Muhterem Okuyucularımız;
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB'İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)" (Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime'nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
"ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb'inin: 'Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!' sözü tamamen yerine gelmiştir." (Hûd: 119)
Onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
"Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar." (İnsan: 29)
Her kim Rabb'ine doğru varmak, O'nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O'na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashab-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim'inde kendi dinini ilân etmiş, kurtuluşun sadece burada olduğunu ferman buyurmuştur.
Âyet-i kerime'de:
"Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruluyor. (Mâide:3)
Yani İslâm'dan başka bütün dinler, yollar batıldır.
Bu Allah'ın dinidir. O'nun râzı ve hoşnut olduğu yoldur. Sırat-ı müstakim olan bu dinden başka bir din yoktur. Onun katında kabul ve makbul olan başka din yoktur. Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Bu din-i mübin'in hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Ancak ayakta duran bu dine uyanlar saadete ererler.
Âyet-i kerime'de:
"Allah katında din İslâm'dır." buyuruyor. (Âl-i imrân:19)
O'nun katında sadece kabul olunan din Allah'ın ve Resulullah'ın dini İslâm'dır. Binaenaleyh Allah katında hiçbir dinin ve ismin hükmü yoktur. Gerek yahudilerin, gerek hıristiyanların, gerekse bölücülerin kurdukları din hükümsüzdür. Allah katında kabul değildir. Bu hakikat Ayet-i kerime'lerde apaçık ve aşikârdır.
Hüküm vermek sadece ve sadece Allah'a aittir. Başkasına ait değildir. Onun hükmü esastır.
"Hüküm ancak Allah'ındır." (Yusuf:40)
Âyet-i kerime'nin devamında yalnız kendisine kulluk yapmamızı emrediyor ve İslâm dini'nin dosdoğru bir din olduğunu haber veriyor:
"O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur." (Yusuf:40)
Hazret-i Allah'ın emir ve hükmüne rağmen başkaca yollara sapmak, din kurucuların peşinden gitmek, şeytan tarafında olmak Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın hükmüne karşı gelmektir.
İnsanlar O'nun koyduğu hükümleri uygulamak zorundadırlar. O'nun hükmü esastır. Emir ve yasak koymak hakkı yalnız O'na mahsustur. Bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir. O'nun tevil buyurmadığı bir şeyin hiçbir meşruiyeti yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın şânı ne yücedir!" buyuruyor. (A'râf:54)
Bu bir Allah kelâmıdır. Mülk O'nundur, hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O'nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O'nun emrettiği her şey adaletlidir, O'nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O'nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O'ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O'ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
Bunun böyle olduğunu, Allah ve Resul'ünün dininden başka bir din olmayacağı ve din kurucuların dini ve başka dinlerin kabul edilmeyeceğini diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle ferman buyuruyor:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır." (Âl-i imrân:85)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ'nın İslâm'dan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık fermân-ı ilâhî'sidir. Artık kişilerin başka din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilâh edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman etmiş değillerdir. Yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir. Allah katında makbul olan din İslâm'dır. Başka dinler, isimler bâtıldır ve hakk olan, katında makbul olan dini İslâm'dır. Cennet ve Cemâlullah ile müjde kıldığı budur.
O'nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz. Söz O'nun sözü, hüküm O'nun hükmü, Kitap O'nun Kitap'ıdır.
O'nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak, hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve mevki yoktur. Mülk O'nundur. O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salahiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O'na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira:
"Hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır." buyuruluyor. (Mümin:12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O'nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde cennetine koyacağını vaad ettiği, râzı ve hoşnut olduğu bu âli yolu şöyle tarif buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele:22)
Onlar dünyada Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kuds-i ruhu ile desteklemiştir. ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
"Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Mücâdele:22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu, hoşnut olduğu onlardır. Onlar da Hazret-i Allah'tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O'ndan geldiğini, bütün kötülüklerin, nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah'a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
•
Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde kendi dinini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu Âyet-i kerime'sinde ferman buyurmuştur:
"İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mücâdele:22)
Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fisebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm'a yardım edenlerin yoludur.
"İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (En'âm:82)
Allah-u Teâlâ'nın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhi'sine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği budur. Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhâni'sine nâil olanlar işte bunlardır.
"İşte onlar Rabb'lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir." (Bakara:5)
Her türlü korkudan, ahiret sorumluluğundan emin olanlar onlardan başkası değildir.
"Kim Allah'a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir." (Âl-i imrân:101)
Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur. Artık hangi aklı başında olan bir insan bu yolu aramak istemez?
"Ben sizin sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum." (Furkan:57)
Yol ve gidiş olarak sizin bu şekilde hareket etmenizi istiyorum Hakk'ı bulasınız, hakikata eresiniz diye.
"Yolun doğrusunu göstermek Allah'a âittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi." (Nahl:9)
Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüz'i bir irade vererek bu imtihan sahnesine koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak göstermiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır." (Mülk:2)
İradesini doğruya ve iyiye kullananlar doğru yola erişirler, sırat-ı müstakim dâiresine girerler; iradesini kötüye kullananlar şeytanın yolunda kalırlar.
Diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun." (İnsan:3)
"Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?" (Beled:8-9-10)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mâide:56)
Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ'nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
"Allah imân edenlere hem dünyada hem de ahirette o sabit söz üzerinde daima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar."(İbrahim:27)
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz. İnsanlar ise yaptıklarından sorumludurlar.
"Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabb'in yeter!" (Furkan:31)
Nitekim bu ilâhi vaad yerini bulmuş, tarih boyunca daima galip ve muzaffer olmuşlardır.
"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara:157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
"Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir." (Muhammed:17)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişenler bunlardır.
"İşte hidayet üzere bulunanlardan olmaları umulanlar bunlardır." (Tevbe:18)
Onlar bunu ilâhî bir lütuf olarak kabul ederler. Her lütuf O'nun, her lütuf O'ndandır.
"Senin Rabb'in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O'dur." (En'âm:117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.
"Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabb'ine varan bir yol tutar." (İnsan:29)
Her kim Rabb'ine doğru varmak, O'nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O'na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabb'iniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir." (İsrâ:84)
Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükâfatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.
"Şüphesiz ki: 'Rabb'imiz Allah'tır.' deyip, sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (Ahkâf:13)
Zira onlar içinde ebedî kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
"De ki:Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Doğrusu düz yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, yakında bileceksiniz!" (Tâhâ:135)
Sapıklığa düşmemiş, Hakk ve hakikate sarılmış, selâmete ermiş olanların kimler olduğu yakında meydana çıkacaktır.
Allah-u Teâlâ Hâtem-ül Enbiyâ olan rahmet peygamberine, insanlara şöyle ferman buyurmasını emretmektedir:
"Resul'üm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim." (Yusuf:108)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından "Fırka-i Nâciye" yani "Kurtulmuş Fırka" lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın, Ashâb-ı kiram'ın, Selef-i salihîn'in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakimden bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid'atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk'tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî'ye ve feyz-i samedânî'ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ'nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk'ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele:22)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd:112)
Âyet-i kerime'si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk'ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Rabb'in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB'İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)" (Hûd:118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime'nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
"ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb'inin: 'Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!' sözü tamamen yerine gelmiştir." (Hûd:119)
Onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah'ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir." (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammed'in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ'nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesad zamanında tamamen belli olacaktır.
Eskiden âlim çoktu. Her biri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
Allah ve Resul'ünün yolundan gidenlere cennet vardır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! İman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele." (Bakara:25)
"İman edip de sâlih ameller işleyenler ise cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara:82)
Hak ve hakikati tatbik edip, âmel-i saliha ile hakikate çağıran iman erlerinin mükâfatı ebedî bir hayatın, ebedî güzelliklere dönüşmesidir.
•
Şeytan ilâhî rahmetten tardolununca, Allah-u Teâlâ'dan kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş ve zannına göre şöyle demişti:
"'Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.' dedi." (İsrâ:62)
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu isteğini kabul etti.
"Sen mühlet verilenlerdensin." buyurdu. (A'râf:15)
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
"Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım." (A'râf:16)
"Ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın." (A'râf:17)
Bu sözlerini kendi zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular." (Sebe:20)
Bu uymaları şeytanın gücünden değil, imansızlıklarındandır.
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi yoldan çıkaramayacağına dâir Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Bana varan doğru yol işte budur. Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır." (Hicr:41-42)
Bu Âyet-i kerime'lerden açıkça anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in cehennemlik olduklarını haber verdiği bu "Yetmiş İki Fırka" şeytanın hizmetindedirler.
Bu yetmiş iki fırkanın birine sapanların felâketlerini ve cehennemdeki azaplarını görüyoruz. O bir fırkanın da saâdet ve selâmetlerini görüyoruz. Bu ilâhî hükümleri görmüş oluyoruz.
Kimi o bir fırkayı seçer, selâmete erer. Kimi o yetmiş iki fırkadan birini seçer felâkete düşer.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise, cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî kalacaklardır." (Bakara:39)
"Kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler, işte bunlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakara:81)
Kendilerine hak ve hakikat hatırlatıldığı, kötülük yerine iyiliğe, doğruluğa, sâlih amellere çağrıldığı halde, nefsin galebe çalması sonucu ebedî hayatını mahvedenlere de cehennem vardır.
Kalplerine iman yerleşmiş olan hakiki müminlerdir ki, ancak onlar Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini tasdik ederler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman derhâl secdeye kapanırlar. Büyüklük taslamadan Rabb'lerini hamd ile tesbih ederler." (Secde:15)
Kendi ibadet ve taatlerini de ihlâs ve sadâkatle yaparak, bundan dolayı gurura kapılmazlar.
"Ve kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar." (Furkan:73)
Âyet-i kerime'ler ve onlardaki derin mânâlar onları derinden etkileyerek harekete geçirir. Kendilerine emredileni yaparlar, nehyedilenden kaçınırlar.
"Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır." (Enfâl:2)
Bilgi ve ibadet delilleri arttıkça, iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar.
"Rabb'lerinden korkanların bu Kitap'tan derileri ürperir." (Zümer:23)
Çünkü Kur'an-ı kerim Allah-u Teâlâ'nın azap ve ikabından haber vermektedir. Rabb'lerinin rızâsından mahrum olmaktan ve azabından korktukları, Kelâm-ı kadim'ine saygı gösterdikleri için müminleri bir korku sarar ve kendilerini bir ürperme alır.
"Sonra hem derileri, hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır." (Zümer:23)
Hemen Hazret-i Allah'ı hatırlarlar, boyun bükerler, zikirle fikirle meşgul olurlar ve bu suretle nurlanırlar, hayatlarına nizam ve intizam vermeye çalışırlar.
