i mahfuz'da "Filân kimse şu hayırlı işi yaparsa ömrü altmış, eğer o işi yapmazsa kırk beş sene olacağı" yazılıdır. Fakat bu sebeplere nispetle uzama veya kısalma olması, kullara göredir. Yoksa ilm-i ilâhiye göre değildir. Çünkü ilm-i ilâhi'de değişme olmaz.
"Şüphesiz ki bu da Allah'a göre çok kolaydır." (Fâtır: 11)
Çünkü Allah-u Teâlâ Fâil-i mutlak'tır, vasıtaya muhtaç değildir. Kullarının iyiliğine olan her hususta birçok sebepler ve vasıtalar yaratmıştır.
"O sizi çamurdan yaratmış, sonra da size bir ecel takdir etmiştir. Bir de O'nun katında belli bir ecel vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe edip duruyorsunuz." (En'âm: 2)
Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhide takdir edilmiş ve Levh-i mahfuz'da yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'ya göre çok kolaydır. O'na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
"Allah eceli gelince hiçbir canı geri bırakmaz. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır." (Münafikûn: 11)
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da, sözünde samimi olanı da en iyi bilen ve ondan haberdar olandır.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce ahiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiçbir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı nasip etmemiştir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Biz senden önce hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?" (Enbiyâ: 34)
Devlet ve milletlerin de fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır. Fertler doğduğu, büyüdüğü, ihtiyarladığı, sonunda da öldüğü gibi; devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah-u Teâlâ'nın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışır. Fertler gibi, bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz hiçbir memleketi yok etmedik ki, onun mutlaka bilinen bir yazısı olmasın.
Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de ondan geri kalır." (Hicr: 4-5)
Gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak, gerekse halkını yok etmek veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiçbiri körü körüne, tesadüf olarak helâk edilmiş değildir. Her biri Allah-u Teâlâ'nın hikmeti gereğince takdir edilip, Levh-i mahfuz'da yazılmış şaşmaz yazısı gereğince helâk edilmişlerdir.
Binaenaleyh şimdiki küffar kavimler de kendileri için mukadder olan zaman gelince, bütün şevketlerine rağmen lâyık oldukları âkıbete kavuşmuş olacaklardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Hiçbir millet ne süresinden ileri geçebilir, ne de geri kalabilir." (Müminûn: 43)
İlâhi takdiri hiç kimse bozmaya kâdir değildir.
"Her ümmetin (hayatlarının son bulacağı) belirli bir eceli vardır.
Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçebilirler." (Yunus: 49) (Bakınız. A'râf: 34)
Onun her hükmü zamanında meydana gelir. Ceza zamanı geldiğinde ise hiçbir surette tehir edilmez.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde zulümlerine rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
"Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler." (Nahl: 61)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde yahudilerin yeryüzünde iki defa bozgunculuk yaptıklarını ve bunun karşılığı olarak da başlarına gelen felâketleri bir ibret numunesi olarak haber veriyor:
"İsrailoğulları'na Kitap'da: 'Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkarıp bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz.' diye bildirdik.
Birinci bozgunculuğunuzun ceza vakti gelince üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketin her köşesini kontrollerine alacaklar, evlerin aralarına girip sizi araştıracaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.
Bunun ardından sizi o istilâcılara tekrar galip getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek, sayınızı artıracağız." (İsrâ: 4-5-6)
"İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir.
İkinci bozgunculuğunuza karşı vaadedilen cezanın vakti erişince; yüzlerinizi kararta kararta kötülük yapmaları, önceden Mescid'e girdikleri gibi yine girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri, mahvetmeleri için tekrar göndereceğiz.
Umulur ki Rabb'iniz size merhamet eder, acır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi kafirlere bir zindan kılmışızdır." (İsrâ: 7-8)
Uhud savaşında münafıklar ikiyüzlülük yapmışlar, müslümanlar arasında bozgunculuk yapmaya, nifak sokmaya kalkmışlardı.
