Muhterem Okuyucularımız;
Zâhidlerin zannı ayrıdır,
Âriflerin zannı ayrıdır,
Vâkıfların da zannı ayrıdır, o dahi derece derecedir.
Bunların "Nefis dereceleri" itibariyle Allah-u Teâlâ'ya kurbiyet nispetinde dereceleri artar.
İlim içinde ilimler mevcuttur. "Zâhirî, Bâtınî, Ledünî ilimler" olduğu gibi, "İlm'el-yakîn, Ayn'el-yakîn ve Hakk'al-yakîn ilimler" de vardır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk'al-yakîn mertebesindedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ onları Hakk'al-yakîn'e erdirdiği gibi, bunları da Hakk'al yakîn'e erdirdiği için seviyeleri aynıdır.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır, öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği kadar bu gizlenmiş ilimden nasipdar eder. Bu ilim bir esrardan ibarettir.
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere bunlar Kudsî ruh'la desteklediği, kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullara âittir, başkasına şâmil değildir.
Meselâ bir Âyet-i kerime'sinde Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." buyuruyor. (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ bu Sultânî zikre mazhar ettiği kimseleri, bu mücevherat gibi gizli ilme sahip ettiği gibi; bu gibi kimseler Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Yani Hakk'tan gördüğü için yaratılanların ayrı olduğunu görebilir. Aslında hepsinin nur olduğunu hem görür hem bilir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?" (Hâkim)
Aslında O'nun bir kuluna yüzü ile yönelmesi kâfidir. Ona yüzü ile yöneldiği zaman onu huzuruna almıştır. Huzurda durmak ne büyük saâdet!
Hani bir tabir var: "Üzüm üzüme baka baka kararır." Nura bakar nurlanır, o tecelliyat onu mest eder.
Allah-u Teâlâ bir kulunu karşısına alırsa onun hâli ne olur? O Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nurlanır, ona dilediğini akıtır, bildireceğini bildirir. Sonra o, içinde o akıntıyı çözer. O nur onu ihya eder.
Bir peygamberin huzurunda bulunmak da, bir velinin huzurunda bulunmak da böyledir. Bir insan nurlu bir insanın karşısına oturduğu zaman, o nur ona akseder.
Bunun delili:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zâtın:
"Yâ Resulellah! Huzur-u saâdetinizde bulunurken, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılıp da çoluk-çocuk, iş-güç ile meşgul olmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz huzurumda bulunduğunuz o hâl üzere zikre devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederdi." (Müslim)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'nin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır." (Hâkim)
Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O'nun nuru ile O'nu görüyor, O'nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan O'nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ'yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka türlü tanınmaz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ cennetliklere: 'Ey cennetlikler!' diye seslenir.
Onlar da: 'Ey Rabb'imiz! Buyur, emrine icabet ederiz. Hayır senin kudret elindedir.' derler.
Bunun üzerine 'Râzı oldunuz mu?' diye sorar.
Onlar: 'Ey Rabb'imiz! Niçin râzı olmayacak mışız? Sen bize mahlûkatından hiçbirine vermediğini verdin.' derler.
Allah-u Teâlâ: 'Ben size bundan daha üstününü vereyim mi?' buyurur.
Onlar: 'Yâ Rabb'i! Bize verdiklerinden daha üstün ne olabilir?' derler.
Allah-u Teâlâ:
'Size rızâmı helâl kılıyorum. Artık size ebediyen gadap etmeyeceğim.' buyurur."(Müslim: 2829)
İlim içinde ilimler mevcuttur. "Zâhirî, Bâtınî, Ledünî ilimler" olduğu gibi, "İlm'el-yakîn, Ayn'el-yakîn ve Hakk'al-yakîn ilimler" de vardır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk'al-yakîn mertebesindedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimin âlimleri benî İsrail'in peygamberleri gibidir." buyurdu. (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ onları Hakk'al-yakîn'e erdirdiği gibi, bunları da Hakk'al yakîn'e erdirdiği için seviyeleri aynıdır.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır, öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Sultânî zikrin ayrı bir tarifini size arzedeceğiz:
Farz-ı muhal ki bir evin sahibinin bir kölesi var, o evin hizmetini görüyor. Eğer efendisi ondan hoşnut kalırsa, kölesi olduğu halde, o hizmetçiyi dışarıdan içeriye alır. Evin içine girdiği için, o artık evin sahibi ile oturur. Onunla yer ve içer.
Bir köle için, bir hizmetçi için, bundan daha büyük saâdet olabilir mi? Zira efendisi tarafından her ihtiyacı görülüyor, maişet derdi de yok. Evin çocuğu olmuş, rahat rahat yaşıyor.
İşte bu da bunun gibidir. Mukarreb olan insanların da Allah-u Teâlâ ile durumu böyledir. Mühim olan sevilmek. Bu sevilme, ahiretteki hoşnutluğa vesiledir.
Nitekim Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ cennetliklere: 'Ey cennetlikler!' diye seslenir. Onlar da: 'Ey Rabb'imiz! Buyur, emrine icabet ederiz. Hayır senin kudret elindedir.' derler. Bunun üzerine 'Râzı oldunuz mu?' diye sorar. Onlar: 'Ey Rabb'imiz! Niçin râzı olmayacak mışız? Sen bize mahlûkatından hiçbirine vermediğini verdin.' derler.
Allah-u Teâlâ: 'Ben size bundan daha üstününü vereyim mi?' buyurur. Onlar: 'Ya Rabb'i! Bize verdiklerinden daha üstün ne olabilir?' derler.
Allah-u Teâlâ:
'Size rızâmı helâl kılıyorum. Artık size ebediyen gadap etmeyeceğim.' buyurur." (Müslim: 2829)
Onlar dünyada selâmette, ahirette saâdettedirler. Onlardan daha bahtiyar insan yoktur. Onlar daha dünyada iken bu hoşnutluğu kazanmış olanlardır. İcabettiği zaman peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve sâlihlerle haşır-neşirdirler. Hem dünyada, hem ahirette. Dünyadaki beraberlik oraya intikal ediyor.
Bu mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ bir kulundan, bir kölesinden râzı olduğu, hoşnut kaldığı zaman; onu hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundurur, kendi mahremine alıp huzurunda bulundurur.
Bir mahlûk için bundan daha büyük saâdet tasavvur edilebilir mi? Onu tasarrufunda bulunduruyor, mülkünde yaşatıyor. Her şeyini ona mazhar kılmış.
Diyeceksiniz ki; Allah-u Teâlâ ile mülâkat mümkün müdür?
Evet, murad-ı ilâhî olduğu zaman mümkündür.
Bu mülâkat; dilediği esrarını öğretmek, bildirmek ve göstermek için, Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği hass'ül-has kullarına mahsustur.
Bu mülâkat bazen perde arkasındandır. Kabuktan ibaret olan cesedi attığın zaman, kabuksuz olarak da tecelli eder.
Bir temsil verelim: Denize düştüğün zaman, canını kurtarmak için en sevdiğin elbiseni üzerinden çıkarıp atmak istersin.
Oysa Allah-u Teâlâ'nın lütuf deryasına düştüğün zaman, imanını kurtarıp sevdiğine kavuşmak için sevdiğin vücud elbisesini atmak istersin.
Burası insanın kendini inkâr etme noktasıdır.
Zira bütün günahlar bu vücud elbisesi ile işleniyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nur idi. Onun elbiseyi çıkarmasına lüzum yok idi. Mirac-ı şerif buna delildir.
Şu kadar var ki Rabbül-âlemin, dilediği kulunu huzuruna alır, mülâki eder. Zira vücud O, mevcud O... Kabuğun, vücudun yanında ne hükmü var? Kabuktan çıkarsan, Cânân'a kavuşursun.
Nitekim Hâlik-ı Azîmüşan Hazretleri Âyet-i kerime'si ile bu mülâkatın mümkün olduğunu belirtiyor ve şöyle buyuruyor:
"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Allah-u Teâlâ kimi severse onu seçer, kimi de seçerse onu kendisine çeker. Huzur-u ilâhî'ye ancak sevdiğini, seçtiğini alır.
Sahibisi onu huzuruna aldığı zaman;
"O'nun varlığından başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
O anda o Rabb'isinin huzurunda fânî olmuştur, yok olmuştur, hiç olmuştur. Hiç olduğu zaman Hakk'ın onda tasarruf edeceğini bilir.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir şiirinde buyururlar ki:
"Oldunsa vâkıf aczine, ednâ amel bir dağ olur,
Çürüklerin hep sağ olur, zehrin kamu bal yağ olur.
Dağlar yemişli bağ olur, cümle cihan bostan sana."
Hep âcizlik, hep fânilik... Varlıkla hiçbir şey olmuyor. Var, yalnız O var; varlıkları "Ol!" demekle var etti.
Rabb'isi onu üstelik arkadaşlığına kabul etmiştir. O O'nunla yaşıyor, O'nunla nefes alıp veriyor. Onu kendi mahremi yapmış. İşte bu kurbiyeti, bu yakınlığı temin eden hep o Sultânî zikir'dir. Zira hep O'nunla nefes alıyor, her an O'na muhtaç.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." buyuruyor. (Kâf: 16)
İşte bu yakınlığı bu mukarreblere bahşetmiştir.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği kullarına böyle lütuflarda bulunur. Bu lütuf verilme iledir, çalışma ile elde edilmez.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." (Bakara: 269)
Zâhidlerin zannı ayrıdır,
Âriflerin zannı ayrıdır,
Vâkıfların da zannı ayrıdır, o dahi derece derecedir.
Bunların "Nefis dereceleri" itibariyle Allah-u Teâlâ'ya kurbiyet nispetinde dereceleri artar.
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine Tevhid tohumu düşürür ve ruhu kendisine çağırır. Çok sevdiği o kararmış nefse uymamasını ona duyurur.
Böyle bir dâvetçinin dâvetini duyan ruh hemen icâbet eder. Ona Râbıta verilerek ders tarif edilir. Bu dersler Cenâb-ı Hakk'ın nasıl zikredileceğini, Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nasıl ve ne zaman salât-ü selâm getirileceğini ihtiva eder. Bir saat kurmak mesabesindedir, asıl hakikat dersi Kur'an-ı kerim'den alınır. İlâhi emirler öğrenilir ve tatbik edilir. Ahkâma uymayan işler terkedilir. Kişinin dış âlemi düzene girer.
Bu arada ruh, vücudu nefsin işgaliyetinden kurtarmak ve iç düzeni sağlamak için teşebbüse geçer. Kişi üstadının tarifi üzerine lâfza-i celâl çektikçe, ruh kuvvet bulmaya başlar ve nefisle mücadeleye girişilir.
Badem çekirdeği mengeneye girince bir tarafa posa, bir tarafa yağ olarak ayrıldığı gibi, mânevi mengene ile de ruh ve nefis birbirinden ayrılırlar. Nefsin karanlığı ve cehâleti ruha tesir etmez olur. Birbirine tamamen düşman oldukları anlaşılır. Ruh ulvî olduğu için daima ulvîyat üzerinde bulunur. Zikir-fikirle meşgul oldukça, iyi insanlarla ünsiyet edildikçe takviye görür, günâ gün terâkki eder. Nefis ise zayıflamaya, kuvvetten düşmeye başlar.