"Bu kitap, Allah'ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz." (Zümer:23)
O halde Allah-u Teâlâ'nın hidayetini dilediği kimsenin alâmeti Âyet-i kerime'leri kendisine okunduğu zaman derisinin ürpermesi, sonra da yumuşamasıdır.
"De ki: 'Onu Ruh'ül-kudüs (Cebrâil)' Rabb'inden sana hak olarak indirdi ki, iman edenlere sebat versin, müslümanlar için bir hidayet ve müjde olsun."(Nahl:102)
Çünkü müminler gönülden Allah-u Teâlâ'ya bağlıdırlar. Bu Kitab-ı kerim'in O'nun katından geldiğini yalnız onlar anlarlar, bu hususta hiçbir şüphe taşımazlar.
Kur'an-ı kerim bir taraftan müminlere sebat verirken, diğer taraftan da onları doğru yola iletmekte ve müjdeler vermektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyurmaktadır. (Mâide:48)
Âyet-i kerime'de geçen "Minhâc"ın mânâsı "Münevver bir yol" demektir.
"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre, şeriat yolun başı, tasavvuf da devamıdır.
Bu münevver yol sebebiyle yüzbinlerce evliyâullah yetişti, Hakk'a vâsıl oldular ve Âyet-i kerime'lerdeki bu lütf-u ihsana ve iltifât-ı ilâhîye nâil oldular.
Veli; dost, sevgili, ermiş gibi mânâlara gelir. "Evliyâullah" Allah-u Teâlâ'ya dost olanlardır.
Velâyet ise; Allah-u Teâlâ'nın kulunu, kulun Mevlâ'sını dost edinmesi, Hâlik ile mahlûk arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluk demektir. Kulun Hakk'ta fâni olup O'nunla bekâ bulmasından ibarettir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur." (Âl-i imrân:68)
Allah-u Teâlâ'nın kuluna yakınlığı dünyada ona lütfedeceği mârifeti ile, ahirette de rıdvan ile vukua gelir. İlim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şâmildir, ünsiyeti ile yakınlığı ise velilere hastır.
Saîd bin Cübeyr -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e evliyâullahın kimler olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki görüldüklerinde Allah zikrolunur, onları gören Allah'ı hatırlar." (Câmiüs-sağîr)
Bu Hadis-i şerif'e göre Allah dostlarının sîret ve halleri Allah-u Teâlâ'yı akla getirir. Çünkü onlarda edep, hayâ, huzur, huşu ve tevâzu alâmetleri dikkati çeker.
"Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır." (Fetih:29)
Âyet-i kerime'si bu hususa işaret eder.
Onlarla bulunan, sohbetlerinden istifade eden, öğüt ve irşadları istikametinde Allah-u Teâlâ'ya kulluk vazifelerini ifâya çalışan kimseler, bu Hadis-i şerif'in sırrını onlarda açıkça görürler.
Amr bin Cemuh -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i kudsî'de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Kullarımdan benim velilerim ve halkımdan sevdiklerim o kimselerdir ki, benim zikrimle zikrolunur ve zikirleri ile ben zikrolunurum." (Râmuz el-Ehâdis)
Yüz yirmi dört bin peygambere mukabil her asırda yüz yirmi dört bin veli bulunur.
Allah-u Teâlâ veli kulları hakkında Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." (Yunus:62)
Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmiş ile ilgili hüzün yoktur, müjdeler vardır.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kazanmıştır, dost olarak yalnız O'nu bilirler, dünyaya iltifat etmezler, ahirete rağbet etmezler. Allah-u Teâlâ da sevdiğinden ötürü onları korkutmaz, onları mahzun bırakmaz, onları üzmez.
Çünkü onlar dünyada Allah-u Teâlâ'dan korktular ve ahkâm-ı ilâhî mucibince iş ve harekette bulundular.
"Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır." (Yunus:63)
Velâyet nurları üzerlerine akseder durur. Tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifâya devam ederler. Her türlü haram ve şüpheli şeylerden sakınırlar.
Kemâl-i iman ile iman ettikleri gibi, bütün ilâhî emirleri ve hükümleri kabul ve tasdik ettiler. Allah'tan başka bir şey de sevmediler.
"Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır." (Yunus:64)
Bu da onların hususiyetleridir. Allah-u Teâlâ'nın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. Dünyada da müjdelenmişlerdir, ahirette de müjdelenmişlerdir.
Dünyadaki müjde Allah-u Teâlâ'nın dostluğu ve onlara olan teveccühüdür. Bundan daha büyük müjde olur mu?
Onlar ahirette de O'nunla olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde;
"Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i ilâhî'ye sabah ve akşam nazar ederler." buyurmuşlardır. (Tirmizî:2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime'leri okumuşlardır:
"Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb'lerine bakarlar." (Kıyâmet:22-23)
Bunlar mukarreblerdir ve Adn cennetinin ehlidirler.
"Allah'ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur." (Yunus:64)
Verdiği söz mutlaka yerine gelir.
"Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus:64)
Evliyaullahın dünyada ve âhirette müjdelenmiş olmaları öyle bir ihsan-ı ilâhîdir ki, bunun fevkinde bir nimet tasavvur edilemez.
Çünkü onlar peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraber bulunurlar. En büyük saâdet ise; Allah-u Teâlâ'nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref olurlar. İşte bundan daha büyük saâdet olamaz.