İçlerinden bazıları Resulullah Aleyhisselâm'a açıklayamadıklarını içlerinde gizliyorlar "Bizim sözümüz dinlenseydi biz buraya gelip öldürülmezdik. Aklımız olsaydı Muhammed'in sözüyle buraya kadar gelip arkadaşlarımızı öldürtmezdik!" gibi lâflar ederek nifaklarını ortaya koydular.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Resul'üm! De ki:
Eğer sizler evlerinizde dahi kalmış olsaydınız, öldürülmesi takdir edilmiş olanlar, öldürülüp düşecekleri yerlere kendiliklerinden çıkıp giderlerdi." (Âl-i imrân: 154)
Hazer (sakınma) kaderi delemediği gibi, tedbir de takdire karşı direnemez.
Ömür Allah-u Teâlâ'nın yed-i kudretindedir. Ecel kendileri için takdir edilmiş olanlar, ölümleri nerede ve ne zaman takdir edilmişse, kendi ayakları ile oraya kadar giderler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." (Lokman: 34)
Allah-u Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.
"De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır." (Cum'a: 8)
Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda sağlamaz. Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları ölüme doğru çekmektedir. Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.
"Sonra görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'a döndürüleceksiniz." (Cum'a: 8)
Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden aslâ kurtaramayacaklardır.
"O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir." (Cum'a: 8)
Kim O'na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah'ın izni olmadan hiç kimse ölmez. O belli bir süreye göre yazılmıştır." (Âl-i imrân: 145)
Ölüm aslâ ileri de gitmez, geri de kalmaz. Bilinen bir süre ile tayin ve takdir edilmiştir.
"Her kim dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret sevabını isterse ona da bundan veririz.
Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız." (Âl-i imrân: 145)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde kullarını geceleyin uykularında kendilerinden geçirmek suretiyle öldürdüğünü beyan buyuruyor:
"Sizi geceleyin öldüren O'dur." (En'âm: 60)
Ruh uyku halinde zâhirden bâtına geçer. İnsan uykuya daldığı zaman ölü gibi kendini kaybeder, şuur ve idrakine sahip olamaz. Çünkü uyku küçük ölümdür. O artık her haliyle Allah-u Teâlâ'nın kabza-i ilâhisindedir. Onu yeniden hayata döndürecek yegâne kudret O'dur.
"Gündüzleyin ne yaptığınızı bilir." (En'âm: 60)
O'nun ilminde hiçbir şey gözden kaçmaz. İster iyilik yapsın ister kötülük işlesin. O'nun katında hepsi bilinmektedir. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.
"Sonra belirlenmiş süre tamamlansın (eceliniz gelsin) diye gündüzün sizi diriltir." (En'âm: 60)
Uykudan uyanan insanlar tekrar hayata geçerler. Gün be gün bu deveran devam eder, tâ ki ömür tamamlanıncaya kadar.
Nihayet Allah katında herkes için ayrı ayrı belirlenmiş olan ecel gelir, büyük ölüm gerçekleşir. Artık kaçmak için hiçbir sığınak yoktur.
"Sonra dönüşünüz O'nadır." (En'âm: 60)
Büyük ölümden sonra dirilmek suretiyle varıp sığınılacak yegâne makam O'nun huzurudur.
"Sonra da O, yaptıklarınızı size haber verecektir." (En'âm: 60)
İlk insandan son insana kadar dünyaya ne kadar insan gelip geçmişse; hepsini birden diriltecek, kabirlerinden çıkaracak, mahşere sevkedecek, hesaba çekerek mükâfat ve mücâzâtını verecektir.
Bu Âyet-i kerime ayrıca uykunun ölüme, uyanmanın da yeniden dirilip kalkmaya açık bir delilidir.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ azamet ve ululuğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"O, kullarının üzerinde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir." (En'âm: 61)
Yarattıklarını emir ve iradesi altında döndürür, her şeyde her hadisede azametini gösterir.
Bütün mahlûkat O'nun kahhar olan hakimiyeti ve kudreti altındadır.
Allah-u Teâlâ büyük ölüm esnasında bedenlerdeki ruhları kabzetmek üzere vazifeli melekleri göndermek suretiyle ruhları alanın da, uyuma esnasında küçük ölüm ile ruhları alanın da kendisi olduğunu Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır.
Ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhunu yanında tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir." (Zümer: 42)
İnsanlar uyanıkken de uykuda iken de Allah-u Teâlâ'nın murakabası altındadırlar.
Allah-u Teâlâ ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanların ruhlarını alır, uyanıncaya kadar tutar, cesetlere bırakmaz sonra uyanırlar ve hayatları mukadder ecelleri gelinceye kadar devam eder.