Lâfza-i celâl'de nur vardır, her bir Lâfza-i celâl bir ok mesabesindedir, bir darbedir. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete, nura tahammül edemez. Kalbi boşaltmak zorunda kalır ve ruh odasına kaçar. Artık kalp işgalden kurtulmuş, asliyetine dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı çoğalttıkça, yani yüz çekiyorsa iki yüze, beş yüze artırdıkça ateşi de kuvvetlenir. Ruhun esiri olmamak için bütün gücü ile direnmesine rağmen nefsin mukavemeti azalır. Ruh, sır, hafâ ve ahfâ odalarını da terkeder. Oralar da kalp gibi asliyetine döner. Yoksa mecbur kalmasa kolay kolay işgal ettiği odaları bırakmak istemez. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidir, oradan da çıkarılırsa hâkimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esâreti altına alır, onun süflî arzularını dinlemez. Letâif ampulleri yanar.
Her bir letâif nurunun rengi vardır. Sırasıyla "Kalp" kırmızı, "Ruh" sarı, "Sır" beyaz, "Hafâ" yeşil, "Ahfâ" siyah, "Nefs-i kül"ün rengi ise mavidir.
Kişi artık bütün kötülüklerden nedâmet eder. Bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır. Kemâl yollarını bulur. Ona hiç söz söylemeden o vücud değişir ve bütün âzâlar ahkâm mucibince hareket etmeye başlar. Takvâ elbisesi geçirilir. İmanlı bir göz kötülüğe bakmaz, imanlı bir kulak kötülüğü işitmez.
İnsan beşi "Âlem-i halk"tan, beşi de "Âlem-i emir"den olmak üzere on letâiften teşekkül etmiştir.
Zâhirdeki beş letâif: Toprak, su, hava, ateş, nefis. Bunlar âlem-i halktandır, cismanî farzlarla mükelleftir, tek kanatlı kuştur.
Tarikât-ı âliye'deki beş letaif: Kalp, ruh, sır, hafâ ve ahfâ. Bunlar âlem-i emirdendir. Hem cismânî farzlarla mükelleftir, hem de nafilelerle vazifelidir, çift kanatlı kuştur.
Nefis, hilkat itibariyle "Âlem-i halk"ın kaynaşmasından meydana gelen zulmâni buhar ise de nispet itibariyle "Âlem-i emir"e tâbi tutulmuştur.
Eğer Allah-u Teâlâ ona ezelden istidat ihsan buyurmuşsa "Ene" kabuğunu delerse, misal âlemine kadar uçar. Yani Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in, sıddıkların, şehidlerin makamına kadar ulaşabilir.
Huşu, huzur, muhabbet, maiyyet, kurbiyet gibi birçok beşerî meziyetlere haiz olan âlem-i emirdir.
Bu on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün vücudun ahkâm-ı ilâhî'ye uyması için, Fenâfillah'a çıkmış bir Mürşid-i kâmil'e ihtiyaç vardır. Zira mürşidsiz vuslat olamaz.
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşamaz.
Burada çok ince bir nokta vardır. Nefis ne kadar zayıflarsa zayıflasın, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ arslansa kedi olur, sinek olur. Her zaman korunmak lâzımdır. Nefis öyle bir mahlûktur ki, ne kadar küçülürse küçülsün icraatını yapmak ister. Her ne kadar sessiz duruyorsa da silahları yanıbaşındadır. Hiç tahmin edilmeyen bir zamanda derhal silahlarını kullanır ve ruhu esir eder. Nefse hiç güvenilmez, uslu durmasına hiçbir zaman itimat edilmez.
Nefis hâkim olursa, ruhu hükümsüz hale getirir, vücud arabasını istediği tarafa götürür. Artık o, şeytanla arkadaş olur, şeytanlaşmış insanlara yoldaş olur, Hakk ve hakikatle ilgisi kalmaz. Niçin geldiğini, nereye gideceğini de düşünmez. Yiyeyim içeyim, giyeyim gezeyim derken, zevk ve sefâsının içinde kuyusuna düşer.
İkinci bir incelik ise, ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Cenâb-ı Allah'ın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat nispetinde musallat olur, müsaade edilmezse yine bir şey yapamaz. Hüküm ve irade Allah'ındır. Burada size Mevlâ ile nasıl bir merbûdiyet kurmamız icabettiğini, bırakıldığımız anda düşmanın bizi istilâya hazır olduğunu anlatmak istiyoruz. Azmi ve gayreti nispetinde kulunu destekliyor, gevşekliği nispetinde nefse ve şeytana yol veriyor.
Bu ameliyelerle, bu çalışmalarla Tarikat-ı aliye'nin altı mektebinden bir tanesi tahsil edilmiş olur. Geride beş mektep daha kalır. Bu bir mektebi ihraz etmeye birçok kimsenin ömrü dahi kâfi değildir.
Bu kadar derin yollara girince insan kendisinin hep mânevî yolun bâtınî kısmında olduğunu kabul eder. Halbuki buraya kadarki seyir, mânevî yolun zâhirî kısmıdır. Evi düşmandan kurtarmaya muvaffak olmuştur, her şey olmuş değildir. Bu birinci merhaleye Fenâfişşeyh denir. Şeyhin yardımı, müridin çalışması ile husule gelir. Artık şeyh vazifesini bitirmiş olur. Onu bizzat Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in terbiyesine teslim eder ve murakaba ettirir. İşte şimdi bâtınî kısımdan içeri girilir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
"Biz nihayeti bidayete yerleştirdik." buyurdular.
Yani diğer yolların nihayetinde elde edilen, Tarikat-ı Nakşibendiye'de başlangıçta elde edilir.
Size bu sırrı şöyle arzedelim:
Pirân-ı izâm, manevî tasarrufları ile müridin ruhunu alıyorlar ve nasibi kadar ona yol veriyorlar. Ruh bir nebze tekâmül edince bırakıyorlar. Çünkü nefisle beraber yürümesi icabediyor. Ruh kuvvet bulunca, nefis ister istemez ruha tâbi olmak mecburiyetinde kalıyor. Ruh kuvvet bulduğu için, nefisle mücâdele kolaylaşıyor. Tarikat-ı Nakşibendiye'nin, yolu kestirmeden alışı buradan doğuyor. Nefis terbiyesine girmeden önce ruhu yükseltiyorlar. Diğer yollarda ise evvelâ nefsi tezkiyeden başlanıyor, hayli tezkiyeden sonra ruha geçiliyor. Fakat kuvvet bulmayan bir ruhun yanında nefsi tezkiye etmek çok zordur. Bir ömür bile kâfi değildir. Yani nefsi tezkiye edeceğim derken kimisi de ömrünü tüketmiş oluyor. Eğer nasibi varsa sonra ruha geçiyor. Tarikat-ı Nakşibendiye'de doğrudan doğruya ruhtan çıkış yapıldığı için, bir mürid onların seneler sonra ulaşacağı menzile bir anda yetişmiş oluyor. O mesafeyi kestirmeden katediyor. Nefis ile ruh yollarının ayrıldığı nokta burasıdır.
Mürid "Seyr minallah"da yola çıkar, altı mektepten birincisi burada tamamlanır. Sonra "Seyr ilâllah", "Seyr fillâh", "Seyr billâh", "Seyr anillâh" gibi Hakk'a tekarrubiyet seyirleri başlar.
Nefis kalbden, ruhtan, sırdan, hafâ ve ahfâdan çıkarıldığı gibi, murakabalar da tıpkı bunun gibidir, sıra ile gider. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder.
Tarikat ilmi tahsil edilmediği müddetçe, iç âlemine hiç kimse vâkıf olamaz. Nefsin ayrı duygulara, ruhun ayrı duygulara sahip olduğu anlaşılmaz. Kişi nefsin sefâsını ruhun sefâsı zanneder.
Dolayısıyla şeriattan sonra tarikatı da bitirmeye muvaffak olunursa marifetullah mektebine girilir. Fenâfişşeyh tahsili bitmiş, bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in taht-ı terbiyesine mânen alınmış olur. Bu noktada müride Kelime-i tevhid verilir. Lâfza-i celâl "Cezbe-i zâtiye", Kelime-i tevhid ise "Cezbe-i kayyûmiye" husule getirir.
Lâfza-i celâl çekerken Râbıta ile muhakkak meşgul olmak lâzım ki, şeyhin tasarrufu ile letâfâtı geçmiş olsun. Kelime-i tevhid'e geçince de murakaba ile meşgul olmak lâzım ki erişemediği yerlere eriştirilsin.
Kalbin vüs'at bulması için Kelime-i tevhid, nefesi hapsetmek suretiyle bir nefeste yirmi bir defa çekilir. İç âleme o nispette nüfuz etmeyi, birçok hakikatlerin doğmasını kolaylaştırır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir." (Nisâ: 1)
Biz ise tekâmül edemediğimiz için Allah-u Teâlâ'nın bizi görüp gözettiğini bilemiyoruz.
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder.
"Rabb'ini kendi içinden yalvararak, gizlice, sözle bağırıp çağırmadan sabah ve akşam zikret. Sakın gafillerden olma!" (A'râf: 205)
Âyet-i kerime'sine göre devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile Cenâb-ı Hakk'a yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açıldığı, başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.
Bu Âyet-i kerime gönül yolcularına âittir, başkalarına şâmil değildir.
•
Beş çeşit murakaba vardır ve sıra ile yapılır.
Bu murakabada İhlâs sûre-i şerif'inin tecelliyâtı husule gelir.
"De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed'dir, (her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir."
Bu noktada gönül yolculuğunun ilk safhası başlar.
Hazret-i Allah'a inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile, nur damlaları ile sulanan marifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Tefekkür gibi bir ibadet olamaz." buyururlar. (Münavî)
Tabii ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa âittir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Hazret-i Allah'ı yavaş yavaş gönülde arar.
Ve böylece murakabanın birincisini bitirmiş olur. Artık Hakk'a giden yolculuk başlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah'ın daima kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?" (Alâk: 14)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta şöyle buyururlar:
"İhsan, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir.
Zira sen O'nu görmüyorsan bile O seni görüyor." (Müslim: 1)
Bu murakabanın tesir sahası geniştir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir." buyuruluyor. (Hadid: 4)
Bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınmıştır. Bu noktada daha büyük dikkat gerekir. Ehadiyet'te marifet çiçekleriydi, burada marifet fidanları oldu. Bu ekilen marifet fidanlarına bakarken Allah-u Teâlâ'nın her yerde varlığını hissetmeye başlar. Fâil-i Mutlak'ın fiillerini seyrederken, bunların Sebeb-i Mevcudat olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurundan hasıl olduğunu da düşünür. Zira Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu, o nurdan da mükevvenâtı halketti.