Allah-u Teâlâ onları zâtına yaklaştırmış, Hakk'a tekarrüb etmişler, O'nun dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmışlar, muhsinler vasfını almışlardır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır." (Nahl:128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ'dır. Bu, hususi bir beraberliğin ifadesidir.
"Allah dilediği kulunu Zât'ına seçer." (Şûrâ:13)
Bir Hadis-i şerif'te Allah-u Teâlâ'nın bu kullarını şöyle beyan ettiği haber verilmektedir:
"Allah-u Teâlâ ve melekleri, semâvât ehli, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, insanlara hayrı öğretene mağfiret duâsında bulunurlar." (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif'e şöyle bir dikkat edin. Allah-u Teâlâ; meleklerine, bütün semâvât ehline, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar bütün arz ehline bunları duyurmuştur. Fakat insan onlardan ne kadar gafil? İşte Hadis-i şerif! Her şey onu tanır ve onun için mağfiret duâsında bulunurlar.
Allah-u Teâlâ onları sevdiğinden ötürü "Ebrar" haline koymuş ve bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Ebrar'ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir."
Tasavvur buyurun Allah-u Teâlâ'nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var.
Bunun temsilini arzedelim:
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Allah-u Teâlâ diğer bir Hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır:
"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim.
Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir.
Gören gözü olurum, o benimle görür.
Eli olurum, o benimle dokunur.
Ayağı olurum, o benimle yürür.
(Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.)
Ne dilerse onu yerine getiririm.
Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrid-i sarîh:2042)
Onlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için: "Bu benimdir, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz." buyuruyor.
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.
Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:
"Andolsun ki, ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temimoğulları'ndan daha çok kimse cennete girecektir."
Ashâb-ı kiram:
"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.
"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce:1443, 1444)
Sıdk-ı sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i Mevlâ bunlardır.
Mânevi ve rûhânî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyâullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:1186)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara; "Ne kadar sâdık!" denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik'ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: "Bu benim sâdık kulumdur." der, onun her işini halleder.
"Sâlihlerin işlerini O görür." (A'râf:196)
Âyet-i kerime'si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
Onlar O'nu bilirler, O'ndan gayrısını bilmezler.
Onlar;
"Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." (Bakara:107)
Âyet-i kerime'sine gönülden inanmışlardır.
"Allah dilediğini yardımı ile destekler." (Âl-i imrân:13)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ'nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
"Lütuf ancak Allah'ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Hadîd:29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurur.
"Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına." (Neml:59)
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarının cümlesine hürmet edip sevgi beslemelidir. Zira onlar Hakk'ın sevdiği ve muhabbet için seçtiği kullarıdır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz." (En'âm:83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver." (Nisâ:75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime'yi:
"Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver." şeklinde mânâlandırmışlardır.
Duâlarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in:
"Ey Allah'ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kulu hayra yöneltirse, o hep iyileri sever. Bu, hukuk-u peygamberiye gereğidir. Hakk'ın dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve ahiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, ahirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri:
"Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz'i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur." buyurmuşlardır. (31. Mektup)
Yusuf Aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğu halde:
"Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da ahirette de benim yârim yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat." (Yusuf:101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile ahirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah'a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Evliyâullah'a yakın olan, feyz ve berekete nâil olur. Bir istekte bulunurken, bu gibi zevât-ı kiramın yüzü suyu hürmetine istemek çok faydalı olduğu gibi, onları vasıta yaparak Allah-u Teâlâ'ya sığınmak da çok mühimdir.
Suçlu bir çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve merhametli bulurlardı." (Nisâ:64)
Bir ilim vardır ki buna mârifetullah ilmi denir. Kitap satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ'ya yakın olanların sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah ilmidir.
"Rabb'im bana öğretti." (Yusuf:37)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'nın takvâ ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile Marifetullah ilmi husule gelir.
Marifet, bütün varlıkların muhiti olan Allah-u Teâlâ'yı tanımaktır. Zira O'ndan başka ve O'nun fevkinde başka bir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ'nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah.
Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah'tan gayrı bütün sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır.
Mârifetullah ise muhabbetullah'tan daha hassas bir makamdır.
Bu incelik ve hassaslık nereden geliyor? "Muhabbetullah"ta sen varsın ki muhabbet ediyorsun. "Mârifetullah"ta ise O var, sen yoksun. Ne sen kaldın ne de muhabbetin kaldı.
Bu hususta bazı zâtlar tarafından birçok izahlar yapılmışsa da, fakirin kanaatı Hakk'ta hiç olmaktır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah'ın halifesi yapan en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan ilim-irfan sahibi oluşudur.
"Ve Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara:31)
Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Bu makam Allah-u Teâlâ'nın Âdem Aleyhisselâm'a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.
Mârifet, Hakk'ın ilminin var olduğu yerde kişinin bilgisizliğinin ve hiçliğinin mevcut olmasıdır. Mârifetullah budur. O Allah-u Teâlâ'yı görür, kendisini görmez. Kendisi yok ki ilmi olsun. Allah'ın kadrinin yüce oluşu, O'nun hakkında mârifet sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu da yalnız O'nun var olduğunu bilmektir. Allah'ın kadri hariç bütün kadir ve kıymetleri hakir bulmak, Allah'ın kadri yanında başka bir kadir ve değer görmemektir. Bunlar hep mârifetullah ehline âittir.
