İmâm Ebû Hâmid el-Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri, "İhyâ'-u 'Ulûmi'd-Dîn" adlı eserinden naklettiğimiz beyanlarında şöyle buyurmuşlardı:
"Bu 'mükâşefe ilmi'; sıddîkların ve mukarreblerin (Allah'a yakın olanların) ilmidir. Bu ilim, kalp temizlendiği, bütün kötü sıfatlardan soyunup nûra döndüğü zaman elde edilen bir ilimdir.
O nûrlu halden birçok hususlar inkişâf eder, bu sâyede birçok şeyleri görür. Kişi daha önce o şeylerin isimlerini işittiğinden, icmâlen mânâlarını tahmin eder. Fakat kalbi nûr hâline geldiğinde, bütün bu mânâları idrâk eder, kendisine geniş ufuklar açılır. Hattâ Allah-u Teâlâ'nın Zât-ı Ulûhiyyet'ini, sıfatlarını, fiillerini, dünya ve âhireti yaratmasının hikmetini, âhireti dünyaya tercih edişinin hikmet ve sebeplerini eksiksiz bir şekilde anlamış olur. Aynı zamanda nübüvvetin, peygamberin, vahyin, şeytanın, melâike lâfzının ve şeytanlar sözünün mânâsını da bi'l-hakkın bilir. Yine meleğin peygamberlere nasıl göründüğünü, vahyin peygamberlere ne şekilde indiğini ve bunların keyfiyyetini bütün inceliklerine kadar anlar." ("İhyâ'u 'Ulûmi'd-Dîn", 1. Kitab, 2. Bâb. "Âhiret İlimlerinin Kısımları" mevzûsundan naklen)
Çünkü o Allah-u Teâlâ'ya ve dinine öylesine inanmıştır ki, Allah-u Teâlâ'ya ve emirlerine inandığı gibi kendisine inanmaz. O varlık elbisesini soymuş, yedi perdeyi atmış, bir tek ten elbisesi kalmış, o da Hakk'a yapışmış, lâtif hâle gelmiş ve "Nûr" olmuş, kâmil imâna ermiştir.
"Yer ve gök âlemlerinin sırrına vâkıf olur."
Bu hususta Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri'miz: "Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." buyururlar.
Fakir de Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi ile O'nu gördüm, başka bir şey görmedim. Var olanlar "Ol!"dan ibarettir; "Ol!" diyor oluyor, "Öl!" diyor ölüyor. Bunlar O'nun örtüsüdür, O'na perdedir. Fakat "Nûr"dan yaratılmıştır. Vücud O, mevcud O… Başka bir şey yok!
"Kalbin hallerini ve kalpteki şeytan ve melekler arasında geçen mücâdeleyi bütün açıklığı ile görür; melekten gelen ilham ile, şeytanın vesvesesini ayırt edecek hassayı elde eder."
Kalp "Nûr" olunca, Allah-u Teâlâ ona vukûfiyyet kesbettirdiği zaman ibre o anda sağlanır; "Bu Rahmânî'dir, bu şeytânîdir!" der, kalp onu hassâsiyetle ayırt eder. Halkın anlaması güç olan şeylerin tefrîki onun için çok kolaydır, çünkü o Allah-u Teâlâ'nın tasarrufundadır. Bütün bu sırlar kendiliğinden akar; uğraşmak yok, çalışmak yok… Bu ise mârifetullah ehlinin "Hassü'l-hâs"larına âittir.
"Âhiretin, cennetin, cehennemin, kabir azâbının, sırat köprüsünün, mîzânın ve hesap gününde olacakların keyfiyyetini de apaçık bir şekilde bilir."
Ressam bir resim yapar, yaptığı resim görünür. Kalemini oynatmazsa çizgi olmaz, resim meydana gelmez. Allah-u Teâlâ da insanı hiç yok iken var etti, nimetlerle donattı, Kudretini kullanmazsa insan olmaz.