İlâhî tecelliyatı seyretmeye devam ederken, diğer taraftan da her an kendisinin kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
Bu makam Fenâfirrasul olduğu için Resulullah Aleyhisselâm'ın muhabbeti tecelli eder. Bir delikanlı bir kızı çok severse, o kızın hayali her yerde zuhur ettiği gibi, o da artık Resulullah Aleyhisselâm'ın ruhunu ve nurunu hemen hemen her yerde temâşâ etmeye başlar. Bu da şüphesiz sevgi derecesi nispetindedir.
Burada Fenâfirrasul olursa, yani bu tahsili de bitirmeye muvaffak olursa, Fenâfillah kapısından içeriye alınır.
Akrabiyyet ve muhabbet murakabaları Fenâfillah'a giden yoldur.
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
Âyet-i kerime'sinin hakiki mânâsı bu murakabada tecelli etmeye başlar. Hazret-i Allah'ın kendisine kendisinden yakın olduğunu gözü ile görmeye başlar.
Bu mânevî merdivenlerden yükseldikçe, gönül bahçesinden bahçelere geçer, tekarrübiyet başlar. Allah-u Teâlâ'ya yaklaştıkça varlığını gönülde hissetmeye başlar, ilerledikçe yakınlığını duyar. Burada da ibadet, taat ve takvâsını artırdığı gibi murakabasını da artırması lâzım. Zira ruhun aslî makamından inişi, süflî bedene girişi ve tekrar makam-ı asliyesine dönmesi peşpeşe yapacağı murakaba ile kâimdir, ancak bu murakabalarla mümkün olur, başka türlü yol verilmemiş.
Bu murakabayı bitirdikten sonra Allah-u Teâlâ'nın kendisine kendisinden yakın olduğunu görür.
Artık Resulullah Aleyhisselâm'daki muhabbet Hakk'a geçmiştir. Allah-u Teâlâ'nın nuru ile Fâil-i Mutlak'ın fiillerini seyreder. Bu yalnız ona orada verilir.
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'si tecelli eder.
Bu murakabada olanlar Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlıdırlar.
"Bu Allah'ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a: 4)
Yani Allah-u Teâlâ onlara vermiş, onlar da kendilerine verilen bu lütuf ve ihsanlarla O'na yaklaşmaya çalışırlar. Bütün ubudiyetini Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmak için yapar. Başka hiçbir gaye ve maksadı olmaz. Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak için canını ve malını hiçe sayar.
Nihayet Allah-u Teâlâ onları sever. Sevince de dilediğini onlara hediye eder. Buna hediye-i ilâhi denir. Böylece her lütuf ve ihsana nâil olurlar. En büyüğü ise Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanmaktır.
Âyet-i kerime'de:
"Allah'ın rızâsı ise daha büyüktür." buyuruluyor. (Tevbe: 72)
Burada Allah-u Teâlâ'ya karşı sonsuz bir muhabbet uyanır. Şüphesiz ki bu muhabbet de ona Hakk'tan gelmiştir. Bunun içindir ki Hakk için, icabederse her şeyini hiçe sayar. Hiçliğini bildikçe de azâmet-i ilâhî'yi görmeye başlar. Fenâ hâli arttıkça irfan duygusu husule gelir.
Emanet-i ilâhî'yi O'nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ'nın ikram ve ihsanı da o nispette artar. Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve dilini çekmiştir. Çünkü onun dostu O'dur.
Artık o Hakk'ı sever, Hakk da onu sever.
Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu. Şimdi artık Hakkal-yakîn başlıyor.
"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara: 163)
Âyet-i kerime'sinin tecelliyatı husule gelir. Bu murakabada Hakk tecelli eder.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım." buyuruluyor. (K. Hafâ)
Yani O var, başka bir mevcut yok.
Bir diğer Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:
"Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun."
Demek ki kavuşuluyormuş.
Bütün varlıklar Allah-u Teâlâ'nın vücud nurlarından akseden zerreler ve zuhur mahalleridir. Yani vücud O, mevcud O... Bu noktaya çıkan sâlik, her şeyin perdeden ibaret olduğunu görür ve bilir.
Kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu, vücudunun da bir elbise olduğunu görünce, bakar ki meğer hep O imiş. O var, başka bir şey yok.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Miraç yolculuğu Cebrâil Aleyhisselâm'ın refakatinde üç vasıta ile oldu, üç vasıta ile tecelli etti. Burak, Miraç ve Refref.
Sidre-i müntehâ'ya kadar beraber yükseldiler. Buradan öteye "Kaabe kavseyn" makamına yolculuk Refref ile oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan ayrılacağı sırada Cebrâil Aleyhisselâm'a kendisi ile gelmesini ricâ etmişti. O da: "Burası Sidre-i müntehâ'dır, şayet ben buradan bir parmak ucu kadar ileri geçersem yanarım." buyurdu ve orada durakladı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rabb'ine o kadar yaklaştı ki, aradaki bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî'ye kabul buyuruldu. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu.
Onun ümmet-i muhteremesine de bu yol bahşedilmiştir. Vekiline ise bu lütuf tam olarak ihsan olunmuştur.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ bir kimseyi nasipdar etmeyi murad ettiği zaman, daha cenin halinde iken nasibini takdir buyurur.
Daha sonra onu, kalbi Arşurrahman olan bir mürşid-i kâmile nasibi ile beraber teslim eder. Onun taht-ı terbiyesini görürken, Allah-u Teâla'nın ona indirdiği nasibini güna gün almaya başlar. Çocuk annesinden süt emerek büyüdüğü gibi, o da mürşidinden feyz emerek tekâmül eder.
Aslında feyz Hakk'tan geliyor. Hep O. Fakat O öyle murad etmiş, başka türlü almak mümkün değil.
Tarikât-ı âliye'de de üç merhale vardır: Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh. Bu vasıtaların terakkileri ise; Râbıta, Murakaba ve Cezbe ile kâimdir.
Fenâfişşeyh'te çok büyük merhaleler vardır. Fenâfişşeyh'te terbiye gören bir sâlik, râbıta sayesinde nefis derecelerinden "Emmâre", "Levvâme" ve "Mülhime"ye kadar çıkar. Nefis tezkiye olurken, ruh da terakki etmeye başlar. Fenâfişşeyh'teki bu son makamdan sonra letâfâtı bitirir, bu merhaleyi ihraz eder. Eğer kurmaylığa geçerse, veli kısmına alınır.
Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, nefs-i mülhimeden sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah'a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır.
Râbıta-i mevt nefsi tezkiye için, Râbıta-i şerif ise ruhu tekâmül ettirmek içindir.
Allah-u Teâlâ murad etmişse, yol vermeyi dilemişse, Mürşid-i kâmil onu Fenâfirrasul'e geçirir. O artık sevgi ve saygı sebebiyle, şeyhine Râbıta ile, bu sefer bizzat terbiyeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de görür ve murakabalar başlar. "Ehadiyet", "Maiyyet", "Akrabiyyet", "Muhabbet" ve "Vâhidiyyet" murakabalarından bir bir geçirir. Bir taraftan da "Mutmainne", "Râziye", "Mardiyye" ve "Sâfiye" derecelerini de kateder. "Sâfiye"ye çıktığı zaman murakabalar da bitmiş olur.
Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hâlinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Tam yedi perdeli hâli "Nefs-i emmâre"dir. Bir perdenin kalkmasıyla "Levvâme", iki perdenin kalkmasıyla "Mülhime", üç perdenin kalkmasıyla "Mutmainne" gibi isimler alır.
Her perde kalktıkça, ruha mânevî âlemden ışıklar sızar. Tam perdeli hâlinde ise hiç ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nispette nefis saflaşır. Bütün perdelerin kalkması hâlinde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in makamıdır.
İnsanı zorla kötülüğe sürükleyen nefistir.
İnsânî ruh, hayvânî ruhun şehvânî arzularına boyun eğip ona itaat eder, bütün hallerinde ona muvafakat edip hükmü altına girerse, onun bu hâline "Nefs-i emmâre" denir.
Nefs-i emmâre hâlindeki insanın kalbi, cisme âit nimetlerle şehvetlere dalar, hâlini değiştirir. Mevlâ'dan uzaklaşır. Daha önce âmir iken, memur durumuna düşer. Eğer kalp bu mertebede uzun müddet beklerse, onun artık gayb âlemine yönelmeye gücü de kalmaz.
Kalp, gayb âlemine yönelir, mâsiyetlerden kaçarsa, zikirle-fikirle perdeler açılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyânın hakikatlerine, ince mânâlara ve ilâhi tecellilere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yükselir.
Birinci makamda insânî ruh, şehvânî nefse yenilip kötülüğü emredici olduğundan emmâre adını almıştı.
Âyet-i kerime'de:
"Rabb'imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)
İnsâni ruh, emmâre iken işlediği günahlardan ve kötülüklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hâline "Nefs-i levvâme" denir.
İkinci makama yükselen sâlikin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbâdetlerini yapar, yasaklardan kaçınmaya, emr-i ilâhiyi yerine getirmeye çalışır. Buna rağmen yine günah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.
Nefs-i levvâme'de bulunan bir kimse takvâ ehlinden sayılır. Bu makamın en yüksek derecesi ihlâstır. Ancak amellerinde ihlâs da olsa, sâlik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.
Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifâde eden bir makamdır.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!" buyuruluyor. (Kıyâmet: 2)
İbâdet, zikir ve riyâzetlerin artması, nefisle şiddetli bir mücâdeleye girişilmesi neticesinde kalb üzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin üçüncü makamına çıkılmış olur ki, bu makama "Nefs-i mülhime" denir.
Allah-u Teâlâ'nın insânî ruha isyan ve itaatını vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye "Mülhime" ismi verilmiştir.
Ruh terakki edip kuvvet buldukça nefse hâkim olmak ister. Birçok mücâhede ve mücâdeleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vücudda hâkimiyet ruhun eline geçmiştir.
Bir insan buraya kadar kendi ihlâs ve gayreti ile çıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir mürşid-i kâmil'in kılavuzluğu ile gidebilir.
Nefs-i mülhime'den sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah'a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır.
Bu makamda sâlik, bütün varlıkların âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın kudret elinin altında olduğunu müşâhede ettiğinden, hiçbir mahlûka itirazı olmaz. Fâil-i mutlak'ın fiillerini seyreder.
Bu makamdaki sâlike en mühim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Mürşid-i kâmil'e öz irâdesi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Çünkü bu makamda yükselmek mümkün olduğu gibi, her an düşmek tehlikesi de vardır.
Nefs-i mülhime Kur'an-ı kerim'de şu şekilde geçmektedir:
"Her bir nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 7-8-9)
Şirkten, şüpheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, Mevlâ'nın hitâbı ile ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp üzerindeki dördüncü perdenin kalkması ile, ruh mutmainne makamına yükselir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bu dereceye yükselmiş nefse:
"Ey mutmainne olan nefs!" kelâmıyla hitap etmiştir. (Fecr: 27)
Sâlik bu makamda Kur'an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'nin hükümlerine tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi görenlerin gözleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sözleri bıkkınlık değil, sıdk ve safâ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mânâ inceliklerine tercümanlık eder.
İnsanlarla ara sıra görüşüp, iç âlemine doğan hikmetlerden onlara söyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder.
Çoğu vakitlerini ibâdetle geçirir. Tâ ki daha yüksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın.