Allah-u Teâlâ'nın zât, sıfat ve fiillerini anlamak, hikmetlerini müşâhede etmek, kalbe tecelli eden hakiki hakikatlerle mümkün olur.
İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u Teâlâ'nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullaha en kestirme yoldan ulaştıran, en efdâl, en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin tâ kendisidir. Çünkü marifet-i ilâhî'nin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar bu ilimle ebedî saâdete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir.
Bu ilim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in kalb-i şerif'lerine Miraç gecesi kondu. O ise bu sırrı gizli tuttu, ancak çok yakınlarına açtı. O sır bereketi ile şeriat ahkâmı kıyamete kadar bâki kalacaktır.
Tecelliyât-ı ilâhî'ye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur. İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır.
Bu bir iç âlemdir, dıştan görülmez.
•
Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye "Elif" ten başlar. Kişi günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar Âyet-i kerime'leri açıklar. Hadis-i şerif'leri izah edebildiği kadar izah eder, en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır. Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ'nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ'nın talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur. Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor, bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise Allah-u Teâlâ'dır.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez." (Fâtır:14)
Sana hakikati bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan zât-ı kibriyâ'dır, diğer haber verenler değil.
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir. Koyana âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.
Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim ederler. Hakk'a vâsıl olmak, bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
Sadır ilmi Allah-u Teâlâ'nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna "Marifetullah ilmi" de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.
Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.
Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere mahsustur.
Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.
Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.
Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O'na O'ndan başka bir delil olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ'nın kâinattaki sanatını görmektir.
Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür, kendisini dev gibi görür.
Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.
Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan ücret alır, birisi Hakk'tan ücret alır.
Birisi kendini görür Hakk'ı görmez, birisi Hakk'ı görür kendini görmez.
•
Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal âlemine uçar.
Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur. Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken her şeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul tahsiline geçtiği zaman hakikate ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi; Fenâfillâh'a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu, her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya yüzünde kaç kişidir?
Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikate geçince içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah'a geçmesi ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş olur.
Kabuk da O'nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır, beyazı da O'nun ihsanıdır, sarısı da O'nun ihsanıdır. Civcivin çıkması da, mârifetullah ilmi de O'nun lütf-u ihsanıdır.
Aslında var olan Allah'tır. Var'ı bulunca varlık ifnâ olur, kişi hiç olduğunu öğrenir.
Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.
Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı kulaklar onu anlasın diye." (Hâkka:12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir. İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.
•
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ'nın nuru kalbe akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç âlemi bilmek mümkün değildir.
"Âlimler peygamberlerin varisleridir." (Buhârî)
Hadis-i şerif'i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed'e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara "Vâris-i enbiya" denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir'in göğsüne boşalttım." (Risâle-i Es'adiyye)
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan doğuyor.
•
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp, ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ, ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler. İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken;
"Sehm-i nübüvvete vâris olanlar",
"Sehm-i velâyete vâris olanlar",
"Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar" olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil. Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş, Resulullah Aleyhisselâm'ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada toplanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar.
"Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır." (Deylemî)
Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u ihsandır.
"Bu Allah'ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir." (Cum'a:4)
Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir.
•
Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ'nın tayin ettiği muallimlerdir. Onlar ilmi Rabb'lerinden alırlar, Hakk'ın talebeleridirler. Allah-u Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk'ın öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz." (Âl-i imrân:79)
Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.
"Rabbânî olmak" demek; "Rabb'e hâlis kul olun, Rabb'e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle bakanlar olun." demektir. Bu iç âlem işidir.
Bu nokta değişti şimdi. Onlar: "Kafa gözü ile kafa kulağı ile" bunlar ise: "Kalp gözü ile kalp kulağı ile" alırlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.
Bunlar Hakk'ı bilir, Hakk'tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk'ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.
Rabbânîler'in gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah'tır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Allah dilediğini yardımıyla destekler." (Âl-i imrân:13)
Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.
Zâhirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz'idir.
Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir. Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de seyreder, Levh-i mahfuz'daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma budur.
Hakikati duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede ettirdikleri kadar görülür.
Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne gösterirlerse onu görürsün.
Allah-u Teâlâ'ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.
Her şeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama'nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah var.
İnsan-ı kâmil'in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sâdıklarla beraber olunuz!" diye emir buyurmaktadır. (Tevbe:119)
Bu emr-i şerif'te çok büyük esrar vardır.
Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ'yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür, hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür, hem bilir.
Bunlar Hakk'ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.
Ulül-elbab iki türlüdür:Zâhirî, batınî.
Zâhirî Ulül-elbâb'a varan âlimleri Allah-u Teâlâ ilimde derinleştirmiş ve:
"İlimde derinleşmiş olanlar." buyurarak onları övmüştür. (Âl-i imrân:7)
Bu ilim kesbîdir, okumakla mümkün olur. Bu hakiki âlimler şeriatın zâhirine vâristirler. Bu ilim de bir Allah vergisidir.
Tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ahlâk... sahalarında kitaplar yazarlar, müslümanlara ışık tutarlar. İçtihatlarında isabet ederlerse iki sevap aldıkları gibi, yanılsalar bile bir sevap alırlar. Çünkü niyetleri güzel.
Dört büyük mezhep imamı; İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfi, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed -rahmetullahi aleyhim ecmaîn- Hazerâtı olsun, diğer müctehidler, müfessirîn-i izâm, muhaddisin-i izâm olsun, hep bu kısma dahildirler.