Ömrü tamam olmuş, eceli gelmiş olanların ruhlarını ise tutar, bedenden alâkasını keser ve onlar bir daha uyanamazlar. Kıyamete kadar da bir daha o bedene dönüşü mümkün olmaz.
"Şüphesiz ki bunda iyi düşünen kimseler için öğütler ve ibretler vardır." (Zümer: 42)
Ölürken ve uykuda iken ruhların alınmasında, bunların alıkonulmasında veya belli bir süreye kadar bırakılmasında, Allah-u Teâlâ'nın azametinin enginliğine, kıyametin ve haşrın gerçekleşeceğine pek büyük ve açık deliller vardır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır.
"Sizden biriniz yatağına yatacağı zaman yatağını silksin. Çünkü oraya neler girdiğini bilemez. Sonra şöyle duâ etsin:
Ey Rabb'im! Ancak senin isminle yanımı yatağa koydum ve ancak senin iradenle kaldırabilirim. Ey Rabb'im! Uykudayken ruhumu alırsan bana rahmetini ihsan et. Tekrar cesedime yollarsan sâlih kullarını muhafaza ettiğin gibi muhafaza buyur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2147)
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun olanların yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün." (Bakara: 96)
Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla düşkün olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün olmaları son derece dikkat çekicidir.
"Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister." (Bakara: 96)
Nefislerine bu kadar düşkün, yaşamayı bu kadar seven kimselerin ölümü temenni etmeleri şüphesiz ki mümkün değildir. Bunların Allah'a ve ahirete zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten daha fazla hırsla sarılmazlardı.
"Oysa ki (bu şekilde uzun) yaşatılması, onu azaptan uzaklaştıracak değildir.
Allah onların yapmakta olduklarını görür." (Bakara: 96)
Burada sadece yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Birinizin başına (hastalık gibi) bir sıkıntı gelince, sakın ölümü dilemesin. Muhakkak dilemek zorunda kalırsa şöyle desin:
Allah'ım! Yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat. Ölmek hayırlı olduğu zaman da beni öldür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1916)
Kur'an-ı kerim'de şerefli olan bazı mahlûkatın üzerine yemin etmek âdet-i ilâhîdendir.
Allah-u Teâlâ Nâziat sûre-i şerif'inde bazı melek grupları üzerine yemin ederken can alan melekleri de katmıştır.
Şöyle ki:
"Andolsun söküp çıkaranlara!" (Nâziat: 1)
Ölüm meleği ve yardımcıları kâfirlerin ölümleri anında canlarını boğarcasına, son derece şiddetli ve çetin bir şekilde, parmak uçları ve tırnak altları gibi vücudun tâ derinliklerinden söke söke, çeke çeke alırlar. Sonra onlara cehennem kokusunu teneffüs ettirirler. Çok dalı ve budağı olan kızgın bir şişin yaş yünden çıkarıldığı gibi çıkarırlar.
"Andolsun yavaşça çekenlere!" (Nâziat: 2)
Müminlerin canlarını ise şefkat ve merhametle, sühulet ve yumuşaklıkla, rahatça ve usulca, sanki çözülmesi kolay bir düğümü çözer gibi kolayca alırlar.
Eceli gelmiş insanların canlarını almakla vazifeli olan melek Azrail Aleyhisselâm'dır. Allah-u Teâlâ ona Kuran-ı kerim'inde "Ölüm meleği" mânâsına gelen "Melek'ül-mevt" adını vermiştir. Dört büyük melekten birisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki:
Size vekil kılınan ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz." (Secde: 11)
Azrail Aleyhisselâm'a bu vazife Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş, O'nun adına vekil kılınmıştır. Allah-u Teâlâ'nın verdiği güç ve azametle herkesin öleceği günü, dakikayı ve saniyeyi bilir, dünyanın her tarafı ona göre müsavidir. Binlerce insanın canını bir anda almaya muktedirdir. Görülüyor ki kul yapısı bir teknikle bir şehrin yanıp duran aydınlatıcı ampulleri, bir düğmeye basmakla birden kararmaktadır. Allah-u Teâlâ tarafından vekil kılınan bir meleğin gücü ise tasavvur bile edilemez. Hiç kimse onun pençesinden kurtulamaz.