Bu makamda duâ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hâl alır.
Hazret-i Allah'ın bütün imtihan ve ibtilâlarına sadâkat göstermiş, gelmiş ve gelecek her şeye râzı olmuş, bütün gayret ve arzusu Mevlâ'nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline "Nefs-i râziye" denir.
Bu makamda sâlik denize düşen çöp gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa çalkaladığı gibi, o da hükm-i ilâhî'ye öylece teslim olmuştur. İrâdesini Hakk'ın irâdesine bağlamış, reyini de O'na vermiştir.
Râziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur'an-ı kerim'de şu hitâb-ı ilâhî ile taltif edilmişlerdir:
"Dön Rabb'ine! Sen O'ndan râzı, O senden râzı olarak." (Fecr: 28)
Bu makama yükselen nefisten Allah-u Teâlâ râzı olduğu için "Nefs-i Mardiyye" adını almıştır. "Râzı olunmuş nefis" demektir.
Bunun seyri "Anillâh"tır. Âlemi şu görünen şehâdet âlemidir. Yeri hafâdır. Hâli hayrettir. Yolu şeriattır.
Sıfatları: Allah ve Resul'ünün ahlâkı ile ahlâklanmak, hataları bağışlamak, ayıpları örtmek, güzel zanda bulunmak, herkese lütuf ve şefkat göstermek, insanları karanlıklardan kurtarmak için onlara meyl ve muhabbet...
Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah için olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Görünüşte insanlardan ayrılmaz, fakat bâtında Hakk iledir. Kalbi mâsivâdan kurtulmuştur.
Muhtaç olduğu ilimleri Allah'ın izniyle mânâ âleminden madde âlemine taşır ki, insanlar istifade etsin.
İfrat ve tefritten kaçınır, orta yolu takip eder.
Bu makamda nefis artık sâfileşmiş, süzülmüş, vücudun en kötü yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur.
Bu makamda sâlik Hakk'ın elindedir. Hakk'ı bilir ve her şeyini de Hakk'tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını düşünür. "Neme lâzım, o Sahibime âittir." der. Çünkü o çok iyi bilir ve görür ki Allah-u Teâlâ evin sâhibi, kendisi ise misafirdir. "Hû komşu!" denir ya, buradaki "Hû!" bizzat ev sahibine seslenmektir.
Ondan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O'ndan ister. Çıkacak hükm-ü ilâhî'ye peşinen râzıdır.
Onların vasıfları kısaca şöyledir:
1. Onlar Hakk'ın kölesidir. İyi bilirler ki, Mevlâ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez.
2. Bir damla rahmet-i ilâhî'ye muhtaç olduklarını bilirler.
3. Bildirilmedikçe, bildirilmeyen hiçbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler.
4. Mevlâ dilerse bunları dâire-i saâdetine alır ve dâire-i saâdetine ancak bunlar alınmışlardır.
Bunlar birer hakikat ölçüsüdür. Hareketler buradan anlaşılır.
Bir taraftan murakabalarla ruhu, bir taraftan da nefis dereceleri ile nefsi beraber çıkarmak suretiyle, bu iki kanatla teyyare meydanından yükselir. Bu iki kanatla uça uça Sidre-i müntehâ'ya kadar çıkabilir. Melekler meclisine girer. Son makam budur.
Sonra Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
"Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir." (K. Hafâ)
Hadis-i şerif'inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
O kadar ince bir mevzu ki, bunu size temsille arzedeyim:
Farz-ı muhal ki bir kimse Kâbe yoluna çıkmış yürüyerek gidiyor, diğeri ise teyyare ile gidiyor. Seyr-ü sülûk yolunda da bu böyledir. Kimisi nasibi kadar yürüyerek yola çıkar. Kimisi daha çok nasip almıştır, daha ileriye gider. Allah-u Teâlâ'nın keramet bahşettiği kimseler ise; kimisi uçarak gider, kuş gibi istediği yere konar. Sonra yürür, meclise varır. Kimisi de tayy-i mekân gider. Allah-u Teâlâ onlara yeri yürütür, bir adımda dilediği yere ulaşır.
Gönül yolcuları ise bir anda varır.
Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Bir kulun başka türlü o noktaya çıkabileceği akla bile gelmesin.
"Onlar Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere, o muktedir olan Padişah, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olması hasebiyle onun makamına çıkarmak için, vekilini de kudreti ile çeker ve kendi huzuruna alır. Huzurunda karşı karşıyadır. Bütün perdeler kalkar.
Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile bir yay kadar veya daha yakın olduysa, o da böyledir.
"Sultânî zikir" ehlinin görüşleri ayrıdır. Bu sır size izah edilecek.
Tarikat ehli olsun, hakikat ehli olsun, hatta marifet erbabının dahi bir çoğu Allah-u Teâlâ'yı dıştan zikreder. Zira kalplerinin kilidi henüz açılmamıştır, "Sultânî zikir"in ne olduğunu dahi bilmezler.
Allah-u Teâlâ'nın yalnız ve yalnız bu "Zikr-i sultânî"ye nâil ettiği "Hass'ül-has" kullarına gelince, onların durumu ayrıdır.
Arzedeceğimiz izahlar şimdiye kadar bizim kitaplarımızda dahi geçmedi.
Herkesin merakını mucip olan bir sual.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat adlı eserinin 317. Mektub'unda buyurur ki:
"Bu marifet ve ilimler; ulemânın ilimleri, evliyânın da mârifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu mârifet dahi o kabuğun özüdür."
Cevap:
Evet, Allah-u Teâlâ özümdür, ben ise kabuktan ibaretim.
Bunun içindir ki bu ilmi ilk olarak açıyoruz ve açıklıyoruz.
Şöyle ki:
Yukarıda belirttiğimiz gibi herkes ilmine göre derece derece Hakk'ı bildiğini zanneder ve fakat bunların bütün ilimleri zandan ibarettir.
İzahı ve ispatı:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Bu beyan Allah kelâmı değil midir? Böyle olduğu halde bu gibi kimseler bunu nur olarak gördüklerini mi söyler, yoksa yerin ayrı göğün ayrı olduğunu mu görür?
Bu bir imtihandı, bütün biliyorum diyenler bu noktada dökülürler ve şaşırıp kalırlar.
Oysa "Zikr-i Sultânî"ye mazhar olanlar hakkında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
İşte size bu en gizli ilimden bahsedilecek.
•
İkinci bir soru:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İçinizde!.. Görmüyor musunuz?" (Zâriyat: 21)
Bu da bir Allah kelâmı değil midir? Üstelik"İçinizdeyim, görmüyor musunuz?" buyuruyor.
Şimdi sen Allah-u Teâlâ'yı içinde olarak görüyor musun? İçine bir dön, Allah-u Teâlâ'yı mı gördün, yoksa kendini mi gördün?
Hani sen bir şeyler bildiğini zannediyordun? Cehâletin sebebiyle kendini âlim zannediyordun? Bu hakikat karşısında bu cehâletini kabul ettin mi? Cehâletini öğrendin mi? "İçindeyim görmüyor musun?" buyurduğu halde...
Baktın amma Allah-u Teâlâ'yı değil de nefsini gördün değil mi? Ve bu noktada şaşırıp kaldın. Hani sen her şeyi bildiğini zannediyordun? Meğer bütün bilgilerin zandan ibaret imiş.
Hadis-i kudsi'de buyurur ki:
"Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım." (K. Hafâ: 2256)
Ey kardeş! Sen kalbine neler koydun? Bu hakikat karşısında bütün bilgilerinin zandan ibaret olduğunu öğrendin mi?
Yine mühim bir esrar-ı ilâhî, ledünî ilme âit bir soru:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Hamd, âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur." (Fâtiha: 1)
Burada Rabb'ini mi gördün, yoksa yarattığı âlemlerde mi kaldın?
Bu sorular Sultânî zikrin mahiyetini ve mevcudiyetini belirtmek içindir.
İnsan "Rabbül-âlemîn" diyor amma ne dediğini bilmiyor. O "Rabb"dır, âlemleri O yaratmıştır. Âlemler Allah değildir. O ayrı, O ayrıdır. Âlemler "Ol!"demekten ibarettir, Rabbül-âlemin "Ol!" diyor oluveriyor. Zerre de böyledir, kürre de böyledir. Her şey "Ol!"demekle olmuştur. Fakat Allah-u Teâlâ'nın ayrı, âlemlerin ayrı olduğunu kimse bilmiyor.
En ince sırlardan birisi; Allah-u Teâlâ'yı görmek, kabuk mesabesindeki kâinatı O'ndan ayrı görmek.
Ruh ile cesedin, yani öz ile kabuğun irtibatı, Hâlik ile mahlûkun irtibatı demektir.
O kişi içindekini görür. Kabuğu ayrı, özü ayrı olduğunu görür. Kâinatın özü ile cesedin ayrı olduğunu görür.
Bu noktayı bir kavrarsanız bu ilmin sırrına vâkıf olacaksınız.
"De ki: Allah bir tektir. Allah Samed'dir." (İhlâs: 1-2)
Ehad O, yarattığı her şey O'na muhtaç. Bunun hakikati bilinmediği için kelimeden ibaret kalıyor. Kelime biliniyor, O bilinmiyor. Hem söylüyorsun, hem kendin varsın, o zaman onu söylememiş oluyorsun. Var olan yalnız O'dur, Ehad yalnız O'dur, başka Ehad yok. Bütün varlıklara "Ol!" demekle bir sûret bir şekil vermiş, var etmiştir. Yer görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir suretle görülüyor. Amma O'ndan başka Ehad yok.
Bunu kavrarsanız ilmin özünü kavramış olursunuz.
Olanlar da O'nunla var olmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)
İnsan Allah-u Teâlâ ile kâim olduğu halde bunu bilmiyor. O varlığını çektiği zaman leş oluyor. Hani sen vardın? Sen de böylesin, bütün varlıklar da böyledir.
Bu noktayı da kavradığınız zaman gizli ilmin uçlarını tutmuş olacaksınız.
Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği kadar bu gizlenmiş ilimden nasipdar eder. Bu ilim bir esrardan ibarettir.
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere bunlar Kudsî ruh'la desteklediği, kendi ilminden ilim ihsan ettiği kullara âittir, başkasına şâmil değildir.
Meselâ bir Âyet-i kerime'sinde Hızır Aleyhisselâm hakkında:
"Biz ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik." buyuruyor. (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ bu Sultânî zikre mazhar ettiği kimseleri, bu mücevherat gibi gizli ilme sahip ettiği gibi; bu gibi kimseler Hakk'ı görür, Hakk'tan görür. Yani Hakk'tan gördüğü için yaratılanların ayrı olduğunu görebilir. Aslında hepsinin nur olduğunu hem görür hem bilir.
Zira Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
"Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." buyurmuştur.
Hazret-i Ali -kerremallahu veçhe- Efendimiz ise şöyle buyurur:
"Ben görmediğim Allah'a ibadet etmem."
Yani iyi bilin ki bu söylediklerimiz göre göre, biline biline söyleniyor. Allah-u Teâlâ bu hâle kimi eriştirirse o görür.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
Demek ki Allah-u Teâlâ kime gösterirse o görüyor.