Din-i İslâm'a nur saçan, ümmet-i Muhammed'e yol gösteren ve bu uğurda her türlü ibtilâlara göğüs geren hakiki âlimlerin İslâm dininde çok mühim mevkileri vardır.
Allah-u Teâla Kur'an-ı kerim'inde onları övmüş, ilmi ve ilim sahiplerini müteaddit defalar zikretmiş, fazilet ve meziyetlerini beyan buyurmuştur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"Allah içinizden iman edenleri yüceltir. Bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise kat kat derecelerle yükseltir." (Mücadele:11)
Bu yükselme; dünyada hayırla anılmaları, âhirette ise cennetlerdeki derecelerin yüsekliğidir.
Allah-u Teâlâ'nın veli kullarına gösterilmesi gereken sevgi ve saygının, hakiki ulemaya da gösterilmesi gerekmektedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ümmetimin âlimlerine tâzim ve hürmet ediniz. Zira onlar yeryüzünün yıldızlarıdır." (Münâvî)
İlmiyle âmil olan ulemaya daima hüsn-ü zan beslemelidir. Onlar halka hakikati öğretirler, şeriat ahkâmını talim ederler, bid'atlardan sakındırırlar. İlâhî hükümleri tahrifattan, cahillerin tevillerinden korurlar. Bunu da ancak hakiki âlimler yapar. Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olmak, bu ahkâmın icrasına, emir ve yasakların tatbikine bağlıdır.
Ulvî olan nakilci âlimler, müslümanlara dinlerini öğretecek tefsir gibi kitaplar yazmaya kendileri muktedir değildirler. Ancak "Filân şöyle söyledi, filân böyle söyledi." diyerek hakiki âlimlerin beyanlarını naklederler. İctihad yapamazlar. Ancak hakiki âlimlerin eserlerinden alıp naklederek kitap yazarlar, halka vaaz ve nasihat ederler.
Bu nakilci âlimler de iki kısımdır. Eğer İslâm'ı yaşıyorsa, telif ettiği kitaplar, yaptığı vaaz ve nasihatlar, yaşadığı nispette halka tesir eder. Yaşamıyorsa hiçbir tesiri olmaz.
Bir de şu var ki, halka âlim olduğu zannını verdirmek için konuşuyorsa, halkı başına toplamak gibi bir gaye güdüyorsa gizli şirktir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Gizli şirk, insanların methini ve ihsanını veya tâzimini kazanmak maksadıyla amel ve ibadet eylemektir." (Câmiüs-sağir)
Kendinde varlık gördüğü için "Ene Kabuğu"ndan çıkamaz. Hakikatten haberi olmadığı için de kendi zannını hakikat diye satmak ister.
Bir zâhirî âlim satırdan almasına rağmen, ilimde derinleştiği nispette cehaletini öğrenmiş olur. Eğer ilimde ihlâs sahibi ise ilmi arttıkça âcizliğini duyar, Hazret-i Allah'a sığınır, âcizliğini itiraf eder. Her mevzuda Hazret-i Kur'an'a ve Sünnet-i seniye'ye mürâcaat eder. Her iş ve icraatın Ahkâm-ı ilâhî'ye uygun olmasını ister.
İman, mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i Şehâdet"te toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye "inanmış"mânâsına gelen "Mümin" adı verilir.
İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile inandık diyenlerle, yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." (Mâide:41)
Buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir.
Dil ile inandıklarını söyleyip de kalbiyle tasdik etmeyenler hakkında da şöyle buyuruyor:
"Bedevîler iman ettik dediler. De ki: 'Siz iman etmediniz, bari 'Müslüman olduk.' deyin. İman henüz kalplerinize yerleşmedi.'" (Hucurât:14)
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
•
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve hakiki müminlerin vasıflarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât:15)
Allah-u Teâlâ kâmil müminleri üç sıfatla vasıflandırmaktadır:
Birincisi; Allah-u Teâlâ'ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine kesin iman.
İkincisi; şek ve şüpheye düşmemek.
Üçüncüsü ise; mal ve can ile cihad etmek.
Kim bu sıfatları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Diğer bir Âyet-i kerime'de müminlerin meth-ü senâya lâyık halleri, ilâhî hükümlere olan itaatleri ve bu sayede kurtuluşa erdikleri beyan buyurulmaktadır:
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: 'İşittik, itaat ettik!' demekten ibarettir.
İşte saadete erenler onlardır." (Nûr:51)
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah'ı Rabb, İslâm'ı din, Muhammed'i peygamber kabul eden kimse imanın tadını tatmıştır." (Müslim:56)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Müminler saâdete ermişlerdir." (Müminûn:1)
Buyurarak, müminlerin dünya saadetine ahiret selâmetine erdiklerini beyan ettikten sonra, güzide vasıflarını beşeriyete duyurmaktadır:
"Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler." (Müminûn:2)
Zihni meşgul eden şeylerden ve vesveselerden arınmış bir halde, Allah-u Teâlâ'nın huzurunda bulunduklarını düşünerek kemâl-i edeple namazlarını kılmaya çalışırlar.
"Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler." (Müminûn:3)
Kendilerini Allah'tan alıkoyan her şeyden kaçınırlar. Onlardan sakınmayı gerektiren sebeplerin bulunmasından da uzak kalırlar.