Gerçekte insanları öldüren Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Dirilten de öldüren de O'dur. Siz O'na döndürülüp götürüleceksiniz." (Yunus: 56)
Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ sebepler âleminde her türlü işi meleklerden bir meleğe vazife olarak vermiştir. Böylece ruhların alınmasına da Azrail Aleyhisselâm'ı memur kılmıştır. O başkan olup, beraberinde tâbileri ve yardımcıları vardır. Allah-u Teâlâ'nın vazifelendirip gönderdiği elçilerin alması, doğrudan doğruya kendisinin alması demektir.
Nitekim Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Size koruyucu (melekler) gönderir. Nihayet herhangi birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz onun canını alırlar. Onlar (bu hususta) hiç geri kalmazlar." (En'âm: 61)
Eceller sona erdiğinde, meleklerin şahısları koruması da son bulur.
"Sonra da o canları alınanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler.
Haberiniz olsun ki hüküm ancak O'nundur.
Ve hesap görenlerin en çabuğu O'dur." (En'âm: 62)
Ölmek üzere olan "Hâlet-i nezi"deki insanlar üç sınıfa ayrılır:
a- Mukarrebler:
Bunlar Hakk katında yakınlık kazanmış, manevi olgunluğa erişmiş olan sabikun, yani öncülerdir.
Allah-u Teâlâ onlar hakkında Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Ölen kişi Allah'a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim cenneti var." (Vâkıa: 88-89)
Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif'ler vardır.
O kişiye Âyet-i kerime'deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ'ya ulaşmak ister, Allah-u Teâlâ ise onun kendisine ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar.
Bu gibi kimseler taraf-ı ilâhiden şu hitapla taltif edilirler:
"Ey mutmain olan nefis! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak dön Rabb'ine. Gir sâlih kullarımın içine, gir cennetime!" (Fecr: 27-28-29-30)
Bu hitap ona hem vefat anında hem de kıyamet gününde söylenir.
Mutmain nefis; Hakk'ta karar kılmış, yakîn serinliğinin yatıştırmış olduğu nefistir.
Allah'ımızdan bizleri de o mübarek kulları ile beraber haşretmesini, onların maiyetlerinde bulundurmasını niyaz eyleriz.
"Ey Rabb'imiz! Ruhumuzu iyilerle beraber al!" (Âl-i imran: 193)
b- Ashâb-ı Yemin:
Bunlar amel defterleri sağlarından verilen müminlerdir. Ruhları alınırken bunlar da bir sıkıntı görmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Eğer sağcılardan ise; 'Ey sağcı! Sana sağcılardan selâm!' denir." (Vâkıa: 90-91)
Can boğaza gelmiş durumdaki mümin o selâmı kemâl-i meserretle alır ve rahatlar, dostluğun ünsiyetini hisseder.
Onların bir mükâfatı da meleklerin iltifatlarıdır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Rabb'imiz Allah'tır deyip, sonra da doğru yolda sebat edenlerin üzerine melekler iner ve derler ki:
(Ölümden) korkmayın, (dünyada bıraktıklarınızdan dolayı da) tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin!" (Fussilet: 30)
"Biz dünyada da ahirette de sizin dostlarınızız.
Çok bağışlayıcı, çok rahmet edici Allah'ın bir fazl-u keremi olarak canlarınız neyi isterse hepsi sizindir, ne isterseniz hepsi sizin!" (Fussilet: 31-32)
Melekler böylece onların bu yeni hayata intibakları sırasında onlara yardımcı olurlar. Kabirdeki yalnızlıklarında, Sur'a üfürülüş esnasındaki durumlarda kendilerini teselli edeceklerini, Allah-u Teâlâ'nın kendileri için her türlü üzüntü ve kederden yana emniyet altında olmayı takdir buyurduğunu müjdelerler.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar meleklerin: 'Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin!' diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir." (Nahl: 32)
Onlar ki, şirkten, şüpheden, her türlü kötülüklerden arınmışlar ve böyle bir takdir ve övgüye lâyık olmuşlardır.
c- İnkârcı Sapıklar:
Yüce Allah'a inanmayan, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ve bunun neticesi olarak amel defterleri sollarından verilecek olan kâfirlerin âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!" (Vâkıa: 92-93-94-95)
Bunlar bir başka Âyet-i kerime'de:
"Sonra siz ey sapık yalanlayıcılar!" (Vâkıa: 51)
Diye vasıflandırılarak kötülenmişlerdir.