O'ndan başka hiçbir şey yok ki... Ötekiler "Ol!"ve "Öl!..", işte bundan ibaret.
O her şeyin takdirini dürmüş, şeklini şemâlini vermiştir, ondan sonra "Böyle ol!" demiştir, o da dilediği şekilde oluvermiştir. O'ndan başka bir şey yok, O'nun hükmünden başka bir şey yok.
İnce sırlardan birisi de; "Lâ" dediğinde, eğer kendi varlığını kabuk soyar gibi soyup atabilirsen, bütün var ettiği mükevvenâtı da ayrı bir kabuktan ibaret olduğunu görebilirsen, bu İlmullah'a ancak vâkıf olabilirsin. Zira bu ilme "İlm-i billâh'ın âlâsıdır." denmiştir.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?" (Hâkim)
Aslında O'nun bir kuluna yüzü ile yönelmesi kâfidir. Ona yüzü ile yöneldiği zaman onu huzuruna almıştır. Huzurda durmak ne büyük saâdet!
Hani bir tabir var: "Üzüm üzüme baka baka kararır." Nura bakar nurlanır, o tecelliyat onu mest eder.
Allah-u Teâlâ bir kulunu karşısına alırsa onun hâli ne olur? O Allah-u Teâlâ'nın nuru ile nurlanır, ona dilediğini akıtır, bildireceğini bildirir. Sonra o, içinde o akıntıyı çözer. O nur onu ihya eder.
Bir peygamberin huzurunda bulunmak da, bir velinin huzurunda bulunmak da böyledir. Bir insan nurlu bir insanın karşısına oturduğu zaman, o nur ona akseder.
Bunun delili:
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan bir zâtın: "Yâ Resulellah! Huzur-u saâdetinizde bulunurken, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz ki, gözümüzle görür gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılıp da çoluk-çocuk, iş-güç ile meşgul olmaya başlayınca çoğunu unutuyoruz." demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz huzurumda bulunduğunuz o hâl üzere zikre devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederdi." (Müslim)
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî'nin devamında şöyle buyurmaktadır:
"Onlara ilk vereceğim şey nûru kalplerine akıtmaktır." (Hâkim)
Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O'nun nuru ile O'nu görüyor, O'nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan O'nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ'yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka türlü tanınmaz.
Onlar, nurunun nurudurlar. Allah-u Teâlâ sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecelli etti, dilediğini lütfetti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde Rabb'ine o kadar yaklaştı ki, aradaki bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhiye kabul buyuruldu. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâ-kemâli ile müşerref oldu. Onu nurundan yarattığı için nur Nur'a tahammül etti. Cebrâil Aleyhisselâm ise: "Şayet ben bundan bir parmak ucu kadar ileri geçersem yanarım." buyurdu ve Sidre-i müntehâ'dan ileri geçemedi. Çünkü Cebrâil Aleyhisselâm'ı "Nur"unun nurundan yarattı.
Bu da böyledir. Kalbine O nurunu akıttığı için, kendi nuru ile kendisini bilmek çok kolaydır.
Kendi nurunu kime akıtırsa, o nur sayesinde hem O'nu görür, hem bilir. İşte bilenler yalnız bunlardır. Çünkü yalnız bunlara bildirdi.
Şimdi dikkat edin, Rabbül-âlemin bana bunları öğretmese, ben nereden bilebilirim? Yavaş yavaş, anlayacağım kadar, hafsalamın alacağı kadar öğretiyor. Benim bir gün tahsilim yok.
Şunu iyi bilin ki bana Rabb'im zaman zaman duyuruyor. Daha evvel arzetmiştik ki; an be an beni yetiştiriyor, o âna göre bana duyuruyor, o âna göre duyurduğunu biliyorum ve bildirmeye, duyurmaya çalışıyorum.
"İkinci kitap"ta bir beyanımız var; Allah-u Teâlâ bazı velilere çok ışık tutmuş, o ışık içinde kalarak feveran etmişler ve "Enel-Hakk" demişler. Fakat yandan ve az tecelli ettiği zaman, hakikati gayet güzel anlar, feveran etmez. Murad ettiği zaman tecellî eder, dilediğini bildirir, kılı bile kıpırdamaz.
Bir meyve dahi yavaş yavaş olgunlaştığı gibi, Allah-u Teâlâ kulunu yavaş yavaş olgunlaştırır. Tecelliyatları kalbinin anlayacağı kadar verir. Bir anda hiçbir şey vermez. Bir anda tecelliyat yalnız Hazret-i Mehdi'ye mahsustur, Allah-u Teâlâ onu bir gecede olgunlaştıracaktır.
Arzetmek istediğimiz husus şu ki; Sahibim beni öyle terbiye ediyor, öyle yetiştiriyor. Azar azar veriyor. Çok verse kalp taşar, dimağ almaz.
"İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler." (Hâkim)
O'nun nurunun sayesinde O'nu haber veriyor. Nur O'nun olduğu için, o nurla O'nu bilmek, hakikati bulmak çok kolay oluyor.
Meselâ birisi sana para verse, o parayı harcamak çok kolaydır. Sen filân kişinin verdiği parayı harcıyorsun. Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman akıttığı nur sayesinde hem Allah-u Teâlâ'yı görür, hem de Allah-u Teâlâ'dan haber verir.
Bu size anlatılanlar, Rabbül-âlemîn'in göstermesi ile, öğretmesi ile, bildirmesi ile kâimdir. İşi gören Kudsî ruh'tur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm'ın nurudur.
Bu ilmin içine girmeyin. Zira İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat adlı eserinin "317. Mektub"unda; değil sizin, evliyâullah'ın dahi anlayamayacağını beyan buyuruyor.
Diyeceksiniz ki; "Hiçbir tahsili bulunmadığı halde bu ilimleri nasıl bilebilir ve bu kadar izahları nasıl verebilir?"
Bu hususta Âyet-i kerime'leri misal olarak gösteriyoruz.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"İşte böylece sana da emrimizden bir ruh (Kur'an) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir önceleri bilmezdin. Fakat biz onu (Kur'an'ı) bir nur yaptık.
Kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola iletiriz. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yolu göstermektesin.
O Allah yolunu ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur.
İyi bilin ki bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şûrâ: 52-53)
Bunun için diyoruz ki; "İşi gören Kudsî ruh'tur, işi gören Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurudur." Hep O'ndan geliyor.
Bu kadar esrâr-ı ilâhîyi açmak ve açıklamakla birçok kişinin çelişkiye düşeceğini biliyorum.
Ve fakat bu ilim gizlenmiş bir mücevherat idi. Böyle bir ilmin mevcut olduğunu bildirmek için açıyorum ve söylüyorum. Zira bu ilme Ledün ilmi denir. İlimlerin sonudur, tecelliyatının ise sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ kime murad ettiyse, kime duyurup kime gösterdiyse bu hakikati ancak onlar bilir. Yüz senede bir gelenlerin içinde dahi nadir kimseye bu sırrı açmıştır, bunu ancak onlar bilir.
Bilebilmesi için de Allah-u Teâlâ o kişinin:
1- Kalb kilidini açmıştır.
2- Kalb kulağını açmıştır.
3- Kalb gözünü açmıştır.
4- Nûrunu akıtmıştır.
5- Bütün esrarını kalbine nakşetmiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "317. Mektub"unda buyurur ki:
"Bu dikkat sonunda elbette bileceklerdir ki, bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir.
Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi o kabuğun özüdür."
Fakir de her zaman deriz ki:
Ben bir perdeden bir kabuktan ibaretim, özüm O'dur. Şu gördüğünüz kâinat da bir kabuktan ibarettir. Kâinatın da özü O'dur. O kabuğu çıkardığın zaman öz kalıyor. Siz bunu ne okudunuz, ne de duydunuz. Fakat fakir, yemin ederim ki gözle görüyorum. Zaten görmesem söyleyemem ki! Görüyorum da söylüyorum.
Nefes zikrinin efdaliyeti buradan geliyor. Bir perde var arada. Perdeden O'nunla konuşuyorsun, O'nunla görüşüyorsun, O'nunla nefes alıyorsun. Oysa perdeyi de yaratan O'dur, senin neyin var? Sen çık aradan, kalsın Yaradan.
Sen de bir kabuk, kâinat da bir kabuk. Elhamdülillah, kabuk olduğumu biliyorum. İçimde O olduğunu da görüyorum. İrtibatım da O'nunla olduğu için, âlemleri çok rahat seyredebiliyorum. Bütün âlemleri O'nunla seyrediyorum.
Özüm de Allah, sözüm de Allah... Herkes kabuğu görüyor, O'nu görmüyor.
İnsan da böyle, kâinat da böyle... Vücud O, mevcud O...
Allah-u Teâlâ'yı biz böyle biliyoruz.
Burada ilmin hülâsası ortaya çıkıyor. Bütün evliyâullahın ilmi bu kabukta idi. Mühim olan kabuğu atabilmek.
Siz bu ilmi yalnız işitirsiniz, kavramanız mümkün değildir. Fakat işitmenizde de çok büyük fayda var, çünkü duymuş oluyorsunuz. Sonra Cenâb-ı Hakk tecelli ettiği zaman, bildirdiğini bilmiş olacaksınız.
İşte size bu ilimden bahsediliyor. Nasibi olan, nasibi kadar alacak. Bu ilim Allah-u Teâlâ'nın duyurması ve göstermesi ile kâimdir.
Biz size özü anlatıyoruz. Bu marifet, bu kitabın özüdür. Bu kitabı yazmaktaki esas gayem, bu özü bildirmektir.
Şimdi Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanına bir dönelim:
"Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirascısı olan Hâtem-i veli'nin mişkâtından (kandilinden) görürler."
Ya Hâtem-i enbiya'dan görür, ya da Hâtem-i evliya'dan görür. Çünkü Allah-u Teâlâ bu nuru bu ikisinin kandilinde koymuş, başka değil.
"Hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velilerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya mişkâtından alırlar."
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, öyle koymuş. Bunlar hep murad-ı ilâhîdir. Hangi kandile nasıl akıtmışsa, nasıl tecelli etmişse öyle olur.
Ona bakarak kendine rehberlik yapıyor.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben:
"Sen bilmezken (Rabb'in) seni doğru yola eriştirmedi mi?" buyuruyor. (Duhâ: 7)
İşte bu şekilde oluyor. Hep O, hep O...
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde onu muhatap kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik." (Ahzâb: 45-46)
O nur sayesinde, o nur ışığından görebiliyor ve seyredebiliyor. "Bu budur!" diyor, o nur sayesinde sezebiliyor.
Bunun da sırrını Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanında açıklamıştır:
"O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır." (Füsûs-ül-Hikem)
Burada vasıta kalmıyor. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra Cebrâil Aleyhisselâm vahiy getirmeyeceğine göre Hâtem-i veli'ye ezelden verilen nurdan alıyor, istifade ediyor. Velev ki peygamber dahi olsa. Çünkü peygamberler nübüvvet sahibi oldukları gibi velâyet haline de sahiptirler, yani aynı zamanda velidirler.