"Onlar ki, zekâtlarını verirler." (Müminûn:4)
Bu suretle de nefislerini dünya sevgisinden ve hırsından arındırmış olurlar.
"Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler ve onlar ahirete de kesin olarak iman ederler." (Lokman:4)
Ölüme mahkûm olan bütün beşeriyetin yeniden ihyâ edilerek ebedî bir âleme sevk edileceklerine inanırlar.
"Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar kınanamazlar. Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir." (Müminûn 5-6-7 – Meâric:29-30-31)
Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara geçmiş ve böylece de günah işlemiş olur.
"O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler." (Müminûn:8 – Meâric:32)
Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hiyanet etmezler. Kendileri için birer emanet mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.
"Ancak namaz kılanlar hariç. Onlar ki namazlarına devam ederler." (Meâric:22-23)
Hiçbir meşguliyet kendilerini namazdan alıkoymaz.
"O müminler ki, namazlarına riâyet ederler." (Müminûn:9 – Meâric:34)
Vakitlerine, rükünlerine ve âdâbına uyarak, güçlerinin yettiği en iyi şekilde kılarlar.
"Onlar ki ceza gününü tasdik ederler." (Meâric:26)
Dolayısıyla iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar.
"Onlar ki Rabb'lerinin azabından korkarlar. Çünkü Rabb'lerinin azabından emin olunmaz." (Meâric:27–28)
Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunurlar.
"Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır." (Müminûn:10-11)
Artık oradan ebedî olarak çıkmayacaklardır.
"İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır." (Meâric:35)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddi ve manevî nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.
Bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor:
"İman edip sâlih ameller işleyenler için, Rahman bir sevgi peyda edecektir." (Meryem:96)
•
Müminlerin ulvî vasıfları hakkında diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah zikredilince kalpleri titrer." (Enfâl:2)
Gönüllerini rahmet ümidi ve muhabbet heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar. Allah-u Teâlâ'nın izzet ve celâlinden, kahır ve galebesinden dolayı korkuya kapılarak ürperir.
"Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır." (Enfâl:2)
Çünkü Allah-u Teâlâ hakkındaki delillerin ortaya çıkması, müminlerin imanlarını kuvvetlendirip, onların yakîn derecesinde iman etmelerini temin eder. İman taklitten çıkıp tahkik hususiyeti kazanmaya başlar.
"Onlar ki sabrederler ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Ankebût:59)
İşlerinde O'nu vekil edip, O'ndan başkasından bir şey istemezler. Yalnızca O'na teslimiyet gösterirler ve muvaffakiyetlerini yalnız O'ndan beklerler.
"Onlara bir musibet geldiğinde: 'Biz Allah içiniz ve elbette ona döneceğiz.' derler." (Bakara:156)
Bunu yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek bütün kalpleri ile söylerler.
•
Furkan sûre-i şerif'inde Rahman'ın kullarının herbiri bir zümreyi andıran sıfatlarla vasıflandırılarak İslâm ahlâkının bir hülâsası yapılmıştır:
"Rahman'ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler." (Furkân:63)
Çünkü o müminler Allah-u Teâlâ'nın azamet ve ululuğuna vâkıf olmuş, dolayısıyla gönül ve bedenleri itaate koyulmuştur. Kibir ve gururdan kaçınırlar, kendi acziyetlerini bilerek rıfk ve tevazu ile hareket ederler.
"Cahiller kendilerine lâf attıklarında: 'Selâm!' derler." (Furkân:63)
Hiç kimseye cahilce davranmazlar. Selâmetle neticelenecek söz söylerler.
"Onlar ki, gecelerini Rabb'leri için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler." (Furkân:64)
Yatışları, kalkışları hep Allah için olur. Gecelerini ibadet ve taatle tamamen veya kısmen ihyâ etmeye çalışırlar.
"Onlar ki şöyle derler: Ey Rabb'imiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır!" (Furkân:65-66)
İbadet ve gayretlerine güvenmeyerek daima kurtuluşlarına duâ ederler.
"Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur." (Furkân:67)
Üzerlerine düşen mâli vecibeleri yerine getirirler. Fakirlere ihsanlarda bulunurlar. Fakat lüzumsuz yere, gösteriş için israfta bulunmazlar. Kendilerini ihtiyaç içinde bırakacak derecede başkalarına yardıma koşmazlar. Cimrilik göstererek, yardıma muhtaç olanlara yardım etmekten geri kalmazlar.
"Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar." (Furkân:68)
O'ndan başka hiç kimsenin mabud olamayacağını bildikleri için, yalnız O'na kullukta bulunurlar, duâ ve niyazlarına devam ederler.
"Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar." (Furkân:68)
Ölüm cezasına çarptırılanların dışında adam öldürmenin büyük günah olduğunu çok iyi bilirler.
"Zinâ etmezler." (Furkân:68)
Çünkü zinâ, suçların en çirkinlerindendir.
"Bunları yapan, günahının cezasını bulur." (Furkân:68)
Bu büyük günahları işleyenler, ahirette cezalarını çekerler.
"Onlar ki yalan yere şâhitlik etmezler." (Furkân:72)
Yalan yere şâhitlik etmedikleri gibi, yalan söylenen ve yalan-dolan dönen yerlerde de durmazlar.
"Faydasız bir şeye rastladıkları zaman izzet ve şereflerini koruyarak oradan geçip giderler." (Furkân:72)
Çirkin bir lâkırdıyı işittikleri veya ahlâka aykırı bir hareketi gördükleri zaman onlardan yüz çevirirler.