İlk geldiklerinde onlara çekilecek ziyafet, aşırı sıcaklığından karınları eritecek olan kaynar sudur. Ne fena bir ziyafettir o kaynar su!
Onlar Allah-u Teâlâ'ya ulaşmaktan nefret ederler. Halbuki Allah-u Teâlâ onlarla buluşmaktan daha çok nefret etmektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah aslâ affetmeyecektir." (Muhammed: 34)
Zira küfrün affı yoktur. Ancak dünyada iman etmekle affolunur.
"Melekleri görecekleri gün, işte o gün suçlulara hiçbir sevinç haberi yoktur ve '(size sevinmek) yasaktır yasak!' derler." (Furkân: 22)
Allah-u Teâlâ onlara her türlü sevinçli haberi haram kılmıştır. Müjde ancak müminlerin hakkıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nefislerine zulmederlerken meleklerin canlarını aldığı kimseler (ölümü görünce) teslim olurlar.
'Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk!' derler.
Melekler de onlara: 'Hayır! Allah sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.' diye cevap verirler." (Nahl: 28)
Onlar kendilerini iman şerefinden mahrum bırakarak, göz göre göre felâkete sürüklemişlerdir.
Onların canları cehenneme, öldükleri andan itibaren girecek, kabirlerinde cehennemin sıcak yeli kendilerini kuşatacak, kasıp kavuracaktır.
Melekler canlarını şiddetle ve zor kullanarak, vura vura çıkartmaya çalışacaklar:
"Fakat melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?" (Muhammed: 27)
Azapları gecikse gecikse, ömürleri sona erene kadar gecikebilir.
Onlar bu âkıbeti kendileri istemişlerdi, kendi elleriyle seçmişlerdi.
"Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah'ı kızdıracak şeylerin ardınca gittiler ve O'nu râzı edecek şeylerden hoşlanmadılar.
Bu yüzden Allah onların işlerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 28)
Kâfirin ölüm zamanı geldiğinde melekler kendilerine azabı, cezayı, zincir ve halkaları, cehennemi ve kaynar suları, Rahman ve Rahim olan Allah-u Teâlâ'nın öfkesini müjdelerler.
"Bu zâlimler ölüm dalgaları içinde can çekişirken, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı teslim edin! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan ötürü, bu gün siz horlayıcı, alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız!' derken bir görsen!" (En'âm: 93)
Kendi ruhlarını çıkarmaya güçleri olmadığı halde, meleklerin bu emirleri azaplarını, hasretlerini artırmak, onları tâciz etmek içindir.
Azap melekleri ise ruhlarının cesetlerinden çıkması için yüzlerine ve kıçlarına şiddetle vururlar.
"Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve: 'Haydi, yangın azabını tadın!' diyerek canlarını alırken onları bir görsen!" (Enfâl: 50)
O kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun gerçekte ne acılar çektiğini ve ne hasretler içinde gittiğini dışarıdakilerin müşahede etmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime'de: "O anda onları bir görsen?" buyurulmasında büyük ibretler vardır.
Bu ayrılık anında, dünyadan kopmadan ve uzaklaşmadan dolayı öyle bir acı duyar, öyle bir ızdırap çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azaba, ardında lânet olarak o âleme sevkedilir. Yeniden dirilişinde de, mahşer yerinde haşroluşunda da bu minval üzere acılar sürer gider.
"İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez." (Enfâl: 51)
"Ve şüphesiz ki en son varış ancak Rabb'inedir." (Necm: 42)
Allah kullarının nazarlarını eninde sonunda canlarının çıkacağı ana ve o anda meydana gelecek olan korkulu dakikalara çevirmeleri için uyarı mahiyetinde Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır." (Kıyamet: 26)
Dünya hayatının sonu ve ahiret merhalelerinin ilk kapısı olan ölüm ve can çekişme hâli beyan edilerek, ahireti bırakıp da dünyaya bel bağlayanların belini kıran o büyük belânın ahirete de kalmayıp, dünyada iken başladığı gözler önüne seriliyor.
Ölüm işaretleri gelmiş çatmış. Yakınları etrafını sarmışlar. Bir şeyler yapabilmek için başında dönüp duruyorlar.