Velidir amma Hâtem-i veli'ye verilen onun velâyetine verilmemiş.
Bunun mânâsı:
Hâtem-i veli'nin velâyetine verilen, peygamberin velâyetine verilmediği için, peygamberin velâyeti o mişkattan alıyor demektir. O peygamberin velâyeti o nura muhtaç. Niçin? Hâtem-i veli'ye verildiği için.
•
Bin küsür sene evvel Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hatm'ül-Evliya adlı kitabında Allah-u Teâlâ'nın bu fakire ihsan ve ikram edeceği lütufları izah ve ifşâ ettiği için: "Sen onu peygamberden üstün yaptın." diyerek, o zamanın ulemâsı onu memleketinden sürdüler. Ben de diyorum ki:
"Eğer size birçok şeyleri ifşâ edip açıklasaydık, bu zamandaki âlim diye geçinen câhil kimseler, bizi dünyanın dışına atmaya kalkarlardı."
Çok ince bir sır. Bu noktayı kavradığınız zaman, Cenâb-ı Hakk murad ederse, birçok sırrı kavramış olursunuz. Zira bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır.
"Şu hale göre onlardan aşağı mertebede bulunan veliler nasıl olur da o kaynaktan almazlar."
Çünkü veli olduğu için, o nurdan vekâletini alıyor. Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş, murad-i ilâhi öyle. Kime ne verirse!
"Her ne kadar Hâtem-i evliyâ hükümde Hâtem-i Resul'ün teşrî'den (ilâhi ahkâma dair emirlerden) getirdiği şeye tâbi ise de bu onun makamına zarar vermez. Ve bizim gittiğimiz yola da aykırı değildir."
Binaenaleyh o (Hâtem'ül-evliya) bir cihetten enzel (geri) olur, bir cihetten alâ (yüksek) olur." (Fusûsu'l-Hikem. sh: 43-44)
Geri olması demek, hiçbir bilgisi yoktur, fakat Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği her şeyi bilir.
Muhyiddin-i İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmi Cebrâil Aleyhisselâm'ın aldığı kaynaktan aldığını beyan ederek şöyle buyuruyorlar:
"Bir vakitte Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e nebilik tuğladan yapılmış bir duvar şeklinde temsil olundu. O duvarda ancak bir tuğla eksik idi. Peygamber Aleyhisselâm da bu son tuğla oldu. Şu kadar ki Allah'ın Resulü'nün buyurduğu gibi o, ancak eksik olan bu tuğladan başkasını görmedi.
Hâtem-i evliya'ya gelince; onun için de bu rüya sahihtir. Binaenaleyh o da Peygamber Aleyhisselâm'a temsil olunan şeyi görür. Hatta o duvarda iki tuğla yerini görür ki bunların biri altın biri gümüştendir. Duvarda eksik olan ve onun yerini tamamlayan tuğlanın birini altından birini de gümüşten görür. Böyle olunca da onun kendi nefsini bu tuğlaların konulduğu yerde aksetmiş görmesi lâzımdır.
Şu halde Hâtem-i evliya bu iki tuğlanın timsali olup duvar tamam olur. Hâtem-i evliya'nın onu iki tuğla görmesinin sebebi de zâhirde Hâtem-i enbiya'nın şeriatına bağlı olmasıdır. Ona bağlılığının timsali ise gümüş tuğladır; bu da zahirdir ve hükümlerde ona tâbi olmasını gerektiren şeydir. Nitekim o zahirde tâbi olduğu hükmü batında Allah'tan alır. Çünkü o, emri olduğu hal üzere görür ve böyle görmesi zaruridir." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman sh: 45)
Evet... Çünkü ona başka öğretecek yok ki. Risalet ve nübüvvet sona erdi, bir daha peygamberlik gelecek değil. Cebrâil Aleyhisselâm da emirsiz inmez. Ona ancak Rabb'i öğretecek. O da bu bilgiye muhtaç olduğu için Allah-u Teâlâ o kaynaktan ona da veriyor. Çünkü onun için o bilgiler zaruridir, o bilgilerle ancak bu esrarı açacak. Allah-u Teâlâ duyurmadıkça başka türlü bilinmez. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ olmuş oluyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur." (Bakara: 282)
İşte Allah-u Teâlâ'nın talebesi bunlardır. Hepsinin bir talebesi vardır, bunlar da Allah-u Teâlâ'nın talebesidir. Çünkü onu huzuruna alıyor, yüzü ile yöneliyor, dilediğini akıtıyor, konuşuyor, görüşüyor ve bildiriyor.
Biz birçok sırları söylüyoruz, fakat Cenâb-ı Hakk bize öyle bir üslûp vermiş ki; Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri yerleştirdiğimiz için, o söylediğimiz söz kayboluyor. Kişi bakıyor orada Âyet-i kerime, burada Hadis-i şerif var, o mevzuyu unutuyor. Yoksa kapalı tuttuğumuz yerler çok azdır.
•
Bu noktada size mühim bir esrarı açayım:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Böylece biz İbrahim'e yakîn sahiplerinden olması için, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk." (En'âm: 75)
Yakîn sahibi olmak demek, zâhirden bâtına geçip, hiç şüpheye yer vermeyecek şekilde hakikati bilmektir.
Yakîn mertebesi ilmin bir sıfatı olup, nefsin her türlü şüpheden kurtularak mutmain olması, huzur ve sükûna ermesidir.
Allah-u Teâlâ İbrahim Halilullah'a semâvâtın kapılarını açıp, bünyesinde gizli bulunan esrâra onu muttali kıldı. Arzın kapılarını açıp, mevcudatta olan rububiyet sırlarını, hükümranlık kanunlarını, işlerin gizli ve âşikâr tarafını gözleriyle gösterdi.
Bu mânâda Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Bize eşyayı olduğu gibi göster." buyurmuşlardır.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'a melekutu göstermesi neticesindedir ki şecaat ve celâdetle ortaya çıkmış, Allah'ın dinini tebliğ hususunda hiç kimseden korkmamış, hiçbir hak sözü söylemekten çekinmemiştir.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm'a gösterdiği ve öğrettiği gibi fakire de gösteriyor ve öğretiyor.
O bildirdiği için bizim başka bilgiye ihtiyacımız olmaz. O'nun bilgisine dayanarak bile bile, göre göre konuşuruz.
O bildirecek ki bile bile konuşacaksın. Evvelâ kendin şüpheye düşmeyeceksin, ona göre imanın inancın olacak. O imanla, vurduğun zaman göçüreceksin. Kendin şüphe ettiğin zaman kendin yıkılırsın.
Muhyiddin İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri devamla buyurur ki:
"Bu görüş ise bâtını temsil eden tuğlanın mahallidir. O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm'a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır. Eğer işaret ettiğim bu nükteyi anlayabildiysen senin için faydalı bir bilgi hasıl olmuştur." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman sh: 45)
Bu öz bir bilgidir, faydalıdır, hakikidir, hakikattır, ötesi boştur, eğer anlayabilirsen.
Bunu bilen söylüyor, Allah-u Teâlâ'nın has kulları söylüyor. Bir beşerin bunu anlaması mümkün değildir.
Onun için bu ilim karşısında sakın şaşırma, inkâr etme. Geçmiş evliyâullah'ın ifşaatlarına bir bak ve kurtul! Çünkü Allah-u Teâlâ bu ilmi bugün indirdi.
Bu zevât-ı kiram'ın ifşaatları "Nûr-î Muhammedî" ve "Sözler ve Notlar-8" adlı kitaplarımızda mevcuttur.
Size üç Âyet-i kerime arzedilecek, çok mühim olduğu için de üzerinde durulacak ve açıklaması yapılacak.
Ayrıca bu Âyet-i kerime'lerin bu mânâda olduğuna ve bilindiğine dâir üç delil getirilecek.
Şu kadar var ki sakın bu mevzuların derinliğine girmeyin, aklınız ve ilminiz yetmez.
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Meselâ senin bir arkadaşın var, fakat bir örtünün altına gizlenmiş. Örtünün altından: "Ben buradayım!" diye sesleniyor, sen ise arkadaşın olduğu için, kapalı da olsa sesinden tanıyorsun, fakat arıyorsun arıyorsun bulamıyorsun, onu göremiyorsun. Çünkü örtünün altında.
İşte bu Âyet-i kerime'nin tecelliyâtı ve sırrı budur.
Allah-u Teâlâ:
"İçindeyim, görmüyor musun?" diye sesleniyor amma sen bakıyorsun göremiyorsun.
Şu kadar var ki, gece-gündüz beraber olduğun bir arkadaşın:
"Ben buradayım!" diye seslendiği zaman, o sesi daha iyi tanırsın, o örtünün altında olduğunu bilirsin.
"Bu filân kişinin sesidir." dersin, kararını verirsin.
Amma ömründe hiç tanımadığın bir kimse, ne kadar seslense duymazsın, ilgilenmezsin.
Allah-u Teâlâ'ya çok yakın olan Mukarrebler'e gelince;
"İçindeyim, görmüyor musun?"
Hitabı karşısında imanı ile sesini tanıdığı gibi, kendisini de görür. Önce bu Âyet-i kerime'ye iman etmiş, sesini de duyuyor, icabettiği zaman kendisini de görür. Her zaman Hakk ile olan, O'nun nerede olduğunu bilir. O'nunla böyle mülâkat eder. Çünkü "Nefis dereceleri" ni aşmış, perdeleleri kaldırmış, lâtif bir perde arkasında bu haller cereyan ediyor. Sende ise yedi tane kalın perde var, bunu nasıl hissedersin?
Hakk'tan uzak olan kimseye, istediğin kadar söyle, duyar mı? Duymaz.
Allah-u Teâlâ insanın kendisinden kendisine çok yakındır. Çünkü kendisi dediği bir elbisedir. Bu da elbise, vücud da elbise. Birisi tenden elbise, birisi kumaştan elbise. İnsan bir örtüden bir maskeden ibarettir, içinde O var. Mukarreb olan O'nu görür, kendisinin de bir maske olduğunu görür.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu gören ve bilen bunlardır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif'inin 51. Âyet-i kerime'sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
"Allah'ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder.
O, yücedir, hikmet sahibidir." (Şûrâ: 51)
Âyet-i kerime'de geçen birinci ve üçüncü şekil malumdur. Vahiy Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e verilen ilâhî kelimelerdir. Allah-u Teâlâ emir ve nehiylerini muhtelif şekillerde onlara duyurur. Onlar da aldıkları vahiyleri muhataplarına "Allah-u Teâlâ böyle vahyetti." şeklinde duyururlar.
Vahyin de ayrıca muhtelif şekilleri vardır.
"Perde arkasından konuşma" ya gelince;
Bu Âyet-i kerime'nin bu noktası şimdiye kadar hiç açılmadığı ve mevzularımız da hep bu ince nokta üzerinde cereyan ettiği için "Perde arkasından konuşma" hususunu açıklamayı lüzumlu gördük. Ki bu bilginin yabancısı olmayasınız ve şaşırmayasınız.
