Allah-u Teâlâ azmi nispetinde kulunu destekler, hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel bırakmaz.
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur." (Şems: 9)
Ebedî saâdet ve selâmete ermiştir. Umduğuna nâil, korktuğundan emin olmuştur. Allah-u Teâlâ onu Hakk yolunda yürümeye muvaffak kılmıştır.
Kalp temiz olursa kişiyi ibâdet ve taata sevkeder. Hasta insan, güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsivâ batağına düşmüş bir kalp de ibâdet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onları hidayete erdirecek ve hallerini düzeltecektir." (Muhammed: 5)
Buradaki temizlenmekten maksat, ahlâk-ı zemime adı verilen "Şehvet, gadap, kin, kibir, riyâ, hased..." gibi kötü huylardan temizlenmektir. Yoksa zâhiri temizlik ya da "Oruç tuttum temizlendim." gibi basit bir mânâ çıkarılmamalıdır.
Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır. Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması, sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir. Allah-u Teâlâ hiç kimseyi zorla kötülüğe sevketmez. Eğer kötülükte ısrar ederse onu bu temizlikten mahrum eder.
"Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 10)
Kendisini hidayetten mahrum bırakarak büyük bir tehlikenin tam ortasına atmıştır. Mertebesini düşürmüş, yönünü karıştırmış, her türlü sapıklıklarla gönlünü bulandırmış, ilâhî rahmetten bütünüyle mahrum olmuş, ahiretini harap etmiş, daha dünyada iken cehennemlikler zümresine katılmış, böylece de en büyük zarar ve ziyanı haketmiştır.
Küfürde ısrar edenleri Allah-u Teâlâ takva ve tezkiyeden mahrum eder, onu nefsine bırakır, böylece göz göre göre küfür yollarında ömrünü tüketmiş olur.
Dünyayı düşünüp nefsin arzularına uyan, Hakk ve hakikatten uzaklaşıp şeytan ile arkadaş olan kimse aslâ mükerrem olamaz. Süfli arzular peşinde oldukları için suretâ insandır, icraatları hep hayvânîdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
Nefsin meşru olmayan arzularına uymamak farzdır. Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Rabb'imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." (Yusuf: 53)
Nefis öyle bir mahlûktur ki, hem zâlimdir, hem kâfirdir, Allah-u Teâlâ'ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En üstün cihad budur. İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük düşmanlık onu öldürmesidir. Bu ise şehitliğine vesile olduğu için, onu en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde mânevî hayatı ölürse ebedî hayatı mahvolur.
Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur'an-ı kerim'de müjdeler vardır:
"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır." (Nâziât: 40-41)
Allah'tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçen toplulukların başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, dilleriyle de gönülleriyle de isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid inancını öğretmesi için kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm'ı peygamber olarak vazifelendirdi. Onları her ne kadar insafa dâvet edip, düzelmeleri için çalışıp, kurtuluş ve saâdet yolunu gösterdi ise de; inatla putlarına tapmaktan, sapıklık ve azgınlıklarına devam etmekten ayrılmadılar. Arka arkaya itham ve iftiralara başladılar.
"Semud kavmi azgınlığı yüzünden (Allah'ın Resul'ünü) yalanladı." (Şems: 11)
Peygamberlerinin getirdiği gerçekleri reddettiler. Yalanlamak sanki fıtratlarında gizliydi. Hiçbir hakikat, hiçbir güzellik ve iyilik kabul etmiyorlardı. Onları yalanlamaya sevkeden şey azgınlık ve taşkınlarıydı.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı'na ve onların vekilleri olan dâvetçilere yapılan yalanlamalar, itiraz ve ithamlar hep aynı olmuş, her devirde aynı şekilde yalanla karşılık görmüşlerdir.