Biz bunları gözümüzle görür gibiyiz. O'nun varlığını, O'nun kudretini böylece seyrediyoruz. Ben hiçbir şey değildim, vâr etti; âzâlarımı yerli-yerine koydu, en güzel şekilde donattı. Güzel bir sıfat verdi ve öylece dünyaya getirdi. Biz buna gözümüzle görür gibi inanırız!..
"'Oku kitabını!.. Bugün hesap görücü olarak sen nefsine yetersin!' (İsrâ: 14) ve:
'Bu dünya hayâtı, bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Asıl hayat âhiret yurdundaki hayattır. Keşke bilselerdi!..' (Ankebût: 64)
Âyet-i kerime'lerinin mânâsını hakkıyla anlar."
Yaratılış şekillerini gözüyle gördüğü gibi, şimdiden o günü seyrediyor, Sâhib'ine öyle imân etmiş. Kendisine değil de Yaratan'a öyle imân etmiş…
Hayat tatlı bir hayâlât… Bugün üsttesin, yarın alttasın. Sinemada heyecanlı bir film seyredersin, heyecan duyarsın; elektrikler yandığı zaman heyecanından utanırsın. Çünkü onun resim olduğunu, hayâl olduğunu biliyorsun! İnsan kabre girdiğinde, perde açlıdığında da "Eyvah!" diyecek, fakat artık iş işten geçmiş olacak. "Eyvah!" demek için mi gönderildin sen?
Allah-u Teâlâ'nın ihsân ettiği imân ile kişi o hâle gelmeden evvel, gelmiş gibi görür ve kabul eder. Ona onu kabul ettiren imânıdır. Evet, böyledir; çünkü o Allah-u Teâlâ'ya inanmıştır, kendisine inanmamıştır. Yâni aklını dahi yürütmez, çünkü akıl mahlûktur, Hâlik'ın işine mahlûkun aklı ermez. Bu işler Allah'ın işidir, mahlûkun işi değildir; burada imân çalışır, akıl çalışmaz!..
Zâten "Ulü'l-elbâb" Allah-u Teâlâ'nın duyurması demektir. O "Ulü'l-elbâb"a varmıştır, çalışma yok artık. Evet, akıl büyük bir lütuftur, fakat hudûdu kadar. O "Ulü'l-elbâb"a vardığı zaman akıl mahlûk olarak kalır.
Her şeyi O yaratıyor, Sen O'nunla kâimsin; çünkü sen bir kabuktan ibâretsin!...
"Ayrıca Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O'nun Cemâl-i bâ-kemâl'ine bakmanın ve O'na mânen yakınlaşmanın ne demek olduğunu da anlar."
Hem de çok iyi anlar!.. Çünkü Allah-u Teâlâ öyle buyuruyor, öyle tecellî ediyor. Öylece husûle getiriyor ki, oradan anlıyor. Bu mahlûkun Hâlik'ına yaklaşması değildir, Hakk'ın mahlûkuna tecelliyâtıdır. Hâlik tecellî edecek ki o vâkıf olacak. Mahlûkun yeri değil orası… O ise; O'nun için her şey kolaydır!
"En yüce cemâatin arkadaşlığı ile hâsıl olacak saâdetin, melekler ve peygamberlerle berâber olmanın mânâsını da idrâk etmiş olur." ("İhyâ'u 'Ulûmi'd-Dîn", 1. Kitab, 2. Bâb. "Âhiret İlimlerinin Kısımları")
İtimat edin bunlar daha dünyada iken vukûfiyet kesbeder; değil âhirette, henüz dünyada iken onlarla hâllenir. Allah-u Teâlâ ona daha dünyada iken o hâli ihsân eder ve onlarla hemhâl olur.
Bütün peygamberler, bütün sıddîklar bu hâdisâtı biliyor, görüyor ve yakından ilgileniyordu. Onlar bu zamânı bekliyorlardı, zamanı gelince hepsi harekete geçti!..