Âyet-i kerime'de beyan buyurulduğu üzere, bunlar perde arkasından Allah-u Teâlâ ile konuşanlardır ve Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunurlar.
Huzurunda olacak ki konuşacak. Onları huzuruna almış, mülâkatla dilediğini bildiriyor ve gösteriyor.
Bunun mümkün olduğuna itiraz etmemeniz için Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu noktada bir ifşaatlarını arzedelim:
"O, Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder, O'nunla konuşur." buyurmuşlardır. (Nevâdirül-usûl)
Âyet-i kerime'de beyan buyurulan bu perde nedir?
Bu perde senin varlığındır, vücudundur. O senden sana yakın, seninle O'nun arasında senin varlığın var, perden var. Perdeni ne kadar inceltirsen, o kadar O'na yakınsın. Perdeyi kaldırabilirsen, O'nunla başbaşa kalırsın. Artık sen yoksun O var. Perde kalktı çünkü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâf: 16)
Senden sana yakın olan, sana duyuruyor, buyuruyor. Buyurduklarını sana duyuruyor. Sen bir perdesin, O dilediği şekilde mahlûku ile konuşur.
O içeride, senden de sana yakın. Amma sen perdesin, O'nu görmüyorsun.
Kamer sûre-i şerif'inin 55. Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere; bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır, öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Demek oluyor ki Allah-u Teâlâ dilediği zaman o kulunu huzuruna alıyor ve onunla konuşuyor, dilediğini ona duyuruyor.
Nasıl konuşur? O zaten sana senden yakındır, senin varlığın bir perdeden ibarettir. O lâtif perdenin arkasında sana hitab ediyor. Huzuruna alıyor ve hitab ediyor.
O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.
Bu hâle ermenin şartları nedir?
Kalp üzerinde yedi perde vardır. Bu yedi perdenin kalkması, sıfat-ı hayvaniyeden arınması, ahlâk-ı zemimeden sıyrılması ile kâimdir. Bu ise nefis safiyeye çıktıktan sonra husule gelir ve bu hâller tecelli etmeye başlar. Onun artık Allah-u Teâlâ'dan gayrı hiçbir arzusu olmaz, ne dünya ne de ahiret.
Bu lütuf hass'ül-has olanlara âittir.
Hass'ül-has kimdir? Varlığından, benliğinden zerre dahi kalmayınca hass'ül-has olur. Toz kadar varlık bile bir varlık sayılır.
"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)
O her yerde hazır, insanın her haline nâzırdır.
Allah-u Teâlâ'nın içinde olduğunu bilen, nereye gitse O'nunladır. Allah-u Teâlâ içinde, o kişiyi O yürütüyor. Ona O gösteriyor, ona O bildiriyor. O ise bir ten elbisesinden ibaret oluyor. Yani sen O'nunla değilsin, O seninle. Sen O'nunla görüyorsun, O'nunla söylüyorsun, O'nunla tutuyorsun, O'nunla yürüyorsun, amma farkında değilsin. Gafletin ve cehâletin sebebiyle, O'nu içinde göremediğin için, O'nunla olduğunu da bilmiyorsun. İçindeki, varlığını senden çektiği zaman oluyorsun bir leş. Hadi bunları yap! Şimdi öğrendin mi O'nunla olduğunu?
Bu Âyet-i kerime'lerin;
"İlm'el-yakîn"
"Ayn'el-yakîn"
"Hakk'al-yakîn" dereceleri vardır.
Şöyle ki:
İlm'el-yakîn derecesi; kişi eğer Âyet-i kerime'ye tam mânâsıyla inandıysa, o imanı sebebiyle Âyet-i kerime'yi inkâr etmez, kurtulmuş olur. Ve fakat içine döndüğü zaman Hakk'ı bilemez ve göremez.
Ayn'el-yakîn derecesi; Tarikat-ı aliye'ye intisap eder, bütün letâfâtı bitirir, sonra murakabalara geçer. Murakabaların ortalarına geldiği zaman bazı tecelliyatlar husule gelmeye başlar. Öyle olur ki, sanki görüyormuş gibi zanlara kapılır, amma göremez. Göremeyişinin sebebi, perdelerin kalkmayışındandır. Şu kadar var ki perdeler incelmiştir, bir hakikatın hissiyatı içindedir.
Hakk'al-yakîn derecesine gelince; bunu size olduğu gibi açacağız.
Allah-u Teâlâ bütün perdeleri kaldırdıktan sonra, O'nu gördükten sonra şu hakikat ortaya çıkar: Meğer ne gök varmış, ne yer varmış, ne Arş varmış, ne Kürsü varmış, meğer hep O imiş.
Meğer sen de perde imişsin, yarattığı bütün mevcûdat da bir perde imiş. Hepsi de "Ol!" emrinden ve "Lâ" dan ibaret, hiçbirinin hükmü yok, hüküm O'nundur. Onlar O'nu örten bir perde idi.
İşte bu üç Âyet-i kerime'nin Hakk'al-yakîn sırrı budur. Bu ise Allah-u Teâlâ'yı görene mahsustur.
•
Allah-u Teâlâ'nın Hayy ve Kayyum olduğunu bildiren Âyet-i kerime'nin mânâsını kavrayabilmeniz için tefekkür ederek üzerinde durun.
"Allah o Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum'dur." (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
O yaratıyor, her şey O'nunla kâimdir. Daha evvel de perde olduğunu söylemiştik. İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma Hakk'ı göremez. Görmesi de mümkün değildir.
Hani Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- buyurmuştu ki:
"Ben Allah'ımı gördüm, başka bir şey görmedim." Yani O'ndan başka bir şey yok ki onu göreyim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer siz süfli arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah'ın üzerine düşerdi." (Tirmizî)
O'ndan başka bir varlık yok zaten, hepsi de "Lâ" dan ibaret. Bu gördüğünüz kâinat ve içindekiler nur malzemesinden yapılmış ve "Ol!" demekle olmuştur.
Çünkü:
"O hem Evvel'dir, hem Âhir'dir, hem Zâhir'dir, hem Bâtın'dır. O her şeyi bilendir." (Hadîd: 3)
•
Şimdi diğer Âyet-i kerime'lere geçelim.
"Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)
Hakk'ı gören, Hakk'tan gayrı hiçbir şey görmeyen, Hakk'ın huzurundadır.
Bu huzurda olmanın da "İlm'el-yakîn", "Ayn'el-yakîn" ve "Hakk'al-yakîn" dereceleri vardır.
"Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." (Hadîd: 4)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde: "Nerede olursan ol, seninle beraberim." buyuruyor. "Her hâline vâkıfım." buyuruyor.
Bunun da "İlm'el-yakîn", "Ayn'el-yakîn" ve "Hakk'al-yakîn" dereceleri vardır.
En son derecesini şöyle izah edelim:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Ey Allah'ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı Allah-u Teâlâ idi ve ahirete giderken de son kelâmı bu idi.
Hayat boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu.
Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş olamaz. O kişiyi görünce O'nunla olacak.
Tavsiye ediyorum sakın bu ilmin içine gireyim demeyin. Bu ilim filin lokmasıdır, karınca yutamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"O'nun dilediğinden başka, insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar." (Bakara: 255)
Bu ilim ona hazırlanıyor.
Bu ilmi ancak Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müşahede ettiği bir tecelliyatta Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz'in açtığını size haber verelim.
Şeyh'ül-Ekber Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhat'ül-Mekkiyye" isimli eserinde, Hâtem-i enbiya'nın huzurunda bulunurken müşahade ettiği bazı hâdiselerden bahsetmekte, bu arada Hâtem-i evliya olan zât ile karşılaştığı ânı da haber vererek, onun Resulullah Aleyhisselâm'ın yanındaki vaziyetini sarih bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Eserin ikinci bölümü olan "Hakikat-ı Muhammediyye" bahsinde, Hâtem-i evliya'nın Resulullah Aleyhisselâm'ın emri ve arzusu üzerine, kendisine has ve hususi bir makam tahsis ettiğine dikkatleri çekerek şöyle buyuruyorlar:
"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-i bu âlemde maksadı mâsum, müşâhidliği güvenilir; kendisini muzaffer ve müeyyed, yani Allah'ın yardım ettiği ve desteklediği bir seyyid olarak gördüm. Bütün Resuller onun huzurunda saf bağlamış, en hayırlı ümmet olan ümmeti de ona bağlanmışlardı. Göz kamaştırıcı güzellikte büyüleyici melekler, onun makamının arşı etrafında onu kuşatmışlardı. İşleri yapmaya hazır öteki melekler de onun önünde saf olmuş, onun emrini bekliyordu.
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, en değerli sağ yanındaydı. Hazret-i Ömer'ül-Fâruk en kutsal sol yanındaydı. 'El-Hatm' onun huzurunda diz çökmüştü ve ona Kad'ın (tarihinden) söz ediyordu. Bu arada Hazret-i Ali de onun diliyle Hâtem'in söylediklerini tercüme ediyordu. Hazret-i Osman Zinnureyn ise hayâ elbisesine bürünmüş, bu durumu seyrediyordu.
Sonra o yüce Seyyid, o en tatlı kaynak, o en parlak en açık görünen Nur, etrafına baktı ve hükümde benimle el-Hatm arasındaki ortaklıktan dolayı, Hatm'in arkasında beni gördü. Sonra 'El-Hatm'e dönerek, Efendimiz:
'Bu senin eşin, senin oğlun ve senin yakın dostundur. Benim huzurumda ona kayın ağacından bir minber kur!' buyurdu.
Daha sonra o müthiş meşhedde, 'El-Hatm' minberi kurdu. Minberin cephesinde parıl parıl parlayan bir nurla yazılmış şu ifâdeler vardı: 'Bu makam, en temiz Muhammedî bir makamdır. Bu minbere çıkan ona mirasçı olur ve Hakk Teâlâ dini (şeriatı) korumak için onu elçi yapar ve onu elçi olarak gönderir.'" (Fütûhat'ül-Mekkiyye. sh. 21-22)
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz, dedem olduğu için: "Bu bununla vazifelidir. Bu işleri yapıyor, bu işleri yapacak." diye yaptığımız ve yapacağımız işleri orada bulunanlara izah ediyor. Tanıtıyor yani.
Çünkü Hazret-i Mehdi'yi herkes tanıyor. Hâtem-i veli'yi ise tanıtıyorlar. Ki ondan evvel gelecek bir merdiven var. Bu merdivenler üç idi. Birisi budur, ikincisi o, üçüncüsü de İsa Aleyhisselâm.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Benim huzurumda ona kayın ağacından bir minber kur." buyurmasının mânâsı; Çünkü o onun emir subayıdır. Diğerleri de orada bulunduğu halde, bütün emirleri ona veriyor, o yaptırıyor. Bir orduda birçok subaylar bulunur amma, emirleri ancak emir subayı alır.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli hakkında bin küsur sene önce müstakil bir eser yazmış ve onun Allah-u Teâlâ'nın hususi himayesinde olacağını, O'nu göreceğini ve O'nunla konuşacağını açıklamıştır.