Semud kavmi peygamberlerini hem âciz bırakmak, hem de yalancı durumuna düşürmek için mucize olacak vasıfta bir deve meydana getirirse kendisini tasdik edip inanacaklarını söylediler. Bunun üzerine, büyükçe bir kayanın içinden, içtiği sudan çok fazla süt veren mucize bir dişi deve çıkıverdi. Ne var ki inkârcı kavim sözlerinde durmadılar. Çoğunluk yine de kâfirliklerinde ısrar ettiler. Hatta ileri gelen şirretleri mucize deveyi öldürmeye karar verdiler.
"Onların en azgını deveyi kesmek için ayaklanınca, Allah'ın Resul'ü (Sâlih) onlara:'Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dikkat edin!' dedi." (Şems: 12-13)
Su içme nöbetini engellemekten sakınmalarını her fırsatta tembih etti.
Bu mucize deveye tâzim ve teşrif için Allah-u Teâlâ'ya nispet olunarak "Allah'ın devesi" denilmiştir. Bu tâbir elbette düşündürücüdür. Çünkü o vasıtasız olarak doğrudan doğruya Allah tarafından yaratılmıştı ve Allah-u Teâlâ'nın yüce kudrretine delâlet etmekteydi. Allah-u Teâlâ, Sâlih kulunun nübüvvetini ve doğruluğunu ayan beyan meydana koymuştu.
"Onu yalanladılar ve deveyi kestiler." (Şems: 14)
Allah-u Teâlâ'nın azap vâdeden sözünün tecellî vakti gelmiş bulunuyordu. Yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Her geçen gün isyan ve tuğyanlarını artıran, kendilerini doğruya ve iyiye dâvet edenlere baş düşman kesilen bu kavmin, artık yeryüzünden silinme saati gelmişti. Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azap ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
"Rabb'leri de günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi ve yerle bir etti." (Şems: 14)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi; şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
"Bu işin âkıbetinden O'nun korkusu yoktur." (Şems: 15)
Semud kavmi bu âkıbete müstehak olmuşlardı. Başlarına gelen bu felâket bihakkın olmuştu.
Allah-u Teâlâ'nın iktidarı her şeyin üstündedir. Mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Dünyadaki hükümdarlar gibi, icraata geçmeden evvel neticesinin ne olacağını, işin nereye varacağını düşünmekten müberrâdır, karşı konulacağını düşünmekten de münezzehtir.
Yaptığı savaşı kazanan bir hükümdar, her ne kadar düşmanını kırıp geçirse de, yine de düşmanının toparlanıp karşı taarruza geçeceği hakkındaki korkusu kesilmez, daima endişe üzerinde bulunur. Halbuki Allah-u Teâlâ isyan eden kavmi helâk eder, o işin âkıbetinden ise aslâ endişesi olmaz.
Yapacağı bir işin varacağı neticeden korkmayan bir kimse, eğer kırıp geçirmek isterse, son derece kırar geçirir. Dolayısıyla Kahhâr olan Allah-u Teâlâ'nın kırıp geçirmesi de böyle olmuştur.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Hepsini kırdık geçirdik." buyuruluyor. (Furkân: 39)
Allah-u Teâlâ hükmünde hikmet sahibidir. Her iş ve icraatı plânlı ve programlıdır. Her şeyi ezelî takdir plânına göre yürütmektedir. Hiçbir güç ve kudret O'na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür. Her hükmü âdil ve dengelidir, hiçbir hükmünde hiçbir surette haksızlık ve adaletsizlik bulunmaz. Yanlış bir fiil veya hükmün, O'ndan sâdır olması mümkün değildir.
O'nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir. Bütün kuvvetler O'nundur, dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Hiçbir şey O'na güç ve ağır gelmez. Zorlanmaktan, yorgunluk ve durgunluktan, usanmaktan münezzehtir. Hiç kimsenin yardımına muhtaç değildir.
Neticesi nedamet doğuracak bir emir O'ndan tecellî etmez. Bunun içindir ki, indirdiği ve indireceği hiçbir emir ve hükmünün neticesinden korkmaz, endişe etmez. İşin başı O'nun katında nasıl kesinlikle biliniyorsa, sonu da kesinlikle bilinmektedir.