Çare aramak için çırpınan aile efradı tarafından:
"Kim afsun yapar, bunu kim tedavi eder acaba? denir." (Kıyamet: 27)
Kimi hekim çağırır, kimi üfürükçüden medet umar. İnanan da inanmayan da son bir teselli olmak üzere ona başvurur.
"Ve kendisi de bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar." (Kıyamet: 28)
İşler sarpa sarmış, can boğaza dayanmış, nefesi tıkanmış, ayrılık vakti gelmiş. Sevgili dünyasına "Elveda!" diye diye vedâ ediyor. Dünyasından ayrılma sıkıntısı ile ölüm sıkıntıları birleşmiş, el ayak karışmış.
"Ve bacak bacağa dolaşır." (Kıyamet: 29)
Artık onun işi bâki olan Allah'a kalmıştır.
"İşte o gün sevk Rabb'inedir." (Kıyamet: 30)
Hesabı görülmek, cezası verilmek üzere, itile kakıla, hakaretlerle O'nun huzuruna götürülür.
Ahireti bırakıp da dünyayı sevenlerin dünyada varacakları kötü son işte budur.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Ölüm sarhoşluğu bir gün gerçekten gelir." (Kaf: 19)
Bu ölümün başlangıç merhalesidir. Bu noktada perde kalkar, hakikati berrak bir şekilde görmeye başlar. Kendisinin de nasıl bir gidişle gitmiş olduğunu öğrenmiş olur.
Ona şöyle denir:
"İşte bu, senin öteden beri korkup kaçtığın şeydir!" (Kâf: 19)
O istiyordu ki, dünyada başıboş dolaşsın, ölüm ötesinde yaptığı işlerin karşılığını göreceği ikinci bir hayat olmasın.
Fakat hiç de onun dediği gibi olmadı, kaçtığı hakikat önüne çıktı, geri dönüş imkânı da kalmadı.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz." (Vâkıa: 83-84)
Etrafındakiler onun ölüm sarhoşluğunu görürler kurtaracak hiçbir şey yapamazlar, acizlik ve çaresizlik içinde kara kara bakar dururlar. Ortada sadece cesedi görürler, perde arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler.
"Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz." (Vâkıa: 85)
Onun o anda çektiği sıkıntıyı O bilir. Dilerse ruhunu pek kolay alır, dilerse güçlük çektirerek alır. İnsanlar bunların hiçbirini idrak edemezler. Onun başına gelen azabın bir zerresine bile mâni olamazlar.
Allah-u Teâlâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere hitaben şöyle buyuruyor:
"Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!..." (Vâkıa: 86-87)
Bunu yapamadıklarına göre, ki yapamazlar, ne kadar yalancı ve âciz oldukları teşhir edilmiş oluyor.
Âkıbetinin ölüm, bekleyeceği yerin kabir, ebedî kalacağı yerin cennet veya cehennemden biri olduğunu bilen bir kimse için, ölümü hatırda tutmaktan daha mühim, ölüm için hazırlık yapmaktan daha üstün bir tedbir olamaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız!" buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Bunu yapanlar akıllı kişilerdir. Akıl insana her şeyden önce bunun için gereklidir.
Ölümü daima göz önünde bulunduran bir kimse ölüm için hazırlık yapar, azık toplamakla meşgul olur, öldüğü zaman kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulur.
Diğer bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Ölümü çok hatırlayın. Çünkü ölümü hatırlamak günahları eritir, kişiyi dünyaya dalmaktan alıkoyar." (İbn-i Ebid-dünya)
Ölümü unutan, bütün gayesi dünya olan, ahiret hazırlığını aklına bile getirmeyen kimse öldüğü zaman kabrini cehennem çukurlarından bir çukur olarak bulur. Bu ise pişmanlıkların en büyüğüdür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Dünyada garip, yahut yolcu gibi ol, nefsini ehl-i kuburdan (kabirde imiş gibi) say!" (Tirmizî)
Bir insanda bu halin bulunması çok faydalıdır. Çünkü garip insan kötülük yapamaz.
Yolcu ise eline çantasını almış yol almakla meşguldür, geçtiği yerlerdeki güzelliklerle hiç ilgilenmez, aklı fikri hep varacağı yerdedir, durmadan yoluna devam eder.