Bu açıklamalarını olduğu gibi arzediyorum:
"Nevâdirü'l-Usûl" adlı eserinde, velâyet mertebelerinin en üst derecesine vâris olan Hâtem-i veli'nin vasıflarını bir bir beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ehlullah'ın bir kısmı en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allah-u Teâlâ'nın, kendisini velâyeti için seçip kullandığı bir kuldur.
O Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder, O'nunla konuşur, O'nunla görür, O'nunla tutar, O'nunla anlar.
Allah, onun yeryüzünde şânını ve irşâdını yaymış, kendisini halkın, Velâyet bayrağının sahibi; yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhânı, Allah'ın has dostu, nazargâh-ı ilâhî, Rabbânî sırların mâdeni, yeryüzünde Zat-ı Bârî'nin adâlet kamçısı yapmıştır.
Allah-u Teâlâ onun vâsıtasıyla kullarını terbiye eder, onun nazarıyla ölü kalpleri diriltir, halkı kendi yoluna çevirir. Onunla ilâhî ahkâmı ayakta tutar.
O hidâyet anahtarı, yeryüzünün sürûru, ehlullah'ın emini ve imamıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda Rabb'ini senâ ile meşgul olur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onunla bu hususta övünür. Allah-u Teâlâ bu makamda onun ismini yüceltir.
Resulullah Aleyhisselâm onunla sevinip, gözü aydınlık olur.
Allah-u Teâlâ, onun kalbini dünyevî dert ve meşgaleden alıkoyar. Kendisine yüksek hikmetini bahşeder. Onu Tevhid'ine sevkeder, nefsini görmekten ve hevânın gölgesinden yolunu uzak eder.
Diğer ehlullah'ın defterlerine bunu emin kılar. Kendisine onların makamlarını tanıtır ve derecelerine muttali kılar. Bu hâliyle o, nücebânın efendisi, hükemânın sâlihi, dertlerin şifâsı, mânevi tabiblerin imamı olur.
Sözü, kalbleri Allah'a bağlar. Görülmesi, nefislere şifâ verir. Teveccüh edip yönelmesi, hevaî arzuları yok eder. Yakınlığı, kötü huyları temizler.
O bahar gibi nur saçar, yaz gibi (mânevi) meyveleri toplanır.
Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Bir şeyler bulunması ümit edilen maden kaynağıdır. Hak ile bâtılın arasını ayırt eder.
O Sıddık'tır, Hakk adamıdır, dosttur, âriftir. İlhâma mazhardır. Yeryüzünde Allah'ın, tek denebilecek dostudur." (Nevâdirûl-Usûl, cilt: 1, sh: 339)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanlarını, temiz kalpleri kurtarabilmek gayesiyle delil olarak arzediyorum. Zira bozuk kalplerin görecekleri zararı beyan etmektedir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Meârif-i Ledüniyye" isimli eserinde, kendisinden asırlar sonra gelecek olan "Kutb-u İrşad" dan haber vererek; bu zâtın tıpkı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, âlemin hidayetten ve imandan büsbütün mahrum kaldığı bir zamanda bir cevher misali zuhur edeceğini beyan buyurmaktadır:
"Kutb-u irşad'ın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle zamanlar olur, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, zamanının Kutb-u irşad'ı idi." (Meârif-i Ledüniyye, 35. Mârifet)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri aynı eserinde geçen diğer bir beyanında; kalbi bozuk olanların bu zâta teveccüh etseler dahi hiçbir şey alamayacaklarını, hatta bu gibi kimselere gelen feyizlerin kendileri için daha zararlı bir hâle dönüşeceğini beyan buyurmuştur:
"Kutb-u irşad ile bütün insanlara iman ve hidâyet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet (sapıklık), kötülük haline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer. Yâhud safrası bozuk olana tatlının acı gelmesi gibidir." (Meârif-i Ledüniyye, 35. Mârifet)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107)
Allah-u Teâlâ onu bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Âlemler o rahmet ile kâimdir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Farz-ı muhal ki bir şeyin üzerine örtü örtülmüş. Bu örtüyü yağmur, rüzgar, güneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkça örtülen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.
İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile örtülüdür. Eğer Allah-u Teâlâ'ya sığınmış ve yönelmiş olarak o perdeleri zikrullah ile bir bir açabilirse, son perde lâtiftir, altındaki görülür.
Bu içindeki görüldükten sonra nefes zikri ile içindeki ile lâtif bir şekilde hem zikreder, hem sohbet eder. Çünkü artık kesafet kalktı, her taraf nur kesildi.
Perde lâtif şekle dönünce görülecek ki meğer hep O imiş. Sen de bir perdeden ibaretsin, kâinat da bir perdeden ibarettir. Yer de öyledir, gök de öyledir.
Bunun delili ise;
"Allah göklerin ve yerin nûrudur." (Nûr: 35)
Âyet-i kerime'sidir.
Ha sen, ha kâinat... Hepsinin de lâtif bir perdeden ibaret olduğu görülür. Kişi o zaman Hakk'ı görür, hakikati öğrenir. Meğer içindeki hep O imiş. Hep O, hep O'ndanmış. Fakat sen zannediyordun ki hep sendin.
Perdenin kalın olması hasebiyle yeri görüyorsun, göğü görüyorsun, kendini görüyorsun. Bütün bunlar hep senin kalbindeki perdenin kalınlığı sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ kime murad edip perdeleri kaldırırsa, ne sen varsın, ne yer var, ne gök var, hiçbir şey yok. O'nu görünce O'nunla görüyorsun. O'nunla görünce de "Ol!" emrinden ibaret olan hayâlâtı görüyorsun.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Bize eşyayı olduğu gibi göster." buyurmuşlardır.
Perdeler kalktıkça yarattığı mevcudâtın hakikati görülüyor. Meğer "Ol!" emrinden ibaretmiş.
O'nu görebilirsen, kendini göremezsin, yarattıklarını da göremezsin, yalnız O'nu görürsün.
Kelime-i Tevhid çekilirken "Lâ ilâhe" dediğin zaman, bunlar yaratılmış olanlardır, hiçbirisi Allah değildir. Onları atıyorsun bir tarafa. "İllâllah"; Ancak Allah onları yarattı.
Nasıl yaratır? Nurundan nurunu yarattı, o "Nur" ile mükevvenâtı donattı.
İşte hakikat ehlinin söylediği Tevhid budur ve gerçek tevhidin sırrı ilk defa açılıyor.
Kişi "Lâ ilâhe illâllah" diyor amma bilmeden söylüyor. Yaratılmışlarla Hazret-i Allah'ı ayıramıyor. Ehl-i hakikat ise "Lâ ilâhe" dediği zaman "Bunlar lâ'dan ibaret" diyor. "İllâllah", onları yaratan Allah'tır. Yaratılmışlarla Yaratan'ı ayırıyor. Evvel O, âhir O, zâhir O, bâtın yine O...
Kur'an-ı kerim'de birçok Âyet-i kerime'lerde yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ'yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
"Yedi gök ve yer, bir de bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ve tenzih ederler." (İsrâ: 44)
O'nun lütuf ve ihsanlarına hamd ve şükrederler, O'nun Zât-ı akdes'ine lâyık olmayan şeylerden tenzihte bulunurlar.
"Her şeyde bir delil vardır O'na,
Delâlet eder O'nun bir olduğuna."
"Hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbih etmesin." (İsrâ: 44)
Akıl taşıyan varlıklar söz ve dil ile, akıldan mahrum bulunan şeyler de rivayete nazaran yalnız hâl lisanıyla Hakk Teâlâ Hazretleri'nin vahdâniyet ve samedâniyetini, her türlü kusur ve noksandan münezzeh oluşunu ikrar ve itiraf etmektedir.
"Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız." (İsrâ: 44)
Yaratılan her şey Allah-u Teâlâ'yı tesbih eder amma siz duymuyorsunuz.
"O halîm olandır, çok bağışlayandır." (İsrâ: 44)
Kendisine isyan edeni çabuk cezalandırmaz. Küfür ve isyanında devam edenleri ise azabı ile yakalar.
"Zikrullah elbette en büyük (ibadet)tir." (Ankebût: 45)
Bu, imân-ı kâmil sahiplerine mahsustur.
•
Kâinat Allah-u Teâlâ'yı nasıl zikrediyor?
Arş-u Rahman zikreder.
Kürsü zikreder.
Mele-i âlâ ve melekler zikreder.
Kalem zikreder.
Levh-i mahfuz zikreder.
Gökler zikreder.
Yer zikreder.
Cemâdât zikreder.
Nebâtat zikreder.
Hayvanat zikreder.
Ve hepsinin zikirleri ayrı ayrıdır.
Çiçekten ağaca varıncaya kadar her bitki zikreder, tesbihi ayrıdır. Havadaki kuşlara, denizdeki balıklara, karada yürüyen, sürünen hayvanlara varıncaya kadar her şey zikreder, tesbihleri hep ayrı ayrıdır.
"Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin?
Her biri kendi duâsını ve tesbihini bilir. Allah onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilendir." (Nûr: 41)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün varlıklar O'nun kudretine, azametine şehadet eder dururlar. Hepsi O'ndan dilek diler.
Buradaki "Yüsebbihu" kelimesi devamlılık ifade etmektedir. Yani her an, sürekli devam eden bir tesbihtir.
•
İnsanın zikrine gelince;
Hep der Allah-u Ekber, azamet-i ilâhiyi tesbih eder, zikreder.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i imrân: 191)
Kalplerin Allah-u Teâlâ'dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile mümkündür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Zikrullahın asıl sırrı şudur:
Hani demiştik ki:
"Ey zâhid! Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını işgâliyetten kurtar." (1. cilt, sh: 487)
Başka bir tarif:
İçindeki pisliği çıkar, o şeytanın iğvası ile hareket ediyor.
Sıfat-ı hayvâniyeden arınman ve kurtulman için, kalbinin nurlanması için odanı temizle. Islâh olsun ki nefsin iman etmiş olsun.
Zikrullahta bir nur vardır, her bir lâfza-i celâl bir ok mesabesindedir, bir darbedir. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete, nura tahammül edemez. Kalbi boşaltmak zorunda kalır ve ruh odasına kaçar. Artık kalp işgalden kurtulmuş, asliyetine dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı arttırdıkça ateşi de kuvvetlenir. Ruhun esiri olmamak için bütün gücü ile direnmesine rağmen nefsin mukavemeti azalır. Ruh, sır, hafâ ve ahfâ odalarını da terkeder. Onlar da kalp gibi asliyetine döner. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidir, oradan da çıkarılırsa hakimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esareti altına alır, onun suflî arzularını dinlemez. Letâif ampulleri yanar. Kişi artık bütün kötülüklerden nedamet eder, kemâl yollarını bulur.
Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın, o ahırı temizlersen, tebdil edersen, dayarsan, döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi, şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.
Sen kalbini ahıra çevirdin, pis orada her an pisliyor. Pisi atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir zaman oraya padişah gelmez.
"Kalp sarayın eyle pak,
Şayet gele Sultan sana."
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır." (Ahzâb: 4)
O'nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O'nun bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın. Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.
Mücadele ile Sultânî zikre de erersin, murad ederse nefes zikrine dahi ulaştırır.