"Onlar ki boş söz işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve derler ki:Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Selâm size! Biz câhilleri aramayız." (Kasas:55)
Bu sözleriyle selâm vermeyi değil, sadece yollarının ayrı olduğunu belirtmek isterler.
"Ve kendilerine Rabb'lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar." (Furkân:73)
Dinlememezlik etmezler. Kalpleri titreyerek dikkatle kulak verirler ve onlardan yararlanırlar.
"Onlar orada hürmet ve selâm ile karşılanacaklardır." (Furkân:75)
Gerçek emniyet ve kurtuluş ancak cennette olacaktır. Çünkü orada fânilik yok, ebedîlik vardır.
"Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir makamdır." (Furkân:76)
Ne kadar temenniye lâyıktır, ebedî saâdet için ne kadar ulvî bir tecelligâhtır!
"Onlar büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınırlar." (Şûrâ:37)
Üzerine tehdit gerçekleşen veya şer'î cezayı gerektiren, yahut açıkça yasaklanmış olan günahlardan kaçındıkları gibi; çirkinliği açık ve aşırı olan günahlardan da sakınırlar.
"Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler." (Şûrâ:37)
Kızgınlık halinde kusur örtmek gibi büyük hususiyet ancak onlara yakışır ve onlar ona lâyıktırlar.
"Rabb'lerinin dâvetine icabet ederler." (Şûrâ:38)
İlâhî emir ve nehiylere samimi bir kalp ile bağlanırlar ve icaplarını yerine getirirler.
"Onların işleri kendi aralarında istişare iledir." (Şûrâ:38)
Herhangi bir görüşü yalnız başlarına benimsemezler, o hususta müşavere ederler, aralarında toplanarak sözü bir etmesini bilirler. En doğru, en faydalı ve en muvafık olanı ne ise, onu ittifakla kabul ederler.
"Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar." (Şûrâ:38)
Ellerindeki servetin hakiki sahibinin Hazret-i Allah olduğunu her an için itiraf ederler. O'nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler. Bu maddî ve manevî ikramlardan az veya çok infak edip O'nun yolunda sarfiyatta bulunurlar.
"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler." (Şûrâ:39)
Haklarını savunur, haksızlığa boyun eğmez, zilletten hoşlanmaz, azgınlık ve saldırıda bulunanın cezasını verirler.
"(Onlar) sabredenler, sâdıklar, huzurunda gönülden boyun bükenler, Allah için infak edenler ve seher vaktinde istiğfar edenlerdir." (Âl-i imrân:17)
Darlık ve sıkıntılara sabrederler, sözleri özleri doğrudur, itaat ederek ve ibadet esnasında huzurunda gönülden boyun eğerler, hayır yollarında mallarını bolca harcarlar ve seher vakitlerinde Rabb'lerinden bağışlanmayı niyaz ederler.
•
"Onlar Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler." (Ra'd:21)
Sıla-i rahime riayet ederek akrabalar arasındaki râbıtayı muhafazaya çalışırlar.
"Rabb'lerinden korkarlar ve en kötü hesaptan ürkerler." (Ra'd:21)
O'nun azametinden ve gazabından çekinirler, O'na karşı günah işlemekten sakınırlar.
"O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Rabb'lerinden korkarlar ve kıyametten de titrerler." (Enbiyâ:49)
Adalet terazilerinin meydana çıkarılacağı günün şiddet ve sıkıntılarını düşünürler ve ondan korkar dururlar.
"Sana indirilene de, senden önce indirilene de iman ederler. Ahiret gününe de kesinlikle inanırlar." (Bakara:4)
Hiçbir şek ve şüpheye yer vermeksizin, bu dünyadan sonra gelecek olan ahiret yurduna, orada vuku bulacak olan yeniden dirilme, ceza, cennet, cehennem, hesap ve mizana kesin olarak inanırlar.
"Onlar ki, Rabb'lerinin rızasına ermek için sabrederler." (Ra'd:22)
Halka karşı bir gösteriş ve gönüllerinde bir gurur duygusu beslemeyerek, sırf Allah için zahmetlere katlanıp Hakk yolunda sabır ve sebat gösterirler.
"Ve kötülüğü iyilikle savarlar." (Ra'd:22)
Elinde olmayarak bir kusur yapınca, arkasından bir iyilik yaparak Allah-u Teâlâ'dan af talep ederler. Bir kimseden kötü bir söz işitince, güzel bir söz ile karşılıkta bulunurlar.
Yakınları kendilerini ziyaret etmedikleri halde, onlar gider ziyarette bulunurlar.
"İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabb'leri katında dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır." (Enfâl:4)
Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez. Dünyada işledikleri amellerin karşılığı olarak çok yüce dereceler ve makamlar vardır. Bunlar Allah-u Teâlâ'nın ikram ve ihsanlarıdır. Günahları da bağışlanmış olacaktır.
"Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sâdık erkekler ve sâdıka kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşu duyan erkekler ve huşu duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve iffetlerini koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; işte Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır." (Ahzâb:35)
O mükâfatın dünyada iken tasavvuru mümkün değildir.
"İşte onların mükâfatı, Rabb'leri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!" (Âl-i imrân:136)
Derecelerini yükseltiriz, kendilerine büyük nimetler veririz.
"İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız." (En'âm:84)