Sonra kabirde bulunanların hali ile hallenmemiz tavsiye ediliyor. Şimdiden kabre girmiş gibi. Çünkü ölüme mahkûmuz.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Onu bu hususta terbiye etmek için birinci planda ölümü çok anmak ve çöl yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Nefse öleceğini, bilcümle malından, evlâtlarından ve sevdiklerinden ayrılacağını sık sık duyurmalıdır.
Mezar ve hasta ziyaretleri ile cenaze merasimlerine iştirak etmek, gönülde ölümü hatırlamayı tazeler.
Ömer bin Abdülaziz -rahmetullahi aleyh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Ölümü çok hatırla! Şayet bolluk içinde isen onu sana daraltır, darlıkta isen hayatını genişletir."
Çocuklara da ölümü küçük yaşlarda duyurmalı ve sevdirmelidir. Yoksa çocuk ölümü unutur, dünyaya sarılır, Hakk'tan uzaklaşır.
Vukuu muhakkak olan ölüm için elde fırsat dilde ruhsat varken hep hazırlıklı bulunmaya çalışmalıyız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ölümün eline düşmezden evvel (tevbe ve istiğfar ve haksız muamelelerini düzeltmek gibi ön hazırlıklar ile) ölüme hazırlan." (Câmius'sağîr)
Orada eyvah demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış olacak.
Kabir için hazırlanmak lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâli ve malı, kalan da amelidir." (Buhârî)
Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz daha hayatta iken kabrini kazan bir zâta: "Kabir kazmak marifet değil, kabir için hazırlanmak marifet" buyurmuşlardır.
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar, sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm. İşte insanların durumları da böyledir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Haşr: 18)
Çanta elimizde bulunsun, "İrcıîy!" dâvetinin ne zaman geleceği belli değil, amma gelecek. Her nefes bizi kabre çekiyor, ömür tükeniyor. Ölüm ve kabir için hazırlıklı olan bir kimse, ölümden irkilmez. Davet geldiği zaman hemen göçer. O zaten teslim olmuştu, emir bekliyordu, emir de geldi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir cenazede bulunuyorlardı. Kabir kenarına oturdular. Toprağı ıslatacak kadar ağladıktan sonra buyurdular ki:
"Ey kardeşlerim! Şurası için hazırlanınız!" (İbn-i Mâce)
Kalanla giden arasında bir gün fark var. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz yarın alttayız. Bu gün yataktayız yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra bekliyoruz.
Burası çalışma yeridir. Sermayenin en kıymetlisi de ömürdür. Burada yatarsak ahireti nerede kazanacağız?
Bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"İki mühim nimet vardır ki, insanlardan çoğu onda aldanıyorlar: Sıhhat ve boş vakit." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2019)
Cenâb-ı Hakk'a muhabbetin alâmeti yedidir, birincisi ölümü sevmektir. Çünkü ölüm mahlûku Hâlik'ine kavuşturan en güzel bir vasıtadır. Eğer ölüm sevilmezse dünya muhabbeti var demektir.
Hadis-i şerif'te:
"Ölüm müminin hediyesidir." buyurulmuştur. (Taberânî)
Şimdi nefsimizi bir yoklayalım. Ölmek mi istiyoruz, kalmak mı istiyoruz? Bu teraziye kendimizi koyalım. Neredeyiz ve nasıl yaşamamız gerekiyor?
Bize Allah gerek. Yarın kabirdeyiz, hiç kimseden fayda gelmeyecek. Bir daha da geri gelmeyeceğiz.
"Benimle arkadaş olur musun?" diyen bir zâta Sehl-i Tüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Birimiz ölünce ona ahirete kadar arkadaşlık edecek olan yalnız Allah-u Teâlâ olduğuna göre, şimdiden O'na arkadaş olmaya bak!"
Allah'ımız şiddetli kıştan evvel odun ve kömür almanın lüzumunu hisseden dünya aklını vermiş olduğu gibi; kabrin karanlığını görmeden önce onu nurlandırmanın lüzumunu anlayıp kavrayabilecek bir ahiret aklını da cümlemize ihsan buyursun.
Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde Rabb'ine şöyle niyaz etmişti:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim ve yardımcım sensin.
Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!" (Yusuf: 101)
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Yusuf Aleyhisselâm'ın bu niyazı hem kavmine hem de kendisinden sonra gelecek olan ve âkıbette İslâm üzere ölüp ölmeyeceklerinden emin olmayan kimselere büyük bir numunedir.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh-in de son sözü bu oldu.